8 Mayıs 2014 Perşembe

ULUS DEVLET

Ulus-devletin Düşünsel Temelleri ve Ulus-Devlet:

Ulus, 17.’ nci yüzyıl ve 18.’ inci yüzyıldan itibaren yerel farklılıkların dışlandığı ve ortak yaranın öne çıktığı bir kavram olarak anlaşılmıştır. Bu çerçevede aydınlanma felsefesinin esin kaynağı olduğu Fransız devrimi ile birlikte ulus bir toplumsal bütünleşme aracına dönüşmüştür. “Aydınlanma felsefesi Avrupa'da 17. yüzyıl ortalarından 19. yüzyılın ilk yarısına kadar süren  Rönesans, Reform. Hümanizme akımlarıyla bağlantılı bir fikir hareketidir. Ticari kapitalizm ile şehirlerin ve burjuva sınıfının öne çıkması ve burjuva sınıfının desteği altında yapılan doğa ve insan üzerine bilimsel çalışmalar doğanın ve insanın Ortaçağ skolastizminden farklı olarak akıl ile algılanabileceğini ortaya çıkarmıştır. Şehirleşme ve kapitalist yayıncılığın matbaanın icadı ile yaygınlaşması  okuma yazma bilenlerin artması hayali düzlemde insanların kendileri ile benzer özelliklere sahip başka insanların olduğu bilincini uyandırmıştır (ANDERSON,Benedict, “Hayali Cemaatler”, Çev.SAVAŞIR, İskender,Metis Yay.,1993).
Feodal toplum yapısının çözülüşü ve kapitalizmin gelişim süreciyle birlikte siyasal , ekonomik, kültürel ve düşüncel alanda görülen toplumsal değişimin, yeni bir toplum biçimine dönüşümünün bir göstergesi olarak ulus-devletleri görüyoruz. Bu anlamda ulus-devletleri yalnızca bir siyasal örgütlenme biçimi olarak ele almak doğru olmayacaktır. Yani, bu yeni toplumsal yaşamda bir devletin sınırları içinde , topluluk üyeleri arasında siyasal bir bütünlük  sağlanmasıyla birlikte, yeni bir topluluk türünün oluşumunu görmekteyiz ve bu oluşum da ‘ulus’tur. Bu süreçte bireyler , ulusal topluluğun üyesidir.İnsanlar tarih boyunca topluluklar oluşturmuşlardır. Klan topluluklarında bir totem etrafında, ortak bir ataya , soya aidiyetlik söz konusuyken ; kabile üyeleri ise, akrabalık ve görev bağıyla birbirine bağlı olup , belli bir yurda yerleşmiş toplulukları ifade etmektedir. Ulus da sahip olduğu özellikleri itibariyle diğer topluluk türlerinden ayrılan yeni bir topluluğun öğelerini taşımaktadır.
Ulus kavramını yalnızca siyasal bir kavram olarak düşünmemek gerekir. Her ne kadar ulus  olgusu modern toplumun oluşumu sürecinde siyasal yapının önemli bir unsuruysa da , aynı zamanda toplumların tarihsel geçmişleri içinde oluşturdukları kültür birikiminin de bir yansımasıdır. Ortak coğrafi mekan , ortak tarihsel geçmiş ve ortak dil o toplumsal yapının kültür değerlerini de oluşturan öğelerdir. Çünkü, toplumsal yaşam bu öğeler üzerinde gerçekleşir ve esasen kültür de o toplumun yaşam biçiminin en üst ifadesidir.
Jean Marie, ulusu şöyle tanımlamakta : “Bir ulus öncelikle ne olmadığıyla tanımlanır: Ulus , toplumsal bir grup değildir, dinsel bir grup, ırkçı bir grup değildir. Başka bir değişle, bir ulusun yurttaşlarını birbirine bağlayan bağı, tarihsel verilerin tek bir biçimde birleşmesidir ve bu asla toplumsal, dinsel ya da ırkçı bir boyuta indirgenemez. Avrupalıların tanımladıkları biçimiyle ulusal topluluğu diğer bütün topluluklardan ayıran şey, şundan ibarettir:Ulus, insanları ne oldukları temelinde değil , onların geçmişte ne olduklarına ilişkin sahip oldukları hatıranın temelinde bir araya getirir. Bir ulusun tarihsel tanımından başka tanımı yoktur ; ulus , ortak bir tarihin mekanıdır. Ortak acıların ya da mutlulukların yaşandığı mekandır. Paylaşılan bir yazgının yeridir. Ancak bir ulus sadece soy zinciriyle tanımlanamaz ; öyle olsaydı , ulus sadece genişletilmiş bir kavim olurdu. Avrupalıların tanımladığı biçimiyle ulus, öncelikle bir yerdir, yani tıpkı Avrupa’nın eski köylerinde bir tarlanın sınırlarının iyice belirlenmesi gibi , sınırlarla belirlenmiş, belli bir topraktır” (GUEHENNO, Jean Marie “Demokrasinin Sonu” , Dost Kitabevi, 1998, s. 15-16).
Belli coğrafi bölgede , tarih boyunca belli bir etnik grubun bir arada  yaşamış olduğu doğrudur. Hatta bu etnik grubun ortak bir dili kullandığı da  doğrudur. Ancak , etnik kimliğin , modern toplumun bir olgusu olarak ulus olgusunu oluşturan öğelerin tümünü içinde barındırdığını söyleyemeyiz. Modern toplumlar öncesi varolan etnik kimlik , kabile , klan, kavim, aşiret vb. toplumsal gruplaşmalardır ve salt bu gruplaşmaların bir üst yapı kurumu olarak bir siyasal birim - devlet yapısı- yoktur. O etnik topluluğu oluşturan farklı toplumsal statüler kendilerini bir bütünün parçaları olarak görmezler. Yani örneğin; feodal dönemde soylu soyludur, köylü köylüdür. Burada belirleyici olan soylu için soyluluk iken, köylü içinse yöreselliktir; yerel hısımlık kimliği. İşte bu nedenle , feodalizmden  kapitalizme geçiş döneminde burjuvazi, aristokrasiye karşı ezilen aristokrasinin dışında kalan sınıfların desteğini ; köylülüğü, küçük burjuvaziyi kısaca tüm sınıfları daha üst bir kimlik olan millet (ulus) kimliğinde birleştirerek arkasına almıştır. Feodalizmde ya da önceki dönemlerde , belli bir coğrafi mekanda farklı etnik kökenlerden gelen egemenler yönetebilirken ve bu durum yönetilen etnik grup için çok önemli değilken , uluslaşmaya paralel olarak ulus-devlet döneminde yöneten ve yönetilen tüm toplumsal gruplar aynı etnik orijinde birleştirilmişlerdir. Bu durum aynı zamanda yeni bir toplumsal ruh halini , yani ortak yaşam tarzının gelişmesini de beraberinde getirmiştir. İşte bu da ulusun kültürel bağının oluşmasıdır. Artık, aynı ulus-devlet sınırları içinde  yaşayan bu nüfus topluluğunun ortak bir kültürü vardır ve ulusal kültür dediğimiz olgu da budur. Üstelik bu ulusal kültür , zamanla o denli ulus bağını pekiştiren bir boyuta yükselmiştir ki, aynı sınırlar içinde yaşayan farklı etnik kökenlere sahip toplulukların kendilerini aynı ulusun fertleri hissetmelerini sağlar olmuştur. Bu aşamada , böylesi bir ulusal kültür içinde bir arada yaşayan farklı etnik grupların varlığı o ulusal kültürü zengin kılan alt kimlikler haline gelmiştir. Örneğin Amerikan toplumu böylesi bir ulusal bütünlük arz etmektedir. Dolayısıyla modern toplum öncesi varolan etnik gruplar bir ulus düzeyine ulaşabilmiş topluluklar olarak görülmemelidir. Elbette ki, modern toplum aynı coğrafi mekanı devralmış ve ulusu bu etnik gruplardan oluşturmuştur. Ama , ulus olgusu bu etnik grupların etnik kimliklerinden çok daha fazla bir şekilde tarihsel , toplumsal gelişmelerden dolayı ortaya çıkmıştır.
“Aslında etniler ile milletler arasında tarihi ve kavramsal bakımlardan gözle görülür bir çakışma söz konusudur. Buna karşın farklı kavramlar ve tarihi oluşumlarla iştigal halindeyizdir . Etnik topluluklar , bir milletin sahip olduğu pek çok nitelikten yoksundur. Etnilerin kendi teritoryal memleketlerinde ikamet ediyor olmaları gerekmez. Ortak bir işbölümü ya da ekonomik birlik de göstermeleri gerekmez, çoğu durumda da göstermezler zaten . Ne de herkes için geçerli hak ve görevler tayin eden ortak yasal kodlara ihtiyaç duyarlar.” (SMITH,D.A., “Milli Kimlik”, İletişim Yay., 1999,S.71)
Özetlersek ulus (millet) olgusu feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde modern toplumun bir unsuru olarak ortaya çıkmıştır. Belirli coğrafi mekanda , ortak dili konuşan , ortak bir tarihsel geçmişe sahip olan etnik topluluğun , gelişen toplumsal koşullar çerçevesinde siyasal örgütlülüğünü ulus-devlet aşamasına çıkartarak dönüştüğü yeni toplumsal gruptur. Bu grup ortak tarihi ve ülkeyi paylaştığı gibi , ortak bir kültür kimliğini , ortak bir ekonomik yapıyı ve ortak yasal hak ve sorumlulukları da paylaşır. Ortaya çıkan olgu yurttaş kimliğidir. Aynı zamanda bu yurttaş kimliği , toplumsal yapıdaki farklı   sınıfları ve grupları , farklı etnik kökenleri ulus olgusu içinde bütünleştirir. Her yurttaş , ulus-devletin yasaları nezdinde eşittir.Feodalizmden farklı olan bu durum, insanlık için modernleşmenin de kendisidir. Dolayısıyla ; uluslaşma süreciyle , ulus-devletin tarih sahnesinde yerini alması iç içe geçmiştir.Uluslaşma ulus-devleti doğurmuş, ulus-devletin gelişmesi de ulus olma bilincini geliştirip kalıcılaştırmıştır.
Ulusu (milleti) belirttikten sonra ulusçuluk (milliyetçiliğe)’a geçebiliriz. Milliyetçilik olgusu 18. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Feodalizmden kapitalizme geçişte , soyluluğun egemenliğine karşı ulusun egemenliğinin savunulmaya başlanması , düşünsel planda milliyetçiliğin oluşumunu da beraberinde getirmiştir. 1789 Fransız Devrimi’nin hızlandırdığı bu düşünsel çabalar Batı Avrupa’da toplumsal , ekonomik ve siyasal gelişmelerle birlikte somut karşılıklar bulmaya başladı. Doğal olarak milliyetçilik olgusu farklı coğrafi mekanlarda veya farklı zaman dilimlerinde niteliksel farklılıklar içerecektir.
“Çağdaş modern devletlerin oluşması milliyetçi duyguların doğmasıyla yakından ilişkilidir. Milliyetçilik, belirli bir topluluk üyelerinin aynı kuşatıcı topluma ait olduklarını gösteren sembollere karşı beslenen ortak bağlılık duygusu olarak  tanımlanabilir. Avrupa’da milliyetçiliğin gelişmesi, ulus-devletin gelişmesi ile aynı şey demekti” (ERÖZDEN, Ozan, “Ulus Devlet”, Dost Kitapevi, 1997, S.154)
“Kohn’a göre iki tür milliyetçilik vardı: Batılı-isteğe bağlı milliyetçilikle, Doğulu-organik milliyetçilik. Kohn İngiltere , Amerika ve Fransa’da milliyetçiliğin daha akılcı , çoğulcu ve iyimser bir yapıya sahip olduğunu düşünüyordu. Bu ülkelerde milliyetçilik ‘toplum sözleşmesine’ dayalı olduğundan , orta sınıfların savunduğu toplumsal ilerleme düşüncesine hizmet ediyordu. Öte yandan Doğuya gidildikçe daha duygusal ve otoriter bir milliyetçilikle karşılaşılıyordu. Rusya’ya ve Asya’nın geneline egemen olan bu milliyetçilik türü , orta sınıfın  geri kalmışlığından kaynaklanıyor , gücünü aristokrasinin alt kesimleriyle entelijensiyadan alıyordu. Bu milliyetçilik türü folklorik öğeleri ön plana çıkarıyordu. Kohn sonraları , Batılı milliyetçiliği ‘bireyci’ ve ‘toplumcu’ olmak üzere ikiye ayıracaktı: Birinci kategori Anglosakson ülkeleri, ikinci kategori Fransa’yı içeriyordu” (ÖZKIRIMLI,Umut, “Milliyetçilik Kuramları ve Eleştirel Bir Bakış” , Sarmal Yay., 1999, S.55).
Fransız Devrimi’nin hemen öncesi ve sonrası oluşan milliyetçilik akımı, esas olarak burjuvazinin egemenliğini aristokrasiden alıp ulusa devretme ve ulusun öncü sınıfı olarak da kendi iktidarını kurumsallaştırma sürecinin ideolojisidir. Bu dönemin milliyetçiliği esas olarak ilericidir ve modernizmi temsil etmektedir. Çünkü , üretim ilişkilerinde yaşanan gelişme doğrultusunda yeni bir toplumsal yaşamın yeni bir kültür temelinde inşa edilmesi bu dönemde gerçekleşmiştir. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başında görünen milliyetçilik hareketleri ise, ulusal bağımsızlık hareketleri olarak şekillenmiştir. Bu hareketler, Osmanlı İmparatorluğu örneğinde olduğu gibi, büyük feodal krallık ve imparatorlukları dağıtmış, bugünkü dünya siyasal yapılanmasının başlangıç adımlarını oluşturmuştur. I. Dünya Savaşı sonrası ise, milliyetçilik özellikle Almanya, İtalya ve Japonya’da ırkçı-saldırgan bir kimliğe büründü. Bu ülkelerin emperyalist amaçlarının ideolojisi olarak milliyetçilik anlayışı faşizme vardı. Burada görünen saldırgan ve ırkçı milliyetçilik , başka milletlerin yaşam hakkını yok sayan bir niteliğe sahipti. II.Dünya Savaşı’na da bu ırkçı-saldırgan milliyetçilik anlayışı neden oldu. II.Dünya Savaşı sonrası dönemde ise, milliyetçilik akımı etkisini en çok anti-emperyalist nitelikli ulusal kurtuluş mücadelelerinde gösterdi. Bu dönemde de emperyalizmin sömürgesi konumunda olan bir çok ulus, milliyetçilik ideolojisi önderliğinde yürüttükleri ulusal kurtuluş mücadeleleriyle ulusal devletlerini kurdular.
Fransız Devrimi ile ortaya çıkan milliyetçilik düşüncesi modernist yaklaşım olarak da ele alınır. Bu görüşe göre, milletler ve milliyetçilik kapitalizm, sanayileşme, merkezi devletlerin kurulması, kentleşme , laikleşme gibi modern süreçlerle birlikte ya da onların ürünü olarak ortaya çıkar.
Özetlersek ; milliyetçilik olgusu kapitalizmin gelişmesiyle birlikte ortaya çıktı. Batı Avrupa’da gelişen bu süreç, modern toplumun da öğelerinden biri oldu. Modern toplumu yeni bir kültür olarak ulusallık temelinde baştan örgütledi. Bu örgütlemenin siyasal biçimi ulus-devletler oldu. Ulus-devlet sürecini daha geriden yaşayan ve bu süreci bir ulusal bağımsızlık mücadelesi sonucu elde eden uluslar ise, bir örnek ulus-devlet modeline göre hareket ettiler. Bu toplumlar için milliyetçilik ulus-devleti yarattı ve uluslaşma süreci bu ulus-devlet eliyle derinleştirildi (örneğin;ülkemizde olduğu gibi). Burada ise milliyetçilik devlet eliyle uygulandı. Bu iki örnekte de milliyetçilik olgusunun ilerleme ve özgürleşme doğrultusunda işlevi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak ulus-devletin kurumsallaşmasından sonra , ülkenin demokratikleşme düzeyi yeterli değilse , devlet eliyle uygulanan milliyetçiliğin farklı etnik kökenlere sahip grupları asimilasyon uygulamasına tabi tuttuğunu ya da sınıflar arası eşitsizliklerden  kaynaklanan kimi olumsuzlukları ulus olma bütünlüğü içinde yok saymak eğiliminin geliştiğini de görmek gerekir. Bu da milliyetçiliğin olumsuz sonuçlara neden olduğu durumlardır. Bu olumsuzluğun en üst örneği Hitler Almanya’sıdır. Burada milliyetçilik ırkçı-saldırgan bir kimliğe bürünmüş ve insanlığın başına faşizm belasını çıkartmıştır. Buradaki milliyetçilik için, diğer milletler düşmandır.
Ulus-devleti oluşturan diğer bir faktör de modernite ve onun sonucunda meydana gelen modern devlet (ulus-devlet) ‘tir. Aydınlanma, rasyonalizm ve pozitivizm bir arada  ele  alındığında modernizmin siyaset teorisine  önemli  katkısı siyasi  iktidarın  kaynağının  Tanrı’dan gelmediğinin ve halka ait olduğunun kabul edilmesi olmuştur. Modernizm  döneminde  şehirleşme  endüstrileşme, bilim ve teknolojinin gelişmesi, ülke içi gümrük sınırlarının kalkması, kapitalist dünya pazarı, ulus devletlerin kurulması önemli unsurlar olarak dikkati çekmektedir. Dünyevileşme ile birlikte laiklik de modernizmin sonucudur. Modernitenin aklı ön plana çıkaran rasyonalist ve pozitivist yaklaşımı ulus devlet, ulus ve ulusçuluğun temelini oluşturur. Özellikle modern üniter devletin kökeninde, yasanın üstünlüğü ilkesine verilen özel rol önemlidir. Salt aklı temsil eden yasa genel iradenin ürünüdür ve bölünmezdir, çünkü  akıl  tekliğe birliğe yöneliktir. Devlet anlayışında aklı temsil yasa tek olmalıdır.  Birlik tavrı ülkede ve ulusta birliği yani siyasal iktidarın ve yasanın tekliğini gerektirir. Türdeş ulusun insanı ve ülkenin bütünlüğü ancak güçlü bir merkeziyetçi yapı ve onun sıkı denetimindeki merkez dışı örgütlenmeleri gerektirmektedir.
Modernitenin sonucunda topluluklardan olmayan uluslar var edilerek modern ulus devletler her tarafı kaplamıştır. Bu devletler bireyin iç dünyasını olduğu kadar toplumsal bütün alanları da fethetme başarısını göstermiştir. Devletin oluşmasındaki sebep, ulusun tarih içindeki yürüyüşünü kolaylaştırmak ve önündeki engelleri ortadan kaldırmaktır.
Modern devlet, yeryüzünde cennet var etmektir. Bütün kurumları ve organları ile bu hedefe doğru yönelmiştir. Refah toplumu yaratmanın göstergesi olarak, devletin başarı ve becerisi dünyevi kıstaslardır. Adalet, zayıfları koruma, ruhsal ve ahlaki tekamül, ahde vefa, sözleşmelere bağlılık gibi erdeme ait değerler bu devletin kitabında yoktur.
Ulus olduğu için devlet değil, devlet olduğu için ulus vardır.Yani modern devlet ulusu ortaya çıkarmıştır. Aile, aşiret, kavim, cemaat ve ümmet ne kadar gerçek ise, ulus da o oranda gerçek değildir. Modern devletin tanıdığı üzerinde yükseldiği en geniş anlamındaki kimlik, kuşkusuz ulusal kimliktir. Ulusal kimlik kuşkusuz ulusal kimliktir. Ulus ve ulusal olan, dini olana ve ümmete karşıdır. Ulus devlet totaliter ve hegemoniktir; bu hegemonik vasfını sürdürebildiği kadar tek ulusun yücelttiği değerlerini diğer kavim ve etnik gruplara kabul ettirebilmeye çalışmaktadır. Modern ulus devlet, Aydınlanmanın bir kategorisi olan modernite gibi bir zihni inşadır. İster faşist, ister komünist, ister liberal olsun; modern devlet ilerlemeci ve modernleştirici misyonu dolayısıyla totaliter ve merkezden emredicidir.
                “Son üç yüzyılı kapsayan ve bir dünya kapitalist ekonomisinin ortaya çıktığı dönem aynı zamanda ulus-devletin dünyanın her yanında siyasal birliğin sağlanmasında egemen bir devlet şekli haline geldiği bir dönemdi. Kapitalizmin yayılması 16. yüzyıldan itibaren Batı’nın askeri gücünden ayrı düşünülemez olmuştur. Milliyetçilik faşizmden sol kanat radikalizmine kadar değişen hareketlerle bağlantılar kurarak çağdaş dünyadaki en önde gelen etkili güçlerden biri olagelmiştir. Savaşlar ve şiddet hareketleri , iki dünya savaşına ve başka savaşlarda milyonlarca insanın yoğun biçimde imhasına tanık olan 20. yüzyılda şimdiye kadar eşine rastlanmadık biçimde tırmanma göstermiştir” (ERÖZDEN, Ozan, “Ulus Devlet”, Dost Kitapevi,  1997, S.151).
                Ulus-devlet örgütlenmesinde belirlenmiş coğrafi mekanda merkezi bir devlet vardır. Ulus-devletlerde devlet, toplumun en büyük kurumudur. Kendisinin alt birimleri olarak toplumsal yaşamı düzenleyen diğer kurumlarla olan ilişkisinde  en büyük güce ve otoriteye dayanan iktidar devlettir. Toplumların ulus-devlet şeklindeki siyasal örgütlenmesinde, kendisinden önceki siyasal örgütlenmelerden farklı olarak merkezi bir devlet yapısı vardır ve bu devlet yapısı , bireylerin hak ve sorumluluklarını ifade eden yurttaşlık kimliğiyle toplumdaki sınıflar arasında ve diğer farklı toplumsal gruplar ilişkileri düzenleyen , dengeleyen ve böylelikle toplumda siyasal ve sosyal bütünleşmeyi sağlayan bir işleve sahiptir. Ancak, ulus-devlette devlet iktidarının kaynağı tanrısal değildir. Bu da yine kendisinden önceki siyasal örgütlenmelerden farklı bir özelliktir. Kralın, mutlakiyetçi devletlerin iktidarı , daha yetkin konumda olan , aşkın güç olan tanrı tarafından sınırlandırılmıştır.
                “Modern ulus-devletin doğuşunu anlayabilmek için kapitalizmin kökenleri ile ortaçağ sonrası Avrupa’da zaten varolan toplumsal şartlar arasında bağlantı kurmak zorundayız. 16. yüzyıl Avrupa’sı ufak devletlerden oluşuyordu, bu , durmadan  değişen hizipleşmeler , ittifaklar ve çatışmalardan ibaret bir devlet sistemiydi. Bu , kapitalizmin ortaya çıkışı için gerekli bir şart olsun ya da olmasın devlet sisteminin varlığı kapitalizmin yayılmasında temel oluşturmuştu. Bunlar henüz ulus-devlet olmamışlardı. Ulus-devlet, bir toplumun yöneticilerinin şiddet araçlarının, yani asker ve polisin yönetimini tekeline almalarına yarayan siyasal yönetim kurumlarından oluşan bir devlet olarak tanımlanabilir. Bu denetim gücü, yöneticilerin , sınırları kesinlikle belirlenmiş topraklar üzerindeki hakimiyetini destekleyen başlıca yaptırımdır. 16. yüzyıl Avrupa devletleri bu anlamda ulus-devlet değillerdi , çünkü, çoğu kez sınırları nispeten değişkendi ve sonraları yavaş yavaş oluşmuş olan merkezi devlet mekanizmasından yoksun idiler” (ERÖZDEN, Ozan, “Ulus Devlet”, Dost Kitapevi, 1997, S.153).
                Ulus-devletin dünyamızda yayılması , savaş araçlarının hiç durmadan bu devletlerin elinde toplanmasıyla birlikte gerçekleşmiştir.Özellikle gelişmiş ülkelerde bu olgu çok belirgin bir hal almıştır. Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri birer ulus-devlet biçiminde örgütlenmişlerdir. Bunu da ordularını güçlü tutarak sağlamaya çalışmışlardır. “Sanayi üretiminin yaygınlaşması savaş sanatları ile birleştiğinde görülmedik bir askeri gücün kurulmasını sağlamıştır. Bu yüzden Avrupa’daki ilk devlet sistemi ulus-devletlerin daha sonra dayanacağı bir temeldi. Savaşlar ve diplomasi bu değişiklikleri biçimlendiriyordu. 16. yüzyılda  Avrupa’da 500 kadar az çok özerk devlet ve prenslik vardı; 20. yüzyıla girerken , bu sayı 25’e düşmüştür.” (ERÖZDEN, Ozan, “Ulus Devlet”, Dost Kitapevi, 1997, S.153).
                Bugünkü anlamda bildiğimiz devlet, modern bir kurum olarak 16.yüzyılda ortaya çıkmıştır. Modern devletin ve onunla bağıntılı her şeyin temel karakteristiği, modernliğidir. Modern devlet, modern öncesi devletlerden bir çok açılardan farklı olan, farklılaşan devlettir. Özellikle modern öncesi devletlerde ülke kavramı devlet içerisinde marjinal bir rol oynamakta ve toplum yaşamında araçsal bir role sahipti. Yani bir toplum/topluluk yaşam tarzı açısından farklılaşabilmek idi. “Ülke” de toplumun/toplulukların sadık olması gereken başlıca bir amaç değildi. Sözgelimi Afrikalı kabileler, bir yerden bir yere giderlerken, yanlarına tanrılarını alarak gitmekteydiler. Onların taptıkları tanrılar, o topluluklara kimliklerini veren; diğer topluluklardan onları ayıran ve kimliklerini sürdüren en önemli unsurdu. Burada “ülke”nin önemi yoktu. Aynı şekilde geleneksel müslüman topluluklarda da benzer bir durum söz konusu idi. Onlar da kendilerini diğer topluluklardan yaşam tarzları açısından ayırmakta olup, şahsi hukuklarını her nereye gitseler, oraya kendileri ile birlikte taşımakta idiler. Çünkü bu kanun/hukuksal normlar aynen Afrika kabilelerinde totemlerin oynadığı rol gibi, onların kimliklerini oluşturmakta idi. Bunun içindir ki, Osmanlı bu durumdan dolayı, müslüman olmayan diğer azınlık ya da dini gruplara “millet” sistemi altında kendi hukuklarıyla yaşama hakkını tanımıştı.
                Modern bir devlette, modern öncesi dönemde hayal edilemeyecek kadar, ülke; ahlaki, siyasi ve ontolojik bir öneme sahiptir. Devlet olabilmenin vasfı, sınırlarla belirlenmiş bir ülkeye sahip olmaktan geçmektedir. Böylece modern zamanlarda dışarıdan bakıldığında, herhangi bir devletin sınırlarının nerede başlayıp ve nerede sona erdiği bellidir. Modern devlet, yönettiği insanların hepsini kucaklayan bir toprak parçası olarak tanımlanıyor, kendisi gibi diğer toprak parçalarından belirgin sınır çizgileriyle ayrılıyordu. Politik düzlemde öncekinden farklı olarak, ara yöneticiler ve özerk kuruluşlar sistemine gerek duymayan, doğrudan bir egemenliği ve yönetimi söz konusuydu. Topraklarında yaşayan herkese aynı kurumsal ve idari düzenlemeleri dayatmanın yollarını arıyordu. Modern devlet gün geçtikçe kendi yurttaşlarının düşüncelerini dikkate almak zorunluluğuyla yüz yüze geliyor, yeni politik düzenlemelerde yurttaşlarına bir söz hakkı tanımak , onların pratik onayı veya faaliyetlerine ihtiyaç duyuyordu. Kısaca devlet, ülkesel olarak tanımlanan bir halkı yönetmekte ve bunu kendi toprakları üzerinde en yüce yönetim temsilcisi olarak sürdürmektedir. Böylece, devlet toplum üzerinde yasal ve meşru tek güç olup, halkla ilişkilerinde ve piyasa hareketlerinde yasal engellemeler koymak ve homojenleştirme oluşturabilme gücüne sahip bir aygıt olarak karşımıza çıkmaktadır. Artık insanlar modern öncesi dönemde olduğunun aksine, bir yerden bir yere giderken, kendi tabi olduğu hukuku da göç ettikleri ülkeye taşıyamamakta, şayet bir ülkeye gideceklerse, gittikleri ülkenin yargısını kabul etmek ve onun otoritesine tabi olmak zorundadırlar. Modern devletle, kanunlar, bireyin rızası olsun ya da olmasın devletin sahip olduğu ülke üzerindeki her insanı bağlamakta ve gelecek olan insanlar için de bu kanunlar bağlayıcı olmaktadır. Devlet ülkesindeki her insan üzerinde belirlenen rasyonel normlar çerçevesi içerisinde otoritesini uygulamaktadır.
Modern bir devlette vatandaşlık genelde, o ülke sınırları içerisinde doğmakla kazanılan bir durumdur. Ancak, devletin koruması ülke içerisinde bulunan herkese, ister vatandaşı olsun ya da olmasın uygulanmaktadır. Oysa, modern öncesi döneme baktığımızda ise, aynı genel tutumu görmek mümkün değildir. Sözgelimi Antik Yunan’da devletin koruması, mesela Atina şehir devletinde, sadece siyasi imtiyazı olan vatandaşlara ya da vatandaş kavramını hak edenlere veriliyordu. Onun dışındakiler ise ancak vatandaş bir hami bularak devlet koruması ve güvenliğine sığınabiliyordu. Feodal dönemde ise, koruma ya da hak talep etme soylulara aitti. Halbuki minimum düzeyde de olsa, yasal yönden bütün herkesin ülke sınırları içerisinde fiziksel koruması garanti altına alınması sadece modern devletledir. Modern devletle, devlet, artık eski konumunda olmayıp, otoritesine sahip olduğu ülke sınırları üzerinde vatandaşlarının ortak kimliğini de tanımlamaktadır. Kimlik tanımlamasını modern öncesi dönemde olduğu üzere, belli bir etnik ya da ırki kavimden yola çıkarak yapmamaktadır. Mesela, Amerika, Amerikalıların yaşadığı yer demek değildir. Daha ziyade ister Amerikan olsun ya da olmasın Amerika’da yaşayanlar demektir. Bu bakımdan modern devleti tanımlarken, illa da ırki veya etnik bir temelden hareket gerekli olmayıp, bunun dışındaki gerekçelerden yola çıkılarak da modern devlet tanımlaması yapılabilmektedir. Nitekim ırki veya etnik bir temeli olmayan, sadece göçmenlerden oluşan modern devletler vardır. Önemli olan “ülke”nin siyasi temsilidir.
Modern öncesi dönemde bireyler; etnik, dini, sosyal ve ülkesel olarak bir çok kimliklere sahip olabilirken, aynı zamanda kendilerini birkaç kollektiviteye ait görebilirlerdi. Nitekim bu kimlikler ortak yaşamın zorunlu özelliği olarak kabul edilmiş ve varoluşları yöneticilere itaat koşuluna bağlanmıştır. Oysa modern devlette vatandaşların/bireylerin yine bu kimliklere sahip olmasında bir beis görülmezken devletin kendi katında imtiyaz verdiği, bunların üzerinde oluşturduğu kimlik, ülkesel kimlikti. İmtiyaz verdiği ülkesel kimlikle, bu farklı kimliklere modern devlet eşit mesafede durabilmiş, otoritesini ülke içine eşit yayabilmiştir. Aksi halde, devletin modernliğinin zemini ortadan kalkar. Bu yüzden modern devlet, üç açıdan zorunlu görülmektedir. İlki, her birey-vatandaş devlete ait olup, hiç kimse o devletin müsaadesi olmaksızın, ülkeden ayrılamaz veya ona dahil olamaz.Yargı herkese aynen uygulanır. Modern öncesi dönemlerin aksine, insan ilişkilerini ve faaliyetlerini ülkeselleştirmekte ve totalize etmekte ve onlar arasındaki ilişkilerde tüm boyutları devletin kendisi vermektedir. İkinci temel özelliği ise, önceki dönemlerde var olan hükümet ve toplum birlikteliği hususunu ayırmaktadır. Bunların ikisi arasında modern devlet yeniden ilişki kurdurmakta ve tanımlamaktadır. Devlet, hem toplumdan hem de hükümetten ayrı tutulmaktadır. Devlet, toplum ve hükümet arasında aracı konumuna getirilmiştir.
Sosyal olarak soyutlanmış ve şahsileşmemiş olan modern devlet, kendi farklı dili ile (kanun dili) konuşmaktadır. Modern devlette kanunlar sosyal kontrolün bütün biçimlerinden soyutlanmış ve kanunlara ayrı ve tek bir statü verilmiştir. Modern devletin temel vazifesi düzeni değil, kanuna dayalı düzeni kurmak ve onu sürdürmektir. Yani düzen kanunlara itaatle ya da uyarlanarak sağlanır. Zira modern devlet hukuki ve şahsi olmayan bir kurum olup, kanunlar bu açıdan ifade edilmektedir. Modern devlette sadece vatandaşların kanunlara itaati talep edilmemekte, devletin de  kanunlara karşı itaatkar ve saygı göstermesi istenmektedir.
Sosyal yönden soyutlanmış olan modern devlet, zorunlu karşıtı gibi, sosyal yönden soyutlanmış bireyler talep etmektedir. Modern devlet; sosyal statü, etnik, bölgesel, dini ve diğer kimliksel ve ekonomik durumlar gibi faktörleri göz önüne almayarak, bütün bu unsurları tercih ve isteklerinde kendi kendilerinin belirleyicisi birer araçlar olarak tanımlamaktadır. Zira modern anlayışa göre, bütün insanlık bu tip özelliklere sahip olup, bunlardan dolayı insanlar arasında farklı muamelelere tabi tutulmalarının doğru bir anlayış olamayacağından, herkes devlet katında eşit kabul edilmektedir. Herkes için bir kanun olup, hiç kimse onun dışında ya da üstünde değildir. Bunun için herkes resmi haklarını modern devlette eşit olarak kullanır, ya da kullanması gerekir. Çünkü eşitlik soyut yönden tanımlanmıştır. Dolayısıyla modern devlet çok iyi organize olmuş, etnik, dini ve diğer tür farklılıklara sahip toplulukların varlığından oldukça huzursuzluk duymaktadır. Bunların iyi organize oluşu, eşitlik ilkesinin tam olarak tatbikini güçleştirebilir. Devletin modern karakterinin ortadan kalkmasına yol açabilir. Bu karakterin ortadan kalkmaması için ve ayrılıkların ortadan kalkabilmesi, ancak eşitlik ilkesiyle mümkün olmaktadır.
Modern devlet yaptığı her faaliyette uygun yatırımlar kullanarak kanuna dayalı düzenini ve varlığını temin etmek zorundadır. Vatandaşlarına dönük olarak, yasal sınırlar dahilinde bir takım talepler için vatandaşlarını ikna edebilir. Halkın isteğini etkileyebilir, hatta kendi gücünü halkı manipüle etmede kullanabilir. Gerektiği zaman yasal çerçevede güç kullanabilir. Çünkü güç kullanımı, onun yasal çerçevede konuşma hakkı demektir. Topluca bir bütün olarak vatandaşlarının adına hareket etmesinden dolayı, onlardan itaat etmeleri hakkını kendinde bulabilmektedir. Modern öncesi dönemdeki politikaların aksine güç kullanma otoritesi merkezileşmiş ve modern devlet içinde toplanmıştır.
Kısaca modern devlet ülkesel olup, sosyal olarak soyutlanmış, şahsileşmemiş ve egemendir. Otoriteyi kullanmada otonom kurumlara sahip bir bütün olarak toplum adına hareket eden ve kanuna dayalı düzeni sürdüren devlettir. Genelde modern olan devletler, ülkelerindeki çeşitli halkları, riskli de olsa bir arada tutmak arayışı içerisindedir. Bu konuda fazla hassas olan devletler, ülke içerisinde çeşitli kimliklere ve farklılıklara sahip olan toplulukları başka bir modern devlet örgütlenmesi anlayışı (ulus-devlet) içerisinde toplamaya, farklılıkları eritmeye, hatta farklı olan bazı inançları ve azınlık dillerini yasaklamaya çalışmıştır.
Ulusalcı ve ulusalcı olmayan devlet karşılaştırması tartışılan konulardan biridir.Ulus-devlet anlayışına göre devlet; vatandaşlarının gönlünde ve fikriyatında derin köklere sahip, moral ve duygusal olarak onların devleti olup, soyut, şahsi olmayan ve resmi bir konumda değildir. Devlet, sadece yasal ve siyasal yönden düşünülmemekte, onun manevi yönü de olup, vatandaşlarının sadece maddi çıkarlarını geliştiren değil, ahlaki ve manevi yönden de onları tatmin edendir. Otoritesi, bireyselleşmiş ve tek tek  bireylerin rızasının toplamıyla değil, toplumun organik ve kollektif isteğiyle oluşmuştur. Bu durum ulusalcı görüşte, meşruluk ve otoritenin tek kaynağıdır. Zira, burada da vatandaşlar ortak manevi özü ya da yaşamı paylaşmakta, kendilerini bütün “bir” olarak düşünmektedirler. Devletin birliği ulusun birliğine dayanmaktadır. Burada devlet ve ulus özdeş olmaktadır. Gerçekten de kavram olarak ulus, ne halkla kendi simgesi arasında, ne de halkla devlet arasında hiçbir ara boşluk bırakmaz. Ulus tek-türdenleştirici, tek ve aynı olma isteğinin damgasını taşıyan bir birliktir. Bu bakımdan sadece cemaat çeşitliliğini değil, aynı zamanda oluşum olarak bir merkez etrafında örgütlenmiş toplumun da çatışmalı özelliğini yadsır. Ancak, ulusal bütünlüğün homojenleştirici eğilimi sadece dağınık kalabalığı hedef almaz. Ulusal özellikler sadece devletin vesayeti altında olduğundan, toplumsalı da bir daha bozulmayacak biçimde istikrara kavuşturma eğilimindedir. Bununla birlikte, devletin ulusla özdeşleşmesi eğer bir karşı ulusalcılık yaratma riski taşıyorsa, devletin modernleşme süreci bu riski çok daha büyük bir ihtimal haline getirmektedir. Zira bu süreç, temel olarak yazılı “ulusal dil”in varlığı münasebetiyle o devlette yaşayanların homojenleşmesi ve standartlaşmasını içermektedir.
Devlete bakış yönünden ulusalcılar, sosyal ve siyasal kurumları diğer devlet teorilerinden oldukça farklı görmektedirler. Onlar için her vatandaşın bileceği veya öğrenmesi gereken ortak dil çok önemlidir. Çünkü ortak dil; milli şuur, milli ruh, milli kimlik’in ifadesinin aracıdır. Ulusalcı olmayan devlet teorileri için, paylaşılan kültür kamusal alanla (ülke) sınırlı olup, siyasi rekabete ve değişime tabidir. Ulusalcı görüşte devlet, hayatın bütün alanlarını kapsamakta ve ontolojik temelde olup, yaşam tarzını veya milli ruhu yansıtmaktadır. Ulusalcı olmayan görüşte ise, devlet, yasal ve en iyi ahlaki bir topluluk olup, eğitimli bir ahlaki mekanla vatandaşlarından ayrılır ve onların ahlaki özgürlüklerine karşı saygılıdır. Ulusalcı görüşte devlet, tabiatında ruhani, hatta hemen hemen dini olup, vatandaşlarının sivil alandaki çoğu oluşumunu cezalandırmaktadır. Burada devlet kimliğin kaynağıdır. Ayrıca sıradan ve ahlaki kısıtlamalardan muaftır. Haliyle en iyi örneğinde demokratik bir ulusal devlet kurmak varken, en kötü örneğinde ise tek halk, tek devlet, tek şef adına totaliter bir iktidar yaratmak için, yapay bir biçimde oluşturulmuş bir halk fikrine çağrıda bulunan modernleştirici, otoriter ve ulusalcı bir devlet karşımıza çıkar . Ulusalcı olmayan görüşte devlet, geniş bir aile iradesi olmayıp, kan ve soy bağı ile ilgili hiçbir eylemde bulunmaz ve prensip olarak da dışarıdakilere kapıları açıktır. Ulusalcılar ise kan ve soy bağına yatırım yapmakta ve özerk ve gayrı şahsi yapısı dışlanma yoluyla belirlenmektedir. Zira ulusalcı görüşte ulus, fertleri bir araya getiren bir zincir olup, ruhaniyatı bu zincirden bütünüyle hariç tutmaktadır. Her ulusalcı, ulusun kökeni ve tarihinden izler taşımakta olup, zaman ve mekan içinde ulusun tekliği veya kimliğine devamlı vurgu yaparak ulusun ezeli bir geçmişten kaynaklandığına ve daha da önemlisi sınırsız bir geleceğe doğru kesintisizce ilerlediğine inanır.
Genelde ulus-devletin özellikleri şu şekilde sıralanmaktadır:
“İlk olarak, ulus, homojen kültürel bir birim olup farklı adet, sosyal uygulama, ahlaki değerler, bireylerarası ilişki tarzları, dil, ritüeller, mitler, mizacı özellikler, ortak bir anlamlar sistemi, doğal bir anlaşma zemini, ortak bir hissiyat vb. ile karakterize edilmektedir. Ayrı bir kimlik ya da bireyselliğe sahip olduğu gibi, diğerlerinden kesin bir tarzda ayrılmaktadır.
                İkinci olarak, ulus belli bir tarzda vatandaşlarına şekil vermekte ve onları kuvvetli bir tarzda dönüştürmeye çalışmaktadır. Onları özel bir kimlikle donatmakta, şahsiyetlerini oluşturmakta ve yaşamlarına bir anlam vermektedir. Her ne kadar ulus, vatandaşlarının içinde ve onlarla var olsa da, ontolojik olarak (özel kimlik vermek vs.) bunlara öncül ve aşkındır. Hatta bunların ulusa bağlı olduğunu söylemek mümkündür. Ulusalcı yazarlara göre, ulusal kimlik, diğer kimliklerin temelini oluşturup, onlardan daha üst bir kimliktir.
                Üçüncü olarak, ulus özel bir ülkeye (vatan, anayurt), yeryüzü evine bağlı olup, birey-şahıs onunla ilişkilidir. Ulus ve ülkesi iç içe geçmiş olup, biri diğerine bağlıdır. Ülkenin ulustan mahrum olması, fiziksel ve kültürel bütünlüğünün bozulması demektir.
                Dördüncü olarak, bir ulusun bireyleri; kan bağıyla, evlilik ilişkileri, akrabalık ve ortak bir soyla birleşmektedirler. Geniş bir aile gibi ulusun üyeleri aynı etnik ya da kültürel birikime ait olup, birbirlerine karşı derin bir sadakat ve dayanışma bağı ile bağlanmışlardır.  Kendilerinden öncekilere (yani atalarına) derin bir hürmet/saygı duymakta ve onların mirasını korumayı bir vazife bilmektedirler. Ülkelerini anavatan ya da atayurt olarak görürler ve ona çok sadıktırlar.
                Beşinci olarak, bir ulusun üyeleri, kendilerinin kim olduğu ve nasıl meydana geldikleri konusunda kuvvetli bir aidiyet hissiyatı ile tarih boyunca nasıl geliştiklerine dair ortak bir düşünceyi paylaşırlar. Homojen ve birbirine bağlı “biz”i oluşturup, birlikte yaşama isteği kuvvetlendirilmekte, böylece birbirinden farklı ve düşman olmayan bir toplum yaratılmaya çalışılmaktadır” (Parekh, 1995: 33, İnternetten,).
 Ozan Erözden, ulus-devletin unsurlarını ve yapısal çerçevesini şöyle dile getirir ; “Ulusun içsel unsurları dil, din soy ile kültür ve tarih birliği , dışsal unsur ise, düşman imajıdır. Bir insan topluluğunun ulus oluşturabilmesi için dil birliğine sahip bulunması gerektiği, bir çok ulusçu düşünür tarafından savunulmuş  ve neredeyse genel bir kanı haline dönüşmüş bir önermedir. Anderson, Amerikan kıtasında ortaya çıkan ulusçuluk hareketlerini Avrupalı benzerlerinden ayıran en önemli özelliğin , Avrupa’daki ulusçuluk akımlarında dil birliği unsurunun ağırlıklı bir yer kazanması olgusu olduğunu belirtmektedir. Hobsbawm da, ilksel nitelikte bir ulus düşüncesinin filizlenebilmesi için hiç olmazsa seçkin kitle tarafından konuşulan ortak bir dilin  var olması gerektiğini ileri sürmektedir.
İkinci unsur olarak, kültür ve tarih birliği.Söz konusu unsuru, çok genel olarak , ‘ulusal’ olarak nitelendirilen bir toplumsal grubun hafızasında yer etmek suretiyle türdeşlik bilinci yaratması şeklinde tarif etmek mümkündür.Kültür birliği düşüncesinin oluşturulması sürecinde ,güzel sanatlar alanında faaliyet gösteren sanatçıların eserlerinde işledikleri temalar yanında, ulus-devletin kuruluşundan önce yaratılmış olan sanat eserlerinin topluma sunuluş tarzı da önemli bir işleve sahiptir. Özellikle kitlelere açık bir biçimde sergilenen eserlerde ve anıtlarda, ulusal tarihe yapılan açık referansla , ‘ulusal türdeşlik’ teması işlenir.Aynı zamanda, ‘ ulusal kültür mirası’ müzelerde bir araya getirilerek , bu mirasın varlığı ,sürekli olarak hatırlatılır. Böylelikle , müzeler kanalıyla ‘ ulusal kültürel miras’ ve ‘ulusal tarih birliği’ , bir arada vurgulanır.
Üçüncü sırada ele alabileceğimiz soy birliği, ulusun belirleyici unsurları arasında en bulanık içerikte olanı , somut içerik bakımından belirlenmesi en güç olanıdır.Soy birliği unsurunun ,bulanık içeriği yanında , ulusun diğer belirleyici unsurlarından farklı bir yönü daha bulunur. Soy birliği unsuru ,henüz devlet oluşturamamış uluslarda güçlü bir biçimde vurgulanmakta; ancak , bir kez devlet halinde örgütlenildikten sonra ,genellikle , yerni hukuki açıdan tanımlanan vatandaşlık unsuruna bırakmaktadır.
Ulusun içsel unsurlarından sonuncusu , din unsurudur. Ulus  olarak tanımlanmaya çalışılan insan grubunun türdeşliğinin yoğun bir biçimde vurgulanması gerekli olduğu kriz dönemlerinde , din unsuru ,diğer dönemlere kıyasla daha etkili olarak gündeme getirilir.(Aslında ulus-devlet laiklik temelleri üzerine kurulmuş bir devlet biçimi olması yanında; din faktörünü dışlamaz ,çünkü din, insanları disipline eden bir aygıttır).
Ulus kavramının içeriğine ilişkin olarak yukarıda ele alınan dört unsur, olumlu niteliktedir. Beşinci sırada ele alınacak unsur ise, nitelik açısından diğerlerinden farklıdır. Olumsuz öğe olarak adlandırılabilecek bu öğe , ulus olarak tanımlanmaya çalışılan insan topluluğunun türdeşliğini bir düşman imajı yaratarak sağlar. Roger Dadoun’a göre, Freudçu siyaset kuramında, tüm siyasi kimliklerin ancak ‘öteki’ ya da ‘yabancı’ kavramına başvurmak yoluyla tanımladığı tezi hakimdir. Ulusal kimliğin belirlenmesinde etkili olan olumsuz öğe, ulusal kimliğin oluşmasında belirgin bir yeri sahiptir. Olumsuz öğeyi oluşturmanın ve toplumsal ölçekte benimsetmenin çeşitli yolları vardır. ‘Düşman’ imajının oluşumu , belli bir ölçüde , kendiliğinden gerçekleşmektedir. Bu oluşumdaki başlıca etken ise , ulus-devletlerin büyük çoğunluğunun bir bağımsızlık mücadelesi vermek ya da kurulmalarının ertesinde bir işgale karşı durmak zorunda kalmasıdır. Bu mücadelede karşı durulan yabancı güç, doğrudan ‘düşman’ imajını oluşturur.
Ulus-devletlerin yapısal unsurları ,ülkesel bütünlük ve siyasal bütünlüktür. Siyasal  bütünlük unsuru , ulusu oluşturan bireylerin yurttaşlık sıfatıyla donatılarak siyasi yapıya dahil edilmesiyle birlikte ulus çerçevesi içinde bütünleştirilmeleri işlemini de kapsamaktadır. Ulus-devletin kurgulanışında ülke, oldukça değer yüklü bir kavram olan ‘vatan’la eşanlamlıdır.
Sınır kavramı kutsal bir içerik edinen vatan kavramıyla bütünleşerek , ulus-devlet çerçevesinde özel bir anlam ifade etmeye başlamıştır. Ulus-devlet kurgusu içinde ulus ile ülke , vatan arasında ideolojik bir ilişki yaratılır ve vatan kavramı kurgunun bir parçası olarak bütünün içine yerleştirilir. ‘Sınır’ lar da , bütünün içinde yer alan  vatanı çevreleyen çizgiler olarak dokunulmazlık ve kutsallık kazanır.
Avrupa merkezli ulus-devletlerde , ulus-devlet ve buna bağlı olarak geliştirilen ‘ulus’ kurgusu , tektir. Bu kurgu içinde ulusal aidiyet , bireyle devlet arasındaki hukuki bağ olan vatandaşlık kanalıyla belirlenmektedir. Vatandaş sıfatıyla ulusal bütüne dahil edilen bireyler , vatandaşlık sıfatının kendilerine sağladığı siyasal haklarla , ulus-devletin oluşturduğu siyasal bütünün bir parçası haline getirilmektedir.” (ERÖZDEN, Ozan, “Ulus Devlet”, Dost Kitapevi, 1997, S. 104-121).
Ali Yaşar Sarıbay’a göre Batı Avrupa toplumlarında ulus-devlet kurma süreci dört aşamada tamamlanmıştır:
“Birinci aşama,15. yüzyıldan Fransız Devriminin yapıldığı 18. yüzyıla kadar çok uzun süreyi kapsar ve devletin oluşumunu içerir. Bu aşamanın ortaya çıkardığı önemli sonuç, seçkinler düzeyinde ekonomik, politik ve kültürel açıdan bütünleşmenin gerçekleşmesidir.
İkinci aşama , kitlelerin giderek artan oranda sisteme dahil olmasını ifade eder. Bunda asker ocağının , okulun, yeni kitle iletişiminin merkezin seçkinleriyle kenar arasında teması sağlayan kanallar olarak oynadığı rol etkili olmuştur. Bir diğer önemli etken, aynı kanalların kitleler nezdinde yarattığı yeni kimlik olgusudur. Bu yeni kimliğin , kiliseler,mezhepler veya yerel seçimler tarafından yaratılmış olan egemen kimlikle çatışma içine girmesi, ikinci aşamanın ortaya çıkarmış olduğu önemli sonuçtur.
Üçüncü aşama, toplum üyelerinin politik sistemin işleyişinde tebalıktan aktif yurttaş kavramına geçmelerini içerir. Bu, muhalefete tanınan güvencenin kurumsallaşması; temsil organları üyelerinin seçiminde daha geniş bir seçmen kitlesine hak tanınması; politik partilerin örgütlenip çıkarların birleştirilmesi ve ifadesi işlevlerini görmelerine paralel olarak gerçekleşmiştir.Bu aşamaya tekabül eden önemli iki oluşum; endüstriyel ve ulusal devrimlerin başarılması ve bunların yaratmış olduğu çatışmalardır.
Dördüncü aşama, devletin idari aygıtlarının genişletilmesine ilişkin süreci kapsar. Bu aşamada yeniden dağıtım araçlarının artması ; kamu refahını sağlamaya yönelik hizmetlerin genişletilmesi; ulusal çapta ekonomik koşulları eşitlemeye yönelik politikaların uygulanması devlet nüfuzundaki artışın göstergeleri olarak belirmiştir.
Batı Avrupa toplumlarında ulus-devlet kurma süreci, nüfuz etme (devletin belirmesi) , standartlaşma (ulusal kimliğin oluşması) , katılma (politik yurttaşlığın yerleşmesi) , kaynakların yeniden dağılımı (sosyal yurttaşlığın yerleşmesi) gibi oluşumları içermektedir. Bunlar, aynı zamanda Batı Avrupa toplumlarında uygulanan demokrasilerin de arka planını ifade etmektedir” (SARIBAY,Ali Yaşar, “Global Bir Bakışla Politik Sosyoloji” ,Alfa Yay. , 2000 , S. 91-95).
Bazı yapılan araştırmalar ulus-devletin sonunun veya gücünün azalmakta olduğunu, bunun da nedeninin globalleşme olduğunu belirtmektedirler. Held, ulus-devlet ile globalleşmenin ilişkisini beş oluşum altında belirlemektedir:
“* Etkin politik iktidarın alanı artık ulusal hükümetler olarak kabul edilemez. Bu iktidarı ulusal, bölgesel ve uluslararası düzeylerde farklı güçler ve failler (agencies) tarafından paylaşılmak, mübadele ve mücadele edilmek durumundadır.
 *  Politik kader birliği fikri, artık sadece bir ulus-devletin sınırları içinde anlama sahip değildir. Günümüzde politik toplulukların ve kader birliğinin çerçevesini karmaşık ekonomik , örgütsel ve kültürel süreçler ve yapılar belirlemektedir.
 *  Resmi devlet otoritesi ile bölgesel ve global düzeylerde devletin  ve ekonomik sistemin fiili pratikleri ve yapıları arasında giderek büyüyen kopukluklar meydana gelmektedir. Bu kopuklukların işaret ettiği önemli husus ulus-devlet yönetimlerinin kendi yurttaşları için doğru ve uygun olan politikaları uygulayacak tek mercii olmaktan çıkmaktadır.
 *  Bununla beraber, ulusal egemenlik tamamen ortadan kalkmıştır gibi bir sonuca varmamak gerekir. Ama globalleşme ulusal egemenliği , önemli alanlarda ve bölgelerde çapraz sadakatler, hakların ve görevlerin çatışan yorumları, birbiriyle bağlantılı yasal düzenlemeler ve otorite yapılarıyla makro düzeyde açık veya örtük dönüşüme zorlamaktadır.
*  Sınır problemleri de globalleşme bağlamında düşünülmesi gereken önemli bir husus olarak kendini göstermektedir. Artık geçmişte olduğu gibi ulus-devletin fizik güce dayanan bir yaklaşımla sınır problemlerini çözmek hem uygun görülmemekte hem de yasal sayılmamaktadır” (SARIBAY,Ali Yaşar, “Global Bir Bakışla Politik Sosyoloji” ,Alfa Yay. , 2000 , S.104).

Sonuç:
Herkesin zihnini meşgul eden ana problem, her biri kendi özerkliğini ve gettosunu arayan kimlikler, farklı dini ve etnik gruplar nasıl bir arada yaşayacak?
En katı anlamı ile ulus devlet anlayışında, ulus devlet her milli topluluğun yeryüzündeki en önemli değeridir. Bununla  birlikte günümüz koşullarında artık bu değerler yeniden tarif edilmektedir.
Yeni dünyada insanlar artık, ticaret, finans, mülk ve bilgi (enformasyon) yolları ile birbirlerine bağlanmışlar, sınırlar ortadan kalkmış ve ortak evrensel değerler ve kültürel modeller oluşmuştur. Yeni dünyada, bir kişiye yapılan tehdit, aynı anda herkes üzerinde etki yaratmakta ve bu da bireyleri her şeyden sorumlu hale getirmektedir. Başka bir deyişle, bir başka ülkede yaşananları, örneğin o ülkede birey hak ve  özgürlükleri ihlal edilse bile bizi ilgilendirmez yaklaşımı, 21. yüzyılda ortadan kalkacaktır.
Devletten daha yüce bir değerin varlığı ve bu değerin de insanlık olduğu gerçeği 21 . yüzyıl yeni devlet anlayışına damgasını vuracaktır. Devlet insanlara hizmet için vardır. Birey ülkesine hizmet eder ve bunun karşılığında devletten de tüm vatandaşlara aynı şekilde hizmet etmesini bekler. İnsan hakları devletlerin haklarının üzerindedir. Dolayısıyla, insan özgürlükleri devlet egemenliğinden daha yüksek bir değer taşımaktadır. Bu tespitler yaşanmakta olan genel eğilimin özellikleridir. Türkiye'de de bu çerçevede devlet-birey ilişkilerinin yeniden tarifi önem kazanmaktadır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder