GÜNÜMÜZDE AŞK
(Bir Öğrenme Süreci)
(Bir Öğrenme Süreci)
Herrad Schenk
1933 yılı Almanya'da evlilik konusunda kritik bir
tartışmanın başladığı dönemin ilk yılıdır. Aile yapısı içinde barınmakta olan tutucu
düşünceler nasyonal sosyalizmle güçlü bir desteğe kavuşuyordu: Nazizm de
Katolik Kilisesi gibi "evlilik, cinsellik ve neslin üreme olgusu"
arasında birbirinden ayrı tutulamayan bağların öyle olduğu gibi kalmasından
yanaydı ve "çürütüp kokuşturucu" bireyselleşme sürecine böyle dur
denmeliydi. Ancak çok sonraları, altmışlı yıllarda ve yetmişli yıllar
sırasındadır ki yüzyılımızın başlarındaki evlilik tartışmalarını hatırlatan
fikirler yeniden alevlendi. Yeni tartışmaları başlatan ateş "Aşk
Evliliği" ateşine dönüştü ve 1980'li yıllarda bu ideal evlilik başka bir
renge büründü: Öğrenme Süreci Olarak Yaşama Ortaklığı.
İkinci Dünya Savaşı birincisinden farklıydı, şöyle ki
birincisinde olduğu gibi cinsel ahlâkta sürekli bir gevşeme ama bu, savaş
yaşantısı ve yabancılaşma yüzünden dağılmaya yüz tutmuş ailelerle ilgiliydi,
1950'lerde bu durum kısa süren bir görüngüydü. Derken boşanma sayısı sonra
birdenbire düşüverdi, ancak yavaş yavaş yükselerek 1950'lerin durumu 1970'li
yıllarda yeniden yaşandı. Ne var ki aile sosyolojisiyle ilgili incelemelerden
görüldüğü üzere, evlilik ve aile kurumlarında artık şaşırtıcı bir kararlılık
(Stabilik) yaşanıyor Almanya'da. "Aile yaşamının durumları, kararlılık ve
kararsızlık açısından bakılarak gözlemlenecek ve değerlendirecek olursa şu
açıkça fark edilir ki, ağır sosyal koşullar, hangi türden olursa olsun sosyal
sıkıntılar, ne aile dayanışmasını ne de aile yaşamını -ortalama ölçekte de
olsa- artık hiçbir zaman zayıflatıyor değil... Tam tersine güçlendiriyor bu
dayanışmayı. Daha önceden evliliği tehlikeye sokan kişisel gerilimler ya da
evli çiftin ve çocukların birlikteliğinde yaşanan kayıtsızlık yerine daha sıcak
ve güçlü bir birlikte yaşama duygusuna bırakmaktadır" şeklinde bir kanıya
yarıyor Helmut Schelsky (1953). Almanya'da devlet düzeni ekonomik düzenin
çöküşü, ideolojinin iflası, ülke dışına kaçış ve sürgünler, ölümler ve sosyal
köklerden kopuşlar insanların kaderini ve halkın güncel yaşamını 1914-18
savaşından çok daha derin boyutlarda etkiledi. Bu yoğun sarsıntıdır ki belki
evlilikteki yaşam durumlarına "kararlılık" kazandıran faktör! Çünkü
pek çok insanın o dönemde aile'yi sosyal ilişkilerin bozguna uğramadığı son
kale, güvenilir biricik destek olarak gördü. Savaş sonrası darlık ve
sıkıntıların ilk yıllarında olduğu gibi yeniden kalkınmanın ve iktisadi
mucizenin gerçekleştiği dönemde evlilik birçokları için muhtemeldir ki
eskilerin şu "çıkar evliliği" dedikleri birlikteliği andırıyordu:
Evlenen çiftler kendilerini her şeyden önce çalışma ortakları olarak kabul
ediyor, aileyi bir dayanışma birliği sayıyorlardı. Çiftlerin her biri kendi işinden,
kendi rolünden sorumluydu, "sabanı çamurun içinden çekip çıkarmak"
için birlikte yorucu bir çalışma gerekti. Gerekli olan şeyleri sağlamak,
örgütlemek, yuvayı kuruncaya kadar el ele vermek... nedir ki geri planında
emeğin egemen olduğu bu hayat tablosunun üzerinde Katolik Demokrat Parti'nin
(CDU) koyu tutucu aile politikası esiyor Almanya'da. Bu, evlilik kurumunun ve
ailenin korunmasına yönelik bir politikadır, örneğin Aile Sorunları Bakanı
Würmeling 1953'te "Boşanmanın kolaylaştırılması, devletin ve toplumun ayakta
kalması bakımından ailede köklenen temelleri tehdit eder" diye konuşmakta
ve böylece çoğunluğun sesine tercüman olduğuna inanmaktadır.
Bu savaş dönemi ve savaş sonrası evliliklerinin içine
düştüğü ruhsal sıkıntılar ancak çok sonra 968 kuşağının kendi ana-babalarına
yönelttikleri suçlamalarda yansır. Savaş ve savaş sonrası yıllarda doğanların
pek çoğu ana-babalarının yaptıkları evlilikleri, dışardan kararlı (dengeli)
gözükmesine rağmen içten içe kof bir kurum olarak algıladılar, boğucu buldular.
Ayrıca 60'lı yıllarda bir problem durumuna gelen erken evlilikleri de kısmen de
olsa genç insanların bir an önce ana-baba evinden kopma eğilimlerine bağlamak
gerekir. Kendi başlarına yapmaya karar verdikleri ve kendilerinden önceki
uşakların daha rahat edeceklerini umdukları bir evlilik onların gruplar halinde
veya aynı konutu paylaşarak yalnız yaşamak gibi alternatif yaşam biçimleri o
zamanlar henüz yoktu.
Nedir ki 60'lı yılların ortalarına doğru "cinsellik
dalgası" denen bir akım İskandinavya'dan kopup Almanya ve Orta-Avrupa'ya
girdi. Ingmar Bergman'ın 1963'te İsveç sinemalarında gösterilen filmi
"Sessizlik" bir yıl geçmeden bütün Batı-Alman kamuoyunu derinden
sarstı. Birkaç yıl sonra da Oswald Kolle'nın cinsellik konusundaki aydınlatıcı
filmleri piyasayı kapladı. "Eşiniz, bilinmeyen yaratık" (1969) ve
"Kocanız, bilinmeyen erkek" (1970) gibi filmler büyük seyirci kitlesi
topluyor, cinselliğin karanlıkta kalmış kesimlerini perdede keşfetmeye çıkan
insan yığınlarını kendine çekiyordu. Buna paralel olarak altmışlı yılların
ortalarına doğru "doğum kontrol hapları"nın zafer yürüyüşü başladı
Orta-Avrupa'da. Aslında bu haplar A.B.D.'de kadının doğurganlığıyla ilgili
araştırmalarda Katolik bir doğum uzmanı tarafından bir yan ürün olarak
rastlantı sonucu icat edilivermişti. Yumurtlamayı önleyen bu hormonlu ürünler
1996'da Dünya Sağlık Örgütü (WHO)'nün bir uzmanlar komitesi tarafından
"sağlığa zararsız" bulundu, ama Almanya'da hekimlerin bir bölümü bu
hapları uzun bir süre salık vermekten çekindi. 1965'te 400 hekimin imzaladığı
"Ulm Muhtırası" söz konusu hormonlu hapları "doğanın yaratıcı
gücüne müdahale ettiği" gerekçesiyle kınıyordu. Hapların yaygınlaşmasıyla
bir grup seks dalgasının patlak vereceğinden çekiniliyordu. Bir yanda cinsellik
dalgası, öte yanda kontrol hapları ikisi de aynı zamana rastgelmişti ve haplar,
cinsellik ahlâkının liberalleşmesinde, özellikle evlilik-öncesi cinsel
ilişkilerin serbestleşmesinde uzun süre etkili oldular. Ne var ki işler
çığırından çıkacak düzeye hiçbir zaman gelmedi.
Cinsellik dalgasının ortaya çıkmasıyla birlikte
Orta-Avrupa insanının cinsellik karşısındaki tutumunu daha sonraki yıllarda
belirleyecek olan iki ayrı gelişme baş gösterdi. Birincisi - Van de Valdes
geleneğine uyarak- cinsellik alanında geniş bir bilimsel literatür ortaya çıktı.
Özellikle A.B.D.'de anketler ve ampirik araştırmalar yapıldı, bunların
sonuçları birçok raporlar halinde piyasaya sunuldu: 1948 ve 1953'de A.B.D.'de
yayınlanan Kinsey raporları 1954 yılından başlayarak bütün dillere
çevrilecekti. Yıllar boyunca gitgide daha büyük sayılara ulaştı bu yayınlar, bu
arada Gieses ve Schmidt'in Öğrencilerde Cinsellik (1968) Masters ve Johnson'un
Cinsel Reaksiyon (1967) Evliliğin Zevki (1976) ve Hite-Raporu (1977) korkunç
baskılara ulaştı. Özellikle Hite-Raporu kadın cinselliği konusunda
yoğunlaşıyordu.
Dönemin ikinci büyük gelişmesi, cinselliği aydınlatan bu
literatürle sıkı sıkıya bir çıkar ilişkisi olan bir akımdı, yani Seks, Erotik
ve Pornografinin ticarileştirilmesi. İsveç filmi diye kısaca anılan filmlerin
yarattığı dalga altmışlı yılların ikinci yarısında bütün Orta-Avrupa'yı bir sel
gibi istila etti. Aralarında ciddi denebilecek olanları da dahil pek çok
magazin dergisi kapak sayfalarını çıplak, yarı çıplak kadın fotoğraflarıyla
doldurmaya başladılar. Seks ve pornografi gitgide reklamların ana öğesi haline
geliyordu, hemen hemen her konuda böyleydi. Bunun yanında Sex-Shop denilen
dükkanlar, yalnızca seks filmi gösteren sinemalar yerden mantar gibi bitiyordu.
Meta haline getirilmiş cinsellikteki bu patlama, insan
insana ilişkilerden koparılarak alışveriş konusu durumuna getirilen bir
cinselliğin teknik yönlerine duyulan ilgi, kısacası insanın kendine
yabancılaşması bugün hâlâ sürüyor, özellikle bu yabancılaşmanın dinsel
baskılarla, dolayısıyla sahte bir ahlakçılıkla yaşandığı ülkelerde, yobazlığın
siyasal ahlâka harç edildiği ülkelerde... Görsel basın bu yabancılaşmayı
kullanarak kendi ülkesindeki kadınların öncelikle sömürülmesine önayak oluyor:
Uygarlaşmanın utanç duvarı. Çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu pek çok insan cinsel
ahlâktaki yumuşamaya rağmen cinsel ihtiyaçlarını kişisel ilişkiler çerçevesinde
çözüme ulaştıracak durumda değiller, Bunu belki de bu ilişkilerin gerektirdiği
ölçüde bir ruhsal uzlaşma sağlamaya hazır ya da yatkın ölçüde olamadıkları için
yapamıyorlar. Yüzyılın başlarında fuhuşun daha hoşgörülü bir cinsel ahlâk
sayesinde ortadan kaldırılabileceğine inanan cinsel reformcu aydınların eskiden
beri düşledikleri fikirler de böylece suya düşüyordu.
Altmışlı yılların ikinci yarısında öğrenci hareketleri
sırasında burjuva evliliğine karşı yeni bir eleştiri dönemi başlatılınca
Cinsellik Dalgası da iyice hızını aldı. Evliliğe yöneltilen eleştirilerin arka
planındaki teorik düşünce kısmen de olsa ilginçti, ki otuzlu yıllardan
kaynaklanıyor, hatta 1920'lerin deneyim ve tartışma ortamına dayanıyordu. Ama
Aydınlar kesimi bu gerçekleri Almanya'da ancak otuzlu yıllarda algılıyordu.
Örneğin "Baskıcı Cinsel Ahlâkın Sökün Edişi" (1932) ve "Cinsel
Devrim" (1936) adlı eserleriyle Wilhelm Reich ya da "Otorite ve
Aile" (1936) ile Max Horkheimer.
1933'te (Hitler'in resmen iktidara gelişiyle - y.ö.)
Almanya Komünist Partisi'nden ve 1934'te de Uluslararası Psikanalizciler
Birliği'nden atılan Marksist psikanalizci Wilhelm Reich öğrenci hareketinin
klâsik önderi haline geldi. Öğrenciler onun çok yönlü eserinin bir bölümünden,
özellikle Reich'in kendisinin de eleştirel bir tavır aldığı bölümlerinden
hareketle yola çıkıyorlardı. 1930'da W. Reich Almanya Komünist Partisi (KPD)
içindeki çalışmaları çerçevesinde Berlin'de Cinselliğin Ekonomisi ve Politikası
ile, kısacası Seks-pol diye adlandırılan Cinsel Politika ile uğraşmıştı. Ne
demekti Cinsel Politika? Bu, bir yanda Marks'ın öte yanda Freud'un
(Psikoanalizin) getirdiği çıkış noktalarını bağdaştırma denemesiydi ve W.
Reich'in işçi kesimindeki genç insanların gebelikten korunma, hamileliği önleme
ve benzeri konularda danışmak ve yardımlaşmak için başvurduğu cinsel danışma
merkezlerinde pratik hekim olarak çalışırken edindiği tedavi deneyimlerinden
doğmuştu.
Reich, kapitalist toplumdaki baskı mekanizmalarının
bireylere cinsel ihtiyaçlarını bastırma ya da bastırmaya zorlama şeklinde
yansıdığı kanısındaydı (1). O ilkel toplumlarda cinsel yaşamın
istek-isteksizlik (Lust-Uhlust) ilkesine göre değerlendirildiğini kurguluyordu.
Ancak ekonomik ve siyasal güç toplumda belli bir sınıfın elinde yoğunlaştığı
zaman bu sınıf, kendi egemenliğine sosyal alanda da dayanak sağlamak için artık
"baskıcı bir ahlak" üretmeye başlamakta, bu ahlâk söz konusu toplumun
içine daha eğitilme döneminde sindirilmekte ve her kuşak kendi içine sinen bu
baskıyı kendi çocuklarına da uygulamaktadır (2). "Cinselliği
bastırma" ya da geriye itme "eksiksiz üretkenlik" safhasını,
orgazmdan haz veya zevk duyma yeteneğini bastırmak demektir, suçluluk, kabahat
işleme bilinci ve cinsel korku yaratmaktadır. Cinselliğin bastırılması ve
kapitalist toplum düzeni yanyana yürürler, birbirlerine destek verirler.
Cinselliği bastırıcı, haz düşmanı, cinselliği yadırgayıcı eğitim, şiddet ve
otoriteye eğilimli ya da inanan insanlar yaratır ve bu insanlar kendilerine
yabancılaşmış işleri yapmaya hazırdırlar, toplumda mevcut üretim ve egemenlik
ilişkilerini sorgusuz sualsiz hiç eleştirmeden öylece kabullenirler.
Kapitalizmin ekonomik ve toplumsal düzeni bu tür insanlarla yaşar. Cinsel
baskıcılığın daha ilk çocukluk yıllarında başlayarak uygulandığı ortam burjuva
toplumundaki çekirdek ailedir. Önceden cinsellikleri bastırılmış da olsa
evlilikte sadakat ve de "sürekli tek-eşlilik" kurallarıyla eli kolu
bağlı olsa bile ana-baba çocuklarını kendi cinsel ihtiyaçlarını bastıracak
şekilde eğitmekte ve böylece birtakım burjuva erdemleri üretmektedir, örneğin
başarı, disiplin, düzen, itaat.
Kadınlar ise evlilikte kocalarına ekonomik yönden bağımlı
kalmaları yüzünden iki kat ezilmekte, baskı altında tutulmakta olup kendilerini
dolaylı olarak koruma amacıyla, bu kez kocalarına "uyumlu-olma
baskısı" uygulamakta, onlara kendilerini ve çocuklarını düşünüp amirleri,
işvereni ve devlet otoritesiyle dalaşmamayı öğütlemektedir. Reich, Kapitalizmin
"baskıcı evliliği"ne karşı, kendi kanısına göre, özgür bir toplumda
gerçekleştirilebilecek bir model öneriyordu ki bu, "belli bir zaman için
sürekli cinsel bağlantı kurmak"tı. Eksiksiz bir cinsel haz üretmeye
erişerek özgürleşen insan "cinsellik ekonomisi açısından kendi kendine yön
verecek" duruma da gelir. Ve "kendini yönlendirme" deneyimine
dayanarak insan gerek nevrotik bir poligamiye gerekse (bir o kadar nevrotik
sayılan) ömür boyu moonogamiye olan ilgi ve eğilimini yine kendiliğinden
yitirecektir. Bunun yerine "doğal bir körelme ya da duyarsızlık"
başgösterip çiftler birbirleri için cinsel çekiciliklerini yitirinceye kadar
bir süre için monogam ilişkiler doğacaktır. Bu durumda çift birbirinden dostça
kopabilir ya da kopmalıdır veya belki üçüncü bir kişiyle geçici bir ilişki sayesinde
aralarındaki cinsel gerilim yeniden canlanabilir. "Her sürekli cinsel
bağlantıda ana zorluk" diyor Reich, bir yanda cinsel arzunun, öte yanda da
çiftlerden herhangi birinin ötekine beslediği ve zamanla artan duygusal
bağların (arada bir ya da kesin olarak körelme, yani tavsamadır. "Yalnızca
vicdan yüzünden sadık kalmak" uzun vadeli her ilişkiye zarar verir ve
sonunda insanın eşine karşı beslediği bazı olumsuz duyguları bastırmasına yol
açar, hatta bu kadarla da kalmaz, nevrotik bir rahatsızlığa iktidar
bozukluklarına ve buna benzer olumsuzluklara neden olur. Cinsel arzuların
körelmesini önlemeye hiçbir iyi niyet yetmediği gibi, yeni hiçbir sevişme
tekniği de başa çıkamaz bununla. O bakımdan başka insanlardan kaynaklanan
cinsel uyarıları bastırmaya veya içine atmaya kalkışmadan, hiç bir suçluluk
duygusuna kapılmaksızın yeni ve alternatif bir ilişkiye girmek daha iyidir. W.
Reich'in kendisi hayatında "birbirini izleyen monogamiler" yani
birbiri ardısıra meşru veya meşru-olmayan birtakım evlilikler yapma modelini
gerçekleştirdi. 24 yaşından başlayarak 60 yaşında ölünceye kadar böyle dört
evlilik yaşadı. [Bundan sonraki kelime-altı-çizim'leri benimdir. Y.Ö.]
Altmışlı yılların sonuna doğru Batı Almanya'daki sol
hareketler içinde toplumda cinsel bir devrim yapılmasını kapitalizme karşı
mücadelenin bir aracı olarak gören siyasi örgütler vardı. Komün I ve Auss
(Bağımsız ve Sosyalist Öğrenciler Eylem Merkezi) bunların en önünde geliyordu.
AUSS örgütü, cinsel bakımdan olgunluğa ermiş gençlerin "doğum kontrol"
haplarını serbestçe kullanabilmeleri gerektiği yolundaki isteğiyle, daha
kurulur kurulmaz kamuoyunda büyük yankı uyandırdı. Oysa böyle bir isteğin bugün
artık ne devrimci, ne de öyle toplumsal bir yankı uyandıracak yönü kalmıştır.
1966'da Berlin'de kurulan Komün I örgütü ise öyle bir gösteri sahnesine dönüştü
ki devrimci cinsel ilişkiler orada etkili bir propaganda sağlayacak biçimde
tiyatrolaştırılıyor, sıradan burjuva insanı bundan ya hayranlık ya da tiksinti
duyabiliyordu.
Komün I, W. Reich'in "Burjuvazinin Baskıcı
Evliliği"ne ve "Sürekli ya da kalıcı Monogami"ye yönelttiği
eleştirileri benimsemiş, bu eleştiriyi bütün "İkili İlişkiler"e
genelleştiriyordu. İkili her ilişki baskıcıydı: "Tahammül edilmez bir
ilişki olarak sadece cesetler üreten ikili-ilişkinin burjuvalar gibi kuruntular
içinde telef olması doğru değildir" deniyordu. Bu ilişkinin yerine
programlı bir grup seks almalıydı. Bazı komüncüler daha serbest ve sorunsuz
cinsel yaklaşımlardan yana idiler. Hiçbir yakınlaşma baskıcı eğitimin aşılmasında
fazla bir çabaya ihtiyaç göstermemeliydi. Bir süre Komün 1'de yaşayan ve
sonradan bu çevreden ayrılıp terörist olan Bommi Baumann şöyle konuşuyor:
"Bizde (işçi ortamını kast ediyor) durum zaten çok basitti. Bir gün bir
nişanlınla yatarsın, ertesi gün başka. Aslında nişanlanacak birini hep
bulursun. O zaman peşine o kadar çok kız düşer ki öyle bir şey (ikili ilişkiyi
kastediyor) zaten hiç başına gelmez. Saçların uzun olur da herhangi bir yere
gidersen orada bir sürü kız üstüne üşüşüyor, özellikle fabrika kızları. İlişki
çekmecesi'ne (piyangosu'na) [kız veya erkeğin, el altındaki ilişkilerden
herhangi birini içinden istediği zaman piyango gibi çekip alacağı çekmece,
anlamında - y.ö.] hiç ilgi duymadım, bu burjuvaların işiydi". Bommi
Bauman, komündeki öğrenci arkadaşlarını hep "ruhsal dram" ve
"sürekli aşk maceraları" yaratmakla suçluyor: "Bu tipler boyuna
bir şeylere takılıp orada kalıyorlardı, ilişkiye girmeden hep bir hak talep
eder gibiydiler, o yüzden nişanlıları da pek olmadı". Komün I içinde
kadından çok erkek, hatta sadece bir tek kadın olması belli ki hiç rastlantı
değil. Ama şurası belli ki okul öğrencisi meraklı bir takım meraklı kızlar
gelip gidiyordu sürekli bir bağlantıya girmeksizin.
Bommi Baumann'ın besbelli diye hiç tasalanmadan
safdillikle kendinden kabullendiği grup -ya da karmaşık seks olayı komün
kuramcılarınca program olarak formülleştirildi ki bu insanı aşağılayıcı
çizgilerle doluydu. Kunzelmann 1967'de "Pardon" dergisine gündem
olarak verdiği bir yazıda kadınların burjuva cinsel ahlâkından nasıl
"kurtarıldığını" şöyle anlatıyor: "Tıpkı atların eğitildiği
gibi! Önce birinin ata binmesi lâzım, sonra herkes biniyor ata. İlkin aşk ya da
buna benzer bir şey söz konusu, sonra sadece zevk ve şehvet. Ortada korkunç
derecede basit bir dümen var: Kızın biri adamın birine aşık ettiriliyor ve
onunla yatıyor, bir süre sonra hayalleri kırılıp işi kanıksadı mı kız
ötekilerinin 'şefkati'ne bırakılıyor. İş düzene girdi mi kız artık komün'ün
gerçek bir üyesi sayılır". Yukarıdaki ifadelerde yatan şovenist ve cinsel
kendini- beğenmişlik, yardımcı-işçi Bommi Baumann'ın komündeki orta-sınıf
delikanlılarında saptadığı sıkıntının arka planında hiç de hoş olmayan bir etki
yaratıyor. Programlı grup seksin genelde başarısızlığa uğradığı belli oldu.
Öteki pek çok solcu gibi Komün I'den ayrılan Reimut Reiche kanaatini şöyle
belirtiyordu: "Oradaki olay, sıradan ikili ilişkilerde yaşanan cinsel
baskılardan daha yoğun baskıların belirdiği cinsel ilişkiler yaratma olayıdır,
sadece kaderde olacak olan şey bir an önce oluyor, iki kişi çıkıp birbirini
seviyor ve komünden ayrılıyorlar". R. Reich, Komün I'in burjuvazinin
baskıcı cinsel ahlakını yıkma deneyini "içe dönük bir terörizm"
olarak nitelemektedir.
Komün I'in -üstüne bir kılıf geçirip fiyakalı biçimde-
yerleştirmek istediği cinsel ahlâk, öğrenci hareketinin ve ondan etkilenen
çevrelerin daha yumuşak bir biçimde altmışlar sonu ve yetmişler başında yaymaya
çalıştığı cinsel ahlâktı. O zamanlar şu ünlü slogan ortaya atılıyordu:
"Kim birisiyle ilk kez yatarsa o artık kurumun malıdır". Bazı
çizgileriyle bu cinsel ahlâk 1920'lerdeki erkek kadın Rus devrimcilerini
anımsatıyordu. O dönemde de cinsellik, ruhsal-hijyenik bir zorunluluk olarak
vurgulanırken cinselliğin insan insana ilişkilerdeki anlamı örtbas ediliyordu,
duygular savuşturuluyor, romantizme kapılmak, yüreğin sıcaklığından kaynaklanan
impulslar aşağılanıyordu. Öğrenci hareketlerinin ortasında geçen ve güçleşen
feminist hareket'in Yeni-Sol'a yönelttiği eleştirileri dile getiren
"Deriyi yüzmek" adlı romanında Verena Stefan şunları yazmaktaydı:
"Cinselliği içine sokulduğu mistik havadan kurtarmak istiyoruz. Cinsellik
insanın kolayına gelen bir durum olmalı, yoksa bir insanın başka biriyle
karşılaştığında tırmandığı doruk noktası değil. Çünkü cinsellik birbiriyle
ağırlıksız bir ortamda tanışmak için bir imkândır". Şöyle devam ediyor V.
Stefan: "İlk aşkın sarhoşluğu çok gerilerde kaldı, nefretle kapandı o
dönem. Bir insana artık o denli yakın olmak istemiyordum. Evliliği ise kafamdan
çıkarıp atmıştım, burjuva bir şeydi". Feminist hareketin bazı dönemlerinde
olduğu gibi duyguları açığa vurmak, aşktan söz etmek oldukça aşağılatıcı bir
durumdu: "Birbirimizle bir yıldır dilsizler gibi hiç konuşmadan yatıp
kalktıktan sonra, Samuel'in izne çıkmasından bir gün önce, söylemekte öylesine
cimri davrandığım ilk itiraf çıktı ağzımdan... Dave, hoşlandığımı kendisine
söylediğim zaman o kadar gülmüştü ki, Aşk dedi 'Bu çocukların hoşlandığı bir
şey değil mi?' ".
"Karşı cins üzerinde hak iddia etmek" yetmişli
yıların sonlarına kadar ağırlığını sürdüren bir slogandı ve ilerici orta
sınıfın geniş çevreleri için bile çekiciliğini koruyordu: Bir ilişkiyi
"duygu ve heyecanla zenginleştirme"ye yarıyordu. Ve bu iddia,
ilişkiyi sürdürme isteği gibi gizli ya da açık bir isteğin arkasında
saklanıyordu. Hiçbir sahiplenme iddiası'na sahip olmamak -kadınlardan söz eden
erkeklerin gözünde- bir erdem sayılıyordu.
Yetmişli yılların ilk yarısında ortaya çıkan feminist
hareket cinsellik ve aşk konusundaki kavga ve tartışmalarını sürdürdü, bu
mücadeleye yeni renk ve içerikler kattı. Söz konusu içeridekilerden biri
aslında öğrenci hareketlerinde de varolduğundan, cinsel baskılardan kurtulma
açısından sadece erkeklerin ileri sürdüğü modelle ilgili tartışmalar başından
beri ön planda yer alıyordu."Eksiksiz bir cinsel üretkenliğe ulaşmış"
cinsel devrimci ahlâk denince erkeklerin anladığı şey feministler açısından
"sosyalist anlamda bir düzüşme zorunluluğu" idi. Öğrenci hareketinin,
burjuvazideki baskıcı evliliğe ve kalıcı monogamiye karşı getirdiği protestoyu,
kadın hareketinin, "penetration"(duhul)un öncel rolüne karşı ve
ataerkil düzende kadınların cinsel ve duygusal ihtiyaçlarının bastırılmasına
karşı getirdiği protestolar izledi. Yalnız ticaretleştirilen seks ve cinsellik
alanındaki yalandan aydınlatmacı girişimler değil, solcu erkeklerin sözde
ilerici, ama aslında şovenist cinsel ahlâkı da nesne rolüne sokuyordu
kadınları. Kadınları yabancılaştırma'nın boyutlarını Verena Stefan çok
etkileyici biçimde açığa vurur: "Biri tutkuyla ve hayvan gibi öpüyordu,
öyle ki onun dişlerinden başka bir şeyin farkında olmadım. Ben de tutkuyla ve
hayvan gibi öptüm. Öbürü hafifçe dokunur gibi öpüyordu, hiç deneyimi olmayan
toy biriydi, ben de acemi gibi hafifçe öpüyordum. Birisi bacaklarımı kapalı
tutmamı istiyordu, ötekisi açık ve dümdüz. Daha sonraki açık tutayım istedi
bacaklarımı ve ben de kapalı tuttum, ya da açık yahut da dümdüz. Bazısı bütün
gece yapmak istiyordu, bazısının yapabildiği ise sadece bir kez ve her
seferinde ben de ya bütün gece yaptım bu işi ya da bir kez". Altmışların
sonu ve yetmişlerin başlarında Amsterdam'ın otorite düşmanı sol çevrelerinde
geçen romanında Anja Maulenbelt, aşk ilişkilerinde erkek ve kadınların
birbirinden farklı beklentiler içinde olduklarını şu basit formüle
indirgemektedir: "Ben buna bir çeşit sözleşme diyorum. Biz bir parça
sıcaklık görelim diye bunu seks ile ödüyoruz. Erkekler ise seks için
sıcaklıklarını ödüyorlar".
Cinsellik ve aşk konusundaki, karşıt-cinsler arası
(heteroseksüel) cinsel ikili ilişkiler alanındaki tartışmalar böylece yeni
seslere büründü. Kadınların, geniş kapsamlı şu bireyselleşme sürecinde
kendilerini gerçekleştirme mücadelesinin savunuculuğunu yapan kadın hareketi,
Sol'un cinsel devrimci kurtuluş veya özgürleşme programını aslında erkek
hegemonyasının çeşitli yüzlerinden biri olarak açığa vuruyordu. "Önceleri
kadınlar, istemedikleri zaman iffet taslamak ve korkudan olacak,
arzulamadıkları bir gebeliği istemeyebilirdi. Ama bugün cinsel bakımdan
aydınlandılar, üstelik kontrol hapları var ellerinde". Kadın ile erkek
arasında gerçek bir aşk - Alice Schwarzer'in "Ufacık Farklılık ve
Sonuçları (1975) adlı kitabının ana konusu buydu- ataerkil bir toplumda mümkün
olamazdı. Çünkü her erkek-kadın ilişkisi bir hegemonya "ilişkisiydi. Bu
hegemonya sadece kadının evlilikte düştüğü ekonomik bağımlılık durumundan
değil, evlilik kurumuyla sıkı sıkıya bağıntılı olan "karşıt cinsler arası
baskıcı cinsel tutumdan kaynaklanıyor. Ataerkil toplumda erkekler kadınlara,
erkeklerin ihtiyaçlarıyla belirlenen cinselliği (ki bu, "vajinal
orgazm" mitosundan ve "duhul"dan kaynaklanıyor) kabul
ettirilebiliyor ve zorluyor çünkü karşıt-cinsler arası baskıcı cinsellik"
erkeklere şunları sağlıyor: Kadın üzerinde yaratılan seks tekeli, bunun yanında
duygusal tekel (kadınların sadece erkeklere aşık olabileceği varsayımı), ayrıca
sosyal tekel (kadının evlendiği veya hiç değilse bir erkekle ilişkisi olduğu
zaman sosyal kabul görmesi) ve de ekonomik tekel.
Birinci nitelikte sayılan "vajinal orgazm
mitosu" ile "duhul (penetration)" kuralı karşısına Alice
Schwarzer ve Kadın Hareketi, "gerçek" kadın cinselliği denen bir
moment çıkardılar ki buna ancak yozlaşma tehlikesine düşülmediği takdirde
kadınların lezbiyen ilişkilerinde rastlamak mümkündü.
Böylece bir yandan cinsellik sorununda kendine ait
olmayan bir eğilimin yerine kendine ait olmayan başka bir eğilimi koyan yeni
bir program öne sürülüyordu. Öte yanda bu programın dayandığı analiz ve
programın sunuluşundaki polemik, iler ki yıllarda pek çok erkeğin kadınların
cinsel ihtiyaçlarının başkalık veya farklılığı konusundaki duyarlılığının
-başlangıçta pek çok erkek ve kadında huzursuzluk ve huysuzlanmaya yol açmasına
rağmen- artmasına neden oldu. Üstelik kadın hareketi, eşcinsel çiftlerin ve
grupların karşıt-cinsten çiftlerle sosyal ve hukuksal bakımdan her yönde eş
tutulması talebinde de bulunuyordu.
Öğrenci ve kadın hareketlerine egemen olan kimi
düşünceler, başlangıçta öğrencilere has veya akademik, ama yine de küçük bazı
seçkinci çevrelerle sınırlı kalmakla birlikte yetmişli yılların ortalarına
doğru giderek yaygınlık kazandı. Özellikle orta sınıftan çiftler cinsel ahlâkın
yumuşatılmasından yanaydılar. Wilhelm Reich ve öğrenci hareketinin bıraktığı
izler arasında, sürekli bir monogaminin değer ve imkânlarından kuşku duyup
açıkça protesto etmek adet haline gelmişti ve feminist hareket, genelde
kadınlara da kendi cinsel haklarını belirleme hakkının tanınması yolunda
katkıda bulunmuştu. Evlilik-öncesi cinsel ilişki kurma olaylarına da bu dönemde
sıkça rastlanır oldu. Evlilik cüzdanı olmaksızın birlikte yaşayan çiftler
asosyal olma havasından sıyrıldılar. Konutlarda birlikte yaşayan gruplar
başlangıçta sol hücrelerin ve terörist derneklerin yakınlarına yerleşmişken bu
grupsal yaşam giderek özellikle yirmi-otuz yaşlarındakilerin güncel yaşam
biçimi haline geldi.
Alice Schwarzer'in "Ufacık Fark ve Sonuçları"
adlı kitabının yayınlandığı 1975 yılında Batı Almanya'da Nena ve George
O'Neill'in birlikte kaleme aldıkları "Açık Evlilik" adlı kitabı da
piyasaya çıktı ve büyük rağbet gördü. Hemen sonra "yeni" tür monogami'nin
savunmasına geçti bu yazar ikilisi. Genelde evlilik kurumuna karşı ve de
"1970'lerin hareketlerinde olduğu gibi serbestçe" yaşamayı
paylaşmaktan yana değillerdi. Tam tersine, "insanın sağlamca kurulmuş bir
sosyal çatıya olan doğuştan gelen ihtiyacı"ndan yola çıkıyorlar ve "nikâh
cüzdanın kadınla erkek arasında bir güven ilişkisinin doğması için en önemli
önkoşul" olarak görüyorlardı. Ama diyorlardı "Evlilik yaşayacaksa
kapalı ve sıkıcı olacak yerde, tersine açık ve serbest olmalı".
Bu postülanın ardında radikal-bireyci bir varsayım vardı.
Kadın ve erkeğin, evlilikte birbirinden adamakıllı bağımsız, kendi başına
ayakta duran kişilikleri olmalı, birbirlerine kendilerini kendi bildikleri gibi
geliştirme hakkını tanımalılar... Yazar ikilisi, evli çiftlerden birbiriyle
kaynaşma, birbirinin kişiliklerinde erime bekleyen "geleneksel evlilik
ideali"ni eleştiriyorlardı. Çünkü bu ideal, çiftlerden şunu istiyordu: Pek
çok şeyi birlikte yapmak, her yerde birlikte görünmek, kendi kişiliğini bir
erdemmiş gibi inkâr etmek. Çünkü ilke şuydu: Sen bundan vazgeçersen ben de şu
konudan vazgeçmeye hazırım. Böyle davranmakla taraflar kendi kişiliklerinin
gelişmesini dondurmuş olacaklar ve aradaki ilişki de sıkıcı bir duruma
dönüşecektir. "Çiftlerden herhangi birinin ötekini sahiplenmesi, feragat,
sadece ve hep birlikte görünmek, katı bir rol dağılımı, mutlak sadakat, tam bir
tekelcilik" gibi geleneksel ilkelerin karşısına O'Neill ikilisi arkadaşlığa
dayalı "açık evlilik"in ilkelerini koydular: "Birbirinden
bağımsız yaşama kişiliği geliştirme, bireysel özgürlük, rollerin esnek
dağılımı, karşılıklı güven, dışarıya açılmakla ilişkiyi derinleştirme".
Açık evlilik anlayışı gerçi üçüncü kişi veya kişilerle cinsel ilişkileri ille
de içeriyor değil, ama bunu evliliği yıkacak bir felaket olarak saymıyor, pek
âlâ mümkün diye kabulleniyor.
Nena ve George O'Neill ikilisi, insanın eninde sonunda
yaratılıştan monogam olarak yaratılmadığını savunuyor ve şöyle sürdürüyor
savunusunu: "Cinsel sadakat geleneksel evliliğin taptığı yanlış bir
puttu... Sadakat açık evlilik çerçevesinde yeni bir anlama bürünür... Evli
çifti birbirine kelepçeleyen şey cinsel ve psikolojik bağımlılık değil,
evlilerin birbiri karşısındaki dürüstlüğü ve birbirinin gelişmesine karşı
beslenen sorumluluk duygusudur. Benliğin bütünlük ve tamlığa erişmesine ve
karşılıklı saygıya duyulan sorumluluk". Ancak bazı durumlarda, açık
evlilikte dışarıya dönük bir ilişkinin cinsel teması da kapsayıp kapsamayacağına
karar verilebilir deniyor, hatta bunun imkânı varsa olumlu bir sonuç
yaratabileceği, yoksa öteki durumlarda evli çiftin değerlendirmesine bağlı
olarak ve ilişkinin asıl niteliği açısından evliliğe zarar da vereceği
düşünülüyor. Her ne olursa olsun açıklık, bu tür kaçamakların doğru dürüst
değerlendirilebilmesi bakımından çok önemli bir rol oynuyor.
O'Neill ikilisinin Açık Evlilik tezlerini dayandırdıkları
ilkelerin bazıları Arkadaşça Evlilik anlayışı konusunda Ben Lindsey'in daha
1929'larda belirttiği düşüncelere denk düşüyordu. Gerek O'Neill'lerin Açık
Evlilik modelinde gerekse Ben Lindsey'in Arkadaşça Evlilik modelinde olsun
cinsel sadakatsizlik ille de olumsuz sayılmıyor, her iki modelde de ağırlık
"evlilik içinde iletişim'in açık tutulması"na veriliyordu. Açık
Evlilik, orta sınıfta artık pek geç sayılmasa bile genelde genç olan pek çok
liberal aydın çift için bir ideal olup çıktı. Kontrol hapları, evlilik öncesi
cinsel ilişkilerin rizikosunu azalttığı gibi, gebe kalma tehlikesinden koruyor,
evlilik dışında birden fazla ilişki kurmaya, "kaçamak" yapmaya da
imkânlar veriyordu. Asıl ilişki ile yan ilişkiler arasında ip oynatmak ya da
hangi ilişkide başarılı olunuyorsa o tarafı yeğlemek Swinging Seventies
(1970'lerin sallantılı yılları)'in en gözde konusu haline geldi. Bir kaçamağı
gizlemeye kalkışmak, çiftlerden birinin ötekisi üzerinde "sahiplenme
iddiası"nı açığa vuran kıskançlık tutumu kadar "yasaklayıcı"ve
dar-kafalı bir tutum sayılıyordu. Bu cinsel ahlâk kimi yönleriyle I. Dünya
Savaşı öncesindeki "erotik akım" dönemini anımsatıyordu, ne var ki
şimdi artık çok daha geniş çevreleri etkiliyordu bu akım. Cinsel ilişkileri
"doyuncaya kadar yaşamak", yaşama duygusunun güçlendirilmesi, bir
gelişme şansı olarak görülüyordu. Erotik ve cinsel duygusallık hayatın başlı
başına değeri olan yönleriydi. Evliliğin dışına çıkan "yan ilişkiler"
genelde bütünden kopuk, sadece cinsel olan ilişkiler sayılmazdı. Bunlar daha
çok dostça kişisel birtakım ilişkilerin içinde sayılmalıydı. Bu düşünceler ne
olursa olsun Açık evlilik kapsamının içine giriyordu. İşte böylece
"çekmecedeki yedek ilişkiler"in sayısı giderek çoğaldı. Pek çok kadın
ve erkek, kendilerini ruhsal olarak hazır olmadıkları bir hoşgörüye zorlayarak
ya da kendilerine böyle bir hoşgörü vahmederek altından kalkamayacakları
durumlara sürüklediler kendilerini. Pek çok çift belli bir deneme safhasından
sonra eski sadakat kurallarına geri döndü, bazıları da yeniden o kaçamaklara
sığındı. Başka bir sürü çift de böylece düşünülen bunalımı aşamayıp ayrıldılar.
Durum öyle görünüyor ki Açık Evlilik yanlısı kadın ve erkeklerin büyük bir
bölümü bu tür evlilikte yatan mesajın yalnız şu yönüne ve de tutkuyla
sarılmışlardı: Evlilikte hiç kimse karşısındakinden bir şey saklamamalı, herkes
kendini bildiği gibi geliştirebilmelidir. Ne var ki mesajın öbür yönüne aldırış
eden pek az vardı, çünkü açık evlilikte neyin bağışlanabilir neyin bağışlanamaz
olduğunu kestirmek için daima aradaki ilişkinin durumuna bakmak gerekiyordu
(3).
Ingmar Bergman'ın "Evlilik Sahneleri" adlı filmi
Batı Almanya'da 1975 yılında gösterime sunuldu. O tarihten iki yıl önce İsveç
televizyonu filmi beş akşam ardarda gösterdiği zaman sokakların dünya futbol
şampiyonası günlerinde olduğu gibi bomboş kaldığı görüldü. Besbelli ki binlerce
çift Almanya'da olduğu gibi İsveç'te kendi deneyimlerinin bu filmde hemen hemen
aynen yansıtıldığını gördüler. Film orta sınıftaki evliliklerin uğradığı
başarısızlığı sergiliyordu: Johan ve Marianne aslında ideal bir çifttiler,
halleri vakitleri yerindeydi, ikisi de akademik ortamda çalışıyordu, genç kız
döneminde olan yeni yetme iki kızları vardı. Johan'ın başka bir yaşam özlemi,
yeni bir başlangıç yapma isteği yüzünden başka bir kadınla ilişki kurması
evliliğin yıkılmasına yol açmaktadır. Karısı Marianne ise, bir şeyi öyle
düzenli ve uyum içinde, öyle kusursuz biçimde yürüdüğü için olacak, can
sıkıntısından bitip tükenmektedir. Johan evini bırakıp yeni ilişkisi Paula ile
çıkıp gitmezden önce, karısı Mariane'ye bu ilişkiden açıkça söz eder. İşte bu
yıkıcı konuşmada, şimdiye kadar ki evlilik ilişkisine karşı gösterilen dehşet
verici duyarsızlık yetmişli yılların stiline tamamıyla denk düşüyor... Ancak
ertesi yılların insanı içinden çökerten ve acılı tartışmaları sırasında Johan
ve Marianne birbirlerine sevimli gelmeye, birbirlerinden kaygı duymaya
başlarlar. Yıllar sonra her biri bir başkasıyla evlendiğinde artık
birbirleriyle öylesine dost ve yakındırlar ki aralarında "âşıkane"
konuşmalar geçer. Film'de "tevekkül" rüzgarları eser, esas havası
"çaresizlik"tir. ne denli iyi olursa olsun hiçbir evlilik bu kadere
karşı hazırlıklı ve bilenmiş değildir. "Filmle ille de bir tezi savunduğu
iddiası yakıştırılmak isteniyorsa Evlilik Sahneleri filmindeki tez şudur:
Evlilik imkânsız bir şeydir. Kendi deneyimleriyle... dürüstçe hareket eden
biri, Bergman filmindeki çiftin ilk iki seansta kusursuzca yarattığı sanatı
-yani sorunları halının altına süpürüp atma sanatını- beceririm diye evliliği
bu yüzden mümkün olabileceğini hemen keşfeder sanki".
Yetmişli yıllarda pek çok çift "halının altına"
mümkün olduğunca pislik süpürmeyi denedi. Evlilikteki tartışmalar daima önemli
sayıldı ve kavga etmek deniliyordu, çiftleri birbirine bağlar. Bir yandan da
evlilik ve ikili ilişkiler konusundaki psikolojik literatür sanki altın çağını
yaşıyordu. Üstelik ruhbilimci bu eğilim bugün de sürüyor. Tedavici eğilimlerin
patlak vermesi de aynı zamanlara rastlar. Orta sınıfın yaşadığı çevrelerde
tedavi amaçlı yardıma başvurmak yalnız zorunlu durumlarda âdet değildi, tek tük
bazı kişiler bir deneyim yaşamak ve kendi durumuna bir anlam aramak, yaşama
duygusu içinde derinlemesine bir gezinti aramak, yaşama duygusu içinde
derinlemesine bir gezinti yapmak amacıyla da istiyorlardı bu tedaviyi.
İnsanların çoğu tedavi önerilerinden birey olarak yalnız kendileri için yararlanıyor,
ama evlilik danışma bürolarına çiftlerin ve ailelerin tedavi talepleri de
çoğalmış bulunuyor ve buralara başvurmak artık aşağılayıcı bir durum olmaktan
çıktı, hatta başvuranlar arasında evlenmemiş çiftler bile var. ikili yaşam
konusunda danışmanlık ve öğüt sağlayan literatürde artık evli ve evlenmemiş
olarak yaşayan gruplar arasında pek fark gözetilmiyor.
1890 yılında Almanya'da yayınlandığından kısa süre sonra
uzun bir zaman bestseller listesinden düşmeyen bir kitap çıktı. 1956 yılından
beri hiç basılmamış olan bu kitap Erich 'undu ve Sevme Sanatı adını taşıyordu.
Gerçi kitap daha adıyla bile satışlardaki başarısına katkıda bulunuyordu, ama
yaşanan döneme yeni bir hava getiriyordu: Aşkın öğrenilmesi gerekir... Fromm,
batılı insanın sevme yeteneğindeki çöküntüyü eleştiriyordu. Her malı ve insanı
yalnız mübadele değeriyle ölçer kapitalist toplumda yaygın bir yanılgı, yani
"sevgi de satın alınabilir" yanılgısı hakim diyordu Fromm ve bu
yüzden sevgiyi bir tüketim metası gibi tüketmek de mümkündü. "Sevgi"
diyor Fromm "insanın yalnız bırakılmışlığından, meta yerine konulup
birbirinden koparılmışlığından, içine tıkıldığı günümüz hapishanesinden
kurtulma deneyidir". Bu durumda Aşk insan için biricik şanstır, çünkü
öteki deneyleri insanın... seks, uyuşturucular, düzenden yana davranışlar...
çevresiyle ancak bir süre için bir ve bütünleştiği hayalini yaratır insanda.
Sevme yeteneğini, "sevme sanatı"nı öğrenmek insanın olgunluğa
erişmesi gibi bir şeydir, bireyselleşmesinin en yüce basamaklarına, insanın
kendi özüne ulaşması demektir. Başka biri için gerçek aşkı duyabilen kimse
kendini kabul edebilmiş, kendisiyle uyum halinde biridir. "Çünkü aşkın
izlediği ilke, sevildiğim için seviyorum ilkesidir. Olgun aşkın ilkesi ise
şudur: Sevdiğim için seviliyorum. Oysa ilkel aşkta temel olan ilke, seni sana
ihtiyacım olduğu için seviyorum, ilkesidir". Olgun aşk, çiftin simbotik
(taraflardan birinin ya da her ikisinin birbirine asalak) biçimde birleşmesi ya
da kaynaşması değildir; tam tersine taraflardan her birinin kendi bütünlüğünün
ve bireyselliğinin korunageldiği bir birleşmedir. Aşkı veya sevgiyi öğrenmek
demek, kendini burada ve şimdi (şu anda) yaşadığına konsantre edebilmek, dinç
kalabildiğini aklının ve canının ruhuyla sezmek demektir ki bu "yoğun ve
uyanık bir bilinçlilik gerektirir ve de dinamik bir canlılık, yani hayatın dolu
dolu yaşanabilirliğini". Ve şunu da ekliyor Fromm: "Aşk ancak, kendi
varoluşlarının ortasında fışkıran iki insanın birbirlerine kaynadıkları zaman
doğar, yani her biri kendini kendi kaynağından taşarak yaşadığı zaman...
Böylesine yaşanıp duyulan aşk sürekli bir meydan okumadır, yoksa dinlence
değil. Aşk demek sürekli hareket etmek, açılıp gelişmek, birlikte çaba
göstermektir".
Erich Fromm'un yazdığı denemenin otuz yıl öncesine uzanan
başarısı batılı insanın aşk ve evlilik karşısındaki tutumunda bir dönüm
noktasını belgeliyordu. Açık Evlilik ve Yan-İlişkilerle dolu evlilikler,
cinselliğin cinsellik olsun diye öne çıkarılması, bütün bunlar artık geri
planda kalmaktaydı. Onun yerine romantik aşk ideali'nin yeniden doğuşu gibi bir
durum yaşanıyordu. Bu yeni eğilimden bir yanda yeniden güçlenen tutucu akımlar
sorumluydu ki bu akımlar Batı-Avrupa'nın birçok ülkesinde altmışlı ve yetmişli
yılların ruhuna ters düşüyorlardı. Öte yanda romantizme dönük bu gelişmelerin
ardında geçmiş yıllarda serbest cinsel anlayışın deneyimleriyle yaşanmış bir
takım gerçekler vardı. Cinsellik konusunda, bir zamanlar yaygarası çıkarılan
özgürlükler söz konusu oldukça daha temkinli davranılıyordu, hem yeterince
deneyim yaşamış olan orta yaşlı kuşak böyle bir tutum içindeydi hem de önceki
kuşağın deneyimlerini hep kuşkuyla karşılamış olan gençler... ne ki yeni
dönemin havası öyle baştan aşağı bir restorasyon veya eskiye özlem biçiminde
olmadı, yani burjuva aile ve burjuva evliliğindeki o eskimiş temellere geri
dönmek istenmiyordu. Aşkın yeniden idealleştirilmesinde bu kez ilişkinin bir
emek olduğu inancı da rol oynuyordu.
1920-30'lu yıllara kadar Romantik Aşk kavramı genelde
evlilikle hiç bağdaşmayan duygusal bir ağırlık, yani Tutku (Passion) tarafından
belirleniyordu. Daha 1939'da Denis de Rougement bu durumu sergileyerek aşkın bu
tutkulu yönü karşısında uyarıyordu çiftleri, çünkü tutkunun özünde yıkıcılık
vardır demek istiyordu: "Evlilikteki sadakat, tutkuyla yaratılan hayallere
gizli bir kült yakıştırma, bu hayallerden esrarengiz bir yaşam coşkusu bekleme
eğilimlerine yemin billah daha baştan veda etmektir". Romantik bir
evlilik'e karşı uyarılarda bulunurken yazar Ricarda Huch da Tutku ile Evlilik
arasında o çözümü bulunamayan çelişkilerden hareket eder. "Bu duvarlar
(evlilik) tamamıyla çökecek olsa tutkunun yükselen ve orada ilk çatlaklarını
açtığı dalgalar hemen geri çekilir ve sonunda kumlarda eriyip giderdi.
Tutkuları tatmin edilsin diye yıkılıp geçilen bu duvarlar, sırf tutkuyu
uyandırmak için yeniden inşa edilmek gerekirdi". Rougement olsun Huch
olsun, evliliğin tutkulu bir aşkla ilke olarak bağdaşamazlığına ikisi de
inanmamaktadır. Ne var ki Rougement evliliği tutkuların yaratacağı yıkımdan
sakınmak isterken Richarda Huch, (evlilik dışı) tutkuların sönmesini istemez ve
evliliğin yine de ayakta kalması gereğini savunur: "İnsanın doğasında onu
güzelleştirip yücelten şeyler hep baskı, zor ve direnmekle yakından
ilgilidir".
Evlilik konusundaki düşüncelerin tutkulu davranışlar karşısında
böyle ikiye ayrılmasıdır ki evlilikle ilgili olup, son ikiyüz yıldır alttan
alta oyulup kemirilen ve bugün gücünü yitiren eski anlayışların kalıntılarını
açıkça yansıtıyor. "18. yüzyıldan beri toplum, geleneksel olarak aşkın
birbirine karşıt biçimlerini yaklaştırmaya çalışıyor birbirine. Batıda gitgide
öyle bir evlilik ideali doğdu ki buna göre, evli çiftler birbirini aşıklar gibi
sevmeli ya da en azından aşıkmış gibi davranmalıydılar". Bizim bugünkü
ideal düşüncemiz, eskilerin hiç hayal etmeyecekleri bir şey, yani aşkı sürekli
bir romantizmle yaşamak. Günümüzün başarılı diye nitelenen aşk ve evlilik
konulu yayınlarında romantik aşk ideali "erkekle kadın arasındaki
akıl-ruhsal, duygusal ve cinsel yönden tutkulu bir yakınlaşma eğilimi olarak tanımlanıyor,
ama ilişki ortağının kişiliğine büyük değer veren bir eğilim".
Temeldeki düşünceleriyle pek çok kimsenin görüşünü temsil
eden bir kitap söz konusu: Amerikanca orjinalinin adı "Romantik Aşkın
Psikolojisi". Almanya'da bu kitap "Bütün Bir Yaşam İçin Aşk"
adıyla yayınlandı. Romantizmin savunduğu Aşk Evliliği fikrini yeniden buluyoruz
orada kadın ve erkek, romantizm doğrultusunda ciddi bir çaba gösterdikleri
sürece bu tür bir evliliğin sürebileceği inancı yeniden beliriyor. Aynı
alandaki öteki yayınlarda olduğu gibi bu kitabın da yazarı psikolog ve evlilik
sorunları uzmanı olan biri. Evlilik söz konusu olduğunda artık eskiden olduğu
gibi, genelde yalnız tanrı-bilimci ve filozoflar kalem oynatmıyor, şimdilerde
psikolog ve tedavi uzmanları başı çekiyor ki bu da tarih boyunca yaşanan
dönüşümün belirtilerinden biri... Batıda aşk evliliği yandaşlarının ulaştığı
düzey, bireyleşme süreci içinde o eski "hesap evliliği"ni tamamını
ortadan kaldırıncaya kadar iki yüz yıl geçti. Ama "aşk evliliği" toplumda
ancak yerleşmişti ki bireyleşme süreci bu evliliğin içinden geçip onu atlayarak
ileri gider gibi görünüyordu. 1975'te Edward Shorter şöyle bir kehanette
bulundu: "Çekirdek aile... kendi yerini kararsız bir çifte bırakmak üzere,
sanıyorum -parçalanıyor, "evli bir ikili"ye, dramatik bir takım
gerilim ve bütünleşmelere uğrayan bu ikiliye bırakıyor yerini". Söz konusu
gerilim bütünleşmenin neler olabileceğini altmışlı ve yetmişli yılların
sonlarındaki tartışmalar gösterdi. O yıllarda aşkın öncelikle evlilik kurumunun
cenderesinden kurtarılması artık tartışılmıyor g2ibi görünüyor. tam tersine
cinselliğin, duygulardan ayrı tutulması, kadının erkekten çözülmesi, bireyin
onu hep sıkmakta olan bağlardan kurtarılması gibi konular tartışılır hale
gelmiş görünüyordu. Erkek olsun kadın olsun "tek başına bireyin
kendisi" yeni bir fenomen olarak algılanıyordu: Yalnız kendisi için
yaşayan, adamakıllı autark (kendine yeterli) olup yakın ilişkilere girmeyen ya
da birbiri ardından kısa süreli aşk ilişkilerine giren insan!
Tutucu sesler "bağlanma korkusu"nu ve
"bağlardan kurtulma eğilimi"ni fark ediyor ve kendi gerçeğinde
diretme egoizmi ve hiper-bireycilik karşısında uyarıyorlar, insanlar arasındaki
mahrem ilişkilerin piyasanın yasalarına yenik düştüğü uğursuz bir gelecek tablosu
çiziyorlardı. Genç ve çekici olanların hiç de o denli çekici olmayan ve her
yönden zayıf olanlar pahasına "bırak gitsin" gibilerden bir takım
tüketim ve umarsızlık koşullarına saptırıldığı bir gelecekti ve bu oyun,
güçlüler ve şanslılar kendi koşullarına güvenip iş işten geçinceye kadar
sürecekti.
Böyle bir tabloyu tek tük bir takım olaylara indirgeme
eğilimi var, ama ben sanmıyorum ki bu eğilim temelde hedonist (haz ve zevk
sever - y.ö.) bir tutumdan kaynaklansın! Batıda insanlar, daha çok
birbirlerinden soyutlanıp sosyal gruplardan genelde pek fazla şeyler
beklediklerinden yalnızlığa çekilmek eğilimindeler. Hayal kırıklıklarına
uğrayıp incindikleri için ve hiç değilse bir süre yeniden hayal kırıklığına
uğramak ve incitilmek istemedikleri için tercih ediyorlar yalnızlaşmayı.
"Varlığını tek başına yaşama"nın -özellikle genç insanlar arasında-
sürekli bir yaşam tarzı veya stili olarak yaygın bir geçiş fenomeni, yeni ve
kalıcı bir bağlantıya girmeden önce ayrılmalarla dolu kısa veya uzunca vadeli
bir dönem olacağa benziyor. Sürekli bir ikili ilişkiyi yaşamak veya böyle bir
çift pek çok insanın ideali oluyor. İlişki arkadaşını, yani partnerini sık sık
ya da çabucak değiştirmenin karşısına dikilen güçlü eğilimler var ki bunlar hem
bireyin kendisine hem de ikili ilişkinin doğasında yatıyor.
İkili bir ilişkiyi sürekli kılan, genelde W. Reich'in
"baskı yaratıcı" olarak nitelediği "cinsel körelme"
sürecinin "sorun yaratamayacağı kadar sürekli kılan şey, evlilik kurumunun
kendisine hâlâ musallat olan son kalıntıları değildir. Kurum olarak evliliği
tehlikeye sokan söz konusu bireyleşme ya da bireycileşme süreci, aynı zamanda
evliliği sürekli olacağı düşünülen bir ilişki olarak koruyan hem ruhsal hem
sosyal bir takım mekanizmalar da yaratmıştır: Uzun zaman devam eden bir ortak
yaşamda kadın ya da erkek eş birbirleri için en önemli insan haline gelirler.
"Modern koşullarda çok özgül olan şey, evlilikte eşlerin kültür bakımından
kendi yetişkin yaşlarında bile birbirlerini kendileri için en önemli
"öteki kişi" diye tanımlamalarıdır. Böyle bir kültürel tanım doğal
olarak burjuva ahlakındaki radikal yeniliklerden birini oluşturuyor."
Gerçi geleneksel "hesap evliliği"nde de kadın erkek için önem
taşıyordu, erkek de kadın için: Burada ancak birlikte üstesinden gelinebilen eme
ya da çalışma en başta geliyordu.
Eski toplumlarda çiftler aynı ortamdan geldikleri ve
aralarındaki ilişki yavaş yavaş değişen bir sosyal yapının içine oturmakta
olduğu için evli çiftlerin birbirlerinin değer ve tutumları konusunda hemfikir
olmaları, evlilikteki rolleri doğal bir kurum gibi kabul ediliyordu. Oysa bugün
erkek ve kadın birbirlerini ilkin ilişki süreci içinde tanımak zorunda
kalıyorlar. Kendileriyle ilgili düşünceleri ve dünya görüşlerini birbirlerine
aktardıkları için birlikte ancak ve yalnızca kendilerinin paylaştıkları
"evliliğe özel bir dünya" oluşmaktadır. "Temelli oluşturan
yakınlıklardan ve bunları tamamlarcasına romantik aşkı doğuran farklılıklardan
kendimize özgü bir dünya kurduk. Ben kendim ve eşimin kendisi birbirimize
uyduk. Bizim ikimizin kişiliği, bizim ikimizin yaşama duygusu, bizim ikimizin
bilinci birbiri içine girmeye, ilişkimiz devam ettiği sürece birlikte
oturacağımız bir mekân yaratmaya başladı". Yaratılan bu yeni mekân ya da
ortam, çiftin ortak kendileridir, paylaştıkları kendileridir. Ve bu ortaklık,
hayatımızın öbür bölümleri olarak kişisel olanın tamamıyla dışında, sadece
biçimsel ve bölük pörçük ilişkilerden oluştuğu için daha da önem taşıyor.
Üstelik bu ilişkilere, kişiliğimizin sadece bir bölümü ile öteki insan
kişiliklerinin de sadece bir bölümü katılıyor.
Oysa bir aşk ilişkisinin içine biz o bölünmemiş
kişiliğimizi koyuyoruz ve ilişkiyi paylaştığımız insandan, kendimizin bütünsel
görüntüsünü onda yansımış biçimiyle geri alıyoruz. İkili ilişki, bir insanın
-şayet mutlu ise- yalnız şefkat bulduğu, kişiliğinin onaylandığını gördüğü,
cinsel doyuma erdiği, sevgiyle karşılandığı bir ortam değil, aynı zamanda
kendinin başka ortamlarda olabileceğinden daha çok kendisi olabildiği ve
genelde yine kendisinin yarattığı bu imgenin oluşmasına ilişki eşinin, yani
partnerinin de belirleyici tarzda katkıda bulunduğu bir ortamdır. "Aşk
diye aranan şey, mahrem ilişkilerde aranan şey... diyor Niklas Luhmann "en
başta şu olmalıdır: İnsanın kendini sunuş biçimini onaylanabilir kılması".
İnsanın kendinin anlaşılmış olduğunu hissetmesi bugünkü ikili ilişkilerde en
üstün tutulan değerlerden biridir ve bu, insan kendini algılarken nasıl
onaylıyorsa onu da öyle olduğu gibi onaylayıp kabullenmek anlamına geliyor.
İnsan aşık olduğunda ve bu duygusu devam ettiği sürece
üçüncü kişiler hep "signifikant (anlam veren) bir başka kişi"
sayılıyor. Bu kişinin kendimizle ilgili olarak bize yansıttığı imge, uzun süren
bir ortak yaşam boyunca oluşan ve önceden tanıdığımız görüntüye belki de
şaşırtıcı yeni görüntüler, çoktandır unutulmuş imkânlar, gizli kalmış yetenek
ve beceriler ilave etmektedir. Erkeği ve kadını "yabancıya yönelmeye ve
gitmeye" iten faktör, cinsel ilişkide değişiklik ihtiyacından çok belki de
kabına sığmazcasına gelişen bir kimlik ve yaşam duygusunun ani ve ya da geçici
taşkınlığından doğan bir yaşantıya duyulan özlemdir çoğu kez.
İnsanların çoğunu durmadan yeni aşk ilişkileri peşinde
koşmaktan alıkoyan temel neden onların dengeli bir kimliğe karşı duydukları
ihtiyaçtır. Yeni bir aşk ilişkisi yüzünden, yaşadığım önceki birliktelikten
koparsam kendime (kimliğime - y.ö.) yalnız bir şeyler kazandırmış olmuyorum,
eski ilişkimle birlikte kendimden bazı bölümlerleri, eski partnerimin
kişiliğiyle birlikte örülmüş olan ve onunla birlikte yoklara karışan kendi
tarihimin de bir takım bölümlerini yitiriyorum.
Çevremizdeki dünya güven verici olmaktan çıktıkça, öteki
bütün sosyal ilişkilerimiz günden güne güvenilebilirlik'ini yitirdikçe kararlı
bir ilişkiye, güvenilir bir ortak ilişkisine o denli ihtiyaç duyuyoruz. İnsanların
çoğu, çoktandır huzursuzluk duydukları bir iletişim nedeniyle, kimliklerinin
gerçek görüntüsü diye, kendilerine gerisin geriye kendilerinin donuk ve
çarpıtılmış bir görüntüsü yansıtıldığı zaman, yaşam -ortaklığından işte o zaman
kopmak eğilimindedir. İkili ilişkiler uzmanı Jürg Willi "sadakat"
diyor "eninde sonunda insanın kendine, kendi içinde tutarlı ve anlamlı bir
süreç olarak kendi tarihine, geleceği hep geçmişinden kopup gelen bu tarihe
duyduğu sadakattir". Eşleşen Devrim: Birlikte Gelişme Sanatı adlı
kitabında J. Willi bir "İletişimsel Kimlik Edinme" modeli
geliştiriyor. Bu, belki yoğun, ama kısa süreli karşılaşmalarla değil, uzunca
süren bir birliktelikte-yaşam boyunca, süreli bir iletişim süreci içinde
varılabilen bir kimlik kazanımıdır: "Tarafların her biri iki kişilik
kimliğin doğup gelişmesine kendi sorumlulukları altında da katkıda
bulunmalıdır. Birlikte gelişme, birbiriyle sürekli boğuşmaktır, birbirine
karşılıklı olarak sürekli meydan okuma ve direnme demektir. Birlikte gelişme,
partneri uğruna kendinden feragat veya kendini feda etmek değil birbirinin
içinde eriyip kendi kimliğinden olma hiç değildir. Yin ve Yang (geleneksel Çin
diyalektiğine benzer şekilde: Diyalektik, yani hiçbiri ötekisi olmadan
yapamayan karşıt ikili= Birbirini dıştalayarak tamamlayan olasılık çifti -
y.ö.) birbiri içinde erimezler, tam tersine birbirlerini karşıt ve karşılıklı
olarak doğururlar." Jürg Willi, ikili ilişkiyi ve aileyi, kendini kendi
kimliğinden yola çıkarak güden, yönlendiren, davranışlarını kendi kimliğiyle
düzenleyip yön veren küçük bir sosyal sistem olarak görmektedir. Bu, kendi
normlarını kendi koyabilen, kendini yenileyebilen, yeniden üretebilen ve ancak
içerdeki (iletişim öğeleri arasındaki veya bütünün kendisindeki - y.ö.)
iletişim Arıza'ya uğradığı, bozulduğu ve karşılaştığı Riskler (ya da
müdahaleler - y.ö.) büyük boyutlara ulaştığı zaman dağılabilen bir sistemdir.
(4)
Çiftin kendi arasındaki aşka dayanan bu yaşam-ortaklığı
anlayışı tarihsel açıdan yenidir, şu eski "romantik aşk" kavramıyla
pek ilişkisi yoktur. Şu var ki bir kurum olarak alındığında evlilik fikri'ne de
pek uymuyor, çünkü bireysel irade ve değerlendirmelerden yoksun, ancak genel
olarak bağlayıcı değerler, normlar ve yapılardan da yola çıkmıyor, tam tersine
içinden kendine özgü bir takım yapı, norm ve değerlerin kaynaklandığı, süreç
anlamındaki bir ilişkiden çıkıyor yola. Öğrenme Süreci anlamında bir Aşk ya da
böyle bir sevgi oluyor bu... Eski toplumun evli çiftleri maddesel açıdan ortak
bir takım ilkeler üzerinde ve birbirine, kopmazcasına bağlandı iseler bugünkü
çiftlerin kendilerine maddesel olmayan ortak bir temel yaratmaları gerekiyor ki
yaşamlarının görevlerini de o zaman aynı paralelde tanımlayabilirler, yani
ortak bir kimliğin gelişmesi'ne katkı olarak.
NOTLAR
1 (Y.Ö.) Oysa liberal kapitalizmde cinselliğin "meta haline getirilmesi", baskı mekanizmalarınca cinselliği ve de cinsel ihtiyaçları "baskı altında tutmaktan kurtarıcı" -sözde özgürleştirici- bir rol oynuyor. Çünkü cinselliğin metalaşması insanın bireyselliğinden çok toplumsallığını ilgilendirir, ama tersine olarak insan, üzerindeki (bireysel?) cinsel baskıyı sanki kendi toplumsallığını doğrudan ilgilendirmiyor gibi hisseder. Toplumsallaşmışlıkla ilgili her imge insana kendi bireyselliğinden daima daha yabancıdır! O bakımdan kullanım değeri değil, meta üreten bir toplumda insan ihtiyaçlarını bireysel (tercihlerine göre "serbestçe tatmin ediyor" olsa bile, bunu nasıl yapıyor? Cinsel tercihlerini, bu arada "Günahın-Riskin-Ceremesi ile ölçülen bir toplumsallaşma", özellikle değer (mübadele) konusu, yani meta haline getirerek... Bireyin özgür tercihi, bir toplumsal süreç olan "mübadele sürecinin içine sürüklenmek" zorunda bırakılıyor. Söz konusu sürecin şöyle "toplumsallaştığı" ve "değer"in şöyle oluştuğu tahmin edilebilir: (1) Bireyin "cinsel ihtiyaçlarının tatminine, tatmin ilişkisine yönelik tercihler" toplumun ekonomik yapısı ile doğrudan ilgisi yok gibi gözükürken, "tatmine yönelik bu bireysel tercih" eylemi birey kategorisine özgü bir eylem olmaktan çıkıp, bakıyorsunuz birdenbire -ihtiyaçları toplum içinde karşılandığından ötürü- TOPLUM kategorisine mal oluyor. Ve (2) Bireysel tercihten muhakkak ki bir Beklenti doğuyor, bir değer, harcanan bedensel ya da ruhsal emeğin karşılığı veya günahın kefareti (ceremesi), girilen Riskin bedeli bekleniyor: Ya (bireysel düzeyde) psikosomatik ya da (toplumsallaşmış düzeyde) ekonomik bir beklenti veya ikisi birden. (Risk ve Cereme kavramları için bak: Y. Öner, Bilimlerde ve Sanatta Diyalektik, Belge Yayınları, 1990).
1 (Y.Ö.) Oysa liberal kapitalizmde cinselliğin "meta haline getirilmesi", baskı mekanizmalarınca cinselliği ve de cinsel ihtiyaçları "baskı altında tutmaktan kurtarıcı" -sözde özgürleştirici- bir rol oynuyor. Çünkü cinselliğin metalaşması insanın bireyselliğinden çok toplumsallığını ilgilendirir, ama tersine olarak insan, üzerindeki (bireysel?) cinsel baskıyı sanki kendi toplumsallığını doğrudan ilgilendirmiyor gibi hisseder. Toplumsallaşmışlıkla ilgili her imge insana kendi bireyselliğinden daima daha yabancıdır! O bakımdan kullanım değeri değil, meta üreten bir toplumda insan ihtiyaçlarını bireysel (tercihlerine göre "serbestçe tatmin ediyor" olsa bile, bunu nasıl yapıyor? Cinsel tercihlerini, bu arada "Günahın-Riskin-Ceremesi ile ölçülen bir toplumsallaşma", özellikle değer (mübadele) konusu, yani meta haline getirerek... Bireyin özgür tercihi, bir toplumsal süreç olan "mübadele sürecinin içine sürüklenmek" zorunda bırakılıyor. Söz konusu sürecin şöyle "toplumsallaştığı" ve "değer"in şöyle oluştuğu tahmin edilebilir: (1) Bireyin "cinsel ihtiyaçlarının tatminine, tatmin ilişkisine yönelik tercihler" toplumun ekonomik yapısı ile doğrudan ilgisi yok gibi gözükürken, "tatmine yönelik bu bireysel tercih" eylemi birey kategorisine özgü bir eylem olmaktan çıkıp, bakıyorsunuz birdenbire -ihtiyaçları toplum içinde karşılandığından ötürü- TOPLUM kategorisine mal oluyor. Ve (2) Bireysel tercihten muhakkak ki bir Beklenti doğuyor, bir değer, harcanan bedensel ya da ruhsal emeğin karşılığı veya günahın kefareti (ceremesi), girilen Riskin bedeli bekleniyor: Ya (bireysel düzeyde) psikosomatik ya da (toplumsallaşmış düzeyde) ekonomik bir beklenti veya ikisi birden. (Risk ve Cereme kavramları için bak: Y. Öner, Bilimlerde ve Sanatta Diyalektik, Belge Yayınları, 1990).
2 (Y.Ö.) Aşırı-dinci gruplarda tanrı
buyruğu gibi gösterilen buyurucu nitelikteki bu baskıların gerisinde en başta
ekonomik ve siyasal çıkarlar, dolayısıyla egemenlik kurma, örneğin islam
toplumlarında Şeriatçılık eğilimleri vardır. çünkü boyun-eğdiricilik ancak
çevresinde böyle ekonomik ve siyasal bir teslimiyet (İslâm) ve kölelik
yarattığı ölçüde rahat eder, amaçladığı mutlak egemenliğine kavuşur.[bak. O.
Çalışlar, İslamda Kadın ve Cinsellik, Afa Yayınları, 1991].
3 (Y.Ö.) Çünkü evliliğin yasal güvencesi
bir yana, birlikte yaşamayı anlamlı kılacak "yan ilişkilerin
bağışlabilirlik sınırlarını aşmama" ya da kişiliğin gelişmesini sağlayacak
biçimde bu sınırları aşma gereği söz konusuydu.
4 (Y.Ö.) J. Willi'nin belirttiği bu
karakteristikleriyle ikili ilişki, "kendini yeniden üreten ve
prodeterminist anlamda diyalektik bir sistem"i andırıyor. (bak. Y. Öner,
Bilimlerde ve Sanatta Diyalektik 1990, Belge Yayınları, s. 178, 174.) Yukarda
söz konusu edilen "karşıt cinsten iki kişinin diyalektik sistemi"nin
ömrü sınırlıdır, ancak bir insan ömrü kadardır. Ama bu iki kişilik sistemi,
özel kişilerden soyutlayıp sosyal tarihin akışı içinde öyle iki kişilik bir
genel sistem olarak düşünürsek, o zaman sistemin karşılaştığı riskler, artık
özel (örneğin psikolojik) risklere değil, sadece sosyal risklere indirgenir
olacaktır. Ve böylece karşıt cinsten iki kişilik diyalektik sistemler'in
tarihinden söz etmek mümkün olur. Şu var ki böyle bir sistemin, tarihsel
perspektifte "karşılaştığı riskler karşısında kendini aynen (hiç aksamadan
veya olduğu gibi) yeniden-üretebilme olasılığı", kısacası sistemin
asamazlık yeteneği -sosyal tarih boyunca- nasıl değişiyorsa, sistemin özgül
tarihi de aynı paralelde değişecektir ki bu yöntemin, sevgi üretebilecek ikili
ilişkilerin tarihsel evrimine ışık tutabilecek biricik yöntem olacağı
kanısındayım.
Çeviren: Yılmaz Öner
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder