13 Mayıs 2014 Salı

ALT KİMLİK-ÜST KİMLİK, ANAYASAL VATANDAŞLIK

ALT KİMLİK-ÜST KİMLİK, ANAYASAL VATANDAŞLIK,  
Türkler, Kürtler Türkiyeliler
ve
Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı

"Yurttaş Verheugen"in ("Citizen Verheugen") Eylül sonunda Türkiye ve Diyarbakır gezisinden sonra açıklanan "AB İlerleme Raporu"yla birlikte başlayan "azınlıklar" tartışması tüm hızıyla sürerken, Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu'nun hazırladığı "rapor"la birlikte "alt-kimlik"-"üst-kimlik" tartışmaları da eski kaldığı yerden yeniden başlamıştır.
Bu hızlı tartışma ortamında, kimilerine göre "Türk" tanımı "ırksal" (bir söyleme göre "etnik") özelliklere sahip olmadığından "üst-kimlik" olabileceği ileri sürülürken, kimileri tersini iddia ederek, "Türkiyelilik"in üst-kimlik için en uygun tanım olduğunu ileri sürmüştür. Bir üçüncü kesim ise, bu türden "ırksal" ya da "etnik" temelli tanımlamaların yerine, "ırksız ve cinsiyetsiz" bir "anayasal vatandaşlık" statüsü oluşturularak "sorunun" çözülmesinin daha kolay olacağını söylemektedir.
Bu üç ana eksende giden tartışmalarda, şimdilik "anayasal vatandaşlık" önerisi daha ağır basan yan olmuşsa da, tartışmalar "mozaik değil, mermer"ci faşistlerin müdahaleleriyle yeni bir AB raporuna kadar askıya alınmış görünmektedir. Bu yeni AB raporunun da, 17 Aralık "zirvesi"nde alınacak kararla ortaya çıkacağı neredeyse kesin gibidir.
Tartışmalara ve tartışan taraflara bakıldığında, alt-kimlik, üst-kimlik, anayasal vatandaşlık vs. konusunun nereden kaynaklandığı, hangi "sorunu" çözeceğinin "herkesin malumu" olduğu görülmektedir.
Biz, kendimizin "geri zekalı" yerine konulmasını göze alarak, "herkesin malumu" olduğu varsayılan "malumat"ın ne olduğunu açıklamanın gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Ülkenin tüm aydınlarının, "azınlık" sözcüğünün tarafı olduğunu kabul eden tüm "ilgililerin" "malumu" olan "malumat", hiç şüphesiz ulusal sorundur. Ve "ulusal sorun" denildiğinde ilk akla gelen de Kürtlerdir.
Daha açık olarak ifade edersek, AB üyeliği ile birlikte başlayan ve AB "ilerleme rapor"larıyla devam eden alt-kimlik, üst-kimlik, anayasal vatandaşlık vs. çerçevesindeki tartışmaların temel nedeni Kürtlerin ulusal haklarıdır. Dolayısıyla tartışmanın öngeçmişi, tarihi, Kürtlerin ulus olup olmadıklarına ilişkin tartışmaların tarihidir.
Sorunu bir kez daha ortaya koyarsak, mevcut her türden "kimlik" tartışmalarının temelinde Kürt ulusunun varlığı ve ulus olarak belli haklara sahip olup olamayacağı yatar.
Eğer Kürtler bir ulus ise, doğal ve kaçınılmaz olarak her ulusun sahip olduğu haklardan yararlanma hakkına sahip olmalıdır. Bunun adı ise, Kürtlerin, ulus olarak kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olmalarıdır. Sorunun çıkış yeri, temeli ve esası budur. Bunun dışındaki her türden eklemeler, çıkarmalar tarihin ve tarihsel gerçeklerin çarpıtılmasından başka bir anlama gelmez.
Eğer Kürtler bir ulus iseler, doğal ve kaçınılmaz olarak kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olmaları, ayrı devlet kurma hakkı demektir. Ezilen ulus olarak bir başka ulusun egemenliği altında oldukları koşullarda, kendi kaderlerini tayin hakkı, ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı olarak tanımlanır. Bir kaç istisna dışında tüm Kürt siyasal örgütlenmelerinin amacı da bu hakkı elde etmek olmuştur.
Ulusal bir sorun, mevcut ve çözülmemiş ise, orada ulusal bir mücadelenin er ya da geç ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bir ulus, bir başka ulus tarafından egemenlik altına alınmış ise, bu egemenlik ne denli "cennet" olarak görünürse görünsün, her durumda ulusal nitelikte sorunlar ortaya çıkartır. Dolayısıyla ulusal nitelikteki her sorun, kaçınılmaz olarak, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ile çözümlenmek durumundadır. Mevcut olan, somut ulusal sorunlar ya da ulusal nitelik alan sorunlar ne denli yerel, özel, parçasal olursa olsun, zaman içinde bütünsel bir ulusal sorun olarak ortaya çıkar. Yapılan her türlü yerel, özel ya da parçasal ulusal sorunların (ki bu durumlarda ortaya çıkan sorunlara "etnik sorunlar" denilerek "ulusal" yön ikinci plana itilmeye çalışılır) çözümüne yönelik çabalar, ne denli "iyiniyetli" olursa olsun, sonuçta bütünsel ulusal sorunun çözümünün kaçınılmazlığını ortaya çıkarır ve bu kaçınılmaz çözümü hızlandırır.
Ulusal sorunun bu kaçınılmaz çözümü, ancak demokratik bir devlet çerçevesi içinde gerçekleştirilebilir.[1*] Böyle bir demokratik çerçevede ortaya çıkan ulusların kendi kaderini tayin hakkı, demokratik bir hak olarak her ulus tarafından kabul edilir ve demokratik bir hakkın kullanım koşullarına tabi olarak kullanılır. Lenin'in açık biçimde belirttiği gibi, kapitalizm koşullarında "ulusal barış", yani aynı topraklar içinde ve aynı devlet çerçevesinde yaşayan ulusların barış içinde bir arada yaşaması, "demokratizmin tutarlı bir tarzda uygulandığı ülkelerde gerçekleştirilebilir".[2*] Bunun dışındaki her türlü çözüm, bir zaman azalıyor görünse de, uluslar arasındaki kin ve nefreti sürekli kılar.
Şüphesiz ulusal sorunun, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde çözümünü "olanaksız" görenler olduğu gibi, böyle bir çözümü mevcut devletin "parçalanması" anlamına geldiği için "bölücülük" olarak kabul edenler de vardır. Her iki kesim, farklı gerekçeler ortaya koysalar da, ortak hedefleri marksist-leninistlerdir. Marksist-Leninistler, bunlar tarafından, iki farklı uçtan, ya "pratik" öneriler getirmemekle, ya da "ülkeyi bölmekle" suçlanırlar.
"Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne kadar ahmakça ve ne kadar ikiyüzlüce bir davranışsa, ulusların kaderlerini tayin etme özgürlüğünü savunanları da, yani ayrılma özgürlüğünü savunanları da, ayrılmayı isteklendirmeyle suçlamak, o ölçüde ahmakça ve ikiyüzlü bir davranıştır."[3*]
Burada bilinmesi ve anlaşılması gereken, demokratik bir hakkın tanınması ile bu hakkın kullanılmasının bir ve aynı şey olmadığıdır. Bir başka ifadeyle, boşanma hakkının varlığı, evli olanların hemen ve derhal boşanmaları anlamına gelmediği gibi, ulusların ayrılma hakkının tanınması da ayrılmayı mutlak önkoşul olarak ortaya koymaz. Böyle bir hakkın tanınması, ezilen ulusun ya da demokratik devlet sınırları içinde "azınlık"ta olan ulusun, eşit haklara sahip olması ve polis yöntemleriyle, yani şiddet yoluyla devlet sınırları içinde tutulmayacaklarının garanti edilmesidir. Bu garanti geçerliliğini yitirdiğinde, "azınlık"ta olan ulusun ayrılma hakkını kullanması sözkonusudur.
Yine de demokratik bir devlet çerçevesinde ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınmasının "azınlık"taki ulusun ayrılmasını engellemeyeceği, o ulusun milliyetçilerinin "küçük olsun benim olsun" zihniyeti ile hareket edeceği, dolayısıyla "parçalanmanın" kaçınılmaz olduğu söylenebilecektir. Bu nedenden dolayı, ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınmasının "azınlık"ta olan ulusun ayrılmasını getirerek ulusal kin ve nefretin devamına hizmet edeceği ileri sürülebilir. Denecektir ki, böyle bir hakkın tanınması, kullanılmasını beraberinde getireceğinden, ülke içindeki ulusal çatışmayı, ülkeler arası çatışmaya dönüştürerek, bölgesel ölçekte yaygınlaşmasına yol açacaktır.
Bu ve benzeri savlar, karşı çıkışlar, yaşamının tek bir zaman diliminde bile demokratik bir devletin ne olduğunu görmemiş ve bilmeyen insanların düşüncelerinin ürünüdür. Onlar, demokratik bir ülkenin, demokratik bir devletin, ancak demokratik ilkelere bağlı bulunanların çoğunlukta olduğu koşullarda ortaya çıkacağını bilmezler.[4*]
Bu konuda ne söylenirse söylensin, yine de marksist-leninist ulusal sorun çözüm yöntemleri "pratik olmadığı" ya da "bölücü" olduğu için reddedilmeye devam edecektir.
Bölücü" olmayan ulusal sorun "çözüm" önerileri ise iki ana başlık altında toplanır: a) Kültürel özerklik; b) yerel özerklik ya da yerel yönetimlerin güçlendirilmesi (yarı-federal çözüm).
Yakından bakıldığında bu iki "çözüm" tarzı bir ve aynı şeyi ifade eder. Ancak biçimsel ve söylemsel farklar nedeniyle birbirinden farklıymış gibi bir izlenim uyandırır. İkisinin ortak noktası, aynı devlet sınırları içinde yaşayan, sayısal olarak egemen ulustan daha az, ancak "hatırı sayılır" bir nüfusa sahip uluslara "azınlık" hakları tanımaktır. Dolayısıyla ulusal sorunun tek ve "pratik" çözümü olarak "azınlık hakları"nın verilmesi olduğu görüşünde birleşirler.
Sol "kültür" sahibi olanların "ulusal kültürel özerklik" olarak bildikleri bu çözüm yöntemi, "dillerin eşitliği" temelinde kültür alanına giren her konuda "azınlık" nüfusa sahip ulusun kendi yönetim hakkını tanımaktan ibarettir.

Kültürel Özerklik
Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, kültürel özerklik, "dillerin eşitliği" temelinde ulusal sorunların çözümlenebileceği varsayımına dayanır. Bu, en açık biçimde okulun uluslara göre bölünmesi, yani eğitimde ulusal kapalı alanların oluşturulması demektir. Bunun "medya" söylemleri içindeki ifadesi, "ana dilde eğitim hakkı"dır. Diğer "kültür öğeleri", örneğin müzik, televizyon ve radyo yayını, bu çerçevede ele alınır. Okul, dilin öğretildiği yer, "diğer kültür alanları" dilin kullanıldığı ve geliştirildiği yerler olarak ortaya çıkar. Ancak okul, "kamusal alan"; diğerleri "özel alan"ı oluşturur. Dolayısıyla devleti ilgilendiren bölüm "kamusal alan", yani devlete ilişkin alandır. Bu nedenle, kültürel özerkliğin odak noktası, okulun ulusal esasa göre bölünmesidir. Böylece her ulus, ulusal azınlık kendi ana dilinde okul açma, eğitim verme hakkına sahip olacaktır. Ve varsayılmaktadır ki, böyle bir gelişme sağlandığında ulusal sorunlar çözülecek, uluslar arasındaki çatışma son bulacaktır.
Eğitim, bu konuda biraz bilgi sahibi olan herkesin kolayca bileceği gibi, okul, binasından öğretmenine, öğrencisinden eğitim programına kadar pek çok unsuru içerir. Bu unsurlar da, belli bir parasal kaynağı ve bu kaynağın sürekliliğini gerektirir. Eğitim hiçbir biçimde kişisel bağışlarla, kişisel çabalarla elde edilen belirsiz ve geçici gelirlerle sürdürülemez. Dolayısıyla eğitim sürekliliğinin sağlanabilinmesi için, "kaynağın" sağlam ve sürekli olması şarttır. Bu nedenden dolayıdır ki, kültürel özerklik teorisyenleri, ulusal eğitim için ülke vatandaşlarının eğitim giderlerini karşılaması gerektiğinden yola çıkarak, ulusal eğitim için ulus üyelerinin belli oranda vergilendirilmesi gerektiğini söylerler. Pratik olarak, her "anayasal vatandaş", hangi ulusa ait olduğunu kaydettirerek, kendi ulusal dilindeki eğitim için gerekli vergiyi ödeyecektir.
Böylece kültürel özerklik, ulusal dilde eğitimin sürekliliği için ulus üyelerinin vergilendirilmesini ve bu vergilerin ulusun temsilcileri ya da temsil organları tarafından toplanmasını gerektirir. Doğal olarak, artan nüfus ve eğitim masraflarının artması, verginin artırılmasını gerektireceğinden, aynı temsilcilerin ya da temsil organlarının vergilendirme yetkisine de sahip olmasını öngörür. Dolayısıyla kültürel özerklik, vergilendirme yetkisine sahip olan bir yerel (ya da ulusal) meclis (yasama organı) ve bunun aldığı kararları yürütme gücüne sahip bir organın (yerel yönetim) varlığını esas alan bir hukuksal bütünlük oluşturur.
Böyle bir hukuksal bütünlüğü yok varsayarak, çözümü, sadece "ulusal dilde kurslar açma" ve bu "kurslar"ın masraflarının ulusal topluluk üyelerinin kendi "rızalarıyla" yapacakları yardımlarla karşılanması olarak sunmak, eğer basit bir bilgisizliğin ürünü "saflık"tan kaynaklanmıyorsa, düpedüz "başka niyetlerin" gizlenmesinden başka anlama gelmez.
Yine burada "iyiniyetli" insanlar ortaya çıkarak, hukuksal bütünlüğün de fazlaca önemli olmadığını, belirli alanla sınırlı olan bir vergilendirme yetkisi ve vergi toplama hakkının fazlaca önemli olmayacağını, en azından "eğitime" bir destek anlamına geleceğini söyleyebilirler.
Elbette böylesine "iyiniyetli" sözler karşısında "cehennemin yolunun iyiniyet taşları ile döşenmiş" olduğu söylenerek itiraz edilebilir. Ama böyle söylendi diye "iyiniyetli"nin iyiniyetinden vazgeçmeyeceği açıktır.
Vergilendirme hakkı, vergi koyma (yasama) ve vergi toplama (yürütme) organlarının varlığını gerektirir. Aksi halde, vergi toplama haraç almaya dönüşür ki, bunun adaletsizliği bir yana, böyle bir "gelir"le süreklilik gerektiren eğitimin sürdürülmesi olanaksızdır.
Vergilendirme hakkının sadece kendi ana dilinde eğitim yapacak olan ulusun eğitim masraflarını karşılamakla sınırlı bir hak olarak "yasal" hale getirildiğini varsayalım. Yine varsayalım ki bu ulusal "azınlık", gerek artan nüfusun eğitimi için, gerekse eğitimin kalitesini yükseltmek amacıyla belirli bir plan oluştursun. Bu plan gereğince alınan vergiler "eğitime" yatırılacaktır. Her yıl şu kadar okul, şu kadar okul malzemesi, şu kadar öğretmen ihtiyacını karşılamak için alınan vergilerden oluşan bir bütçe ortaya çıkacaktır. Doğal olarak bir bütçe sözkonusu ise, vergilendirme hakkını kullanan kurum (yasama), aynı zamanda bu bütçenin oluşumunu ve denetimini de yapmak durumundadır. Bunun adı ise maliyedir (biraz modern olsun diye "finansman merkezi" de diyebiliriz). Bütçe kaynaklarının gerçekliği, bütçenin denkliği vb. konular bu kurumun işi haline gelecektir.
Aynı zamanda kapitalizm koşullarında yaşanmaktadır. Dolayısıyla değişik finansman kaynakları (kredi vb.) aynı amaçlarla kullanılabilecektir. Kredi faiz oranları, faiz oranlarındaki dalgalanmalar yanında "eğitime katkı bonoları" gibi araçlar da devreye girecektir. Bu ise, adı farklı konulmakla birlikte "devlet iç borçlanma senetleri"nden başka birşey değildir. Her bono gibi, alıcısına belli bir geliri garantilemek durumundadır. Bu işlevler ise, herkesin bileceği gibi Hazine'ye ilişkindir.
Ve yine kapitalizm koşullarında yaşandığı için, gerek vergi gelirleri, gerek diğer borçlanma araçlarının "rasyonel" kullanımı ve "marjinal verimliliği" esas alınacaktır. Yani elde edilen gelirler (finansman) nemalandırılacaktır. Nemalandırmak ise, sözcüğün tek ve gerçek anlamıyla sermaye birikimidir.
Kısacası, sadece "azınlık" ulusun kendi dilinde eğitim hakkı çerçevesinde vergi koyma ve toplama hakkının tanınması, bir bütün olarak devlet işlevlerinin yerine getirilmesi demektir. Normal bir devletten tek eksik olan yanı, devletin askeri gücüdür.
Böylece dış işleri ve savunma alanları dışında bölgesel özerkliğe ulaşılır. Bu ise, federe devletten başka birşey değildir. Bu aşamadan sonra yapılacak tek şey, bu fiili durumu resmi hale getirmekten ibarettir.
Bu gelişmenin olumsuz sonuçlar ortaya çıkardığı görüldüğü ölçüde, başka çözüm yolları aranacaktır. Bulunacak diğer bir çözüm ise, daha önce belirttiğimiz gibi, düzenli olmayan gelirleri esas alır, yani vergilendirme yerine "gönüllü bağışlar"la eğitim finanse edilmesidir. Bu da, "devletin okullara müdahalesinin ortadan kaldırılması" gibi çok "sivil toplumcu" bir söylemle sunulabilir.
Okul ve benzeri alanlardan 'devletin müdahalesini ortadan kaldırmak' ve bunları ulusların eline teslim etmek, deyim uygun düşerse, en ideolojik ve 'saf' ulusal kültüre ya da papaz egemenliğinin ve şovenizmin ulusal temeli üzerinde açılıp gelişmeye en elverişli olan alanını, ulusları birbiri ile kaynaştıran ekonomiden ayırmaya çaba göstermekten başka bir şey değildir."[5*]
Özcesi, bu türden çözümler de, sonal olarak kültürel özerklik çerçevesindedir ve resmi vergilendirme yerine, eğitimin "cemaatlere" teslim edilmesiyle sonuçlanır.
"Kültürel özerklik"in her biçiminin sonuçta her türden dini ve milliyetçi ideolojilerin gelişmesine yol açacağı görüldüğü ölçüde "yepyeni" arayışlar ortaya çıkacağı açıktır. "Yepyeni" çözüm ise, "alt-kimlik", "üst-kimlik", "anayasal vatandaşlık" söylemleriyle ortaya atılmıştır.
     
Alt-Kimlik, Üst-Kimlik
Ve Anayasal Vatandaşlık
Ülkemizde her ulustan, her "etnisite"den aydın ve politikacının fikir söylediği "kimlik" sorunu, insanların "kimlik" ve "kişilik" arayışı içinde oldukları bir döneme denk düşmüştür. Sistemin tek tip insan yetiştirdiği, eğitimin bu tek tipleştirmenin temel aracı olduğu, bireylerin "kişiliklerinin" gelişmesini engellediği vs. iddialarla ortaya çıkan teoriler 12 Eylül küçük-burjuva aydınlarının saf değiştirme (dönme) bunalımının ürünüdür. Bilimin yerini psikolojinin, bilimsel tahlilin yerini "astroloji"nin aldığı bir dönemde, "dönmeler" "kimlik" bunalımına sürüklenmişlerdir. "Ben kimim?", "hangi topluluğa aidim?"le başlayan "entel" iç sıkıntılar ve bunaltılarla başlayan "kimlik" sorunu, Kürt ulusal hareketinin geliştiği bir ortamda legal alanlara devriklenmiştir. "Kürt" sözcüğünün kullanılmasının "ölüm" nedeni olduğu bir dönemde küçük-burjuva aydınlarının "kimlik bunalımı" yeni bir "ezop dili" oluşturmuştur. "Kimlik arayışı", bireysellik alanından ulusallık alanına taşınmış, "kimlik" ulusal kimlik olarak kullanılmaya başlanmıştır.
"Kimlik" sorunu ulusal ölçeğe taşındığı oranda toplumsallaşmış (sosyalleşmiş), toplumsallaştığı ölçüde toplumbilimsel (sosyolojik) konu haline gelmiştir. Her yönüyle, alabildiğine ideolojik ve siyasal bir sorun, sosyolojik bir sorun haline dönüşmüştür. Bu dönüşümle birlikte sosyolojinin kullandığı kavramlar keşfedilmiştir. Bunlar da alt-kimlik, üst-kimlik olarak psikolojiden, özellikle de Freud psikolojisinden (alt-benlik, üst-benlik) devriklenmiştir.[6*]
Soldan "dönme"lerin, toplumsal döneklikle yalnızlaşmaları ve bunun yaratmış olduğu bireysel-ruhsal (psikolojik) bunalımların psikanalist tedavi yöntemlerinden öğrendikleri "benlik" sorunu, "kimlik" sorunu olarak bir kez keşfedildi miydi, yaşamın her alanında kullanılan sihirli bir formül oluşturmuştur.
Sol "dönme" küçük-burjuva aydını "benlik" ya da "kimlik" sorununu psikoterapiyle çözdüğünü düşündüğünden, her türlü toplumsal sorunun (sınıfsal ve ulusal), son tahlilde bireyin "benlik"/"kimlik" sorununun kitlesel ölçekte ortaya çıkışı olarak düşlediğinden, bu sorunların da, tıpkı bireysel sorunlarda olduğu gibi, psikiyatrik yöntemlerle çözülebileceğini varsayar. Genellikle yaşamının bir bölümünde psikoterapi görmüş olan küçük-burjuva aydını, ulusal sorunların alt-kimlik/üst-kimlik çerçevesinde bir sosyo-psikoterapiyle çözüleceğinden yola çıkarak "teori" üretmiştir.
Daha önceki yıllarda Sabancıların "Doğu Raporu"nun hazırlayıcısı olan Baskın Oran'ın başını çektiği bu psikoterapik ulusal sorun çözüm "teorisi", ulusal sorunların çatışmaya dönüştüğü toplumların topyekün "ruh hastası" olduğundan yola çıkar. Ancak "ruh hastası toplum" ya da "uluslar" teşhisi özenle gizlenir. Bunun için "ulus", bir "alt-kimlik", kişinin doğuştan, biyolojik yaratılışından gelen bir özelliği (alt-benlik) olarak sunulur. Alt-kimlik (ulusallık) "içgüdüsel ve bilinçsiz davranışların kaynağı" olduğu için, her zaman "ulusalcılığa" (milliyetçilik) yol açarak, çatışmalar doğurur. Bundan kurtulunmasının tek yolu süper-ego ("üst-kimlik") yoluyla "benliğin" ("kimlik") bulunmasıdır.
Bu "teori" çerçevesinde "Türk" ve "Kürt" birer "alt-benlik", yani "alt-kimlik"tir. Dolayısıyla hiçbirisi "benlik"i ("kimlik") oluşturmak için gerekli bir temel oluşturmaz. Öncelikle bu Türk ve Kürt "alt-kimlik"lerin süper-egosu ("üst-kimlik") yaratılmalıdır. Bu da "Türkiyeli"liktir. Artık çözüm ortaya çıkmıştır. Baskın Oran şöyle söyler:
"Türkiyeli üst kimliğini benimseyince azınlık kalmaz, kimse kimseye yukarıdan bakamaz. Bu, Kürtleri çok rahatlatır, memlekete bağlar. Türk üst kimliği Türkiye'yi bölüyor. Çünkü bir Kürt ben Türküm demiyor. Ben Türkiyeli Kürdüm diyor. Kıbrıs'ta da öyle değil mi? Kıbrıslı Türk ve Türkiyeli Türk kavramları var. Ama bunu anlamıyor bazıları. Oysa Ermeni'yi, Rum' u, Çerkez'i, Kürt'ü, Türk'ü, Laz'ı, Arnavut'u, Süryani'yi, Keldani'yi, Asuri'yi, Çingeneyi kucaklayan tek kavram Türkiyeli kavramıdır. Türkler bundan rahatsız olmaz. Türkler zaten pratikte kuvvetli unsurdur. Çünkü resmi dil Türkçedir, ülkenin adı Türkiye'dir ve bayrak Kemalistler tarafından oluşturulmuştur."[7*]
Görüldüğü gibi, Türkler ve Kürtler "Türkiyeli" üst-kimliği ile psikolojik açıdan rahatlatılmakta, onların süper-egoları tatmin edilmekte, dolayısıyla ego (benlik) ortaya çıkması beklenmektedir. Ama her durumda psikolojik tedavi Türklerde yoğunlaştırılmakta ve bu tedavi başarılı olduğu oranda Kürtler de "rahatlamakta"dır. Bunun için AB yandaşlarının kullandığı "Kıbrıslı Türk" (ki onlar "Kıbrıslıtürk" olarak yazarlar) bile kullanılmaktadır. Oysa aynı topraklarda "Kıbrıs Türkleri" tanımı da kullanılmaktadır. Nitekim "Orta-Asya Türkleri", "Azerbaycan Türkleri", "Balkan Türkleri" tanımları da kullanılmaktadır.
Burada küçük, ama tarihsel bir "malumat" da gerekli olmaktadır: "Türkiyeli" tanımı Türkiye devrimci hareketine ait bir tanımdır.
"Bilindiği gibi Türkiye, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir ülkedir. Böyle bir ülkede devrimci mücadele, bağımsızlık ve demokrasi için yapılan mücadeledir. Yani emperyalizmin ve uzantı ve müttefiklerinin temizlendiği, milli bir demokrasiye sahip, tam bağımsız Türkiye'yi kurma mücadelesidir, bugünkü devrimci mücadele. Milli demokrasiye sahip, bağımsız Türkiye'yi kurma mücadelesi yalnızca proleter devrimcilerin değil, bütün Türkiyeli yurtseverlerin ortak bir mücadelesidir."[8*] (abç)
"Türkiye'deki marksist hareket şerefli bir mücadele tarihine sahiptir. CHP ve DP yönetimlerinin karanlık yıllarında, siyasi irticanın en azgın olduğu yıllarda, Türkiyeli proleter devrimciler yiğitçe ve mertçe mücadeleler vermişlerdir."[9*] (abç)
Ve yine bir tarihsel gerçektir ki, "Türkiyeli proleter devrimciler", hemen her zaman "şovenist" olmakla, "kemalist" olmakla suçlana gelmişlerdir. Çünkü onlar, her zaman tam bağımsız, merkezi ve demokratik Türkiye'yi savunmuşlardır ve bu demokratik Türkiye'de ulusal sorunun, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde çözümlenebileceğini söylemişlerdir.
Bu tarihsellik bir yana itilerek, tıpkı "alt-üst kimlik"in psikiyatriden devriklenmesi gibi, "Türkiyeli" tanımı da devrimci hareketten devriklenmektedir.
Marksist-Leninistleri ulusların kaderlerini tayin hakkını savunmakla "pratik olmamak" la eleştirenlerin "pratik" çözümlerinin gerçeklikle hiçbir ilişkisi yoktur. Denilmek istenen, herkes kendisini bir bütünün parçası olarak "hissederse" sorunlar ortadan kalkar. Tüm "pratiklik" de budur.
Şüphesiz alt-üst kimlik vs.'lerin sorunu (ulusal sorun) çözmeyeceği açıktır. Zaten amaç sorunu çözmek değil, sorunun "pratik" bölümünü gözlerden gizlemek, "pratik" çözümler için sosyo-psikolojik şartların yaratılmasını sağlamaktadır. Şöyle söyler Baskın Oran:
"AB azınlık dediğinde, bir ülkede çoğunluk ve egemen olmayanların, o ülkede çoğunluk ve egemen olanlarla aynı muameleyi görmesini istiyor. Mesela Türkiye'de Sünni Müslüman çoğunluk var. Bunlar camilerde elektriği bedava kullanıyor. Alevi Müslümanlar ise cemevinde ibadet ettiğinde elektriğin parasını ödüyor. AB, işte bu olamaz diyor. Mesela Türk çoğunluk Türkçe öğreniyor, yayın yapıyor ama Kürtler Kürtçeyi okulda öğrenemiyor. Kürtçe kurslarının açılması bile iki yıl aldı. AB, 'Eğer Türk çoğunluk Türkçe öğrenebiliyorsa, Kürt azınlık da Kürtçe öğrenebilmeli' diyor. Çünkü AB'nin azınlık tanımına göre, bütün vatandaşlar mutlak olarak eşittir. AB'nin azınlık hakkı dediği de tamamen eşitlik hakkıdır. Kendi insanımızı zoraki vatandaş olmaktan çıkarıp, gönüllü vatandaşlığa geçirmektir, insanların kendi kültürlerini yaşamasını engelleyen yasakları kaldırmaktır."[10*]
Bu kez işler iyice "pratik"leşir! Üstelik "AB diyor ki..." ile başlayan cümlelerle yapılır bu.
Deniliyor ki, "herkes eşit olmalıdır", "eşit haklara sahip olmalıdır". Örneğin deniliyor, "sünni müslüman çoğunluğun elektrik parası"...
Ama bu sorun ulusal değil, dinsel bir sorundur diye itiraz edilmeye kalkışılmasının da anlamı yoktur. Tüm toplumu ulusal, dinsel, kültürel vb. hangi açıdan alınırsa alınsın "ruh hastası" olarak kabul edenler için, herşey bir ve aynıdır. Böyle olunca da dinsel haklar ile ulusal haklar kolayca aynılaştırılabilir.
Oysa aynı mantıksallık içinde, söz konusu edilenler, "çoğunluğun hakkı" olarak değil de, "çoğunluğun imtiyazı (ayrıcalığı)" olarak da tanımlanabilir ve tüm ayrıcalıkların (imtiyazların) kaldırılması" da talep edilebilir. Daha hak ile ayrıcalığın ayrımına bile sahip olmayanların ulusal sorunlarda "pratik" çözümler ileri sürmeye kalkması, bir "art niyet" mevcut değilse, şarlatanlıktan başka bir anlama gelmemektedir.
Yine de alt-üst kimlikçilerin hakkını yememek gerekir. Onlar "pratik" çözümler uğruna ne güçlüklere göğüs germektedirler. Raporları bile alenen yırtılıp atılmaktadır. O yüzden alt-üst kimlikli rehabilitasyonu bir yana bırakıp, "pratik" önerilerine bakmak gerekir: "insanların kendi kültürlerini yaşamasını engelleyen yasaklar kaldırılmalıdır".
Ve bir kez daha "kültürel özerklik"e geri dönmüş bulunuyoruz. Daha önce gördüğümüz gibi, bu da,
"...gerçekten demokratik kurumlar getirmekte umutsuzluğa kapılan ve bir dizi ('kültürel') sorunda her ulusun proletaryasıyla burjuvazisini yapay olarak birbirinden ayrı tutarak, burjuvazinin ulusal kavgalarından kurtulmaya çalışan kişilerin oportünist düşünden başka bir şey değildir."[11*]
"Kültürel özerklik" teorilerinin yanında ortaya atılan diğer bir "çözüm" önerisi de, "anayasal vatandaşlık"tır. Genellikle "Kürt sorunu"nun evrimci ve reformist bir yol izlenerek çözülebileceğini düşünen kesimlerin hararetle savundukları "anayasal vatandaşlık", Kürt küçük-burjuva liberal aydınlarının milliyetçiliğine denk düşer.
Ancak sözkonusu olan "anayasal vatandaşlık" kavramının ne olduğu da belirsizdir. 1999 yılında Süleyman Demirel tarafından "telaffuz edilen" "anayasal vatandaşlık", kimilerine göre, Fransız kaynaklıdır, kimilerine göre teorinin kurucusu Alman liberallerinden Jürgen Hebermas'tır. Ne olduğu, nereden geldiği belirsiz olan bu "anayasal vatandaşlık" "çözümü", A. Öcalan'ın İmralı günleriyle Kürt hareketi içine taşınmış, HADEP tarafından savunulmuş ve en son Leyla Zana tarafından "Bizim asli kurucu unsur olduğumuz Anayasa'ya geçsin" talebiyle yeniden güncelleşmiştir.
Yorumlar ve kaynaklar muhtelif olsa da, ortak nokta, "anayasal vatandaşlık" kavramı ile, bireylerin ulusa değil devlete bağlılığının esas alındığıdır.
Anayasaların "kolay" değiştirilemediği, dolayısıyla "uzun dönemli" kalıcı bir metin olduğu varsayımına dayanan bu "çözüm", Kürt ve Türklerin devletin ve ülkenin kurucu üyeleri olduğunun anayasaya yazılmasından yola çıkar. Anayasanın Türkler ile Kürtleri devletin "ortak kurucusu" olarak tanımladığı koşullarda, Türkler için verilmiş "haklar" ya da "ayrıcalıklar"ın, aynen ve eşit biçimde Kürtler için de geçerli olacağı düşünülmektedir. Sonal olarak, anayasa, kültürel hak eşitliği ya da kültürel ayrıcalıkların genişletilmesinin temel aracı olarak kabul edilmektedir. Böylece bir kez daha "kültürel özerklik"e geri dönülür.
Yakından bakıldığında, alt-üst kimlikçilerin önerileri de, "anayasal vatandaşlık" önerileri de, ulusal sorunun çözümünü değil, geçiştirilmesini, bir süre için "kültürel" alanda oyalanmasını istemektedir. Böylece "otuz bin vatandaşın yaşamına mal olan" bir sorunun yaratmış olduğu "terör" ortamından uzaklaşmak hedeflenmektedir.
İkinci olarak, her iki "çözüm" önerisi de, her iki ulus için (Türkler ve Kürtler) suya sabuna dokunmayan, insanların günlük yaşamlarında bir anlama sahip olmayan, ama üzerinde her türlü ulusal ve uluslararası platformlarda her bir ulus lehine kullanılabilecek araçların ortaya çıkartılmasına zemin oluşturmaktadır. Böylece sorun, bireysel çatışma alanlarından kurumsal çatışma alanlarına taşınacaktır. Bunun sonucu ortaya çıkacak çatışmalar ve gerilimlerle "ver-kurtul" ya da "al-kurtul" türünden "kurtuluş" yollarının açılacağı umut edilmektedir. Doğal olarak bu "umut", Kürt milliyetçiliği için bir "umut" olurken, Türk milliyetçiliği için yeni bir "savaş" anlamına gelmektedir.
Sanılmaktadır ki, "anayasal vatandaşlık" bir kez kabul edilip, Türklerin ve Kürtlerin Türkiye devletinin asli kurucu üyeleri oldukları anayasaya kaydedilirse, her türlü haksızlık karşısında Anayasa Mahkemesine ve ardından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurarak ulusal hakların alınması olanaklı olacaktır.
Oysa anayasalar, J. J. Rousse'nın "toplumsal sözleşmesi"nin yazılı bir metninden başka birşey değildir. "Tarafların" karşılıklı çatıştıkları konularda belli bir "consensus"a (onay) ulaşmalarının bir ifadesidir. Ancak her "consensus" bir uzlaşmayı ifade etse de, her durumda demokratik olmak durumunda değildir. Anayasa tek başına demokrasiyi ifade etmediği gibi, anti-demokratik bir siyasal yapı da anayasaya sahiptir. Sorunun özü, demokratik toplumsal ve siyasal dönüşümün sağlanmasıdır. Bu gerçekleştiği ölçüde, bu dönüşümün anayasal bir metin haline getirilmesi, fiili durumun yazılı hale getirilmesinden ibarettir.
Bugün yürütülen her türden ulusal ya da demokratik hak ve özgürlükler tartışması, her durumda "yukardan aşağıya demokratik dönüşüm" çerçevesinde yapılmaktadır. Burada "yukarı" Avrupa Birliği, "aşağı" Türkiye olmaktadır. Bu nedenle sorun, "yukardan aşağıya demokratik dönüşüm"le demokratik bir toplumsal ve siyasal yapının kurulup kurulamayacağıdır. Diğer bir ifadeyle, Junker tipi geçişin Türkiye için geçerli olup olmadığı ve Junker tipi geçiş ile ulusal sorunun çözülüp çözülmeyeceğidir.
Bu soruya verilecek yanıt olumlu olduğu takdirde, böylesine "yukardan aşağıya" dönüşüm için gerekli Junkerlerin nereden bulunacağı düşünülmek zorundadır. AB'nin Junkerlerin Almanya'nın birliğinde oynadıkları rolü oynamasını beklemek ise, AB'nin siyasal zorunu önsel olarak kabul etmekle özdeştir. Ama zor, aynı zamanda ekonomik bir güçtür. Dolayısıyla AB'nin siyasal zorunu kabul edenler, aynı zamanda AB'nin ekonomik çıkarları doğrultusunda bu zoru kullanacağını da kabul etmek durumundadırlar. Ve çıkarlar değiştiğinde, zorun uygulandığı alanlar da değişecektir.
Sonuç olarak, ulusal sorun üzerine yapılan her türlü gevezelikler, yeni "pratik çözüm" önerilerinin bugün geldiği yer AB'dir. Bu nedenle, tüm taraflar, AB'nin görüntüsel demokrasisi ile gerçekteki emperyalizmi arasında salınıp duracakları bir sürecin tarafı olmuşlardır. Aşağıdan yukarı demokratik devrimin tamamlanamadığı bir ülkede her türden ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel, dinsel ve ulusal sorunlar bir kez daha ve sürekli çatışma koşullarında ve de emperyalizmin egemenliği altında yaşanmaya devam edecektir.

Dipnotlar

[1*] "Belirli bir devlet içinde, tarihinin geçirdiği bütün değişmeler boyunca, burjuvazinin birey olarak devletlerin sınırlarında meydana getirdiği değişiklikler ne olursa olsun, bütün ulusların proleterlerinin sınıf mücadelesinde en sıkı ve bölünmez bir ittifakı gerçekleştirmek için mücadele verir." (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 87, Sol Yay., Kasım 1992.)
[2*] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 36.
[3*] Lenin, age, s. 75.
[4*] "Kuşkusuz, kapitalist toplumda yürürlükte olan ilişkilerden doğma siyasal ahlak bozukluğu, bazan parlamento üyelerinin ve gazetecilerin belli bir ulusun ayrılması yolunda ciddi olmayan ve hatta saçma olan gevezeliklerde bulunmalarına neden olur. Ama bu gevezeliklerden korkacak olan (ya da korkar gözükecek olan) gericiler olabilir. Demokratik ilkelere bağlı bulunanlar, yani devlet sorunlarının halk tarafından karara bağlanmasında direnenler, siyasetçilerin üzerinde gevezelik ettikleri şeyle halkın karar verdiği şey arasında 'pek büyük fark olduğu'nu çok iyi bilirler. Halk her günkü deneyiminden, coğrafi ve iktisadi bağların değerini ve büyük bir pazarla büyük bir devletin üstünlüklerini bilir. Onun için halk, ancak ulusal zulüm ve ulusal sürtüşme, yaşamı dayanılmaz hale getirdiği zaman ve iktisadi ilişkileri baltaladığı zaman, ayrılmaya, bir çare olarak başvurur." (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 75.)
[5*] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 31.
[6*] Sigmund Freud' göre, kişiliğin güdüsü ve kişinin en büyük yoksunluğu "sevgi"dir. Sevgi güdülerinin toplandığı yer olan alt-benlik (id), insanın ilkel zihinsel yapısıdır, içgüdüsel ve bilinçsiz davranışların kaynağıdır. Üst-benlik (süper ego) alt-benliğin karşıtıdır ve insanı topluma uydurmakta ve faaliyetlerin toplumca kabul edilebilir biçimde ortaya çıkmasına yardım eder. Benlik (ego) ise, alt ve üst benliğin denge durumudur. Benlik başarılı olmazsa bireyde zihinsel gerginlik, tereddüt ve çekişme doğar. Alt-benliğin biyolojik yaradılıştan geldiğini söyleyen Freud'a göre, üst-benlik toplum kuralları, değer yargıları ve eğitimle geliştirilir ve oluşturulur. Dahası, alt-benliğin isteklerinin üst-benlik tarafından bastırılmasında "çevrenin" baskısı ne denli sert olursa, üst-benliğin de o denli sert ve acımasız olduğunu söyler.
[7*] Radikal, 25 Ekim 2004.
[8*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim-I.
[9*] Mahir Çayan, ASD'ye Açık Mektup.
[10*] Radikal, 25 Ekim 2004.
[11*] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s. 85, Sol Yay. Ekim 1993.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder