13 Mayıs 2014 Salı

BİLGİ TOPLUMU

BİLGİ TOPLUMUNDA YÜKSEKÖĞRETİM KURUMLARININ YENİDEN YAPILANDIRILMASI VE YÖNETİMİ:  BAŞLICA EĞİLİMLER, GELİŞMELER VE BOLOGNA SÜRECİ

Ahmet NOHUTÇU*
ÖZET
Küreselleşme olgusuyla ortaya çıkan bilgi ekonomisinde ve toplumunun en önemli sermayesi olan “bilgi”nin üretilmesi ve paylaşılmasında, öncelikli sorumluluğu olan üniversitelerin işlevi, rolü, konumu ve kurumsal olarak yeniden yapılanması, dünyadaki tüm ülkelerin birincil gündem maddesi haline gelmiştir. Bilgi toplumunun gereksinim, beklenti ve talepleri doğrultusunda, üniversitelerin daha fazla öğrenciye ve daha geniş bir yaş grubuna eğitim veren, bölgesel ve ulusal kalkınmaya daha fazla katkıda bulunan, kalite yönetim sistemini içselleştirmiş, yönetsel ve mali özerklikleri olan, saydam, esnek, paydaşlarına hesap verebilen, demokratik yönetişim temelinde yapılanmış, performans denetimi ve stratejik planlamayı temel alan etkin ve etkili bilimsel kurumlara dönüşümleri için, farklı düzey ve içerikte stratejiler geliştirilmekte ve uygulanmaktadır.
Bu bildiride, ilgili güncel literatür çerçevesinde, ilk olarak, yükseköğretim eğitiminde yaşanan eğitim krizi ve paradigma değişimine değinilmektedir. Bu bağlamda, bilgi devrimi, bilgi toplumu ve bilgi ekonomisinin öncelik, koşul ve talepleri doğrultusunda, yükseköğretimin sorumluluğu, işlevleri, ve yönetimi ele alınmaktdır. Sonra, yükseköğretimde yeniden yapılanmayı zorunlu kılan nedenler, yapısal, kurumsal ve işlevsel gelişmeler ve eğilimler incelenmektedir. Bu kuramsal ve kavramsal analizden sonra, Avrupa Birliği’nde yükseköğretim alanındaki gelişmeler ve girişimler betimlenmektedir. Bu çerçevede,  Avrupa Yükseköğretim Alanı (AYA) ve Bologna sürecinin başlıca gelişim aşamaları, özellikleri, amaçları ve stratejileri tartışılacaktır.


1. Giriş
Son çeyrek yüzyılda, iletişim-ulaşım teknolojilerindeki gelişmelerin doğurduğu küreselleşme olgusuyla, ulusal ekonomik yapı, yerini küresel ekonomiye bırakmıştır. Bilgi ekonomisine (knowledge economy) dayalı yeni küresel ekonomik yapı ve sanayi toplumundan bilgi toplumuna (knowledge society) geçiş sürecinde, ülkelerin rekabet gücü bilgiye dayalı ekonomik yapılanmaları ve nüfus potansiyelleri ile; bireylerin ekonomik gücü ise bilgi, donanım ve öğrenim düzeyleri ile değerlendirilmeye başlanmıştır.
Bu çerçevede, bilgi iletişim devriminin en önemli sermayesi olan “bilgi”nin üretilmesi ve paylaşılmasında öncelikli sorumluluğu olan üniversitelerin işlevi, rolü, konumu ve kurumsal yapılanması dünyadaki tüm ülkelerin öncelikli gündem maddesi haline gelmiştir. Bilgi toplumunun gereksinim, beklenti ve talepleri doğrultusunda, üniversitelerin daha fazla öğrenciye ve daha geniş bir yaş grubuna eğitim veren, bölgesel ve ulusal kalkınmaya daha fazla katkıda bulunan, kalite yönetim sistemini içselleştirmiş, yönetsel ve mali özerklikleri olan, saydam, esnek, paydaşlarına hesap verebilen, demokratik yönetişim temelinde yapılanmış, performans denetimi ve stratejik planlamayı temel alan etkin (efficiency) ve etkili (effective) bilimsel kurumlara dönüşümleri için farklı düzey ve içerikte stratejiler geliştirilmekte ve uygulanmaktadır.

Bu makalede, ilgili güncel literatür çerçevesinde, ilk olarak, yükseköğretim eğitiminde yaşanan eğitim krizi ve paradigma değişimine değinilmektedir. Bu bağlamda, bilgi devrimi, toplumu ve ekonomisinin öncelik, koşul ve talepleri doğrultusunda, yükseköğretimin sorumluluğu, işlevleri, yönetimi ve konumu ele alınmaktadır. Sonra, yükseköğretimde yeniden yapılanmayı zorunlu kılan nedenler irdelendikten sonra, bunların sonucunda ortaya çıkan gelişme perspektifi, yapısal, kurumsal ve işlevsel gelişmeler, eğilimler ve yeniden tanımlamalar incelenmektedir. Bu kuramsal ve kavramsal analizden sonra, Avrupa Birliği’nde yükseköğretim alanındaki gelişmeler ve girişimler betimlenmektedir. Bu çerçevede,  Avrupa Yükseköğretim Alanı (AYA) ve bu alanı yönlendiren, Türkiye’nin de 2001 yılında katıldığı Bologna sürecinin başlıca gelişim aşamaları, özellikleri, amaçları ve stratejileri üzerinde durulamaktadır. Sonuç bölümündeyse, yükseköğretim alanında dünyada ve Avrupa’daki yeniden yapılandırma girişimlerinden çıkarılacak dersler ve sonraki süreç için göz önünde bulundurulması gereken konular ve sorun alanları tartışılmaktadır.

2. Üniversite Paradigmasında Değişim

2.1 Değişimin Tanımı ve İçeriği
900 yıllık bir tarihi bulunan üniversite kurumunun yapısı, yönetimi ve işlevleri, 20. yüzyılın son on yılında radikal biçimde sorgulanmaya başlanmış, bu süreç, üniversitelerin yeniden tanımlanma ve yapılanma girişimlerini de beraberinde getirmiştir. Geleneksel üniversite anlayış ve paradigması, küreselleşme ve bilgi ekonomisinin öncelik, koşul ve zorlamaları ile bir kriz yaşamaya başlamış, bu “yükseköğretim krizi”, üniversite kurumunun üç temel işlevi olan:
a)      Eğitim ve öğretim,
b)      Araştırma ve bilgi üretme,
c)      Kamu hizmeti sunma
işlevleriyle ilgili vizyonlarında rasyonel, çağdaş dönüşümlere, beklenti ve gereksinimlere duyarlı ve uyumlu stratejik bir yeniden yapılanma ile yeni bir üniversite paradigmasına yerini bırakmaya başlamıştır.
İnsanlığın deneyimlediği üç büyük uygarlık devrimi olan tarım, sanayi ve bilgi-iletişim devrimlerinde, stratejik ekonomik birim ve kurumlar, sırasıyla, toprak, fabrika ve yükseköğretim kurumlarıdır. Çağdaş toplumda belirleyici faktör sermaye, işgücü, hammadde ya da enerji olmayıp “bilgi” ve bilginin rekabetçi kullanımıdır. Dolayısıyla, siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel, yasal vb. alanları değiştirip dönüştüren bilgi devriminin ve bilgi toplumunun kalbi ve motoru, bilginin üretilip dağıtıldığı yer olan üniversiteleridir. Bu çerçevede, üniversitelerin geleneksellikten yenilikçiliğe, uzmanlaşmadan çeşitlenmeye, ulusallıktan küresel ve yerel vizyona, sayısal büyümeden nicelik ve içerik temelli büyümeye, dar ve birbirinden kopuk bir çevreden rekabetçi bir ortama, içine dönük ve kapalı çalışma düzeninden sınırlar ötesinde ortaklıkları temel alan işbirliklerine dönük olarak yerel, bölgesel ve toplumsal kalkınmaya katkı sağlayan, etkin ve rasyonel işleyen ve yönetilen, şeffaf, hesapverebilir, demokratik ve katılımcı yönetişim modellerini uygulayan toplumsal kurumlar olarak yeniden yapılanmaları kaçınılmaz bir gerçek ve zorunluluk olarak belirmektedir.
Üniversite paradigmasında değişimin nedenlerinin, kapsamının, içeriğinin, değişim sürecini yönlendiren aktörlerin, mekanizmaların ve kurumsal yapılanmaların çözümlenmesine geçmeden önce, belirleyici ve sınırlayıcı bir çerçeve olması bakımından, bilgi toplumunda çağdaş bir üniversitenin temel amaç ve hedeflerinin ortaya konması yararlı olacaktır. Taylor ve Miroiu (2002:9), İngiltere’deki bir ulusal komitenin kararına referansla, tüm dünyada kabul görmüş ve geçerli olan, tüm yükseköğretim kurumları için felsefi bir çerçeve oluşturan, bilgi toplumunda yükseköğretimin dört temel hedefini şöyle sıralarlar:
a)      Bireylerin yaşamları boyunca kendilerini gerçekleştirebilecekleri ve zihinsel potansiyellerini en üst düzeyde kullanabilecekleri donanımla yetişmelerini, böylelikle yaşadıkları topluma katkıda bulunmalarını ve kişiliklerinin tam ve özgürce geliştirmelerini sağlamak,
b)      Bilginin artmasını ve anlaşılıp paylaşılmasını sağlayarak ekonomi ve topluma yararlı olarak kullanılabilmesine olanak vermek,
c)      Yerel, bölgesel ve ulusal düzeylerde uyumlu ve sürdürülebilir bilgi temelli ekonominin koşullarını oluşturmak, ve
d)     Demokratik bir toplum ve bireylerin kendilerini özgürce geliştirebilecekleri bir yurttaşlık anlayışının oluşmasına katkıda bulunmak.
Kuşkusuz, toplumların gelişmesi, onurlu, uygar ve müreffeh koşullara kavuşmalarının sine qua non şartı, üniversitelerin bu işlevlerini yerine getirebilmeleridir. Bu da, yükseköğretim kurumlarının siyasal, ekonomik, kültürel bir dizi alanda yaşanan dönüşümlere uygun ve koşut olarak, giderek belirsizleşen, dinamik, karmaşık ve değişken bir çevrede gerçekleştireceği yapısal, işlevsel ve kurumsal yeniden yapılanma ve dönüşümlerine bağlıdır.

2.2. Üniversiteleri Yeniden Yapılandırmaya Zorlayan Nedenler
Üniversiteleri yeniden yapılanmaya zorlayan nedenler, bilgi-iletişim devrimi ve küreselleşme bilmecesini oluşturan, hepsi birbirine bağlı ve bir araya geldiğinde anlamlı ve açıklayıcı bir içeriğe bürünen, siyasal, ekonomik, toplumsal, yönetsel ve hukuksal bir dizi alandaki değişimlerin de tetikleyicisi olan dinamiklerdir. Gerçekte, yükseköğretim kurumlarındaki değişim, bu nedenlerin hem bir yansıması ve sonucu (reaktif boyut), hem de bu kurumların bilgi toplumundaki stratejik rolü ve önemi nedeniyle, bu sürecin etkileyecisi ve yönlendiricisidir (aktif veya proaktif boyut).  Bu nedenler, yükseköğretim sisteminin dönüşümüne olan etki ve yansımaları bağlamında şöyle sıralanabilir:


2.2.1. Bilgi-İletişim Devrimi (ICT: Information-Communication Revolution)
Son çeyrek yüzyılda, bilgi üretme, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki baş döndürücü gelişmelerin etkisiyle, sanayi devriminin kurum ve yapıları, bilgi devriminin öncelik, parametre ve mekanizmalarıyla değişmeye başlamış, sanayi devriminin işçileri ve fabrikalarının yerini “bilgi işçileri” ve “bilgi fabrikası” olan üniversiteler almıştır. Artık, bilgi-iletişim devrimi “3-B Toplumu” ile tanımlanmaktadır. Bunlar:
-          Bilgi ekonomisi toplumu,
-          Bilgi yönetimi toplumu ve
-          Bilgi eğitimi toplumudur.
Drucker ile anılan ve yerleşen “bilgi toplumu” söylemi üzerinde, günümüzde akademik ve toplumsal bir oydaşım bulunmaktadır. Castells (2000), Bilgi Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür isimli üçlemesinde, küreselleşen ve hızla gelişen ekonomide, yenilenmenin, bilginin ve öğrenmenin vurgulandığı “bilgi kapitalizminin” doğuşuna dikkat çeker. Bilgi toplumunun avantajlarını lehlerine çevirmeye çalışan uluslararası kuruluşlardan Dünya Bankası (1998) “Bilgi kalkınmaktır” sloganı ile yola çıkarken, OECD (1996:14) “Bilgi ve bilgiyi kullanma biçiminin, toplumların başarı ve refahının merkezi ve temeli” olduğunu vurgular.
Bu bağlamda, ülkelerin bilgi toplumuna geçiş sürecinde, bilgi üretme, paylaşma ve dağıtma birimi olan genelde eğitim sistemlerini, özelde yükseköğretim sistemlerini etkinlik, rekabetçilik, yenilikçilik, çok misyonluluk, çok ulusluluk ve kalite güvencesi gibi ilkeler çerçevesinde yeniden yapılandırmaları bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.

2.2.2. Küreselleşme ve Uluslararasılaşma (Globalization and Internationalization)
Küreselleşme (globalization) ve uluslararasılaşma (internationalization) kavramları, sıkça birbiri yerine kullanılsa da, farklı içerik ve kapsama sahiptirler (Altbach, 2002). Uluslararasılaşma, çok karmaşık ve çok çeşitli sonuçları olan küreselleşmenin yarattığı zorluk ve sunduğu fırsatlara bir yanıttır. Ulusal sınırlar arasında sermaye, hizmet, işgücü, teknoloji, bilgi, insan, değer ve düşüncelerin akımını kolaylaştıran küreselleşme ile, ulus-devletler, yükseköğretim hizmeti sunma ve bununla ilgili politika belirleme sürecindeki tekel konumlarını kaybetmişlerdir. Ulusal devletin ve merkezi politika yapıcılarının zayıflamasıyla, devlet dışında yeni hizmet sunucuları ve sunum tarzları doğmuş, yükseköğretim hizmetleri ve işlevlerinde uluslararası yeni işbirliği ve ilişki tarzları gelişmeye başlamıştır. İşte, küreselleşme ve küreselleşmenin bir aracı ve yansıması olan uluslararasılaşma ile birlikte, yükseköğretim hizmetlerinde “sınırı olmayan” (borderless), “sınırlar arası” (crossborder), “ulus-ötesi” (transnational) veya “sınır-ötesi” (transborder) eğitim gibi olgular ortaya çıkmıştır. Bu gelişmelerle, yükseköğretim kurumları arasındaki kavramsal, disipliner ve coğrafi kopukluk ve sınırlar kaybolmaya başlamış, bu da geleneksel üniversite yapısı ve işleyişinin değişimine neden olmuştur (UNESCO, 2004:6-7).
Bunun yanında, küreselleşme, sanayi toplumuna ait siyasal, yönetsel, ekonomik ve toplumsal kurum, süreç ve mekanizmaların işlev ve etkinliğini kaybetmesine yol açarak oldukça belirsiz, değişken, karmaşık ve dinamik bir çevrenin oluşmasına yol açmıştır. Görece daha statik, istikrarlı ve öngörülebilir bir çevrede varlıklarını sürdüren yükseköğretim kurumlarının, bu alışık olmadıkları çevrede ayakta kalıp varlık nedenleri (raison d’etre) olan temel eğitim, araştırma/bilgi üretme ve kamu hizmeti sunma işlevlerini sürdürebilmeleri, stratejik bir yönetim benimseyip çevresel değişimlere duyarlı yeni bir kurumsal ve yapısal dönüşümü başarmalarını zorunlu kılmıştır.

2.2.3. Liberalleşme ve Kamusal Finansmanda Azalma
Yükseköğretim hizmeti, ABD gibi birkaç devlet dışında hep bir kamu hizmeti ve bir kamu malı olarak düşünülmüş ve kamusal mali kaynaklarla finansmanı yoluna gidilmiştir. Ancak, 1980’lerle beraber gelişen “yeni sağ” (new right) akımının yoğun etkisiyle, tüm dünyada ekonomik-politik sarkaç sosyal devletten liberal devlete salınım yapmış, dönemin baskın özeleştirme, kamusal hizmetlerde küçülme, yerelleşme baskılarıyla, devletin mali, yönetsel ve işlevsel olarak temel hizmet alanlarına (“gece bekçisi” ya da “jandarma” devlet metaforuyla) geri çekilmesi benimsenmiştir.
Bu süreçte, yükseköğretim kurumlarının da kamu bütçesinden aldıkları pay önemli oranda düşmüştür. Örneğin Türkiye’de, devlet üniversitelerinin devlet bütçesinden aldıkları pay 1990’larda % 80 iken, 2005’te %57’ye düşmüş, üniversite döner sermayesinin payı ise aynı tarihler arasında %20’den %47’ye yükselmiştir (YÖK:2006). Bu durum, tüm dünyada benzer mali zorluklarıyla karşılaşan üniversiteleri, bir taraftan yeni dışsal finansman arayışlarına iterken, diğer taraftan da ellerindeki sınırlı kaynakları daha etkin ve verimli kullanmaya itmiştir. Üniversiteler, öğretim giderlerinin karşılanmasında öğrenci katkı paylarını, araştırma giderlerinin karşılanmasında ise sanayi kuruluşlarını öncelikli finansman kaynağı olarak kullanmaya başlamışlardır. Örneğin, Almanya’da daha önce kamu finansmanıyla sağlanan üniversite öğretim hizmeti, son yıllarda giderek olarak yükselmekte öğrenci katkı payları ile finanse edilmeye başlanmıştır. Özetle, tüm dünyada bir taraftan yükseköğretime olan talep artışı, diğer taraftan azalan kamu kaynakları, üniversiteleri yeni finansman arayışına getirmiştir. Bu doğrultuda, başlıca aşağıdaki çözüm yolları geliştirilmiştir (YÖK, 2006:38):
-          Yükseköğretim giderlerinin, kamu kesimi yanında diğer paydaşlar tarafından da karşılanması,
-          Yükseköğretim kurumlarının gelir kaynaklarının çeşitlendirilmesi,
-          Kamu kaynaklarının daha verimli dağıtılması ve kullanılması için yeni yöntemler geliştirilmesi.
Tüm bu zorluklar ve arayışlar, üniversiteleri yeni rekabet ve işbirliği yolları bulmaya, yerel ve küresel yeni ortaklıklar geliştirmeye, performans temelli finansman ve şartlı kontrat gibi market-benzeri finansman mekanizmalarını kullanmaya (Meek, 2002) itmiştir. Sonuçta, işletmeci (managerial) ve girişimci (entrepreneuiral) davranmaya zorlanan yükseköğretim kurumlarının yeniden yapılandırılması bir gereklilik olarak ortaya çıkmıştır.

2.2.4. Yeni Kamu Yönetimi Anlayışı ve Yönetişim
Küreselleşme ve bilgi toplumunun öncelik, talep ve beklentilerine, geleneksel merkezi, katı hiyerarşik yapılanmaya dayalı, içine kapalı, gizli, ağır ve yavaş işleyen bürokratik kurum ve kuralların egemen olduğu kamu yönetimi (public administration) anlayışı yanıt verememeye başlamıştır. Tüm dünyada kamu yönetiminin daha etkin, verimli ve ekonomik çalışması için yoğun çabalar başlamış, bu çerçevede şeffaf ve saydam, katılımcılığa açık, hesap verebilen, kaynakları verimli ve ussal kullanan, kural veya yönetim-odaklı değil vatandaş odaklı, esnek ve yeni koşul ve sorunlara uyarlanabilen yeni kamu yönetimi (new public management) yaklaşımı yaygın kabul görmeye başlamıştır. Yaşadıkları sosyal, siyasal ve toplumsal ortamın bir parçası olan üniversiteler de, bürokratik ve yönetsel yapılanmalarını, bu modern yönetim teknik, mekanizma ve süreçlere uyarlamak gereksinimi/baskısı duymuşlar ve sundukları hizmetin ve işlevlerinin gereklerine uygun biçimde, bu doğrultuda yeniden yapılandırma arayış ve girişimlerinde bulunmaya başlamışlardır.

2.2.5. Yeni Yaklaşımlar ve Teknolojik Gelişmeler
Bir taraftan eğitim bilimlerindeki öğretmen merkezlilikten öğrenci merkezliliğe gidişi ve etkileşim temelli eğitimi öneren çağdaş pedagojik yaklaşımlar, diğer taraftan bilgi-iletişim teknolojilerindeki baş döndürücü gelişmeler, üniversitelerdeki geleneksel eğitim-öğretim yapı ve süreçlerini hızlı bir değişime zorlamaktadır. Teknolojinin sunduğu geniş olanaklar sayesinde kampüs odaklı üniversiteden, daha az kampüse dayanan, hareketli (mobile), siber (cyber), çok misyonlu, deneyim merkezli, çok uluslu ve müşteri odaklı üniversiteye geçiş gözlemlenmektedir. Bu teknolojik kolaylık ve olanaklar sayesinde, geleneksel eğitim yöntem ve uygulamalarındaki bölüm belirleme ve seçme, okul süresi, öğrenim sürecince bir ülkeye bağımlı olma ya da zorunlu ders alma gibi yükümlülük ve zorunluluklar terk edilmekte (no border, no school time, no major, no country, no must course), böylelikle eğitimde çeşitlilik ve yaratıcılık amaçlanmaktadır (Lee, 2005).
Tüm bu teknolojik ve pedagojik gelişmeler sonucunda:
-          uzaktan öğrenim,
-          e-öğrenim (e-learning),
-          sanal üniversite (virtual / click university),
-          yaşam boyu öğrenim (life-time learning),
-          hareketli (mobile) kampüs / program / öğrenci / akademisyen,
-          eğitimde esnek yer ve zaman (flexible or flexi-place and time)
ve benzeri pek çok yeni ve sofistike uygulama, yöntem ve yapılanma deneyimlenmeye başlamıştır. Tüm bu gelişmeler, yükseköğretim kurumlarının vizyon ve misyonlarını yeniden tanımlayarak kurumsal, eğitimsel ve teknolojik yeniden yapılanmalarına yol açmaktadır.

2.2.6. Yükseköğretime Girişte Artış (Widening Access to Higher Education)
Son 20 yıldır tüm dünyada yükseköğretim okullaşma oranında büyük bir artış gözlemlenmektedir. 1985 yılında, dünyada yükseköğretimdeki öğrenci sayısı 20 milyon iken, bugün bu sayının 100 milyonu bulduğu tahmin edilmektedir. Yükseköğretim kurumlarına olan öğrenci talebindeki artış, gelişmiş ülkelerde düşük oranlarda kalırken, gelişmekte olan ülkelerde oldukça yüksek oranlara ulaşmıştır. Örneğin 1995’ten itibaren, Almanya ve Fransa dışında, üniversite öğrenci sayısı Avrupa’da, özellikle Merkezi ve Doğu Avrupa Ülkelerinde (MDAÜ) hızla yükselirken, Japonya’da yükselme oranı %0,2, ABD’de %2’lerde kalmış, Hindistan’da %8’e, Çin’de ise 20’ye ulaşmıştır (World Bank, 2005; Guri-Rosenblit & Sebkova, 2004:51). Gelişmekte olan ülkelerde gözlenen bu artışta, demografik yapıda hızla gelişen genç nüfusun baskısı ve ekonomik beklentileri ile birlikte, devletlerin eğitilmiş genç nüfusun işgücüne katılımıyla birlikte bekledikleri ekonomik kalkınma ve istihdam oranlarında yaratacağı olumlu gelişme beklentileri de önemli rol oynamaktadır.
Sonuç olarak, yükseköğretime küresel olarak girişi destekleyen politikalar ve bu yoğun talep sonucu üniversitelerde bir yığınlaşma (massification) belirmiş (Trow, 2000), bu da yükseköğretimin yönetim ve yapılanmasında köklü bir reform ve dönüşümü beraberinde getirmiştir. Bu dönüşüm, yalnızca, tek yönlü olarak, üniversiteye giriş çağına gelmiş genç nüfusun eğitime kazandırılması değil, aynı zamanda “yaşam boyu öğrenim” (life-time learning), “yeniden eğitim” (re-education), ya da “tam olay yerinde eğitim” (just-in-case education) ve “tam zamanında eğitim” (just-in-time education) gibi esnek yöntem ve mekanizmalarla, yükseköğretim eğitiminin toplumun tüm kesimlerinde yaygınlaştırılmasını da içerecek biçimde, çok yönlü ve boyutlu bir yeniden yapılanmayı zorunlu kılmaktadır.

3. Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılmasında Gelişmeler ve Girişimler

3.1. Dünyada Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılmasında Gelişmeler
Yukarıda değinilen gelişme ve etmenlerin sonucunda, yükseköğretimde, ABD’de 1970’lerden itibaren, Avrupa ülkeleriyle Kanada, Çin, Avustralya ve Japonya gibi ülkelerde 1990’lerden itibaren yoğun ve kapsamlı biçimde yeniden yapılandırma çabaları başlamıştır. Bilgi toplumunun doğuşu ve küreselleşmeyle birlikte, geleneksel “fildişi kule” (ivory tower) metaforu yetersiz kalıp üniversitenin bir sendromu haline gelmiştir. Yükseköğretim algılaması değişmiş; belirsiz, karmaşık ve dinamik çevreye uyum sağlayabilmeyi içeren “yükseköğretim endüstrisi”, “eğitim piyasası” ve “müşteri öğrenci” gibi kavram ve olgular ortaya çıkmıştır. Üniversiteler, 1990’lara kadar var olan sert, katı ve aşırı merkeziyetçi yönetim, eğitimde ve araştırmalarda verimsizlik, düşük mezuniyet ortalamaları, uzayan eğitim süreleri, tanımlanmış kriterlere bağlılık gibi açmaz ve kabuklarından çıkarak, yeni gelişen araştırma ve öğrenme sistemlerini benimsemeye, yerel, bölgesel ve ulusal kalkınmada etkin ve sorumluluk sahibi bir rol almaya ve girişimci etkinliklerde bulunmaya başlamışlardır. Eş zamanlı olarak “hem daha yerel, hem daha küresel” bir yaklaşımla (Duke, 2002:34), bilgi ekonomisi ve toplumunun koşulları altında, yalnızca bilgi üreten ve dağıtan, öğrenci yetiştiren, kültür etkileşimini kolaylaştıran, araştırma ve geliştirme birimleri olmakla kalmayıp, aynı zamanda toplumsal kalkınmanın da temel kurumları olmuşlardır.
Clark (1998 & 2004), girişimci üniversitenin oluşturulmasında yenileştirici akademik tavrın, dış aktörlerle işbirliği ve ortaklığın, devlet dışı fon bulma kapasitesinin önemine dikkat çekmekte, üniversitelerde bu yönde sürdürülebilir değişim için, uyum sağlayan (adaptive), proaktif ve yenilenen (innovative) olmak üzere üç farklı üniversite modelinden söz etmektedir. Yine benzer bir modelde, değişim stratejisinin reaktif ve girişimci olmak üzere iki versiyonuna değinilmektedir (Taylor & Miroiu, 2002:16). Buna göre, yeniden yapılanmanın kademeli ve aşama aşama olduğu, görece daha pasif bir tutumun izlendiği reaktif yaklaşım, esnekliğe, hızlı uyum ve değişimi öneren girişimci yaklaşıma oranla daha fazla tercih edilmektedir. Gerçekten de, yükseköğretim sisteminde yeniden yapılanma, tüm dünyada yavaş ve kontrollü biçimde, tedrici olarak ilerlemektedir. Çünkü, hükümetler sınırsız ve kontrolsüz bir “laissez faire” yaklaşımından kaçınmakta, ulusal kalkınma ve gelişmede merkezi önemi bulunan yükseköğretim kurumlarının sistematik ve stratejik olarak yapılanmalarını tercih etmektedirler (Farrington, 2005:17).

3.2. Yeniden Yapılandırılma Perspektif ve Eğilimleri
Küresel ölçekte yükseköğretim kurumlarının yeniden yapılanma sürecindeki deneyim, girişim ve birikimleri incelendiğinde, aşağıdaki ortak eğilim ve gelişmeler ön plana çıkmaktadır. Kuşkusuz, bu gelişmeler ülkelerin kültürel, ulusal, tarihsel ve siyasal perspektiflerine göre farklılıklar arz etmekle birlikte, Türkiye gibi yoğun ve tartışmalı yükseköğretim reformu girişiminde bulunan ülkeler için, yol gösterici, nesnel ve gerçekleştirilebilir örnekler taşımaktadır. Bu eğilim ve gelişmeler şöyle sıralanabilir:

3.2.1. Yönetişim, Hesap Verebilirlik ve Özerklik
Geleneksel yükseköğretim kurumları aşırı merkeziyetçi bir yapıda, monolitik karar verme mekanizmaları çerçevesinde, topluma karşı hesap verme sorumluluğu olmadan, son derece sınırlı yönetsel ve mali özerkliklere sahip olarak işlevlerini yürütüyorlardı. Küreselleşme ve bilgi toplumunun dinamikleriyle birlikte, üniversiteler, bir taraftan kurumsal, akademik ve mali özerkliğe kavuşup, bu özerklik ve özgürlük karşısında, topluma ve ilgili kuruluşlara hesap verme göreviyle yükümlenirken, diğer taraftan karar verme yetkilerini diğer toplumsal paydaşlarla birlikte kullanmaya başlamışlardır.
Bilgi toplumunun başarısı üniversite, hükümet ve sanayiden oluşan “üçlü sac ayağının” etkileşimi, iletişimi ve ortaklaşa alacağı kararlarla sergileyeceği işbirliğine bağlıdır (Estkowitz & Leydesdorff, 1997). Estkowitz’e göre (2003), ABD’de bu işbirliği hem yukarıdan aşağı (top-down), hem de aşağıdan yukarı (buttom-up) çift taraflı çalışırken, Avrupa’da ve Japonya gibi diğer ülkelerde, genellikle, tek taraflı yukarıdan aşağıya (top-down) başlatılan girişimlerle yürütülmektedir. Üniversite devlet ilişkilerinin yeniden tanımlanması, akademisyenlerden öğrencilere, hükümet ve siyasilerden özel sektör, medya, sivil toplum kuruluşlarına varıncaya değin üniversiteyle ilgili kararlardan etkilenecek ilgili tüm paydaşların yönetsel karar ve konularda katkısının sağlanması, yükseköğretim sisteminin etkinlik ve başarısı için vazgeçilmez bir şart olarak görünmektedir.
Yine, üniversitenin temel işlevlerini yürütebilmesinin temel koşulu olan yönetsel, mali ve akademik özerklik ve özgürlüğün sağlanması yeniden yapılanma sürecinde en önemli konulardan biridir. Üniversitelerin, temel işlevlerinden olan öğretim ve araştırma hizmetini sunarken her türlü siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik kurum, çevre ve etkilerden bağımsız olmaları, Lima Bildirgesinde, akademik özgürlükle ilgili olarak belirtilen, ayrımsız olarak herkesin hiçbir engelleme ve sınırlama olmadan akademik dünyaya girme hakkına, akademisyenlerin özgürce ve hiçbir baskı ve yönlendirme olmadan bilgiyi araştırma, inceleme, tartışma, belgeleme, yaratma, üretme, öğretme, iletme, geliştirme hakkına sahip olmaları ifadeleriyle kabul edilmiştir (Özdemir, 2006: 60-61). Yine, yükseköğretim kurumlarının kendi özyönetimleriyle ilgili kararları, tabandan gelen katılımcı demokratik mekanizmalarla gerçekleştirmeleri de yönetsel özerkliklerinin doğal sonucudur.
Yönetsel ve mali özerkliğin dengelenmesi, bu kurumların her türlü işlem ve eylemlerinde şeffaf, saydam ve herkese açık mekanizmalar kullanmalarıyla sağlanabilir. Her türlü kurumsal işlevlerinin kamuoyuna açık gerçekleşmesi, yönetsel ve mali kararlarının hesabını ilgili kuruluşlara ve topluma açıkça verebilecekleri (accountability) düzenlemelerin oluturulması, yükseköğretim reformunun temel ilkelerinden birini oluşturmaktadır.
Yükseköğretimin yönetiminde merkezi yönetimin etkisi ve kontrolü, yani üniversitelerin yönetilme modeli ve tarzı, en çok tartışılan ve çözüm aranan konulardan biridir. İlkesel temelde bir kategorizasyona giden Taylor ve Miroiu’ya göre (2002:19-21), yükseköğretimin yönetiminde üç ana model vardır: Birinci olarak, pek çok Avrupa ülkesinde uygulanan “devlet kontrolü” (the state control) modelinde, devlet yükseköğretime girişi, dersleri, diploma zorunluluklarını, sınav sistemini, eleman alımını ve benzeri tüm alanları düzenler ve kontrol eder. Bu modelde devletin yoğun etkisi ve yükseköğretim kurumlarını yönlendirmesi vardır. Avrupa ülkelerinin uygulamaya geçirme aşamasında oldukları ikinci model olan “devlet denetimi” (the state supervision) modelinde ise, her bir yükseköğretim kurumunun kendi önceliklerini ve geleceğinin belirleme hakkı vardır. Kamusal ve özel mali kaynakların birleşimiyle sağlanan bütçeleri olan üniversiteler, eğitim ve araştırmalar için belirlenen kalite güvencesi şemaları, bir takım özendirici ve cezaları içeren hesap verme mekanizmalarıyla devletin uzaktan yönlendirmesine (steering at a distance) tabidirler. Nihayet, ABD’de ve özel üniversiteler yoluyla tüm dünyada yaygınlaşan ve devletin etki ve yönlendirmesinin minimum düzeyde olduğu “piyasa-merkezli” (market-based) modelde ise, öğretim ve araştırmaların finansmanı öğrencilerden, özel sektörden, kısmen ve nadiren de kamudan sağlanır. İş yönetimi (managerial) modeli diye de anılan bu modelde, üniversiteler bağımsız ve özgürce karar alma ve uygulama yetkilerine sahiptirler.

3.2.2. Yeni Finansman Sistemleri ve Girişimci Üniversite
Yukarıda üniversiteleri yeniden yapılandırmaya iten nedenler açıklanırken belirtildiği üzere, devletin küçülmesiyle birlikte üniversitelere ayrılan kamusal finansmanların azalması bir taraftan, yükseköğretimde okullaşma oranında yüzde yüzlere varan artışlarla yaşanan yığınlaşmanın yarattığı baskılar diğer taraftan, üniversiteler hem iç yapı ve işleyişinde daha etkin ve verimli olmanın yollarını aramaya başlamışlar, hem de piyasa değerlerine yönelerek mali kaynak bulma arayışına koyulmuşlardır. 1995 ve 1998 yıllarında arasında, İtalya ve Yunanistan’da öğrenci başına gelir artışı, ülkedeki kişi başına gelir artışından daha yüksek gelişmiştir (Chevaillier & Eicher, 2002). Tüm bu gelişmeler sonucunda üniversiteler, öğrencilerinden ve özel sektörden finansman kaynağı bulmaya çalışan, girişimci güdülerle hareket eden ve hizmetlerinden kazanç sağlayan ticari kurumlar haline gelmiş, bu durum bazı yazarlar tarafından “akademik kapitalizm” (Ylijoki, 2003, Slaughter & Leslie 1997) olarak eleştirilirken, bazı yazarlar tarafından ise, girişimci üniversitenin sahip olacağı mali özerkliğin, nihai olarak yönetsel ve akademik özgürlüğü sağlayacağı savıyla (Clark, 2005, Schulte, 2004) olumlanmıştır.
Girişimci üniversite olgusu çerçevesinde, öğretim giderlerinin öğrenci katkı paylarıyla, araştırma giderlerinin ise özel sektörde sanayi şirketlerinin katkısıyla karşılanması gündeme gelmiştir. Üniversiteler, bu çerçevede, kazançlarını yükseltmek için, piyasa mantığıyla hem daha fazla öğrenci çekmek, hem de daha çok araştırma projesi almak için kıyasıya rekabete başlamışlardır. İngiltere, Kanada ve Avustralya’daki üniversiteler, girişimci refleks ve güdülerle, yükseköğretim hizmetlerini gelişmekte olan ülkelere pazarlayarak ihraç etme yarışına girmişlerdir (Williams & Kitaev, 2005, Barnett, 2005). Bu rekabetin kısa vadede, kaliteyi ve hizmet üretimini artırdığı için olumlu sonuçları olsa bile, uzun vadede üniversitelerin piyasanın kural ve öncelikleriyle hareket etmeye başlamaları sonucu, kamu hizmeti sunma ve toplumsal sorumluluk taşıma gibi etik ve sosyal içerikli işlevlerini kaybetmelerine yol açacağı için oldukça olumsuz yansımaları olacağı açıktır.

3.2.3.Yeni Bilgi Üretme ve Araştırma Yaklaşımı
“Humboldtian Üniversite Modeli”nde üniversitenin en temel görevi ve işlevi olarak sayılan araştırma etkinliği (Unesco-Cepes, 2003:21), günümüzde yükseköğretim kurumlarının prestij ve şöhret kaynağı haline gelmiştir. Bugün bilim akademileri ya da yüksek teknoloji enstitüleri, yükseköğretimin en gözde ve cazip kurumlarından biri haline gelmiştir (Enders, 2004). Bunda kuşkusuz, bilgi toplumunda bilgi ve teknoloji üretmenin, ekonomik gelişme ve ulusal kalkınma için stratejik öneminin birincil düzeyde etkili olduğunu, bu anlamda üniversitelerin bilgi ekonomisinin fabrikaları ya da endüstrisi olduğunu göz ardı etmemek gerekir.
Burada, araştırma ve bilgi üretme yaklaşımındaki değişikliğin geleneksel üniversitelerin iç yapılanışına ve işleyiş tarzına getirdiği yeniliği, Gibbons ve arkadaşlarının çalışmasına (1994) dayanarak vurgulamak yerinde olacaktır. Gibbons’un “Mod 1” diye adlandırdığı geleneksel araştırma tarzı, disipliner çerçevenin dışına çıkmadan, o alanda daha önce konmuş kurallar ve çalışmalar çerçevesinde ve sadece alanın araştırmacıları tarafından gerçekleştirilir. Yeni “Mod 2” araştırma biçiminde ise araştırmayı, farklı disiplinler ve bilim dallarından, farklı enstitü ve üniversitelerde, hatta farklı ülkelerden yalnızca o araştırma için geçici olarak bir araya gelmiş (ad hoc)  araştırmacı grubu yapar. Gibbons ve diğerleri, kitaplarında (2004), pek çok farklı bilim dalından, üniversiteden ve ülkeden bilim adamının bir araya gelerek gerçekleştirdikleri bu disiplinler arası işbirliğinin giderek yaygınlaşacağını ve üniversitelerin işleyiş tarzlarını (modus vivendi) ve yapılanmalarını, bu etkinliklere göre yeniden düzenleme durumunda kalacaklarını belirtirler. Gerçekten de, günümüzde Avrupa Birliği’nin büyük ölçekli ve önemli araştırma projelerinin kabulünde farklı ülkelerden, üniversitelerden ve disiplinlerden araştırmacıların işbirliğinin bir önkoşul olarak istenmesi (European Commission, 2004), araştırma biçimlerindeki yeniliklerin, üniversitelerin yapılanmalarında dönüşüme yol açacağı savını doğrulamaktadır.

3.2.4. Yükseköğretim Hizmetlerinde İkili Yapı (Düalite)
1980’lerle birlikte sosyal refah devletinden neo-liberal politikalara geçişle başlayan ve 1989’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla hızlanan ekonomik liberalleşmeyle birlikte eğitim, sağlık ve eğitim gibi bazı geleneksel kamu hizmetleri, devlet tekelinden çıkarılarak özel kesim tarafından da sunulmaya başlanmıştır. Bu bağlamda, o zamana dek bir kamu malı sayılan ve ABD dışında diğer ülkelerde kamu sektörü tarafından sunulan yükseköğretim hizmeti, hızla özel sektör tarafından da kurulup işletilmeye başlanmıştır. Yükseköğretim hizmetinin özelleşmesi, üniversite yapılarında bir düaliteye neden olmuş, pek çok gelişmekte olan ülkede özel yükseköğretim kurumlarında okuyan öğrenci oranı %50’lerin çok üzerine çıkmıştır. Bugün dünya genelinde bu oranın %30 olduğu tahmin edilmektedir (OECD, 2005). Ancak, özel sektörün yükseköğretim hizmeti sunumunun kontrolsüz ve hızla büyümesi sonucu, üniversitelerin eğitim hizmetlerinin kalitesi ve güvenilirliği azalmış, kar amacıyla denetimsiz biçimde ticarileşmesine neden olmuş, bu durum yükseköğretim hizmetinin kamu hizmeti olma niteliğinin kaybolmasına ve mesleki yeterlilik (accredition), akademik tanınmanın (academic recognition) bulunmayışı gibi pek çok problemin doğmasına yol açmıştır (YÖK, 2006:41).
Yükseköğretimin özel kuruluşlar eliyle sunulması, dünya genelinde farklı modeller yoluyla gerçekleşmektedir. Bunlar şöyle sıralanabilir (YÖK, 2006:41).
-          Kar amacı gütmeyen (non-profit) vakıf üniversiteleri (Harvard, Stanford)
-          Kar amacı güden (for-profit) kurum üniversiteleri (Phoenix, Devry)
-          Şirket (corporate) üniversiteleri (Motorola University, Oracle University)
-          Sınır ötesi (transnational) üniversiteler (Nottingham, The Apollo Group)
-          Sanal üniversiteler (Tec de Monterrey)
Bunun yanında, bir devlet üniversitesinin, farklı ülkelerden gelen öğrenciler için özel bir üniversite statüsüne geçtiğini, farklı koşullar ve katkı payları aldığını da ilginç ve istisnai bir durum olarak hatırlatmak gerekmektedir.

3.2.5. Yükseköğretimde Kalite Güvencesi ve Akreditasyon
Yukarıda değinilen yükseköğretim hizmetlerine dünya çapındaki talep artışı, bu kurumlardaki yığınlaşma, özel yükseköğretim kurumlarının denetimsiz bir biçimde çığ gibi büyümesi ve yine, giderek artan uluslararası yükseköğretim hizmetinin hareketliliği gibi gelişmeler, hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde “kalite güvencesi” konusunu gündeme getirmiştir. Bu bağlamda, kredi transferi,  diploma eki (diploma supplement) ve tanınması (recognition), derece aşamalarında standart, akreditasyon ajanının kurulması, akademik tanınma, mesleki (professional) akreditasyon, yükseköğretimden beklenen sonuçların (learning outcomes) tanımlanması ve ölçülmesi gibi pek çok konu görüşülüp uygulamaya geçirilmiştir.
Daha önce yalnız ABD ve Kanada’da kalite güvencesi ve akreditasyon çalışmaları ve ilgili kurumlar bulunmaktaydı (Unesco, 2003).  1990’larla birlikte, kalite güvencesi sorununu çözmek için, Avrupa ülkelerinde de, çoğunlukla devlet tarafından finanse edilen, ancak devletten bağımsız özerk kurumlar olarak çalışan Ulusal Kalite Güvence Ajansları (National Quality Assessment Agency) kurulmaya başlanmıştır. Üniversite, işveren ve hükümet temsilcilerinden oluşan Ulusal Kalite Güvence Ajanslarının temel görevleri söyle sıralanabilir (YÖK, 2006: 43):
-          Yükseköğretimde kalite güvencesi bilincini oluşturmak,
-          Yükseköğretim kurumlarının iç veya öz değerlendirmelerini (internal assessment) incelemek ve değerlendirmek
-          Kurumların güçlü ve zayıf yanlarını belirlemek, sorunların giderilmesi için öneriler sunmak ve gelişmeleri izlemek
-          Kamuoyunu ve ilgili yurt dışı kurumları bilgilendirmek, saydamlığı sağlamak
Avrupa’da kalite güvence sistemi oluşturmak, kolaylaştırmak ve eşgüdümlemek amacıyla Avrupa Kalite Güvencesi Ağı (ENQA: European Network for Quality Assurance) oluşturulmuştur. ENQA ile birlikte Avrupa Üniversiteler Birliği (EUA: European University Association), Avrupa Yükseköğretim Kurumları Birliği (EURASHE: European Association of Institutions in Higher Education) ve Avrupa Ulusal Öğrenci Birlikleri (ESIB: National Unions of Students in Europe), Dörtlü Grup (Quadripartite Group) olarak Bologna Sürecine üye ülkelerin karşılıklı kalite güvence sistemlerinin tanınması ve uyumlaştırılması için çalışmalarda bulunmaktadır. Son olarak 2005 yılında, Bologna İzleme Grubu (Bologna Follow-Up Group) eşgüdümünde Bergen’de yapılan toplantıda, 2010 yılına kadar kalite güvenlik ajanslarının akredite edilip bir çatı altında toplanmasına karar verilmiştir (Bologna Process Stocktaking, 2005).
Yine, kalite güvencesini geliştirmek için tasarlanan “Erasmus Mundus” programı çerçevesinde, öğrencilerin Avrupa Yükseklisans derecesi alabilmeleri, Avrupa Birliği tarafında finansman sağlanan ve birbiriyle işbirliğinde bulunan iki üniversiteden ders almaları koşuluna bağlanmıştır (European Commission, 2004).
3.2.6. Üçüncü Rol: Yükseköğretimin Toplumsal Sorumluluğu ve Etik Davranma Yükümlülüğü
Yükseköğretim kurumlarının özerkliklerinin sağlanması ile hesap verebilirliklerinin artırılması ve özgürlüklerine kavuşmalarıyla toplumsal sorumluluk sahibi olmaları arasında bir denge olduğu kabul edilmektedir. Bilgi toplumunun merkezi ve temel kurumları olarak kabul edilen yükseköğretim kurumlarının, yeniden yapılandırılmaları sürecinde “üçüncü rol/misyon/görev/dalga/ayak/akım/yol” (third role/mission/task/flow/leg/stream/way) denilen sosyal sorumluluk ve kamu hizmeti sunma işlevinin ısrar ve önemle altı çizilmektedir (Williams & Kitaev, 2005:127, Shattock, 2005). Buna göre, üniversiteler, içinde bulundukları yerel, bölgesel ve ulusal toplumla sürekli etkileşim içinde bulunmalı, ürettikleri bilgi ve vardıkları araştırma sonuçlarını, sosyal sorumlulukları ve kamu hizmeti yükümlülükleri çerçevesinde ekonomik ve yerel gelişme ve kalkınmaya katkı olarak sunmalıdırlar. Örneğin, Finlandiya, 1990’larda yaşadığı ciddi ekonomik kriz ve yüksek işsizlik oranları sonucu yaşadığı darboğazı, yükseköğretim kurumlarının diğer kamu kuruluşları, sanayi ve teknoloji enstitülerini koordine edip öncü oldukları ekonomik gelişme ve toplumsal kalkınma girişimleriyle aşmıştır (Kitagawa, 2005).
Üniversitenin içinde bulunduğu toplumun gelişmesine ve kalkınmasına katkıda bulunması, sosyal, ekonomik, kültürel ve yasal sorunlarına çözümler üretmesini içeren üçüncü rolünü yerini getirmesi, aynı zamanda etik yükümlülüğü olarak da değerlendirilmektedir. Bilginin sosyal bir sermaye olduğu, ancak toplumun menfaatlerine uygun olarak üretilip, geliştirilip, paylaşılabileceği ve bunun yükseköğretim kurumlarının etik sorumluluk ve yükümlülüğü olduğu vurgulanmakta, her ne biçimde olursa olsun insanların, toplumların, çevrenin, yerkürenin ve canlı türlerinin varlığının, sağlığının ve güvenliğinin zararına olan hiçbir bilimsel çalışma ve bilgi üretimin kabul edilemeyeceği ve böyle girişimlerin olması durumunda bunları önlemenin yine araştırmacıların öncelikli etik sorumluluğu içinde olduğu kabul edilmektedir (Bernheim & Chaui, 2003:22).

3.2.7. Bilişim Teknolojileri ve Uluslararasılaşma
Bilişim teknolojilerindeki gelişmeler küresel ekonomiyi, şirket yönetimlerini ve kültürel benzeşmeleri etkilediği kadar yükseköğretim kurumlarının yapı, işleyiş, hizmet sunma biçimi ve mekanizmalarını da radikal biçimde etkileyip dönüştürmüş, üniversite paradigmasındaki değişimin tetikleyicilerinden biri olmuştur. Öncelikle, izleyebilmenin bile zor olduğu teknolojik gelişmeler sayesinde bilgiye ulaşma, kullanma, üretme, paylaşma etkinlikleri hem zaman, hem emek, hem de mali açıdan çok kolaylaşmıştır. Bilişim ve iletişim teknolojileri sayesinde, geleneksel akademik kurumların kampüse, tek bir disipline (bilim dalına), belirli zamana, sürelere, kredilere, ülkeye bağlı ve öğretmen odaklı merkezi ve monolitik öğretim sisteminden, öğrenci ve öğretmenin etkileşimine bağlı ve yüzyüze, ülke, disiplin dalı, bitirme süresi, zaman ve kampüs zorunlulukları olmayan “öğretişim” yapılanmasına geçilmeye başlanmıştır. Erasmus benzeri programlar sayesinde sadece öğrenci hareketliliği” (student mobility) değil, aynı zamanda üniversitelerin farklı ülkelere şubeler açmasıyla “kampüs hareketliliği” de başlamıştır. Bilgisayar teknolojisinin gelişmesiyle “e-öğrenim” (e-learning), “sanal üniversite” (virtual university) veya “tıklamayla üniversite eğitimi” (clicking university education) uygulamaları başlamış ve böylelikle eğitimde zaman ve mekan esnekliğine (flexi-times, flexi-place) geçilmiş, “tam zamanında eğitim” (just-in-time education) ve “tam-olayda-eğitim” (just-in-case education) gibi teknikler kullanılmaya başlamıştır. Şu an için, bu tür eğitim yöntem ve araçlarının etkinliği ve yükseköğretim eğitiminin amacına ulaşmasındaki başarısı kuşkuyla karşılanıp sorgulansa da (Careavale, 2004), zaman içinde bu tür uygulamaların başarılı ve etkin olacağını öngörmek olanaklı görünmektedir.
Bu arada ABD’de “bilgi hakkı” olgusu doğrultusunda, Açık Bilgi İnisiyatifi hareketi başlamış ve MIT, Carnegie Mellon ve Princeton gibi üniversiteler, tüm derslerini ve ders materyallerini sınırsız ve ücretsiz olarak sanal olarak internet üzerinde tüm dünyaya açmışlardır (Olsen, 2002). Bu, bilişim teknolojilerinin yükseköğretim hizmetini tüm dünyaya açarak kamusal ve insani bir işlevin oluşmasına yaptıkları katkının bir örneğidir.
Tüm bu uç sayılabilecek teknolojik gelişmeler, geleneksel üniversite paradigmasının ve yapılanmasının dönüşümüne neden olmakta ve bilginin üretilme, paylaşılma, çoğaltılma ve yayılmasını daha önce hiç olmadığı kadar kolaylaştırmaktadır.

4. Yükseköğretim Kurumlarının Yeniden Yapılandırılmasında Avrupa Deneyimi: Bologna Süreci ve Avrupa Yükseköğretim Alanı (AYA)
Üniversite, ilk kez 900 yıl önce Avrupa’da kurulup Avrupa’nın tarihsel, siyasal, kültürel ve felsefi gelişmelerine paralel olarak kurumsallaşmaya başlamasına rağmen, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Avrupa’daki yükseköğretim kurumları, ABD’dekilere oranla belirgin bir durgunluk ve gerileme dönemine girmişlerdir. 1955’te Cambridge’te ve arkasından 1959’da, üniversiteler arasındaki işbirliği potansiyelini artırmak amacıyla Avrupada’ki yüz kadar üniversite yöneticisinin katıldığı toplantılar dışında, 1980’lerin sonuna gelinceye değin başka bir işbirliği girişimi olmamıştır (Barblan, 2002).
Avrupa üniversitelerinin ABD’dekilere oranla giderek geri kalan konumları,* 1989 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Merkez ve Doğu Avrupa Ülkeleri’nde (MDAÜ) patlayan yükseköğretim talebi ve bunun sonucunda kar amacıyla denetimsiz ve sınırsız biçimde ortaya çıkan özel üniversitelerin eğitimi ticarileştirip kaliteyi düşürmesi sonucu, Avrupa’da yükseköğretim sistemlerinin uyumlaştırılıp yakınlaştırılması zorunluluğu doğmuştur. Bu gelişmeler ve sorun alanları, Avrupa’da Bologna Sürecine giden yolu açmış ve ortak bir Avrupa Yükseköğretim Alanı (AYA) oluşturulması projesi uygulanmaya koyulmuştur.
Bologna sürecinin aşamalarını ve gelişimine geçmeden, bu sürecin ve AYA projesinin siyasal ve ekonomik amacını vurgulamak yararlı olacaktır. 2000 yılında Lizbon’da yapılan toplantıda alınan karara göre, Bologna sürecinin siyasal ve ekonomik amacı, küresel dünyada birleşerek ve genişleyerek ortak tek bir pazar haline gelen Avrupa Birliği’nin, sürdürülebilir ekonomik kalkınma becerisi ile vatandaşlarına daha iyi iş, yaşam kalitesi ve sosyal bütünlük sağlayarak “dünyadaki en yarışmacı ve dinamik bilgi tabanlı ekonomik gücü yapılması” (Farrington, 2005:11) olarak tanımlanmıştır. Yani, AB’nin ekonomik, toplumsal ve siyasal hedeflerine ulaşmasındaki başarısı ve etkinliği, yükseköğretim alanında yeniden yapılanma süreci içinde gerçekleştireceği uyumlaştırma ve yakınlaştırma girişimlerinin başarısına endekslenmiştir.
18 Eylül 1988 tarihinde, Bologna Üniversitesi’nin 900. Kuruluş yıldönümü için bir araya gelen hükümet temsilcilerince, farklı Avrupa ulusal kültürlerinin uyumu ve doğu ve batı Avrupa arasında köprü kurulmasında üniversitelerin katkısının önemine dikkat çekilmiştir. Bunun üzerine, aynı yılda Avrupa çapındaki 430 üniversite yöneticisinin katılımıyla, üniversiteyi yeniden tanımlayan ve yeni işlevlerle sorumlu kılan bir “Üniversiteler Anayasası” niteliğindeki “Magna Charta Universitatum” belgesi kabul edilmiştir. Bu belgede, geleceğin dünyasının bilimsel ve teknolojik gelişmelerce belirleneceği ifade edilerek, özerk, özgür, uyumlu ve insancıl yaklaşıma sahip üniversitelerin temel hedefinin çevreye duyarlı kuşaklar yetiştirmek ve toplumsal değişime katkıda bulunmak olduğu vurgulanmıştır (Bologna University, 1988). Bu toplantıda, 1987 yılında ortaya atılmış ve 1990’lı yıllarda Avrupa işbirliğinin simgesi haline gelen, Avrupa üniversiteleri arasında öğrenci değişimine dayanan ERASMUS programı da projelendirilmiştir.
Yükseköğretim kurumlarının ve vermiş oldukları derecelerin tanınması için 1997 yılında Avrupa Konseyi (Council of Europe) ve UNESCO’nun işbirliği ile gerçekleştirilen Lizbon Tanıma Konvansiyonu’nda (Lisbon Recognition Convention), 36 Avrupa ülkesi, ABD, Kanada, Avustralya ve İsrail tarafından “akademik tanınma” (academic recognition) için gerekli ilke ve yöntemler kabul edilmiş, ancak bunlar, uygulamada önemli bir değişiklik meydana getirememiştir. (YÖK, 2006: 49).
Mayıs 1998’de, Paris’te, Sorbonne Üniversitesi’nin 800. Kuruluş yıldönümünü kutlama etkinlikleri çerçevesinde, Fransa Eğitim Bakanı, İngiliz, Alman ve İtalyan meslektaşlarını davet ederek bir toplantı gerçekleştirmiştir. Dört Bakanın kabul ettiği Sorbonne Bildirisi’nde, Avrupa’nın bilgi toplumuna dönüşümünün önemi vurgulanarak, üniversitelerin bilimsel, kültürel, sosyal ve teknik ortaklıkların kurulmasındaki rolü, bu bağlamda,
-          üniversiteler arasındaki hareketliliğin (mobility) ve işbirliğinin gerekliliği,
-          iki kademeli (two-cycle) sistem (lisans ve yüksek lisans), ve
-          Avrupa Kredi Transfer Sistemi (ECTS: European Credit Transfer System)
gibi konulara değinilerek AYA’nın ilk girişimi başlamıştır.
Sorbonne Bildirisi’nden 1 yıl sonra, İtalyan Eğitim Bakanı Haziran 1999’da yükseköğretimin uyumlaştırılmasıyla ilgili bir toplantı düzenlemiştir. 29 ülkenin Eğitim Bakanlarının katıldığı toplantının sonunda 19 Haziran 1999’da Bologna Bildirisi kabul edilmiştir. Bildiri’de, 2010 yılında, Avrupa yükseköğretim sisteminin uluslararası alanda rekabet edebilmesi için bir Avrupa Yükseköğretim Alanı’nın (AYA) oluşturulması ve bu tarihte en az %20 oranında bir öğrenci hareketliliğinin sağlanması (Farrington, 2005:11) amaçlanmıştır. Buna göre, 2010 yılında, mallar, hizmetler ve insanlar gibi yükseköğretim hizmetleri de kıtanın bir yanından diğerine serbestçe dolaşabilecektir. 2010 yılındaki AYA hedefine ulaşabilmek için Sorbonne Bildirisi’nde yer alan amaçlara aşağıdaki konular da eklenmiştir:
-          Diploma Eki (Diploma Supplement)
-          Kalite güvencesi (quality insurance) konusunda işbirliği
-          Akademik müfredatın Avrupalılaşması (Europeanization)
Yasal bağlayıcılığı olmayan, gönüllü bir işbirliği temeline dayanan Bologna Bildirisinin önerdiği sürece üniversitelerin etkin katkıda bulunması ve iki yılda bir yapılacak toplantılarla gelişmelerin değerlendirilmesi de yine bu toplantıda karara bağlanmıştır.
2001 yılında 300 civarında üniversitenin temsil edildiği Avrupa Üniversiteler Birliği kurulmuş ve Mart ayında Salamanca’da Yükseköğretim kurumlarının temsilcilerinin katıldığı bir toplantı yapılmıştır. Bu toplantıda, 1999 yılında Bologna’da alınan karar gereği her iki yılda bir yapılması tasarlanan toplantılar çerçevesinde Mayıs 2001’de yapılacak Prag toplantısına yapılacak katkı ve görüşler belirlenmiştir. Salamanca Mesajı’nda, üniversitelerin kendi stratejilerini şekillendirebilmelerinin, araştırma ve eğitim önceliklerini saptayabilmelerinin, kaynaklarını serbestçe kullanabilmelerinin, öğrenci ve personellerini kendi kriterlerine göre seçebilmelerinin önemine vurgu yapılmıştır. Yine Mesaj’da, kurumlar ve ülkeler arasındaki rekabetin ilkesel olarak kabul edilmekle birlikte üniversitelerin toplumsal sorumluluğunun, hesap verme yükümlülüğünün, yapılacak araştırmaların etik ilkeler çerçevesinde topluma ve bireylere sağlayacağı katkının gözden kaçırılmaması gerektiğinin altı önemle çizilmiştir (Salamanca Message, 2001).
Salamanca Toplantısının hemen akabinde Mayıs 2001’de Prag’da, Türkiye, Hırvatistan ve Güney Kıbrıs Eğitim Bakanlarının da katılımıyla 33 ülke temsilcisinin bulunduğu toplantıda:
-          Yaşam boyu eğitimin (life-long education) geliştirilmesi,
-          AYA sürecine öğrencilerin de katılımının sağlanması,
-          Sınırötesi eğitimin (transnational education) geliştirilmesi
kararları alınmış, Bologna sürecinin takibi ve eşgüdümünü sağlamak üzere Bologna İzleme Grubu’nun (BFUG:Bologna Follow-Up Group) oluşturulmasına karar verilmiştir.
Daha sonraki süreçte, 2003 yılında üniversite temsilcilerinin bir araya geldiği Graz Kongresi’nde üniversitelerin toplumsal sorumluluğunun önemi yinelenmiş, öğrenci-odaklı ve esnek öğrenin yaklaşımlarının uygulamaya geçirilmesi ve kalite güvence sistemi için Avrupa genelinde bir çerçeve programının oluşturulma gerekliliği vurgulanmıştır. Bologna sürecinin gelişmesi ve izlenmesi bağlamında 2 yılda bir düzenli olarak düzenlenen toplantılar çerçevesinde, 2003 yılında 40 ülkenin katılımıyla Berlin’deki AYA’nın Gerçekleştirilmesi (Realizing EHEA) Bildirisi’nde eğitim programlarının doktora eğitiminin de ilavesiyle üç aşamalı (three-cycle education) yapılmasına karar verilmiş, nihayet, 2005 yılında Bergen’de yapılan Bologna Sürecini Değerlendirme (Bologna Process Stocktaking) toplantısında, sürece dahil ülkelerdeki gelişmeler gözden geçirilmiştir (Bergen, 2005).
Tüm bu Bologna sürecinin amacı, Avrupa’daki yükseköğretim sisteminde kalite güvencesi, diploma ve derece sistemlerinde bir uyum ve standardın sağlanarak, Avrupa yükseköğretim kurumlarının dünyadakilerle yarışabilir konumda olmalarını sağlamak, nihai olarak da Avrupa’nın bilgi tabanlı dinamik ve rekabetçi ekonomik güç olmasını sağlamaktır. Bologna sürecinde ve ilgili toplantılarda, her ülkenin ve yükseköğretim kurumunun kültürel ve kurumsal özelliklerinin saygıyla korunacağı, dolayısıyla bir zenginlik olarak değerlendirilen bu çeşitliliğin eğitimin sürdürülebilir gelişmesi için bir gereklilik olduğu, işbirliği ve AYA ile hedeflenenin eğitim kalitesinin ve kıta çapında öğrenci ve öğretim üyesi hareketliliğinin sağlanması olduğu önemle vurgulanmıştır. Çeşitliliğin korunması vurgusu önemli olmakla birlikte, yükseköğretim kurumlarının uyumlaştırılması ve yakınlaştırılması girişimlerinin sonunda geliştirilen ilke, standart, yöntem ve mekanizmalarla zamanla aralarındaki farklılığın ve çeşitliliğin çok azalacağını, en azından “dünya çapındaki birinci sınıf üniversitelerin” (Altbach, 2004) yapısal, işlevsel ve yönetimsel özellikleriyle birbirlerini çok andıracağını öngörmek olanaklı gözükmektedir.

5. Sonuç
21. yüzyılda üniversitelerin, bilgi ekonomisinin ve toplumunun öncelik, koşul, gereksinim ve taleplerine göre yeniden yapılandırılmaları, tüm ulusların ve uluslararası oluşumların öncelikli ve kritik gündem maddelerinden biri haline gelmiştir. Bilgi ekonomisinin fabrikası olarak nitelenen üniversitelerin analitik, rasyonel, üretken, sistematik, sorgulayan, kuşku duyan, sentezleyen ve yenileşen özellikleriyle, bilişim çağındaki yapısal, yasal, kurumsal ve yönetsel yapılanmaları, işlevlerini ve misyonlarını yeniden tanımlayıp oluşturmaları (Denman, 2005) hem kendilerinin, hem de ilgili paydaşların ortaklaşa işbirliği yaparak başarabilecekleri bir süreç olarak durmaktadır.
Küreselleşme, bilgi ekonomisinin ortaya çıkışı, uluslararası ve ulusötesi (transnational) kurum, ilişki ve süreçlerin belirmesi, neo-liberal politikaların etkisiyle devletin işlevleri ve kamu finansmanında olan daralma, bilgi-iletişim teknolojilerinin kamusal ve özel kurumlara sunduğu olanak ve fırsatlar, geleneksel merkeziyetçi kamu yönetiminde meydan gelen değişimlerle ortaya çıkan katılımcı, demokratik, esnek, açık, şeffaf, hesap veren ve toplumsal paydaşlara sorumluluk ve söz hakkı tanıyan çağdaş yönetim anlayışı gibi gelişmeler, pek çok siyasal, toplumsal, ekonomik ve yasal kurumu etkilediği gibi yükseköğretimi sistemini de etkilemiş, geleneksel yapılanma ve işleyişinde radikal değişimlere gitmesine yol açmıştır. Tüm bu gelişmeler sonucu yükseköğretim sisteminde uluslararası yeni aktörler, mekanizmalar ve işbirliği ortamları doğmuş, yükseköğretimde çoğalarak artan yoğun taleple meydana gelen yığınlaşma bir taraftan, kamu finansman kaynaklarındaki kesintiler diğer taraftan, yükseköğretim kurumlarını yeni finansman ve sunum biçimleri aramaya itmiş ve bunların sonucunda yükseköğretimde özelleşme (private university), girişimci üniversite (entrepreneurial university) bilişim teknolojilerinin de sağladığı ortamda sanal üniversite (virtual/click university), e-öğrenim (e-learning), zaman ve yer bakımından esnek öğrenim (flexi-education), yaşam boyu öğrenim (life-long öğrenim) ya da yeniden öğrenim (re-education) gibi yeni öğretim yaklaşımları uygulanmaya başlamıştır. Yükseköğretim kurumlarının çağdaş gelişmeler ve girişimlerle kazandıkları yönetsel, mali ve akademik özerklik ve özgürlüklerin dengeleyicisi olarak bunların topluma karşı hesap vermeleri, yine sosyal sorumluluk ilkesi ve etik davranma yükümlülüğünün bir uzantısı olarak “üçüncü misyonlarında” (third task) özenli olmaları, yani araştırma sonuçlarını toplumsal gelişme, yerel ve bölgesel kalkınmaya katkıda bulunacak biçimde yönlendirmeleri ve toplumun, insanlığın, çevrenin ve canlı türlerinin zararına hiçbir zaman ve hiçbir şekilde kullanmamaları yeniden yapılanmaları içinde en çok duyarlılıkla beklenen konular olmuştur.
Yükseköğretim kurumlarının girişimcilik güdüsüyle ticarileşmelerinin getirdiği olumsuz sonuçların giderilmesi için de, ulusal kalite güvencesi ve akreditasyonla ilgili ilkeler ve yöntemler geliştirme yoluna gidilmiştir. Ticarileşme, kalite düşüklüğü ve uyumsuzlukla ilgili sorunların çözümünü araştırmak ve bilgi toplumunda ekonomik gelişmenin motoru olan üniversitelerin uyumunu ve yakınlaşmasını sağlayarak Avrupa’nın dünyada rekabetçi ve dinamik bir ekonomiye sahip olmasını amaçlayan Bologna süreci ve AYA projesi doğmuştur. AYA ile bir taraftan kurumsal ve akademik işlevlerle uluslararası işbirliğinin gereksinimleri arasında denge kurulmaya çalışılırken, diğer taraftan öğrencilerin eğitim ve donanım düzeyinin artması, üniversiteler arası işbirliği, hareketlilik (mobility) ve uyumun gerçekleştirilmesi ve bölgede bilgi üretim ve paylaşımının kolaylaşmasına çalışılmıştır. Ancak, yasal bir bağlayıcılığı olmayıp gönüllü işbirliğine dayanmasına rağmen, karar oluşturma ve müzakere sürecinin toplumsal paydaşların yaygın ve yoğun katılımından ziyade daha çok yukarıdan aşağıya (top-down) yöntemlerle yapılması, AYA’nın finansman kaynağının ve yöntemlerinin açıkça belirtilmemesi ve toplumsal sorumluluk bağlamında yükseköğretim kurumlarının bölgesel ve ulusal kalkınmaya yapmaları gereken katkı misyonlarının ihmal edilmesi AYA projesinin zayıf ve eleştirilen yönlerini oluşturmuştur.
Tüm bu gelişmeler ve girişimler göstermektedir ki, yükseköğretim sisteminin yeniden yapılandırılması ve sürecin rasyonel, stratejik ve yenileşmesi yönetimi, 21. Yüzyılda ülkelerin ve toplumların kalkınmasının önkoşulunu oluşturmaktadır. Günümüzde, uluslararası ya da ulusal her düzeydeki çağdaş yükseköğretim kurumlarının taşımaları gereken özellikler üzerinde oydaşım sağlanmıştır. Bu özellikler şöyle sayılabilir (YÖK, 2006:18):
1.      Akademik özgürlük ve yönetsel özgürlük
2.      Üretkenlik ve kaliteye verilen önem
3.      Etkin kaynak kullanımı
4.      Mali özerklik
5.      Saydamlık
6.      Hesap verebilirlik
7.      Farklılaşma
8.      Esneklik
9.      Katılıma açık olma
10.  Toplumla ilişki
11.  Uluslararası ilişkilere verilen önem
Yükseköğretim kurumlarının yapısı, işlevleri ve işleyiş tarzlarıyla ilgili bu sıralanan temel ilkeler üzerinde ulusal ve uluslararası genel bir uzlaşma sağlanmıştır. Önemli olan, bu yeniden yapılanma sürecinin sağlıklı, rasyonel ve tüm paydaşların yoğun ve yaygın katılımıyla yürütülmesi ve yönetilmesidir. Bu da, geleneksel merkeziyetçi, katı, yukarıdan aşağıya (top-down) ve monolitik karar verme ve uygulama biçim ve yöntemleriyle başarılabilecek bir konu değildir. Kurumsal, siyasal ve yönetsel zihniyet ve kültür değişikliğine gidilmeden, teorik olarak kusursuz bile görünseler, yenileşmelerin ve reform girişimlerinin başarı şansı yoktur. Örneğin, Türkiye’de 1981 yılındaki 2547 sayılı YÖK Yasası sorgusuz, eleştirisiz çıkmış, ancak günümüzde 4 yıldan beri yeni bir yasa çıkabilmesi olanaklı olmamıştır. Bunun temel nedeni, yasama ya da yürütme erkini elinde bulunduran kurumların, geleneksel, tek merkezli ve yukarıdan aşağıya doğru olan bürokrasi odaklı politika oluşturma (policymaking) süreciyle bunun çözülebileceğini düşünmeleridir. Oysa çağdaş yönetişim (governance) odaklı politika oluşturma süreci, siyasilerin ve parlamenterlerin yanında sorumlu yönetsel kurumların, üniversitelerin, öğretim üyelerinin, öğrencilerin, araştırmacıların, sivil toplum kurumlarının, iş dünyasının, medyanın, hatta ilişki içinde olunan uluslararası kuruluşların, yani ilgili tüm paydaşların katılımı, etkisi ve katkısının etkileşimi ve bileşimini zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla, yükseköğretimin yeniden yapılandırılması ve yönetilmesi konusu dahil, tüm politika alanlarında sorunların çözülmesinde, ilgili tüm aktörlerin, çağdaş hukuk devleti sınırları ve kuralları çerçevesinde, birlikte, beraberce, sağlıklı ve rasyonel bir etkileşim ve iletişim içinde hareket edebilme yeteneğini ve kültürünü kazanmaları, bilgi toplumuna geçişin sine qua non koşuludur.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder