Federasyon nedir? Confederasyon nedir?
Birden çok eyaletin ya da siyasal birimin, her biri kendi temel siyasal
bütünlüğünü koruyarak, tek bir merkez altında birleştiği siyasal örgütlenme
biçimine federasyon ya da federalizm denir. Federal sistemlerde bütünlük,
temel politikaların görüşmeler yoluyla oluşturulması, yürütülmesi ve böylece
bütün üyelerin, kararların alınması ve uygulanmasında söz sahibi olmasıyla
sağlanır. Bağımsız devletlerin ortak ve sınırlı çıkarlar için, iç ve dış
egemenliklerini koruyarak bir antlaşmayla oluşturdukları topluluğa ise konfederasyon denir. Konfederasyon üyeleri,
istedikleri zaman topluluktan çıkabilir, konfederasyonun yapısının
değiştirilmesi ise üye devletlerin oybirliğine bağlıdır. Üye devletler arasında
işbirliğinin sağlanması için genellikle üye devletlerin yetkili
temsilcilerinden kurulu, diplomatik nitelikte bir danışma organı oluşturulur.
Bu organda önemli kararlar oybirliğiyle alınır ve temsilciler, kendi
hükümetlerinin direktiflerine sıkı sıkıya bağlıdır.
Uluslararası
hukuk açısından konfederasyon bir devlet sayılmaz. Konfederasyona üye devletler
ilke olarak bağımsızlıklarını koruduklarından, bu devletlerden her biri yabancı
devletlerle diplomatik ilişkilerini sürdürürler. Konfederasyonun diplomatik
ilişkilerini üye devletler adına yürüten konfedere bir merkezi organı yoktur,
ayrıca bir konfederasyon yurttaşlığı da söz konusu değildir Bununla birlikte
konfederasyon, uluslararası bir kişilik taşır. Bir başka deyişle,
konfederasyonda hem topluluğa katılan üye devletlerin uluslararası kişiliği
saklı kalır, hem de konfederasyon, uluslararası kişiliğini sürdürür.
BU
YAZIDADA TURKIYENIN AVRUPA BIRLIGINE GIRMESI CERCEVESINDE KONFEDERASYON’UN BIR TANIMI YAPILIYOR
SEMİNER KONUŞMALARI
“ULUSLARARASI GÜNCEL SORUNLAR VE TÜRKİYE-AB
İLİŞKİLERİ”
Dr. Can BAYDAROL
Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi
Dr. Can BAYDAROL
Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi
Sevgili arkadaşlar...
Şimdi durup dururken Yerel Medya Eğitim Seminerinde ‘Uluslararası İlişkiler ve Türkiye-AB İlişkileri’ nereden çıktı diye düşünebilirsiniz. Çok da haklısınız, aslında pek fazla ilgi kurmak güç, ama ben de size belki kendi derdimi ifade ederken, medyanın bu anlamdaki önemini de vurgulamaya çalışacağım. Neden? Çünkü uzmanlık alanımdaki enformasyon -dezenformasyon sorunundan pek fazla yakındığım için, belki böyle gereksinimle yola çıkmıştım. Öğretim görevlerim dışında, Türkiye-Avrupa Vakfı'nın Yönetim Kurulu Üyeliği gibi bir sıfatım da bulunuyor. Niye böyle bir vakıf kurma ihtiyacı duyduğumuzu da burada ifade etmek şansım da olacak.
Yapılan son kamuoyu anketlerinden bir referans vererek başlayalım... Türkiye'de şu anda yaptığınız her türlü kamuoyu anketinde, Türk halkının yüzde 70'den fazlasının -yapılan yöreye de bağlı olarak değişebilir ama illaki yüzde 70'inden fazlasının- Türkiye'nin AB'ye girmesi gibi talebi olduğu ortaya çıkıyor.
Yine aynı kamuoyu anketlerinde sorulan ikinci soru, “AB'yi ne kadar tanıyorsunuz”dur. Bu soruya da ‘çok iyi biliyorum’ veya ‘iyi biliyorum’ diyenlerin sayısı, yüzde 2 seviyesinde kalıyor. Ben bu yüzde 2’nin de biraz abartılı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bırakın Türkiye'yi, AB'nin içerisindeki insanlar da AB'yi o kadar fazla tanımıyorlar. Yani yüzde 2'nin, binde 2 olması kaydının bile çok iyi bir rakam olduğunu düşünüyorum. Neden? Çünkü bir de benim işim çok zordur. Dünyanın en teknik işi, fakat herkesin fikrinin olduğu bir iş. O yüzden de medyanın da gözlerinin önünde yapılmak zorunda olan bir işle karşı karşıyayız. Bütün bu faktörleri alt alta yazdığımız zaman, Türkiye'de bu insanların yüzde 70'i AB'ye girmek istiyor diye bir düşünce oluştuğu zaman, hep verdiğim örnek, ‘Paris'te Eyfel Kulesi'nin arkasındaki boş araziye kafamı sokacak bir yer yapıp, Paris topraklarında köfte ekmek satmayı mı düşünüyoruz acaba’ diye de kendi kendime de sormuyor değilim. Ama AB'ye girmek bu değil... Şu andaki güncel sorunları da anlayabilmemiz için, size tek bir kavramdan bahsedeceğim: Türkiye açısından baktığımız zaman, AB’ye girmek belirsizlik ve güvensizliğin aşılmasıdır. Şöyle bir belgeye referans yapayım hemen, bundan yaklaşık 10-15 yıl önceydi, ilk uzmanlık hayatıma başladığım sıralar... Avrupa Toplulukları Komisyonlarından gelen bir belgeye göz atıyordum ve belgeye göre Avrupalılar çok üzülmüşlerdi. Niye üzülmüşlerdi? Çünkü diyorlardı ki, ‘bu Japonlar önümüzdeki yüzyılı planlayabilir haldeler. Amerikalılar fena değiller, 50 yıl sonrasını öngörebiliyorlar. Biz Avrupalılar çok geri kaldık. Sadece 25 yıl sonrayı öngörebiliyoruz.’ Belgeyi okuduktan sonra şöyle durdum, sabahtı, ‘yahu ben öğleden sonrayı göremiyorum ki’ dedim. Yani şimdi bir toplumda, hep insan hakları, demokrasi vs. çok iri laflar da kullanıyoruz. En ciddi insan hakları ihlali, görememekten kaynaklanan ihlaldir, güvensizliktir, belirsizliktir. Şimdi Tunceli'ye yatırımlar gelse ne güzel olur değil mi? Ben galiba çok politik bir evlilik de yapmış oldum. Çünkü geçenlerde Edirne’ye gittim, hemşehrilerim dedim; çünkü ben o taraflıyım. Buraya gelince de hemşehrilerim demek gerekiyor galiba, çünkü eşim buralı... Demek ki bu skala içinde baktığımız zaman, aslında Türkiye'de Edirne'nin sorunu ile Tunceli'nin sorunu çok da farklı değil. Şöyle düşünün, en gelişmiş bölge Edirne diyorsunuz, Edirne'de bir dönüm topraktan alınan buğday 200 kilogram. Hemen sınırı geçiyorsunuz, Yunanistan'da aynı topraklardan dönüm başına alınan buğday 800 kilogram. Burada neyi anlatmaya çalıştığımızın farkında mıyız? Aslında milli onurumuzu hep ön plana çıkartmaya çalışırken, kollektif aklımızı kaçırdığımız duygusuna kapılıyorum bazen. Türkiye-AB ilişkileri de böyle, bu anlamda fetiş haline dönüştürülecek bir ilişki değil, ‘Türkiye'nin gerçek çıkarı nerededir’ sorgulamasının ortaya koyduğu bir ilişki. Ve bu tartışmayı yaparken, çok iyi kavramlarda takılıp kaldığımızı düşünüyorum. Tartışmanın en önemli noktası ulusal egemenlik meselesi. Avrupa'ya girersek ulusal egemenliğimizi devredeceğiz, devrettiğimiz noktada ne olacak? Demek ki biz Avrupa'nın sömürgesi olacağız. Bu tamamen, işin temel hukuk terimlerini bilmeden yaptığımız bir tartışma aslında. Allah aşkına, ben de soruyorum, Fransa mı sömürge oldu, Almanya mı sömürge oldu, İngiltere mi sömürge oldu? Çünkü ne yazık ki Türkiye-Avrupa ilişkilerine baktığımızda, bu anlamdaki teknik bilgi yoksunluğu ve bu anlamdaki özgüven yitirme sorumluluğumuz da var. Ve işte bu sorunun cevabını çok basit anlatmaya çalışayım.
AB'ye katıldığınız gün bazı egemen yetkilerin devrinin tartışmasını yapmak lazımdır. Çünkü doktrinin birisi devrimden, bir doktrin de vekalet verilmesinden söz ediyor. Birisinde federal görüş açısı, diğerinde daha klasik bir ulus-devleti ön plana çıkartan bir görüş açısı var. Bu tartışma Avrupa'da da bitmiş değil. Ve bu devir ilişkisi içerisinde, aslında bu entegrasyonda oluşan nedir? Bir üst kimliğin oluşması, bir Avrupa egemenlik sahasının oluşması ve egemenliğin o noktada kullanımıdır. O kullanım içerisinde de katılacak olan devletler otomatik olarak o karar alma masasına otururlar ve Avrupa egemenliğine katılırlar. Yani ulusal egemenlikten devrettiğiniz alanlar, öyle sizin dışınızda, sizin denetiminizden uzak bir yerlere uçup gitmez. Aksine, siz de oradaki karar alma masasına oturmak suretiyle Avrupa'nın egemenliğini paylaşır hale gelirsiniz. Ama bunu yapabilmeniz için değiştirmeniz gereken bazı şeyler var. Nedir değiştirmeniz gereken şey? Öncelikle mantığımızı değiştirmek zorundayız, yaklaşımımızı değiştirmek zorundayız. Yani artık politikadan bahsettiğimiz zaman, o politika bizim kasabamız, köyümüz, şehrimiz değil. O politika, Avrupa'nın göbeğinin politikası. Yani biz artık Avrupalı gibi düşünebilecek miyiz, düşünemeyecek miyiz? İşte o noktada, belki biraz şu andaki tartışmalar bazında da sizlere açıklama yapmak gerekecek. Çünkü Karen Fogg meselesini de tartışıyoruz bugünlerde çok hararetli bir şekilde. ‘Gitsin, kalsın şunu yapalım, bunu yapalım.’ İyi de biz Karen Fogg'un neyi temsil ettiğinin farkında mıyız Türkiye'de, ben de bunu sormaya çalışıyorum. Çünkü Karen Fogg, gayet doğaldır ki haddini aşmış vaziyettedir. Bir diplomata asla yakışmayan lafları söylemektedir. Fakat Türkiye'de bir Allah’ın kulu çıkıp da ‘yahu bu hanımefendinin görev sahası bu değil’ demiyor ki... Çünkü burada sorun, oynadığımız alanı tanımamaktan kaynaklanan bir sorun. Yani dünden beri burada da hararetle tartışıyoruz.. Sonuçta ortaya şu çıkıyor: Şu anda Kıbrıs’la ilgili bir tartışmada en son söz söyleyecek kişi bayan Fogg... Niye? Çünkü Sayın Fogg'un o alanda bir yetkisi yok. Yani meselenin özü galiba buradan başlıyor. Şu anda kimin neyi temsil ettiğini de çok fazla çıkartamıyoruz Türkiye'de. O alanda Türkiye'nin muhatap alması gereken kişi, şu andaki dönem başkanı olması sıfatıyla İspanyol Büyükelçisidir; önümüzdeki Temmuz ayından başlayarak da Danimarka büyükelçisidir. Çünkü Danimarka’nın dönem başkanlığı başlayacaktır. Karen Fogg şu anda Avrupa Komisyonunu temsil etmektedir, şayet neyi temsil ettiğine bakıyorsak... Ve temsil ettiği birim de şu anda AB'nin teknik birimidir. Müktesebat Uyumu dediğimiz o teknik alana da geldiğimiz zaman önemlidir. Şu sıralarda kimin neyi, niye yaptığını bilmeden yaptığımız tartışmalarda, bir işe çok zarar veriyoruz diye düşünüyorum.
Türkiye-Avrupa Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi olarak baktığımız zaman, şayet o ceketi taşıyarak konuşacaksam, konuşlanmam gerekir. Nedir bu konuşlandırma, benim savunduğum şey nedir? Türkiye ile Avrupa’nın bütünleşmesidir... Bu anlamda ne Avrupa'nın avukatlığı, ne Türkiye'nin avukatlığıdır. Önemli olan, bu işin nasıl esenlikle gerçekleşeceğidir. Çünkü biliyorum ki, bu ilişkinin, en fazla ihtiyacını duyduğumuz istikrar, güvensizlik, ümitsizlik sorunlarını Türkiye'nin aşabilmesi için kilit bir rol oynamasıdır. Bu kilit rolü oynarken, bunu engelleyen pek çok faktöre karşı da tepki vermek gerekliliğinin çok önemli olduğunu da düşünüyorum.
Zaten Karen Fogg’un bu ayın sonunda görev süresi uzatılmayacak, gidecek. Biraz önce aldığım haberlere göre, bir tarafta Türkiye, ‘artık bu hanım gitsin’ diye ayağa kalktı, öteki tarafta da bu sabah Avrupa Birliği Genel Sekreteri ile Karen Fogg’un birlikte düzenledikleri 9 Mayıs kutlaması yapıldı ve biraz önce de galiba Cumhurbaşkanı'nın verdiği yemekte yer aldı. Şimdi burada kafalar çok karışıyor. Niye çok karışıyor? Çünkü ne yazık ki ne yaptığımızı biz de pek fazla bilmiyoruz gibime geliyor. Ve hemen şunu söyleyelim: Bugün Türkiye-Avrupa ilişkilerine benim görüş açımdan bakarsanız, özetleyecek iki ufak kelime var... Karşılıklı güvensizlik diyebileceğim bir kelime. Ve o açıdan da şu periyodun, esasen güveni yeniden yaratma periyodu olarak harcanması gerekiyor. Nedir karşılıklı güvensizliğin ayakları? O taraftan bu tarafa bakıldığında, Avrupalı gözüyle Türkiye'ye bakıldığında, bu demokratikleşme, insan hakları, hukukun üstünlüğü vs gibi konularda, ‘Türkler hep söz verirler, hiç yerine getirmezler’ bakışı hakim. Bizden Avrupa'ya baktığımızda ise ‘biz ne yaparsak yapalım, bunlar nasıl olsa bizi almayacaklardır’ görüşü hakim. Şimdi o yüzden, içinde bulunduğumuz bu altı aylık periyod belki de bugünden başlayarak yıl sonuna kadar, -ki o kadar da vakit olduğunu sanmıyorum- Ekim ayını esas hedef almak lazım. AB'nin bu alandaki teknik raporunu hazırlayacağı tarihe bakmak lazım. Şu açıdan çok önemli: Güvenin tekrar tazelenebilmesinin anahtar bir kavramı var. Tam Üyelik müzakeresinin başlatılması... Ya da en kötü ihtimalle, bu müzakerelere bir tarih verilmesi Türkiye'ye ki, Türkiye bugüne kadar yaptığı, kağıt üstünde kalan veya yansımayan, hala o güvensizlik üstünde bir türlü somutlaşamayan işleri daha cesaretlenerek yapabilsin. Yani şu anda içinde bulunduğumuz periyodun hassasiyeti buradan geçiyor. Uluslararası ilişkilerdeki en temel kritik sorun buradan şekilleniyor. Başka bir yanlış metodolojik sorun olduğunu da düşünüyorum. Biz bir fotoğraf karesi çekip, o fotoğraf karesinin doğru olduğuna kendimizi ikna edip, o kare üstünde konuşmaya başlıyoruz. Ama burada bahsettiğimiz şey bir entegrasyon süreci, yani bir film şeridinden bahsediyoruz. Öylesine bir film ki, o filmin sonunu şu anda Avrupalılar da göremiyorlar. Neyi göremiyorlar? Şu sıralarda tartışmaya başladıkları Avrupa Konvansiyonu... Neyi tartışıyorlar?
Şimdi gelin, Türkiye'deki bu demokratikleşme falan filan gibi lafları Avrupa gözüyle incelemeye çalışalım. Öncelikle tartışmaya çalıştıkları şey, Avrupa'nın bir Anayasası olsun mu? Yani Avrupa kendisine vatandaşını daha yakın hissettirecek bir Anayasa içinde olmalı mı? Peki Avrupa'nın Anayasası yok mu? Var... Yani bütün kurucu antlaşmalar, Avrupa topluluklarını oluşturan bütün antlaşmalar, Maastricht Antlaşması, daha sonra ortaya çıkan Amsterdam Antlaşması ve işte şu sıralarda İrlanda engeli aşılabilinirse yürürlüğe girmesi beklenen Nice Antlaşması... Bütün bunlar aslında AB'nin bir anayasal düzeni olduğunu söylüyor. Fakat ne söylüyor? Bu uluslararası antlaşmalar diğerlerinden farklı, bunlar yürürlüğe girdikleri gün başka bir hedef koyuyorlar ve bu hedef çerçevesinde geleceği planlıyorlar. Kurumlar oluşturuyorlar, onlara yetkiler, sorumluluklar verip hesap soruyorlar.
Şunun da altını çizeyim, AB kurulmadı. Yani Türkiye'deki sürekli yaptığımız yanlışlardan birisi de bence o. Benim açımdan şu anda üçte bir AB var. O da insanların, Avrupalının cebine giren para ile Euro olarak anlattığımız üçte bir AB var, üçte iki AB daha yok ortada. Ortak dış politika ve güvenlik politikası yok, olacağa da benzemiyor bu gidişle. Çünkü 11 Eylül sonrası dünya koşulları içerisinde bu iş biraz sarpa sarıyor. Keza onun adli alanları ve içişleri alanı var. Orada da büyük tartışmalar var, orada da gerçek anlamda bir ortak politika veya ortak işbirliğine gitmeleri çok güç gözüküyor. Biz olmuş-bitmiş bir AB'den bahsederken, Avrupalılar da bunu nasıl halledeceklerini tartışmaya çalışıyorlar ve bunu yeni bir anayasa konseptinde yapabilir miyiz diye tartışırken, konuyu çok tarihi bir ayırım noktasında tartışıyorlar. Çünkü belki bu bölgelerde de çok heyecan uyandıran, bu bölgeler politikası gibi politikaların olup olmayacağı temelinde yer alan bir ilkeyi de tartışıyorlar. ‘Etkinin ikamesi’ diye Türkçeleştirebileceğimiz bir şeyler tartışıyorlar. Aslında tartıştığı özne, ‘Avrupa Birliği bundan sonra bir federasyon mu olacak, yoksa bir konfederasyon mu olacak’ tartışması. Federasyon... O, bölgeler komitesi, bölgesel politikaları ön plana çıkartan, ulus devleti biraz daha küçültmeye yönelik bir yaklaşım, ama işin temeline indiğiniz zaman karşı karşıya geldiğiniz konsept, biraz önce söylediğim ‘yetkinin ikameselliği.’ Peki bu ne? Bu, Alman idari hukukunun örgütlenmesinin, yani Protestanlığın Vatikan'da yaptığı yetki çalışmasından beri gelen bir ilke. Peki şu andaki Avrupa Hukuku nasıl bir şey? Fransız idare hukuku esasına göre örgütlenmiş ve bugünkü düzeye gelmiş bir şey. Siz sanıyor musunuz ki bu kavga, bu tartışma, Fransız-Alman tartışmasının bu kadar kolay halledilip, AB'nin geleceğinin bugünden belirlendiği, federasyon olacak, konfederasyon olacak diye bittiği bir dönem. Yok böyle bir şey... Peki Türkiye nerede bu tezlerde, biz bunu tartışıyor muyuz Türkiye'de? Hayır... Biz neyi tartışıyoruz? Aldılar, almadılar, girdik girmedik. Yahu bizim Avrupa'nın geleceği konusunda Türkiye'yi ön plana çıkartarak kendimize bir bakış açımız var mı, şu şöyle olsun falan diye bir önerimiz, bir kendi içimizde yaptığımız tartışma var mı? Hayır... Biz sadece, AB'deki bir takım gelişmeleri yakından izlemeyi, sadece ‘o onu söyledi, bu bunu söyledi’ mantığı ile yapıyoruz. Bizim orada yerimiz şu anda yok. Neden? Çünkü bizim, biraz evvel bahsettim, Avrupa'nın egemenlik sahasına oturmak gibi bir derdimiz var. Şayet ‘ben Tam Üyelik istiyorum’ diyorsanız, o egemenlik sahasına oturduğun zamandan itibaren de o geleceği tartışmak için getireceğiniz birtakım şeylerin olması gerekiyor. Bizim burada ciddi sorunumuz var.
Dikkat ederseniz kamuoyu anketlerinden bahsettim. Şimdi bir anket sonucu daha vereyim size. Türkiye'deki demokrasiyi sorduk. Türk halkının yüzde 4'ü Türkiye'deki demokrasiden çok mutlu. Yüzde 8, ‘eh, idare eder’ diyor. Demek ki bunun tersten yorumu, Türkiye'deki insanların yüzde 88'i şu andaki demokrasiden memnun değil. Yine ankete katılanlara sorduk, ‘Avrupa'daki demokrasi hakkında ne düşünüyorsunuz’ dedik. Yüzde 35 çok mutlu çıktı. Yüzde 40 küsur da ‘iyi bir demokrasileri var’ dedi. Yani Avrupa'daki Türk insanlarının, Avrupa'ya baktığı zaman oradaki demokrasiyi beğenme oranları yüzde 80 civarına yaklaşıyor. Tamamen Türkiye'deki bakışın tersi gibi bir durum söyleyebiliriz. Peki şu anda Avrupa'da tartışılan en ciddi sorulardan birisinin demokratik meşruiyet eksikliği sorunu olduğunun farkında mıyız? Çünkü AB, şu andaki oluşumu itibariyle demokrasi sorunu yaşıyor. Hem de bugünün sorunu değil bu. İlk Avrupa Topluluğu kurulduğu ve ilk egemen yetkinin devredildiği gün itibariyle. Neden? Çünkü yine teknik olarak bakarsanız, oradaki yasa koyucu Bakanlar Konseyi, yani doğrudan doğruya hükümet temsilcilerinin yer aldığı kurum. Avrupa Parlamentosu kısmen o yasama sürecine dahil edildi, ama hala esas yasa koyucu rolü Bakanlar Konseyinin. Peki bu Bakanlar Konseyi üyeleri kendi ülkelerinde ne yapıyorlar? Yasaların denetimindeler... Yani demokratik sorun, yasama organını millet denetleyecek, yasama, yürütmeyi denetleyecek, yargı da bağımsız şekilde bu sistemi bütünleştirecek. Ama o yürütme organı... Avrupa Birliği meseleleri ortaya çıktığı zaman, yasa koyucu; bir de egemen yetkinin ulusal kontrolden çıktığı alanlarda ve kimseye karşı da sorumlu değil. Orada bir denetim sorunu var. Avrupa Parlamentosunun yetkilerini artıralım o zaman. Artırdığınız taktirde, bu sefer karşınıza çıkacak olan sonuç nedir? Federasyon mu, konfederasyon mu tartışmasını bitirmeden asla söyleyemeyeceğiniz bir şeydir. Ve biz ne yapıyoruz? Şu anda Avrupa Parlamentosunu Türkiye olarak tanıyoruz. Sanki Avrupa Parlamentosu, o çok demokratik AB çalışma sisteminin en önemli yasa koyucu organı vaziyette. Ve işte bakıyoruz, bazı sendikalarımız Avrupa Parlamentosu'nun çıkarttığı ve hiçbir yasal niteliği olmayan, yasama niteliğine sonuç olarak da etkisi olmayan belgeleri alt alta yazarak, ‘işte Avrupalılar bunlardır, Türkiye'yi zaten istemiyorlar, o zaman biz de buna göre bunu yapalım’ gibi, tamamen gerçek dışında bir saptırma ilişkisine geçiyor. Ve işte tahmin ediyorum, basına düşen en büyük görevlerden birisi, artık bu tür alanlar söz konusu olduğu zaman, haber gazeteciliğinden, manşet gazeteciliğinden, biraz daha yorum yapabilme yeteneğine sahip bir gazetecilik anlayışına da geçmek için adım atmak gereği ortaya çıkıyor.
Avrupa'da başka ne tartışılıyor? insan hakları tartışılıyor, Avrupa'da başka sosyal haklar tartışılıyor. Ve öylesine bir tartışma ki, bence Türkiye-Avrupa ilişkilerinin ötesinde, Türkiye'nin geleceği açısından da çok önemli bir tartışma... Neden? Şu anda yine Avrupa'ya bakıyorsunuz, Avrupa'da her tarafta aşırı sağ partilerin büyük oylar aldığını ve buna bağlı olarak da Türkiye'nin gelecekteki şansının ne olup ne olamayacağı tartışmasını yaptığımız bir periyod. Peki Avrupa'daki sağ niye bu kadar yükselmeye başladı, özellikle aşırı sağ? işte Le Pen, Hollanda'da yaşanan olaylar, İngiltere vs... Ve bu önümüzdeki seçim döneminde de büyük olasılıkla yansımaları bulunacak Avrupa'da. Orayı incelediğimiz zaman şunu saptamak zorundayız ve Türkiye- Avrupa ilişkileri açısından da belki o saptamayı yapmak zorundayız: Bizim biliyorsunuz, Avrupa ile ilişkilerimizde temel anlaşma, 1999 Helsinki Zirvesine kadar ilişkileri düzenleyen anlaşma, Ankara Anlaşması, Ortaklık Anlaşması. 1999'dan sonrasına girmeyeceğim, çünkü sevgili Muharrem Sarıkaya Helsinki sonrasındaki gündemi aktarmaya çalışacak size. Ama küçük bir teknik ayrıntıyı size hemen belirtip, başka bir değerlendirmeye geçeyim. 1999 Helsinki Zirvesinde Türkiye ilk kez AB'ye aday olmadı. Neden? Biz 12 Eylül 1963 Ankara Anlaşmasının 28. maddesi uyarınca, o Anlaşma yürürlüğe girdiği günden beri adaydık. Ama nasıl bir adaydık? 28. Madde anlamında bir adaydık. 28. Madde ne diyordu? “Türkiye AET'den kaynaklanan yükümlüklerini yerine getirebilme kapasitesinde olduğunu kanıtladığı gün, Türkiye ile AET arasında tam üyelik müzakerelerinin başlanması olasılığı incelenir.” Yani iki tane varsayım... Bir, kanıtlayacaksınız, bir de onlar ‘eh bir bakalım, inceleyelim işte olabilir mi, olamaz mı’ diyeceklerdi. Türkiye açısından Ankara Anlaşmasının bu yüzden tam üyelik garantisi dediğimiz hedefi aslında biraz pamuk ipliğine bağlı bir noktaydı. 1999'da Helsinki 'de deklare edilen adaylığımız ise Ankara Anlaşmasının dışında bir adaylık ilişkisidir. Yani o anlamda diğer adaylarla, Kopenhag Kriterleri anlamında aday kabul edildik. Yani orada bir ikinci yola geçildi. Helsinki'nin önemi o... Yoksa Helsinki'de, benim saydığım kadarıyla, tarihte onuncu kez falan Türkiye'ye ‘adaysın’ dediler. Onun dışında çok da bir şeyi yok... Ama dikkat edin, Ankara Anlaşmasının, Yedinci Dönemdeki Avrupa Topluluklarının veya o günün AET'sinin altı ülkesinin ekonomik yapısı ile 2000'li yıllara girerken yaşadığımız ekonomik yapının farklılaşması söz konusu. Nedir o? Dönemin Almanya’sına bakın... Tahmin ediyorum herkesin bir yakını Almanya'da. O günün Almanya'sının ihtiyacı, ağır sanayi toplumumun ihtiyacı. Emek, düz emek ihtiyacı var. Bugünün Almanya’sı başta olmak üzere baktığımız zaman, yapısal bir ekonomik dönüşüm içindeler. Ne yapıyorlar? Kendi sanayilerini yurtdışına gönderiyorlar ve kendilerini özellikle araştırma, geliştirme, teknoloji üretme, bilgi toplumu olmaya yönelik yeniden bir hizmet sektörü yoğunluklu olarak örgütlemeye çalışıyorlar. Bunun yarattığı sonuç ne? Bunun yarattığı sonuç, eski işlerin kaybolması, konvansiyonel işlerin yok olması, emeğe duyulan ihtiyacın bitmesi. Emek o anlamda düz, niteliksiz emek... Ne olmalı? Gidilen o fabrikanın gönderildiği yerde kalmalı ki, o üretime devam edebilsin. Kendi topraklarında bunun sonucu nedir? Son 15-20 yıla dayanan esas istatistiklere bakarsanız, yüzde 10'un üstünde işsizlik sorunu... Bir başka sorun da gereken açıdan bakarsanız, yeni iş alanlarında çalışacak kalifiye adam bulamama sorunu. Ve bir başka büyük sorun daha, genişleme dalgasıyla da halledemeyecekler, yaşlanma sorunu... Üç sorunu alt alta yazdığınız zaman, bugünün Avrupa ekonomisindeki tıkanıklıkların siyasi ve sosyal hayata yansımadığının bence temel nedenlerini oluşturan sorunlar. Ne oldu, niye bu saha bu kadar yükseliyor? Çünkü oradaki Alman düz işçisi de işsiz, Fransız düz işçisi de işsiz ve doğrudan doğruya bu işsizliğin faturasını ekonominin yeniden yapılanmasına değil, orada çalışmaya gelen yabancılara çıkartmaya başladılar. Irkçılığın, yabancı düşmanlığının yükselmesinin temel motifi burada.
Peki şimdi Avrupa ne yapmaya çalışıyor? 1997'deki Lüksemburg Zirvesinden bu yana yeni bir sosyal politika ortaya koyup, bu hedef doğrultusunda sürekli eğitimi ön plana çıkartan ve insanları sürekli istihdam edilebilir hale getirmeye çalışan yeni bir sosyal politika yaklaşımında. Peki biz Türkler ne yapmalıyız? Durum bu, biz Türklerin yapması gereken çok basit: Bizim şu andaki en büyük potansiyelimiz, aslında genç nüfusumuzdur. Ama bugünkü haliyle değil, eğitilmesi kaydıyla genç nüfustur. Nasıl bir eğitim? Oradaki ihtiyaçlara, ekonominin yeniden yapılanma ihtiyaçlarına yönelik, oradaki sosyal politikaların ne olduğunu çok iyi inceleyip, onlara göre bir entegrasyonun bugünden yarına asla olmayacağının bilincinde olarak, bu konuya, AB'ye girdiğimiz gün herkes çantasını toplayıp, ‘nasıl olsa Almanya'da bir yere kafayı sokarız’ mantığı ile bakmayıp, bu eğitim seferberliğini ön plana çıkartarak, yeniden yapılanmasını sağlayarak, yapılacak bir ilişki konusunda karşı tarafla oturup bunun pazarlığını yapmak... Yoksa sabah akşam didişmek, itişmek, kakışmak, aldınız-almadınız... Bunları, son derecede soyut ve son derecede vakit kaybettirici işler olarak düşünüyorum.
Bu anlamda, son dönemde yaşadığımız gelişmeleri, önce Karen Fogg mektupları, daha sonra Karen Fogg’un yaptığı patavatsızca açıklamaları... İlk mektup meselesinden sonra daha da netim o konuda, bu, Vakfı bağlamaz, tamamen benim kişisel düşüncem, ama ben Sayın Fogg’un Türkiye'deki varlığının Türkiye-Avrupa ilişkilerine zarar verdiği kanaatindeyim. Buradaki mesele, biz Türklerin genellikle reaksiyon toplumu olmamızdır. Hep hislerimizle davranırız, derhal kızarız, birisi kafamızı okşadığı zaman derhal büyük aşk rüyaları görürüz. Yani aşk ve nefret arasında gidip gelen bir toplumsal psikolojimiz var. Ama bizim gerçek çıkarımız ne diye düşünüyorsak, burada yaşayan bütün insanlar olarak bizim gerçek çıkarımız, milli onur gibi çok büyük kavramları duygusal olarak değil, kollektif şuurumuzu, kollektif bilincimizi bazı hedeflere ortaklaşa olarak, yönlendirmemiz ve bu doğrultuda çaba sarfetmemizden geçiyor. Bu anlamda inanın, Batı’nın, Doğu’nun farklı sorunları yok. O anlamda Türkiye'nin çok global bir sorunu var, bu anlamda Türkiye'nin çok ciddi bir istikrar sorunu var. Türkiye'nin çok ciddi bir ‘kendine güvenini yeniden kazanma’ sorunu var ve bunlar için de belki en önemli anahtar kavram, yine AB'den geçecek. Ve bu anlamda, şu Tam Üyelik müzakereleri konusunda bir parça daha duyarlı olmalıyız. ‘Şu anda müzakerelere başlayacağız, iki sene sonra AB'ye gireceğiz...’ Öyle bir şey olmayacak. Ama şu andaki öncelik, müzakerelere başlama önceliği. Politikacılarımız yıllarca şöyle düşündüler: ‘2001'de mi gireriz, 2004'de mi gireriz.’ Böyle bir şey yok... Müzakere masasına oturmadan AB'ye tam üye olmuş herhangi bir ülke bugüne kadar görmedim. Önce şu müzakere masasına nasıl oturacağımızı tartışalım, ama tartışma üslubunu bilelim. Çünkü orada bir başka hata daha yapıyoruz. işte Kopenhag Kriterleri, dört kriter daha düşünüyoruz. Değil, dört kriter değil, biraz daha farklı kriterler... Biz şu anda sadece siyasi kriterleri tartışıyoruz.. Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlık sorununu tartışıyoruz belki. Aslında şunu da derhal söylemekte yarar görüyorum, biz bu kriterleri de eksik tartışıyoruz. Çünkü kriterin kriterinin ne olduğunu pek tartışmıyoruz. Örneğin demokrasi diyoruz, hepimizde öyle somut bir demokrasi ideali var. Şunun farkında mıyız? 1999'da Amsterdam Anlaşması yürürlüğe girdiği günden itibaren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının Avrupa hukuk düzenine dahil edildiği ve dolayısıyla 1956'daki Alman Komünist Partisi'nin kapatılması kararından, 31 Temmuz 2001 tarihinde Refah Partisi'nin kapatılması kararına kadar geçen noktadaki bütün yorumların aslında Avrupa hukukunun ayrılmaz bir parçası olduğunun farkında mıyız?
Öyle baktığımız zaman, Protokolün 11. maddesindeki Örgütlenme Hakkı’nın da ne olduğunun çok net şekilde anlaşılması gerekiyor. Yani insan hayatına kasteden, örneğin, ‘iktidara geldiğim gün benden başka herkesi keseceğim’ diyen insanların, kimse kusura bakmasın, örgütlenme hakkı falan yoktur. Demokrasinin özgürlükleriyle sınırlarının neresi olduğu konusunda, galiba daha Türkiye Cumhuriyeti olarak imza attığımız belgenin altında neler yazıldığını çok ciddi olarak okuyup, tekrar öğrenme ihtiyacımız olduğunu da bu vesile ile söylemek isterim.
AB'ye girmek dedik, Kopenhag Kriterleri dedik, orada biraz başka kriterler var. Özellikle ekonomik kriterler çerçevesinde ve o anlamda bir serbest piyasa ekonomisiyle piyasa ekonomisi arasındaki ciddi farklılığın ne olduğunu anlamaya çalışarak, dünyada artık kuralsızlığın olmadığını, en liberal sistem, en piyasa ekonomisi dediğimiz yerde dahi esas olanın kurallar olduğunu bilmemiz gerek.
Özellikle de şu sıralarda küreselleşme tartışmaları için de aynı şeyi yapmak lazım. Sosyal boyutun ne olduğunu çok daha net tartışmamız gerekiyor. Çünkü Türkiye'de bizim yaptığımız, yine metodolojik bir hata var. Küreselleşmeye taraf mıyız, taraf değil miyiz? AB'ye taraf mısın, taraf değil misin gibi, yağmurla ilgili sorular soruyoruz. Yağmura taraf mısın, değil misin? Benim kişisel önerim, şemsiyenin kalitesini tartışmaktan geçiyor. Bu vesile ile beni dinlem sabrını gösterdiğiniz için teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder