Ulus-devletin
Düşünsel Temelleri ve Ulus-Devlet:
Ulus,
17.’ nci yüzyıl ve 18.’ inci yüzyıldan itibaren yerel farklılıkların dışlandığı
ve ortak yaranın öne çıktığı bir kavram olarak anlaşılmıştır. Bu çerçevede
aydınlanma felsefesinin esin kaynağı olduğu Fransız devrimi ile birlikte ulus
bir toplumsal bütünleşme aracına dönüşmüştür. “Aydınlanma felsefesi Avrupa'da 17.
yüzyıl ortalarından 19. yüzyılın ilk yarısına kadar süren Rönesans, Reform. Hümanizme akımlarıyla
bağlantılı bir fikir hareketidir. Ticari kapitalizm ile şehirlerin ve burjuva
sınıfının öne çıkması ve burjuva sınıfının desteği altında yapılan doğa ve insan
üzerine bilimsel çalışmalar doğanın ve insanın Ortaçağ skolastizminden farklı
olarak akıl ile algılanabileceğini ortaya çıkarmıştır. Şehirleşme ve kapitalist
yayıncılığın matbaanın icadı ile yaygınlaşması
okuma yazma bilenlerin artması hayali düzlemde insanların kendileri ile
benzer özelliklere sahip başka insanların olduğu bilincini uyandırmıştır
(ANDERSON,Benedict, “Hayali Cemaatler”, Çev.SAVAŞIR, İskender,Metis Yay.,1993).
Feodal toplum yapısının çözülüşü ve kapitalizmin
gelişim süreciyle birlikte siyasal , ekonomik, kültürel ve düşüncel alanda
görülen toplumsal değişimin, yeni bir toplum biçimine dönüşümünün bir
göstergesi olarak ulus-devletleri görüyoruz. Bu anlamda ulus-devletleri
yalnızca bir siyasal örgütlenme biçimi olarak ele almak doğru olmayacaktır.
Yani, bu yeni toplumsal yaşamda bir devletin sınırları içinde , topluluk
üyeleri arasında siyasal bir bütünlük
sağlanmasıyla birlikte, yeni bir topluluk türünün oluşumunu görmekteyiz
ve bu oluşum da ‘ulus’tur. Bu süreçte bireyler , ulusal topluluğun
üyesidir.İnsanlar tarih boyunca topluluklar oluşturmuşlardır. Klan
topluluklarında bir totem etrafında, ortak bir ataya , soya aidiyetlik söz
konusuyken ; kabile üyeleri ise, akrabalık ve görev bağıyla birbirine bağlı
olup , belli bir yurda yerleşmiş toplulukları ifade etmektedir. Ulus da sahip
olduğu özellikleri itibariyle diğer topluluk türlerinden ayrılan yeni bir
topluluğun öğelerini taşımaktadır.
Ulus kavramını yalnızca siyasal bir kavram olarak
düşünmemek gerekir. Her ne kadar ulus
olgusu modern toplumun oluşumu sürecinde siyasal yapının önemli bir
unsuruysa da , aynı zamanda toplumların tarihsel geçmişleri içinde
oluşturdukları kültür birikiminin de bir yansımasıdır. Ortak coğrafi mekan ,
ortak tarihsel geçmiş ve ortak dil o toplumsal yapının kültür değerlerini de
oluşturan öğelerdir. Çünkü, toplumsal yaşam bu öğeler üzerinde gerçekleşir ve
esasen kültür de o toplumun yaşam biçiminin en üst ifadesidir.
Jean
Marie, ulusu şöyle tanımlamakta : “Bir ulus öncelikle ne olmadığıyla
tanımlanır: Ulus , toplumsal bir grup değildir, dinsel bir grup, ırkçı bir grup
değildir. Başka bir değişle, bir ulusun yurttaşlarını birbirine bağlayan bağı,
tarihsel verilerin tek bir biçimde birleşmesidir ve bu asla toplumsal, dinsel
ya da ırkçı bir boyuta indirgenemez. Avrupalıların tanımladıkları biçimiyle
ulusal topluluğu diğer bütün topluluklardan ayıran şey, şundan ibarettir:Ulus,
insanları ne oldukları temelinde değil , onların geçmişte ne olduklarına
ilişkin sahip oldukları hatıranın temelinde bir araya getirir. Bir ulusun
tarihsel tanımından başka tanımı yoktur ; ulus , ortak bir tarihin mekanıdır.
Ortak acıların ya da mutlulukların yaşandığı mekandır. Paylaşılan bir yazgının
yeridir. Ancak bir ulus sadece soy zinciriyle tanımlanamaz ; öyle olsaydı ,
ulus sadece genişletilmiş bir kavim olurdu. Avrupalıların tanımladığı biçimiyle
ulus, öncelikle bir yerdir, yani tıpkı Avrupa’nın eski köylerinde bir tarlanın
sınırlarının iyice belirlenmesi gibi , sınırlarla belirlenmiş, belli bir
topraktır” (GUEHENNO, Jean Marie “Demokrasinin Sonu” , Dost Kitabevi, 1998,
s. 15-16).
Belli coğrafi bölgede , tarih boyunca belli bir etnik
grubun bir arada yaşamış olduğu
doğrudur. Hatta bu etnik grubun ortak bir dili kullandığı da doğrudur. Ancak , etnik kimliğin , modern
toplumun bir olgusu olarak ulus olgusunu oluşturan öğelerin tümünü içinde
barındırdığını söyleyemeyiz. Modern toplumlar öncesi varolan etnik kimlik ,
kabile , klan, kavim, aşiret vb. toplumsal gruplaşmalardır ve salt bu
gruplaşmaların bir üst yapı kurumu olarak bir siyasal birim - devlet yapısı-
yoktur. O etnik topluluğu oluşturan farklı toplumsal statüler kendilerini bir
bütünün parçaları olarak görmezler. Yani örneğin; feodal dönemde soylu
soyludur, köylü köylüdür. Burada belirleyici olan soylu için soyluluk iken,
köylü içinse yöreselliktir; yerel hısımlık kimliği. İşte bu nedenle ,
feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde
burjuvazi, aristokrasiye karşı ezilen aristokrasinin dışında kalan sınıfların
desteğini ; köylülüğü, küçük burjuvaziyi kısaca tüm sınıfları daha üst bir kimlik
olan millet (ulus) kimliğinde birleştirerek arkasına almıştır. Feodalizmde ya
da önceki dönemlerde , belli bir coğrafi mekanda farklı etnik kökenlerden gelen
egemenler yönetebilirken ve bu durum yönetilen etnik grup için çok önemli
değilken , uluslaşmaya paralel olarak ulus-devlet döneminde yöneten ve
yönetilen tüm toplumsal gruplar aynı etnik orijinde birleştirilmişlerdir. Bu
durum aynı zamanda yeni bir toplumsal ruh halini , yani ortak yaşam tarzının
gelişmesini de beraberinde getirmiştir. İşte bu da ulusun kültürel bağının
oluşmasıdır. Artık, aynı ulus-devlet sınırları içinde yaşayan bu nüfus topluluğunun ortak bir
kültürü vardır ve ulusal kültür dediğimiz olgu da budur. Üstelik bu ulusal
kültür , zamanla o denli ulus bağını pekiştiren bir boyuta yükselmiştir ki,
aynı sınırlar içinde yaşayan farklı etnik kökenlere sahip toplulukların
kendilerini aynı ulusun fertleri hissetmelerini sağlar olmuştur. Bu aşamada ,
böylesi bir ulusal kültür içinde bir arada yaşayan farklı etnik grupların
varlığı o ulusal kültürü zengin kılan alt kimlikler haline gelmiştir. Örneğin
Amerikan toplumu böylesi bir ulusal bütünlük arz etmektedir. Dolayısıyla modern
toplum öncesi varolan etnik gruplar bir ulus düzeyine ulaşabilmiş topluluklar
olarak görülmemelidir. Elbette ki, modern toplum aynı coğrafi mekanı devralmış
ve ulusu bu etnik gruplardan oluşturmuştur. Ama , ulus olgusu bu etnik
grupların etnik kimliklerinden çok daha fazla bir şekilde tarihsel , toplumsal
gelişmelerden dolayı ortaya çıkmıştır.
“Aslında etniler ile milletler arasında tarihi ve
kavramsal bakımlardan gözle görülür bir çakışma söz konusudur. Buna karşın
farklı kavramlar ve tarihi oluşumlarla iştigal halindeyizdir . Etnik
topluluklar , bir milletin sahip olduğu pek çok nitelikten yoksundur. Etnilerin
kendi teritoryal memleketlerinde ikamet ediyor olmaları gerekmez. Ortak bir
işbölümü ya da ekonomik birlik de göstermeleri gerekmez, çoğu durumda da
göstermezler zaten . Ne de herkes için geçerli hak ve görevler tayin eden ortak
yasal kodlara ihtiyaç duyarlar.” (SMITH,D.A., “Milli Kimlik”, İletişim Yay.,
1999,S.71)
Özetlersek ulus (millet) olgusu feodalizmden
kapitalizme geçiş döneminde modern toplumun bir unsuru olarak ortaya çıkmıştır.
Belirli coğrafi mekanda , ortak dili konuşan , ortak bir tarihsel geçmişe sahip
olan etnik topluluğun , gelişen toplumsal koşullar çerçevesinde siyasal
örgütlülüğünü ulus-devlet aşamasına çıkartarak dönüştüğü yeni toplumsal
gruptur. Bu grup ortak tarihi ve ülkeyi paylaştığı gibi , ortak bir kültür
kimliğini , ortak bir ekonomik yapıyı ve ortak yasal hak ve sorumlulukları da
paylaşır. Ortaya çıkan olgu yurttaş kimliğidir. Aynı zamanda bu yurttaş kimliği
, toplumsal yapıdaki farklı sınıfları
ve grupları , farklı etnik kökenleri ulus olgusu içinde bütünleştirir. Her
yurttaş , ulus-devletin yasaları nezdinde eşittir.Feodalizmden farklı olan bu
durum, insanlık için modernleşmenin de kendisidir. Dolayısıyla ; uluslaşma
süreciyle , ulus-devletin tarih sahnesinde yerini alması iç içe
geçmiştir.Uluslaşma ulus-devleti doğurmuş, ulus-devletin gelişmesi de ulus olma
bilincini geliştirip kalıcılaştırmıştır.
Ulusu (milleti) belirttikten sonra ulusçuluk
(milliyetçiliğe)’a geçebiliriz. Milliyetçilik
olgusu 18. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Feodalizmden kapitalizme geçişte ,
soyluluğun egemenliğine karşı ulusun egemenliğinin savunulmaya başlanması ,
düşünsel planda milliyetçiliğin oluşumunu da beraberinde getirmiştir. 1789
Fransız Devrimi’nin hızlandırdığı bu düşünsel çabalar Batı Avrupa’da toplumsal
, ekonomik ve siyasal gelişmelerle birlikte somut karşılıklar bulmaya başladı.
Doğal olarak milliyetçilik
olgusu farklı coğrafi mekanlarda veya farklı zaman dilimlerinde niteliksel
farklılıklar içerecektir.
“Çağdaş modern devletlerin oluşması milliyetçi
duyguların doğmasıyla yakından ilişkilidir. Milliyetçilik, belirli bir topluluk üyelerinin aynı
kuşatıcı topluma ait olduklarını gösteren sembollere karşı beslenen ortak
bağlılık duygusu olarak tanımlanabilir.
Avrupa’da milliyetçiliğin gelişmesi, ulus-devletin gelişmesi ile aynı şey
demekti” (ERÖZDEN, Ozan, “Ulus Devlet”, Dost Kitapevi, 1997, S.154)
“Kohn’a göre iki tür milliyetçilik vardı: Batılı-isteğe bağlı
milliyetçilikle, Doğulu-organik milliyetçilik.
Kohn İngiltere , Amerika ve Fransa’da milliyetçiliğin daha akılcı , çoğulcu ve
iyimser bir yapıya sahip olduğunu düşünüyordu. Bu ülkelerde milliyetçilik ‘toplum
sözleşmesine’ dayalı olduğundan , orta sınıfların savunduğu toplumsal ilerleme
düşüncesine hizmet ediyordu. Öte yandan Doğuya gidildikçe daha duygusal ve
otoriter bir milliyetçilikle karşılaşılıyordu. Rusya’ya ve Asya’nın geneline
egemen olan bu milliyetçilik
türü , orta sınıfın geri kalmışlığından
kaynaklanıyor , gücünü aristokrasinin alt kesimleriyle entelijensiyadan
alıyordu. Bu milliyetçilik
türü folklorik öğeleri ön plana çıkarıyordu. Kohn sonraları , Batılı
milliyetçiliği ‘bireyci’ ve ‘toplumcu’ olmak üzere ikiye ayıracaktı: Birinci
kategori Anglosakson ülkeleri, ikinci kategori Fransa’yı içeriyordu” (ÖZKIRIMLI,Umut,
“Milliyetçilik Kuramları ve
Eleştirel Bir Bakış” , Sarmal Yay., 1999, S.55).
Fransız Devrimi’nin hemen öncesi ve sonrası oluşan milliyetçilik akımı, esas olarak
burjuvazinin egemenliğini aristokrasiden alıp ulusa devretme ve ulusun öncü
sınıfı olarak da kendi iktidarını kurumsallaştırma sürecinin ideolojisidir. Bu
dönemin milliyetçiliği esas olarak ilericidir ve modernizmi temsil etmektedir.
Çünkü , üretim ilişkilerinde yaşanan gelişme doğrultusunda yeni bir toplumsal
yaşamın yeni bir kültür temelinde inşa edilmesi bu dönemde gerçekleşmiştir. 19.
yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başında görünen milliyetçilik hareketleri ise, ulusal bağımsızlık
hareketleri olarak şekillenmiştir. Bu hareketler, Osmanlı İmparatorluğu
örneğinde olduğu gibi, büyük feodal krallık ve imparatorlukları dağıtmış,
bugünkü dünya siyasal yapılanmasının başlangıç adımlarını oluşturmuştur. I.
Dünya Savaşı sonrası ise, milliyetçilik
özellikle Almanya, İtalya ve Japonya’da ırkçı-saldırgan bir kimliğe büründü. Bu
ülkelerin emperyalist amaçlarının ideolojisi olarak milliyetçilik anlayışı faşizme vardı. Burada görünen
saldırgan ve ırkçı milliyetçilik
, başka milletlerin yaşam hakkını yok sayan bir niteliğe sahipti. II.Dünya
Savaşı’na da bu ırkçı-saldırgan milliyetçilik
anlayışı neden oldu. II.Dünya Savaşı sonrası dönemde ise, milliyetçilik akımı etkisini en
çok anti-emperyalist nitelikli ulusal kurtuluş mücadelelerinde gösterdi. Bu
dönemde de emperyalizmin sömürgesi konumunda olan bir çok ulus, milliyetçilik ideolojisi
önderliğinde yürüttükleri ulusal kurtuluş mücadeleleriyle ulusal devletlerini
kurdular.
Fransız Devrimi ile ortaya çıkan milliyetçilik düşüncesi modernist
yaklaşım olarak da ele alınır. Bu görüşe göre, milletler ve milliyetçilik kapitalizm,
sanayileşme, merkezi devletlerin kurulması, kentleşme , laikleşme gibi modern
süreçlerle birlikte ya da onların ürünü olarak ortaya çıkar.
Özetlersek ; milliyetçilik
olgusu kapitalizmin gelişmesiyle birlikte ortaya çıktı. Batı Avrupa’da gelişen
bu süreç, modern toplumun da öğelerinden biri oldu. Modern toplumu yeni bir
kültür olarak ulusallık temelinde baştan örgütledi. Bu örgütlemenin siyasal
biçimi ulus-devletler oldu. Ulus-devlet sürecini daha geriden yaşayan ve bu
süreci bir ulusal bağımsızlık mücadelesi sonucu elde eden uluslar ise, bir
örnek ulus-devlet modeline göre hareket ettiler. Bu toplumlar için milliyetçilik ulus-devleti
yarattı ve uluslaşma süreci bu ulus-devlet eliyle derinleştirildi
(örneğin;ülkemizde olduğu gibi). Burada ise milliyetçilik devlet eliyle uygulandı. Bu iki
örnekte de milliyetçilik
olgusunun ilerleme ve özgürleşme doğrultusunda işlevi olduğunu söyleyebiliriz.
Ancak ulus-devletin kurumsallaşmasından sonra , ülkenin demokratikleşme düzeyi
yeterli değilse , devlet eliyle uygulanan milliyetçiliğin farklı etnik
kökenlere sahip grupları asimilasyon uygulamasına tabi tuttuğunu ya da sınıflar
arası eşitsizliklerden kaynaklanan kimi
olumsuzlukları ulus olma bütünlüğü içinde yok saymak eğiliminin geliştiğini de
görmek gerekir. Bu da milliyetçiliğin olumsuz sonuçlara neden olduğu
durumlardır. Bu olumsuzluğun en üst örneği Hitler Almanya’sıdır. Burada milliyetçilik ırkçı-saldırgan bir
kimliğe bürünmüş ve insanlığın başına faşizm belasını çıkartmıştır. Buradaki milliyetçilik için, diğer
milletler düşmandır.
Ulus-devleti
oluşturan diğer bir faktör de modernite ve onun sonucunda meydana gelen modern
devlet (ulus-devlet) ‘tir. Aydınlanma, rasyonalizm ve pozitivizm bir arada ele
alındığında modernizmin siyaset teorisine önemli
katkısı siyasi iktidarın kaynağının
Tanrı’dan gelmediğinin ve halka ait olduğunun kabul edilmesi olmuştur.
Modernizm döneminde şehirleşme
endüstrileşme, bilim ve teknolojinin gelişmesi, ülke içi gümrük
sınırlarının kalkması, kapitalist dünya pazarı, ulus devletlerin kurulması
önemli unsurlar olarak dikkati çekmektedir. Dünyevileşme ile birlikte laiklik
de modernizmin sonucudur. Modernitenin aklı ön plana çıkaran rasyonalist ve
pozitivist yaklaşımı ulus devlet, ulus ve ulusçuluğun temelini oluşturur.
Özellikle modern üniter devletin kökeninde, yasanın üstünlüğü ilkesine verilen
özel rol önemlidir. Salt aklı temsil eden yasa genel iradenin ürünüdür ve
bölünmezdir, çünkü akıl tekliğe birliğe yöneliktir. Devlet
anlayışında aklı temsil yasa tek olmalıdır.
Birlik tavrı ülkede ve ulusta birliği yani siyasal iktidarın ve yasanın
tekliğini gerektirir. Türdeş ulusun insanı ve ülkenin bütünlüğü ancak güçlü bir
merkeziyetçi yapı ve onun sıkı denetimindeki merkez dışı örgütlenmeleri
gerektirmektedir.
Modernitenin
sonucunda topluluklardan olmayan uluslar var edilerek modern ulus devletler her
tarafı kaplamıştır. Bu devletler bireyin iç dünyasını olduğu kadar toplumsal
bütün alanları da fethetme başarısını göstermiştir. Devletin oluşmasındaki
sebep, ulusun tarih içindeki yürüyüşünü kolaylaştırmak ve önündeki engelleri
ortadan kaldırmaktır.
Modern
devlet, yeryüzünde cennet var etmektir. Bütün kurumları ve organları ile bu
hedefe doğru yönelmiştir. Refah toplumu yaratmanın göstergesi olarak, devletin
başarı ve becerisi dünyevi kıstaslardır. Adalet, zayıfları koruma, ruhsal ve
ahlaki tekamül, ahde vefa, sözleşmelere bağlılık gibi erdeme ait değerler bu devletin
kitabında yoktur.
Ulus olduğu için devlet
değil, devlet olduğu için ulus vardır.Yani modern devlet ulusu ortaya
çıkarmıştır. Aile, aşiret, kavim, cemaat ve ümmet ne kadar gerçek ise, ulus da
o oranda gerçek değildir. Modern devletin tanıdığı üzerinde yükseldiği en geniş
anlamındaki kimlik, kuşkusuz ulusal kimliktir. Ulusal kimlik kuşkusuz ulusal
kimliktir. Ulus ve ulusal olan, dini olana ve ümmete karşıdır. Ulus devlet
totaliter ve hegemoniktir; bu hegemonik vasfını sürdürebildiği kadar tek ulusun
yücelttiği değerlerini diğer kavim ve etnik gruplara kabul ettirebilmeye
çalışmaktadır. Modern ulus devlet, Aydınlanmanın bir kategorisi olan modernite
gibi bir zihni inşadır. İster faşist, ister komünist, ister liberal olsun;
modern devlet ilerlemeci ve modernleştirici misyonu dolayısıyla totaliter ve
merkezden emredicidir.
“Son üç yüzyılı kapsayan ve bir dünya kapitalist
ekonomisinin ortaya çıktığı dönem aynı zamanda ulus-devletin dünyanın her
yanında siyasal birliğin sağlanmasında egemen bir devlet şekli haline geldiği
bir dönemdi. Kapitalizmin yayılması 16. yüzyıldan itibaren Batı’nın askeri
gücünden ayrı düşünülemez olmuştur. Milliyetçilik
faşizmden sol kanat radikalizmine kadar değişen hareketlerle bağlantılar
kurarak çağdaş dünyadaki en önde gelen etkili güçlerden biri olagelmiştir.
Savaşlar ve şiddet hareketleri , iki dünya savaşına ve başka savaşlarda
milyonlarca insanın yoğun biçimde imhasına tanık olan 20. yüzyılda şimdiye
kadar eşine rastlanmadık biçimde tırmanma göstermiştir” (ERÖZDEN, Ozan,
“Ulus Devlet”, Dost Kitapevi, 1997,
S.151).
Ulus-devlet örgütlenmesinde belirlenmiş coğrafi
mekanda merkezi bir devlet vardır. Ulus-devletlerde devlet, toplumun en büyük
kurumudur. Kendisinin alt birimleri olarak toplumsal yaşamı düzenleyen diğer
kurumlarla olan ilişkisinde en büyük
güce ve otoriteye dayanan iktidar devlettir. Toplumların ulus-devlet şeklindeki
siyasal örgütlenmesinde, kendisinden önceki siyasal örgütlenmelerden farklı
olarak merkezi bir devlet yapısı vardır ve bu devlet yapısı , bireylerin hak ve
sorumluluklarını ifade eden yurttaşlık kimliğiyle toplumdaki sınıflar arasında
ve diğer farklı toplumsal gruplar ilişkileri düzenleyen , dengeleyen ve
böylelikle toplumda siyasal ve sosyal bütünleşmeyi sağlayan bir işleve
sahiptir. Ancak, ulus-devlette devlet iktidarının kaynağı tanrısal değildir. Bu
da yine kendisinden önceki siyasal örgütlenmelerden farklı bir özelliktir.
Kralın, mutlakiyetçi devletlerin iktidarı , daha yetkin konumda olan , aşkın
güç olan tanrı tarafından sınırlandırılmıştır.
“Modern ulus-devletin doğuşunu anlayabilmek için
kapitalizmin kökenleri ile ortaçağ sonrası Avrupa’da zaten varolan toplumsal
şartlar arasında bağlantı kurmak zorundayız. 16. yüzyıl Avrupa’sı ufak
devletlerden oluşuyordu, bu , durmadan
değişen hizipleşmeler , ittifaklar ve çatışmalardan ibaret bir devlet
sistemiydi. Bu , kapitalizmin ortaya çıkışı için gerekli bir şart olsun ya da
olmasın devlet sisteminin varlığı kapitalizmin yayılmasında temel oluşturmuştu.
Bunlar henüz ulus-devlet olmamışlardı. Ulus-devlet, bir toplumun
yöneticilerinin şiddet araçlarının, yani asker ve polisin yönetimini tekeline
almalarına yarayan siyasal yönetim kurumlarından oluşan bir devlet olarak
tanımlanabilir. Bu denetim gücü, yöneticilerin , sınırları kesinlikle
belirlenmiş topraklar üzerindeki hakimiyetini destekleyen başlıca yaptırımdır.
16. yüzyıl Avrupa devletleri bu anlamda ulus-devlet değillerdi , çünkü, çoğu
kez sınırları nispeten değişkendi ve sonraları yavaş yavaş oluşmuş olan merkezi
devlet mekanizmasından yoksun idiler” (ERÖZDEN, Ozan, “Ulus Devlet”, Dost
Kitapevi, 1997, S.153).
Ulus-devletin
dünyamızda yayılması , savaş araçlarının hiç durmadan bu devletlerin elinde
toplanmasıyla birlikte gerçekleşmiştir.Özellikle gelişmiş ülkelerde bu olgu çok
belirgin bir hal almıştır. Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri birer ulus-devlet
biçiminde örgütlenmişlerdir. Bunu da ordularını güçlü tutarak sağlamaya
çalışmışlardır. “Sanayi üretiminin yaygınlaşması savaş sanatları ile
birleştiğinde görülmedik bir askeri gücün kurulmasını sağlamıştır. Bu yüzden
Avrupa’daki ilk devlet sistemi ulus-devletlerin daha sonra dayanacağı bir
temeldi. Savaşlar ve diplomasi bu değişiklikleri biçimlendiriyordu. 16.
yüzyılda Avrupa’da 500 kadar az çok
özerk devlet ve prenslik vardı; 20. yüzyıla girerken , bu sayı 25’e düşmüştür.”
(ERÖZDEN, Ozan, “Ulus Devlet”, Dost Kitapevi, 1997, S.153).
Bugünkü anlamda bildiğimiz devlet, modern bir kurum
olarak 16.yüzyılda ortaya çıkmıştır. Modern devletin ve onunla bağıntılı her
şeyin temel karakteristiği, modernliğidir. Modern devlet, modern öncesi
devletlerden bir çok açılardan farklı olan, farklılaşan devlettir. Özellikle
modern öncesi devletlerde ülke kavramı devlet içerisinde marjinal bir rol
oynamakta ve toplum yaşamında araçsal bir role sahipti. Yani bir toplum/topluluk
yaşam tarzı açısından farklılaşabilmek idi. “Ülke” de toplumun/toplulukların
sadık olması gereken başlıca bir amaç değildi. Sözgelimi Afrikalı kabileler,
bir yerden bir yere giderlerken, yanlarına tanrılarını alarak gitmekteydiler.
Onların taptıkları tanrılar, o topluluklara kimliklerini veren; diğer
topluluklardan onları ayıran ve kimliklerini sürdüren en önemli unsurdu. Burada
“ülke”nin önemi yoktu. Aynı şekilde geleneksel müslüman topluluklarda da benzer
bir durum söz konusu idi. Onlar da kendilerini diğer topluluklardan yaşam
tarzları açısından ayırmakta olup, şahsi hukuklarını her nereye gitseler, oraya
kendileri ile birlikte taşımakta idiler. Çünkü bu kanun/hukuksal normlar aynen
Afrika kabilelerinde totemlerin oynadığı rol gibi, onların kimliklerini oluşturmakta
idi. Bunun içindir ki, Osmanlı bu durumdan dolayı, müslüman olmayan diğer
azınlık ya da dini gruplara “millet” sistemi altında kendi hukuklarıyla yaşama
hakkını tanımıştı.
Modern bir devlette, modern öncesi dönemde hayal
edilemeyecek kadar, ülke; ahlaki, siyasi ve ontolojik bir öneme sahiptir.
Devlet olabilmenin vasfı, sınırlarla belirlenmiş bir ülkeye sahip olmaktan
geçmektedir. Böylece modern zamanlarda dışarıdan bakıldığında, herhangi bir
devletin sınırlarının nerede başlayıp ve nerede sona erdiği bellidir. Modern
devlet, yönettiği insanların hepsini kucaklayan bir toprak parçası olarak
tanımlanıyor, kendisi gibi diğer toprak parçalarından belirgin sınır
çizgileriyle ayrılıyordu. Politik düzlemde öncekinden farklı olarak, ara
yöneticiler ve özerk kuruluşlar sistemine gerek duymayan, doğrudan bir
egemenliği ve yönetimi söz konusuydu. Topraklarında yaşayan herkese aynı
kurumsal ve idari düzenlemeleri dayatmanın yollarını arıyordu. Modern devlet
gün geçtikçe kendi yurttaşlarının düşüncelerini dikkate almak zorunluluğuyla
yüz yüze geliyor, yeni politik düzenlemelerde yurttaşlarına bir söz hakkı
tanımak , onların pratik onayı veya faaliyetlerine ihtiyaç duyuyordu. Kısaca
devlet, ülkesel olarak tanımlanan bir halkı yönetmekte ve bunu kendi toprakları
üzerinde en yüce yönetim temsilcisi olarak sürdürmektedir. Böylece, devlet
toplum üzerinde yasal ve meşru tek güç olup, halkla ilişkilerinde ve piyasa
hareketlerinde yasal engellemeler koymak ve homojenleştirme oluşturabilme
gücüne sahip bir aygıt olarak karşımıza çıkmaktadır. Artık insanlar modern
öncesi dönemde olduğunun aksine, bir yerden bir yere giderken, kendi tabi
olduğu hukuku da göç ettikleri ülkeye taşıyamamakta, şayet bir ülkeye
gideceklerse, gittikleri ülkenin yargısını kabul etmek ve onun otoritesine tabi
olmak zorundadırlar. Modern devletle, kanunlar, bireyin rızası olsun ya da
olmasın devletin sahip olduğu ülke üzerindeki her insanı bağlamakta ve gelecek
olan insanlar için de bu kanunlar bağlayıcı olmaktadır. Devlet ülkesindeki her
insan üzerinde belirlenen rasyonel normlar çerçevesi içerisinde otoritesini
uygulamaktadır.
Modern
bir devlette vatandaşlık genelde, o ülke sınırları içerisinde doğmakla
kazanılan bir durumdur. Ancak, devletin koruması ülke içerisinde bulunan
herkese, ister vatandaşı olsun ya da olmasın uygulanmaktadır. Oysa, modern
öncesi döneme baktığımızda ise, aynı genel tutumu görmek mümkün değildir.
Sözgelimi Antik Yunan’da devletin koruması, mesela Atina şehir devletinde,
sadece siyasi imtiyazı olan vatandaşlara ya da vatandaş kavramını hak edenlere
veriliyordu. Onun dışındakiler ise ancak vatandaş bir hami bularak devlet
koruması ve güvenliğine sığınabiliyordu. Feodal dönemde ise, koruma ya da hak
talep etme soylulara aitti. Halbuki minimum düzeyde de olsa, yasal yönden bütün
herkesin ülke sınırları içerisinde fiziksel koruması garanti altına alınması
sadece modern devletledir. Modern devletle, devlet, artık eski konumunda
olmayıp, otoritesine sahip olduğu ülke sınırları üzerinde vatandaşlarının ortak
kimliğini de tanımlamaktadır. Kimlik tanımlamasını modern öncesi dönemde olduğu
üzere, belli bir etnik ya da ırki kavimden yola çıkarak yapmamaktadır. Mesela,
Amerika, Amerikalıların yaşadığı yer demek değildir. Daha ziyade ister Amerikan
olsun ya da olmasın Amerika’da yaşayanlar demektir. Bu bakımdan modern devleti
tanımlarken, illa da ırki veya etnik bir temelden hareket gerekli olmayıp,
bunun dışındaki gerekçelerden yola çıkılarak da modern devlet tanımlaması
yapılabilmektedir. Nitekim ırki veya etnik bir temeli olmayan, sadece göçmenlerden
oluşan modern devletler vardır. Önemli olan “ülke”nin siyasi temsilidir.
Modern
öncesi dönemde bireyler; etnik, dini, sosyal ve ülkesel olarak bir çok
kimliklere sahip olabilirken, aynı zamanda kendilerini birkaç kollektiviteye
ait görebilirlerdi. Nitekim bu kimlikler ortak yaşamın zorunlu özelliği olarak
kabul edilmiş ve varoluşları yöneticilere itaat koşuluna bağlanmıştır. Oysa
modern devlette vatandaşların/bireylerin yine bu kimliklere sahip olmasında bir
beis görülmezken devletin kendi katında imtiyaz verdiği, bunların üzerinde
oluşturduğu kimlik, ülkesel kimlikti. İmtiyaz verdiği ülkesel kimlikle, bu
farklı kimliklere modern devlet eşit mesafede durabilmiş, otoritesini ülke
içine eşit yayabilmiştir. Aksi halde, devletin modernliğinin zemini ortadan
kalkar. Bu yüzden modern devlet, üç açıdan zorunlu görülmektedir. İlki, her
birey-vatandaş devlete ait olup, hiç kimse o devletin müsaadesi olmaksızın,
ülkeden ayrılamaz veya ona dahil olamaz.Yargı herkese aynen uygulanır. Modern
öncesi dönemlerin aksine, insan ilişkilerini ve faaliyetlerini
ülkeselleştirmekte ve totalize etmekte ve onlar arasındaki ilişkilerde tüm
boyutları devletin kendisi vermektedir. İkinci temel özelliği ise, önceki
dönemlerde var olan hükümet ve toplum birlikteliği hususunu ayırmaktadır.
Bunların ikisi arasında modern devlet yeniden ilişki kurdurmakta ve
tanımlamaktadır. Devlet, hem toplumdan hem de hükümetten ayrı tutulmaktadır.
Devlet, toplum ve hükümet arasında aracı konumuna getirilmiştir.
Sosyal
olarak soyutlanmış ve şahsileşmemiş olan modern devlet, kendi farklı dili ile
(kanun dili) konuşmaktadır. Modern devlette kanunlar sosyal kontrolün bütün
biçimlerinden soyutlanmış ve kanunlara ayrı ve tek bir statü verilmiştir.
Modern devletin temel vazifesi düzeni değil, kanuna dayalı düzeni kurmak ve onu
sürdürmektir. Yani düzen kanunlara itaatle ya da uyarlanarak sağlanır. Zira
modern devlet hukuki ve şahsi olmayan bir kurum olup, kanunlar bu açıdan ifade
edilmektedir. Modern devlette sadece vatandaşların kanunlara itaati talep edilmemekte,
devletin de kanunlara karşı itaatkar ve
saygı göstermesi istenmektedir.
Sosyal
yönden soyutlanmış olan modern devlet, zorunlu karşıtı gibi, sosyal yönden
soyutlanmış bireyler talep etmektedir. Modern devlet; sosyal statü, etnik,
bölgesel, dini ve diğer kimliksel ve ekonomik durumlar gibi faktörleri göz
önüne almayarak, bütün bu unsurları tercih ve isteklerinde kendi kendilerinin
belirleyicisi birer araçlar olarak tanımlamaktadır. Zira modern anlayışa göre,
bütün insanlık bu tip özelliklere sahip olup, bunlardan dolayı insanlar
arasında farklı muamelelere tabi tutulmalarının doğru bir anlayış
olamayacağından, herkes devlet katında eşit kabul edilmektedir. Herkes için bir
kanun olup, hiç kimse onun dışında ya da üstünde değildir. Bunun için herkes
resmi haklarını modern devlette eşit olarak kullanır, ya da kullanması gerekir.
Çünkü eşitlik soyut yönden tanımlanmıştır. Dolayısıyla modern devlet çok iyi
organize olmuş, etnik, dini ve diğer tür farklılıklara sahip toplulukların
varlığından oldukça huzursuzluk duymaktadır. Bunların iyi organize oluşu,
eşitlik ilkesinin tam olarak tatbikini güçleştirebilir. Devletin modern
karakterinin ortadan kalkmasına yol açabilir. Bu karakterin ortadan kalkmaması
için ve ayrılıkların ortadan kalkabilmesi, ancak eşitlik ilkesiyle mümkün
olmaktadır.
Modern
devlet yaptığı her faaliyette uygun yatırımlar kullanarak kanuna dayalı
düzenini ve varlığını temin etmek zorundadır. Vatandaşlarına dönük olarak,
yasal sınırlar dahilinde bir takım talepler için vatandaşlarını ikna edebilir.
Halkın isteğini etkileyebilir, hatta kendi gücünü halkı manipüle etmede
kullanabilir. Gerektiği zaman yasal çerçevede güç kullanabilir. Çünkü güç
kullanımı, onun yasal çerçevede konuşma hakkı demektir. Topluca bir bütün
olarak vatandaşlarının adına hareket etmesinden dolayı, onlardan itaat etmeleri
hakkını kendinde bulabilmektedir. Modern öncesi dönemdeki politikaların aksine
güç kullanma otoritesi merkezileşmiş ve modern devlet içinde toplanmıştır.
Kısaca
modern devlet ülkesel olup, sosyal olarak soyutlanmış, şahsileşmemiş ve
egemendir. Otoriteyi kullanmada otonom kurumlara sahip bir bütün olarak toplum
adına hareket eden ve kanuna dayalı düzeni sürdüren devlettir. Genelde modern
olan devletler, ülkelerindeki çeşitli halkları, riskli de olsa bir arada tutmak
arayışı içerisindedir. Bu konuda fazla hassas olan devletler, ülke içerisinde
çeşitli kimliklere ve farklılıklara sahip olan toplulukları başka bir modern
devlet örgütlenmesi anlayışı (ulus-devlet) içerisinde toplamaya, farklılıkları
eritmeye, hatta farklı olan bazı inançları ve azınlık dillerini yasaklamaya
çalışmıştır.
Ulusalcı
ve ulusalcı olmayan devlet karşılaştırması tartışılan konulardan
biridir.Ulus-devlet anlayışına göre devlet; vatandaşlarının gönlünde ve
fikriyatında derin köklere sahip, moral ve duygusal olarak onların devleti
olup, soyut, şahsi olmayan ve resmi bir konumda değildir. Devlet, sadece yasal
ve siyasal yönden düşünülmemekte, onun manevi yönü de olup, vatandaşlarının
sadece maddi çıkarlarını geliştiren değil, ahlaki ve manevi yönden de onları
tatmin edendir. Otoritesi, bireyselleşmiş ve tek tek bireylerin rızasının toplamıyla değil,
toplumun organik ve kollektif isteğiyle oluşmuştur. Bu durum ulusalcı görüşte,
meşruluk ve otoritenin tek kaynağıdır. Zira, burada da vatandaşlar ortak manevi
özü ya da yaşamı paylaşmakta, kendilerini bütün “bir” olarak düşünmektedirler.
Devletin birliği ulusun birliğine dayanmaktadır. Burada devlet ve ulus özdeş
olmaktadır. Gerçekten de kavram olarak ulus, ne halkla kendi simgesi arasında,
ne de halkla devlet arasında hiçbir ara boşluk bırakmaz. Ulus
tek-türdenleştirici, tek ve aynı olma isteğinin damgasını taşıyan bir
birliktir. Bu bakımdan sadece cemaat çeşitliliğini değil, aynı zamanda oluşum
olarak bir merkez etrafında örgütlenmiş toplumun da çatışmalı özelliğini
yadsır. Ancak, ulusal bütünlüğün homojenleştirici eğilimi sadece dağınık
kalabalığı hedef almaz. Ulusal özellikler sadece devletin vesayeti altında
olduğundan, toplumsalı da bir daha bozulmayacak biçimde istikrara kavuşturma
eğilimindedir. Bununla birlikte, devletin ulusla özdeşleşmesi eğer bir karşı
ulusalcılık yaratma riski taşıyorsa, devletin modernleşme süreci bu riski çok
daha büyük bir ihtimal haline getirmektedir. Zira bu süreç, temel olarak yazılı
“ulusal dil”in varlığı münasebetiyle o devlette yaşayanların homojenleşmesi ve
standartlaşmasını içermektedir.
Devlete
bakış yönünden ulusalcılar, sosyal ve siyasal kurumları diğer devlet
teorilerinden oldukça farklı görmektedirler. Onlar için her vatandaşın bileceği
veya öğrenmesi gereken ortak dil çok önemlidir. Çünkü ortak dil; milli şuur,
milli ruh, milli kimlik’in ifadesinin aracıdır. Ulusalcı olmayan devlet
teorileri için, paylaşılan kültür kamusal alanla (ülke) sınırlı olup, siyasi
rekabete ve değişime tabidir. Ulusalcı görüşte devlet, hayatın bütün alanlarını
kapsamakta ve ontolojik temelde olup, yaşam tarzını veya milli ruhu
yansıtmaktadır. Ulusalcı olmayan görüşte ise, devlet, yasal ve en iyi ahlaki
bir topluluk olup, eğitimli bir ahlaki mekanla vatandaşlarından ayrılır ve onların
ahlaki özgürlüklerine karşı saygılıdır. Ulusalcı görüşte devlet, tabiatında
ruhani, hatta hemen hemen dini olup, vatandaşlarının sivil alandaki çoğu
oluşumunu cezalandırmaktadır. Burada devlet kimliğin kaynağıdır. Ayrıca sıradan
ve ahlaki kısıtlamalardan muaftır. Haliyle en iyi örneğinde demokratik bir
ulusal devlet kurmak varken, en kötü örneğinde ise tek halk, tek devlet, tek
şef adına totaliter bir iktidar yaratmak için, yapay bir biçimde oluşturulmuş
bir halk fikrine çağrıda bulunan modernleştirici, otoriter ve ulusalcı bir
devlet karşımıza çıkar . Ulusalcı olmayan görüşte devlet, geniş bir aile
iradesi olmayıp, kan ve soy bağı ile ilgili hiçbir eylemde bulunmaz ve prensip
olarak da dışarıdakilere kapıları açıktır. Ulusalcılar ise kan ve soy bağına yatırım
yapmakta ve özerk ve gayrı şahsi yapısı dışlanma yoluyla belirlenmektedir. Zira
ulusalcı görüşte ulus, fertleri bir araya getiren bir zincir olup, ruhaniyatı
bu zincirden bütünüyle hariç tutmaktadır. Her ulusalcı, ulusun kökeni ve
tarihinden izler taşımakta olup, zaman ve mekan içinde ulusun tekliği veya
kimliğine devamlı vurgu yaparak ulusun ezeli bir geçmişten kaynaklandığına ve
daha da önemlisi sınırsız bir geleceğe doğru kesintisizce ilerlediğine inanır.
Genelde
ulus-devletin özellikleri şu şekilde sıralanmaktadır:
“İlk
olarak, ulus, homojen kültürel bir birim olup farklı adet, sosyal uygulama,
ahlaki değerler, bireylerarası ilişki tarzları, dil, ritüeller, mitler, mizacı
özellikler, ortak bir anlamlar sistemi, doğal bir anlaşma zemini, ortak bir hissiyat
vb. ile karakterize edilmektedir. Ayrı bir kimlik ya da bireyselliğe sahip
olduğu gibi, diğerlerinden kesin bir tarzda ayrılmaktadır.
İkinci olarak, ulus belli bir tarzda vatandaşlarına
şekil vermekte ve onları kuvvetli bir tarzda dönüştürmeye çalışmaktadır. Onları
özel bir kimlikle donatmakta, şahsiyetlerini oluşturmakta ve yaşamlarına bir
anlam vermektedir. Her ne kadar ulus, vatandaşlarının içinde ve onlarla var
olsa da, ontolojik olarak (özel kimlik vermek vs.) bunlara öncül ve aşkındır.
Hatta bunların ulusa bağlı olduğunu söylemek mümkündür. Ulusalcı yazarlara
göre, ulusal kimlik, diğer kimliklerin temelini oluşturup, onlardan daha üst
bir kimliktir.
Üçüncü olarak, ulus özel bir ülkeye (vatan, anayurt),
yeryüzü evine bağlı olup, birey-şahıs onunla ilişkilidir. Ulus ve ülkesi iç içe
geçmiş olup, biri diğerine bağlıdır. Ülkenin ulustan mahrum olması, fiziksel ve
kültürel bütünlüğünün bozulması demektir.
Dördüncü olarak, bir ulusun bireyleri; kan bağıyla,
evlilik ilişkileri, akrabalık ve ortak bir soyla birleşmektedirler. Geniş bir
aile gibi ulusun üyeleri aynı etnik ya da kültürel birikime ait olup,
birbirlerine karşı derin bir sadakat ve dayanışma bağı ile
bağlanmışlardır. Kendilerinden
öncekilere (yani atalarına) derin bir hürmet/saygı duymakta ve onların mirasını
korumayı bir vazife bilmektedirler. Ülkelerini anavatan ya da atayurt olarak
görürler ve ona çok sadıktırlar.
Beşinci olarak, bir ulusun üyeleri, kendilerinin kim
olduğu ve nasıl meydana geldikleri konusunda kuvvetli bir aidiyet hissiyatı ile
tarih boyunca nasıl geliştiklerine dair ortak bir düşünceyi paylaşırlar.
Homojen ve birbirine bağlı “biz”i oluşturup, birlikte yaşama isteği
kuvvetlendirilmekte, böylece birbirinden farklı ve düşman olmayan bir toplum
yaratılmaya çalışılmaktadır” (Parekh, 1995: 33, İnternetten,).
Ozan Erözden,
ulus-devletin unsurlarını ve yapısal çerçevesini şöyle dile getirir ; “Ulusun
içsel unsurları dil, din soy ile kültür ve tarih birliği , dışsal unsur ise,
düşman imajıdır. Bir insan topluluğunun ulus oluşturabilmesi için dil birliğine
sahip bulunması gerektiği, bir çok ulusçu düşünür tarafından savunulmuş ve neredeyse genel bir kanı haline dönüşmüş
bir önermedir. Anderson, Amerikan kıtasında ortaya çıkan ulusçuluk hareketlerini
Avrupalı benzerlerinden ayıran en önemli özelliğin , Avrupa’daki ulusçuluk
akımlarında dil birliği unsurunun ağırlıklı bir yer kazanması olgusu olduğunu
belirtmektedir. Hobsbawm da, ilksel nitelikte bir ulus düşüncesinin
filizlenebilmesi için hiç olmazsa seçkin kitle tarafından konuşulan ortak bir
dilin var olması gerektiğini ileri
sürmektedir.
İkinci
unsur olarak, kültür ve tarih birliği.Söz konusu unsuru, çok genel olarak ,
‘ulusal’ olarak nitelendirilen bir toplumsal grubun hafızasında yer etmek
suretiyle türdeşlik bilinci yaratması şeklinde tarif etmek mümkündür.Kültür
birliği düşüncesinin oluşturulması sürecinde ,güzel sanatlar alanında faaliyet
gösteren sanatçıların eserlerinde işledikleri temalar yanında, ulus-devletin
kuruluşundan önce yaratılmış olan sanat eserlerinin topluma sunuluş tarzı da
önemli bir işleve sahiptir. Özellikle kitlelere açık bir biçimde sergilenen
eserlerde ve anıtlarda, ulusal tarihe yapılan açık referansla , ‘ulusal
türdeşlik’ teması işlenir.Aynı zamanda, ‘ ulusal kültür mirası’ müzelerde bir
araya getirilerek , bu mirasın varlığı ,sürekli olarak hatırlatılır. Böylelikle
, müzeler kanalıyla ‘ ulusal kültürel miras’ ve ‘ulusal tarih birliği’ , bir
arada vurgulanır.
Üçüncü
sırada ele alabileceğimiz soy birliği, ulusun belirleyici unsurları arasında en
bulanık içerikte olanı , somut içerik bakımından belirlenmesi en güç
olanıdır.Soy birliği unsurunun ,bulanık içeriği yanında , ulusun diğer
belirleyici unsurlarından farklı bir yönü daha bulunur. Soy birliği unsuru
,henüz devlet oluşturamamış uluslarda güçlü bir biçimde vurgulanmakta; ancak ,
bir kez devlet halinde örgütlenildikten sonra ,genellikle , yerni hukuki açıdan
tanımlanan vatandaşlık unsuruna bırakmaktadır.
Ulusun
içsel unsurlarından sonuncusu , din unsurudur. Ulus olarak tanımlanmaya çalışılan insan grubunun
türdeşliğinin yoğun bir biçimde vurgulanması gerekli olduğu kriz dönemlerinde ,
din unsuru ,diğer dönemlere kıyasla daha etkili olarak gündeme
getirilir.(Aslında ulus-devlet laiklik temelleri üzerine kurulmuş bir devlet
biçimi olması yanında; din faktörünü dışlamaz ,çünkü din, insanları disipline
eden bir aygıttır).
Ulus
kavramının içeriğine ilişkin olarak yukarıda ele alınan dört unsur, olumlu
niteliktedir. Beşinci sırada ele alınacak unsur ise, nitelik açısından
diğerlerinden farklıdır. Olumsuz öğe olarak adlandırılabilecek bu öğe , ulus
olarak tanımlanmaya çalışılan insan topluluğunun türdeşliğini bir düşman imajı
yaratarak sağlar. Roger Dadoun’a göre, Freudçu siyaset kuramında, tüm siyasi
kimliklerin ancak ‘öteki’ ya da ‘yabancı’ kavramına başvurmak yoluyla
tanımladığı tezi hakimdir. Ulusal kimliğin belirlenmesinde etkili olan olumsuz
öğe, ulusal kimliğin oluşmasında belirgin bir yeri sahiptir. Olumsuz öğeyi
oluşturmanın ve toplumsal ölçekte benimsetmenin çeşitli yolları vardır.
‘Düşman’ imajının oluşumu , belli bir ölçüde , kendiliğinden gerçekleşmektedir.
Bu oluşumdaki başlıca etken ise , ulus-devletlerin büyük çoğunluğunun bir
bağımsızlık mücadelesi vermek ya da kurulmalarının ertesinde bir işgale karşı
durmak zorunda kalmasıdır. Bu mücadelede karşı durulan yabancı güç, doğrudan
‘düşman’ imajını oluşturur.
Ulus-devletlerin
yapısal unsurları ,ülkesel bütünlük ve siyasal bütünlüktür. Siyasal bütünlük unsuru , ulusu oluşturan bireylerin
yurttaşlık sıfatıyla donatılarak siyasi yapıya dahil edilmesiyle birlikte ulus
çerçevesi içinde bütünleştirilmeleri işlemini de kapsamaktadır. Ulus-devletin
kurgulanışında ülke, oldukça değer yüklü bir kavram olan ‘vatan’la
eşanlamlıdır.
Sınır
kavramı kutsal bir içerik edinen vatan kavramıyla bütünleşerek , ulus-devlet
çerçevesinde özel bir anlam ifade etmeye başlamıştır. Ulus-devlet kurgusu
içinde ulus ile ülke , vatan arasında ideolojik bir ilişki yaratılır ve vatan
kavramı kurgunun bir parçası olarak bütünün içine yerleştirilir. ‘Sınır’ lar da
, bütünün içinde yer alan vatanı
çevreleyen çizgiler olarak dokunulmazlık ve kutsallık kazanır.
Avrupa
merkezli ulus-devletlerde , ulus-devlet ve buna bağlı olarak geliştirilen
‘ulus’ kurgusu , tektir. Bu kurgu içinde ulusal aidiyet , bireyle devlet
arasındaki hukuki bağ olan vatandaşlık kanalıyla belirlenmektedir. Vatandaş
sıfatıyla ulusal bütüne dahil edilen bireyler , vatandaşlık sıfatının
kendilerine sağladığı siyasal haklarla , ulus-devletin oluşturduğu siyasal
bütünün bir parçası haline getirilmektedir.” (ERÖZDEN, Ozan, “Ulus Devlet”,
Dost Kitapevi, 1997, S. 104-121).
Ali Yaşar
Sarıbay’a göre Batı Avrupa toplumlarında ulus-devlet kurma süreci dört aşamada
tamamlanmıştır:
“Birinci
aşama,15. yüzyıldan Fransız Devriminin yapıldığı 18. yüzyıla kadar çok uzun
süreyi kapsar ve devletin oluşumunu içerir. Bu aşamanın ortaya çıkardığı önemli
sonuç, seçkinler düzeyinde ekonomik, politik ve kültürel açıdan bütünleşmenin
gerçekleşmesidir.
İkinci
aşama , kitlelerin giderek artan oranda sisteme dahil olmasını ifade eder.
Bunda asker ocağının , okulun, yeni kitle iletişiminin merkezin seçkinleriyle
kenar arasında teması sağlayan kanallar olarak oynadığı rol etkili olmuştur.
Bir diğer önemli etken, aynı kanalların kitleler nezdinde yarattığı yeni kimlik
olgusudur. Bu yeni kimliğin , kiliseler,mezhepler veya yerel seçimler
tarafından yaratılmış olan egemen kimlikle çatışma içine girmesi, ikinci
aşamanın ortaya çıkarmış olduğu önemli sonuçtur.
Üçüncü
aşama, toplum üyelerinin politik sistemin işleyişinde tebalıktan aktif yurttaş
kavramına geçmelerini içerir. Bu, muhalefete tanınan güvencenin
kurumsallaşması; temsil organları üyelerinin seçiminde daha geniş bir seçmen
kitlesine hak tanınması; politik partilerin örgütlenip çıkarların
birleştirilmesi ve ifadesi işlevlerini görmelerine paralel olarak
gerçekleşmiştir.Bu aşamaya tekabül eden önemli iki oluşum; endüstriyel ve
ulusal devrimlerin başarılması ve bunların yaratmış olduğu çatışmalardır.
Dördüncü
aşama, devletin idari aygıtlarının genişletilmesine ilişkin süreci kapsar. Bu
aşamada yeniden dağıtım araçlarının artması ; kamu refahını sağlamaya yönelik
hizmetlerin genişletilmesi; ulusal çapta ekonomik koşulları eşitlemeye yönelik
politikaların uygulanması devlet nüfuzundaki artışın göstergeleri olarak
belirmiştir.
Batı
Avrupa toplumlarında ulus-devlet kurma süreci, nüfuz etme (devletin belirmesi)
, standartlaşma (ulusal kimliğin oluşması) , katılma (politik yurttaşlığın
yerleşmesi) , kaynakların yeniden dağılımı (sosyal yurttaşlığın yerleşmesi)
gibi oluşumları içermektedir. Bunlar, aynı zamanda Batı Avrupa toplumlarında
uygulanan demokrasilerin de arka planını ifade etmektedir” (SARIBAY,Ali
Yaşar, “Global Bir Bakışla Politik Sosyoloji” ,Alfa Yay. , 2000 , S. 91-95).
Bazı
yapılan araştırmalar ulus-devletin sonunun veya gücünün azalmakta olduğunu, bunun
da nedeninin globalleşme olduğunu belirtmektedirler. Held, ulus-devlet ile
globalleşmenin ilişkisini beş oluşum altında belirlemektedir:
“* Etkin
politik iktidarın alanı artık ulusal hükümetler olarak kabul edilemez. Bu
iktidarı ulusal, bölgesel ve uluslararası düzeylerde farklı güçler ve failler
(agencies) tarafından paylaşılmak, mübadele ve mücadele edilmek durumundadır.
*
Politik kader birliği fikri, artık sadece bir ulus-devletin sınırları
içinde anlama sahip değildir. Günümüzde politik toplulukların ve kader
birliğinin çerçevesini karmaşık ekonomik , örgütsel ve kültürel süreçler ve
yapılar belirlemektedir.
* Resmi
devlet otoritesi ile bölgesel ve global düzeylerde devletin ve ekonomik sistemin fiili pratikleri ve
yapıları arasında giderek büyüyen kopukluklar meydana gelmektedir. Bu
kopuklukların işaret ettiği önemli husus ulus-devlet yönetimlerinin kendi
yurttaşları için doğru ve uygun olan politikaları uygulayacak tek mercii
olmaktan çıkmaktadır.
*
Bununla beraber, ulusal egemenlik tamamen ortadan kalkmıştır gibi bir
sonuca varmamak gerekir. Ama globalleşme ulusal egemenliği , önemli alanlarda
ve bölgelerde çapraz sadakatler, hakların ve görevlerin çatışan yorumları,
birbiriyle bağlantılı yasal düzenlemeler ve otorite yapılarıyla makro düzeyde
açık veya örtük dönüşüme zorlamaktadır.
* Sınır problemleri de globalleşme bağlamında
düşünülmesi gereken önemli bir husus olarak kendini göstermektedir. Artık
geçmişte olduğu gibi ulus-devletin fizik güce dayanan bir yaklaşımla sınır
problemlerini çözmek hem uygun görülmemekte hem de yasal sayılmamaktadır” (SARIBAY,Ali
Yaşar, “Global Bir Bakışla Politik Sosyoloji” ,Alfa Yay. , 2000 , S.104).
Sonuç:
Herkesin
zihnini meşgul eden ana problem, her biri kendi özerkliğini ve gettosunu arayan
kimlikler, farklı dini ve etnik gruplar nasıl bir arada yaşayacak?
En katı
anlamı ile ulus devlet anlayışında, ulus devlet her milli topluluğun
yeryüzündeki en önemli değeridir. Bununla birlikte günümüz koşullarında
artık bu değerler yeniden tarif edilmektedir.
Yeni dünyada
insanlar artık, ticaret, finans, mülk ve bilgi (enformasyon) yolları ile
birbirlerine bağlanmışlar, sınırlar ortadan kalkmış ve ortak evrensel değerler
ve kültürel modeller oluşmuştur. Yeni dünyada, bir kişiye yapılan
tehdit, aynı anda herkes üzerinde etki yaratmakta ve bu da bireyleri her şeyden
sorumlu hale getirmektedir. Başka bir deyişle, bir başka ülkede yaşananları,
örneğin o ülkede birey hak ve özgürlükleri ihlal edilse bile bizi
ilgilendirmez yaklaşımı, 21. yüzyılda ortadan kalkacaktır.
Devletten
daha yüce bir değerin varlığı ve bu değerin de insanlık olduğu gerçeği 21 .
yüzyıl yeni devlet anlayışına damgasını vuracaktır. Devlet insanlara hizmet
için vardır. Birey ülkesine hizmet eder ve bunun karşılığında devletten de tüm
vatandaşlara aynı şekilde hizmet etmesini bekler. İnsan hakları devletlerin
haklarının üzerindedir. Dolayısıyla, insan özgürlükleri devlet egemenliğinden
daha yüksek bir değer taşımaktadır. Bu tespitler yaşanmakta olan genel eğilimin
özellikleridir. Türkiye'de de bu çerçevede devlet-birey ilişkilerinin yeniden
tarifi önem kazanmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder