ALT
KİMLİK-ÜST KİMLİK, ANAYASAL VATANDAŞLIK,
Türkler,
Kürtler Türkiyeliler
ve
ve
Ulusların
Kaderlerini Tayin Hakkı
"Yurttaş Verheugen"in ("Citizen Verheugen") Eylül sonunda Türkiye ve Diyarbakır gezisinden sonra açıklanan "AB İlerleme Raporu"yla birlikte başlayan "azınlıklar" tartışması tüm hızıyla sürerken, Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu'nun hazırladığı "rapor"la birlikte "alt-kimlik"-"üst-kimlik" tartışmaları da eski kaldığı yerden yeniden başlamıştır.
Bu hızlı tartışma ortamında, kimilerine göre "Türk" tanımı "ırksal" (bir söyleme göre "etnik") özelliklere sahip olmadığından "üst-kimlik" olabileceği ileri sürülürken, kimileri tersini iddia ederek, "Türkiyelilik"in üst-kimlik için en uygun tanım olduğunu ileri sürmüştür. Bir üçüncü kesim ise, bu türden "ırksal" ya da "etnik" temelli tanımlamaların yerine, "ırksız ve cinsiyetsiz" bir "anayasal vatandaşlık" statüsü oluşturularak "sorunun" çözülmesinin daha kolay olacağını söylemektedir.
Bu
üç ana eksende giden tartışmalarda, şimdilik "anayasal vatandaşlık"
önerisi daha ağır basan yan olmuşsa da, tartışmalar "mozaik değil,
mermer"ci faşistlerin müdahaleleriyle yeni bir AB raporuna kadar askıya
alınmış görünmektedir. Bu yeni AB raporunun da, 17 Aralık
"zirvesi"nde alınacak kararla ortaya çıkacağı neredeyse kesin
gibidir.
Tartışmalara
ve tartışan taraflara bakıldığında, alt-kimlik, üst-kimlik, anayasal
vatandaşlık vs. konusunun nereden kaynaklandığı, hangi "sorunu"
çözeceğinin "herkesin malumu" olduğu görülmektedir.
Biz,
kendimizin "geri zekalı" yerine konulmasını göze alarak,
"herkesin malumu" olduğu varsayılan "malumat"ın ne olduğunu
açıklamanın gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Ülkenin
tüm aydınlarının, "azınlık" sözcüğünün tarafı olduğunu kabul eden tüm
"ilgililerin" "malumu" olan "malumat", hiç şüphesiz
ulusal sorundur. Ve "ulusal sorun" denildiğinde ilk akla gelen de
Kürtlerdir.
Daha
açık olarak ifade edersek, AB üyeliği ile birlikte başlayan ve AB
"ilerleme rapor"larıyla devam eden alt-kimlik, üst-kimlik, anayasal
vatandaşlık vs. çerçevesindeki tartışmaların temel nedeni Kürtlerin ulusal
haklarıdır. Dolayısıyla tartışmanın öngeçmişi, tarihi, Kürtlerin ulus olup
olmadıklarına ilişkin tartışmaların tarihidir.
Sorunu
bir kez daha ortaya koyarsak, mevcut her türden "kimlik"
tartışmalarının temelinde Kürt ulusunun varlığı ve ulus olarak belli haklara
sahip olup olamayacağı yatar.
Eğer
Kürtler bir ulus ise, doğal ve kaçınılmaz olarak her ulusun sahip olduğu
haklardan yararlanma hakkına sahip olmalıdır. Bunun adı ise, Kürtlerin, ulus
olarak kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olmalarıdır. Sorunun çıkış yeri,
temeli ve esası budur. Bunun dışındaki her türden eklemeler, çıkarmalar tarihin
ve tarihsel gerçeklerin çarpıtılmasından başka bir anlama gelmez.
Eğer
Kürtler bir ulus iseler, doğal ve kaçınılmaz olarak kendi kaderlerini tayin
hakkına sahip olmaları, ayrı devlet kurma hakkı demektir. Ezilen ulus olarak
bir başka ulusun egemenliği altında oldukları koşullarda, kendi kaderlerini
tayin hakkı, ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı olarak tanımlanır. Bir kaç
istisna dışında tüm Kürt siyasal örgütlenmelerinin amacı da bu hakkı elde etmek
olmuştur.
Ulusal
bir sorun, mevcut ve çözülmemiş ise, orada ulusal bir mücadelenin er ya da geç
ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bir ulus, bir başka ulus tarafından egemenlik
altına alınmış ise, bu egemenlik ne denli "cennet" olarak görünürse
görünsün, her durumda ulusal nitelikte sorunlar ortaya çıkartır. Dolayısıyla
ulusal nitelikteki her sorun, kaçınılmaz olarak, ulusların kendi kaderlerini
tayin hakkı ile çözümlenmek durumundadır. Mevcut olan, somut ulusal sorunlar ya
da ulusal nitelik alan sorunlar ne denli yerel, özel, parçasal olursa olsun,
zaman içinde bütünsel bir ulusal sorun olarak ortaya çıkar. Yapılan her türlü
yerel, özel ya da parçasal ulusal sorunların (ki bu durumlarda ortaya çıkan
sorunlara "etnik sorunlar" denilerek "ulusal" yön ikinci
plana itilmeye çalışılır) çözümüne yönelik çabalar, ne denli
"iyiniyetli" olursa olsun, sonuçta bütünsel ulusal sorunun çözümünün
kaçınılmazlığını ortaya çıkarır ve bu kaçınılmaz çözümü hızlandırır.
Ulusal
sorunun bu kaçınılmaz çözümü, ancak demokratik bir devlet çerçevesi içinde
gerçekleştirilebilir.[1*] Böyle bir demokratik çerçevede ortaya çıkan
ulusların kendi kaderini tayin hakkı, demokratik bir hak olarak her ulus
tarafından kabul edilir ve demokratik bir hakkın kullanım koşullarına tabi
olarak kullanılır. Lenin'in açık biçimde belirttiği gibi, kapitalizm
koşullarında "ulusal barış", yani aynı topraklar içinde ve aynı
devlet çerçevesinde yaşayan ulusların barış içinde bir arada yaşaması,
"demokratizmin tutarlı bir tarzda uygulandığı ülkelerde
gerçekleştirilebilir".[2*] Bunun dışındaki her türlü çözüm, bir zaman
azalıyor görünse de, uluslar arasındaki kin ve nefreti sürekli kılar.
Şüphesiz
ulusal sorunun, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde çözümünü
"olanaksız" görenler olduğu gibi, böyle bir çözümü mevcut devletin
"parçalanması" anlamına geldiği için "bölücülük" olarak
kabul edenler de vardır. Her iki kesim, farklı gerekçeler ortaya koysalar da,
ortak hedefleri marksist-leninistlerdir. Marksist-Leninistler, bunlar
tarafından, iki farklı uçtan, ya "pratik" öneriler getirmemekle, ya
da "ülkeyi bölmekle" suçlanırlar.
"Boşanma
serbestliğini savunan bir kimseyi aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne
kadar ahmakça ve ne kadar ikiyüzlüce bir davranışsa, ulusların kaderlerini
tayin etme özgürlüğünü savunanları da, yani ayrılma özgürlüğünü savunanları da,
ayrılmayı isteklendirmeyle suçlamak, o ölçüde ahmakça ve ikiyüzlü bir
davranıştır."[3*]
Burada
bilinmesi ve anlaşılması gereken, demokratik bir hakkın tanınması ile bu hakkın
kullanılmasının bir ve aynı şey olmadığıdır. Bir başka ifadeyle, boşanma
hakkının varlığı, evli olanların hemen ve derhal boşanmaları anlamına gelmediği
gibi, ulusların ayrılma hakkının tanınması da ayrılmayı mutlak önkoşul olarak
ortaya koymaz. Böyle bir hakkın tanınması, ezilen ulusun ya da demokratik
devlet sınırları içinde "azınlık"ta olan ulusun, eşit haklara sahip
olması ve polis yöntemleriyle, yani şiddet yoluyla devlet sınırları içinde
tutulmayacaklarının garanti edilmesidir. Bu garanti geçerliliğini yitirdiğinde,
"azınlık"ta olan ulusun ayrılma hakkını kullanması sözkonusudur.
Yine
de demokratik bir devlet çerçevesinde ulusların kaderlerini tayin hakkının
tanınmasının "azınlık"taki ulusun ayrılmasını engellemeyeceği, o
ulusun milliyetçilerinin "küçük olsun benim olsun" zihniyeti ile
hareket edeceği, dolayısıyla "parçalanmanın" kaçınılmaz olduğu
söylenebilecektir. Bu nedenden dolayı, ulusların kaderlerini tayin hakkının
tanınmasının "azınlık"ta olan ulusun ayrılmasını getirerek ulusal kin
ve nefretin devamına hizmet edeceği ileri sürülebilir. Denecektir ki, böyle bir
hakkın tanınması, kullanılmasını beraberinde getireceğinden, ülke içindeki
ulusal çatışmayı, ülkeler arası çatışmaya dönüştürerek, bölgesel ölçekte yaygınlaşmasına
yol açacaktır.
Bu
ve benzeri savlar, karşı çıkışlar, yaşamının tek bir zaman diliminde bile
demokratik bir devletin ne olduğunu görmemiş ve bilmeyen insanların
düşüncelerinin ürünüdür. Onlar, demokratik bir ülkenin, demokratik bir
devletin, ancak demokratik ilkelere bağlı bulunanların çoğunlukta olduğu
koşullarda ortaya çıkacağını bilmezler.[4*]
Bu
konuda ne söylenirse söylensin, yine de marksist-leninist ulusal sorun çözüm
yöntemleri "pratik olmadığı" ya da "bölücü" olduğu için
reddedilmeye devam edecektir.
Bölücü"
olmayan ulusal sorun "çözüm" önerileri ise iki ana başlık altında
toplanır: a) Kültürel özerklik; b) yerel özerklik ya da yerel yönetimlerin
güçlendirilmesi (yarı-federal çözüm).
Yakından
bakıldığında bu iki "çözüm" tarzı bir ve aynı şeyi ifade eder. Ancak
biçimsel ve söylemsel farklar nedeniyle birbirinden farklıymış gibi bir izlenim
uyandırır. İkisinin ortak noktası, aynı devlet sınırları içinde yaşayan,
sayısal olarak egemen ulustan daha az, ancak "hatırı sayılır" bir
nüfusa sahip uluslara "azınlık" hakları tanımaktır. Dolayısıyla
ulusal sorunun tek ve "pratik" çözümü olarak "azınlık
hakları"nın verilmesi olduğu görüşünde birleşirler.
Sol
"kültür" sahibi olanların "ulusal kültürel özerklik" olarak
bildikleri bu çözüm yöntemi, "dillerin eşitliği" temelinde kültür
alanına giren her konuda "azınlık" nüfusa sahip ulusun kendi yönetim
hakkını tanımaktan ibarettir.
Kültürel
Özerklik
Yukarda
da ifade ettiğimiz gibi, kültürel özerklik, "dillerin eşitliği"
temelinde ulusal sorunların çözümlenebileceği varsayımına dayanır. Bu, en açık
biçimde okulun uluslara göre bölünmesi, yani eğitimde ulusal kapalı alanların
oluşturulması demektir. Bunun "medya" söylemleri içindeki ifadesi,
"ana dilde eğitim hakkı"dır. Diğer "kültür öğeleri",
örneğin müzik, televizyon ve radyo yayını, bu çerçevede ele alınır. Okul, dilin
öğretildiği yer, "diğer kültür alanları" dilin kullanıldığı ve
geliştirildiği yerler olarak ortaya çıkar. Ancak okul, "kamusal
alan"; diğerleri "özel alan"ı oluşturur. Dolayısıyla devleti
ilgilendiren bölüm "kamusal alan", yani devlete ilişkin alandır. Bu
nedenle, kültürel özerkliğin odak noktası, okulun ulusal esasa göre bölünmesidir.
Böylece her ulus, ulusal azınlık kendi ana dilinde okul açma, eğitim verme
hakkına sahip olacaktır. Ve varsayılmaktadır ki, böyle bir gelişme
sağlandığında ulusal sorunlar çözülecek, uluslar arasındaki çatışma son
bulacaktır.
Eğitim,
bu konuda biraz bilgi sahibi olan herkesin kolayca bileceği gibi, okul,
binasından öğretmenine, öğrencisinden eğitim programına kadar pek çok unsuru
içerir. Bu unsurlar da, belli bir parasal kaynağı ve bu kaynağın sürekliliğini
gerektirir. Eğitim hiçbir biçimde kişisel bağışlarla, kişisel çabalarla elde
edilen belirsiz ve geçici gelirlerle sürdürülemez. Dolayısıyla eğitim
sürekliliğinin sağlanabilinmesi için, "kaynağın" sağlam ve sürekli
olması şarttır. Bu nedenden dolayıdır ki, kültürel özerklik teorisyenleri,
ulusal eğitim için ülke vatandaşlarının eğitim giderlerini karşılaması
gerektiğinden yola çıkarak, ulusal eğitim için ulus üyelerinin belli oranda
vergilendirilmesi gerektiğini söylerler. Pratik olarak, her "anayasal
vatandaş", hangi ulusa ait olduğunu kaydettirerek, kendi ulusal dilindeki
eğitim için gerekli vergiyi ödeyecektir.
Böylece
kültürel özerklik, ulusal dilde eğitimin sürekliliği için ulus üyelerinin
vergilendirilmesini ve bu vergilerin ulusun temsilcileri ya da temsil organları
tarafından toplanmasını gerektirir. Doğal olarak, artan nüfus ve eğitim
masraflarının artması, verginin artırılmasını gerektireceğinden, aynı
temsilcilerin ya da temsil organlarının vergilendirme yetkisine de sahip
olmasını öngörür. Dolayısıyla kültürel özerklik, vergilendirme yetkisine sahip
olan bir yerel (ya da ulusal) meclis (yasama organı) ve bunun aldığı kararları
yürütme gücüne sahip bir organın (yerel yönetim) varlığını esas alan bir
hukuksal bütünlük oluşturur.
Böyle
bir hukuksal bütünlüğü yok varsayarak, çözümü, sadece "ulusal dilde
kurslar açma" ve bu "kurslar"ın masraflarının ulusal topluluk
üyelerinin kendi "rızalarıyla" yapacakları yardımlarla karşılanması
olarak sunmak, eğer basit bir bilgisizliğin ürünü "saflık"tan
kaynaklanmıyorsa, düpedüz "başka niyetlerin" gizlenmesinden başka
anlama gelmez.
Yine
burada "iyiniyetli" insanlar ortaya çıkarak, hukuksal bütünlüğün de
fazlaca önemli olmadığını, belirli alanla sınırlı olan bir vergilendirme
yetkisi ve vergi toplama hakkının fazlaca önemli olmayacağını, en azından
"eğitime" bir destek anlamına geleceğini söyleyebilirler.
Elbette
böylesine "iyiniyetli" sözler karşısında "cehennemin yolunun
iyiniyet taşları ile döşenmiş" olduğu söylenerek itiraz edilebilir. Ama
böyle söylendi diye "iyiniyetli"nin iyiniyetinden vazgeçmeyeceği
açıktır.
Vergilendirme
hakkı, vergi koyma (yasama) ve vergi toplama (yürütme) organlarının varlığını
gerektirir. Aksi halde, vergi toplama haraç almaya dönüşür ki, bunun
adaletsizliği bir yana, böyle bir "gelir"le süreklilik gerektiren
eğitimin sürdürülmesi olanaksızdır.
Vergilendirme
hakkının sadece kendi ana dilinde eğitim yapacak olan ulusun eğitim
masraflarını karşılamakla sınırlı bir hak olarak "yasal" hale
getirildiğini varsayalım. Yine varsayalım ki bu ulusal "azınlık",
gerek artan nüfusun eğitimi için, gerekse eğitimin kalitesini yükseltmek
amacıyla belirli bir plan oluştursun. Bu plan gereğince alınan vergiler
"eğitime" yatırılacaktır. Her yıl şu kadar okul, şu kadar okul
malzemesi, şu kadar öğretmen ihtiyacını karşılamak için alınan vergilerden
oluşan bir bütçe ortaya çıkacaktır. Doğal olarak bir bütçe sözkonusu ise,
vergilendirme hakkını kullanan kurum (yasama), aynı zamanda bu bütçenin
oluşumunu ve denetimini de yapmak durumundadır. Bunun adı ise maliyedir (biraz
modern olsun diye "finansman merkezi" de diyebiliriz). Bütçe
kaynaklarının gerçekliği, bütçenin denkliği vb. konular bu kurumun işi haline
gelecektir.
Aynı
zamanda kapitalizm koşullarında yaşanmaktadır. Dolayısıyla değişik finansman
kaynakları (kredi vb.) aynı amaçlarla kullanılabilecektir. Kredi faiz oranları,
faiz oranlarındaki dalgalanmalar yanında "eğitime katkı bonoları"
gibi araçlar da devreye girecektir. Bu ise, adı farklı konulmakla birlikte
"devlet iç borçlanma senetleri"nden başka birşey değildir. Her bono
gibi, alıcısına belli bir geliri garantilemek durumundadır. Bu işlevler ise,
herkesin bileceği gibi Hazine'ye ilişkindir.
Ve
yine kapitalizm koşullarında yaşandığı için, gerek vergi gelirleri, gerek diğer
borçlanma araçlarının "rasyonel" kullanımı ve "marjinal
verimliliği" esas alınacaktır. Yani elde edilen gelirler (finansman)
nemalandırılacaktır. Nemalandırmak ise, sözcüğün tek ve gerçek anlamıyla
sermaye birikimidir.
Kısacası,
sadece "azınlık" ulusun kendi dilinde eğitim hakkı çerçevesinde vergi
koyma ve toplama hakkının tanınması, bir bütün olarak devlet işlevlerinin
yerine getirilmesi demektir. Normal bir devletten tek eksik olan yanı, devletin
askeri gücüdür.
Böylece
dış işleri ve savunma alanları dışında bölgesel özerkliğe ulaşılır. Bu ise,
federe devletten başka birşey değildir. Bu aşamadan sonra yapılacak tek şey, bu
fiili durumu resmi hale getirmekten ibarettir.
Bu
gelişmenin olumsuz sonuçlar ortaya çıkardığı görüldüğü ölçüde, başka çözüm
yolları aranacaktır. Bulunacak diğer bir çözüm ise, daha önce belirttiğimiz
gibi, düzenli olmayan gelirleri esas alır, yani vergilendirme yerine
"gönüllü bağışlar"la eğitim finanse edilmesidir. Bu da,
"devletin okullara müdahalesinin ortadan kaldırılması" gibi çok
"sivil toplumcu" bir söylemle sunulabilir.
Okul
ve benzeri alanlardan 'devletin müdahalesini ortadan kaldırmak' ve bunları
ulusların eline teslim etmek, deyim uygun düşerse, en ideolojik ve 'saf' ulusal
kültüre ya da papaz egemenliğinin ve şovenizmin ulusal temeli üzerinde açılıp
gelişmeye en elverişli olan alanını, ulusları birbiri ile kaynaştıran ekonomiden
ayırmaya çaba göstermekten başka bir şey değildir."[5*]
Özcesi,
bu türden çözümler de, sonal olarak kültürel özerklik çerçevesindedir ve resmi
vergilendirme yerine, eğitimin "cemaatlere" teslim edilmesiyle
sonuçlanır.
"Kültürel
özerklik"in her biçiminin sonuçta her türden dini ve milliyetçi
ideolojilerin gelişmesine yol açacağı görüldüğü ölçüde "yepyeni"
arayışlar ortaya çıkacağı açıktır. "Yepyeni" çözüm ise,
"alt-kimlik", "üst-kimlik", "anayasal
vatandaşlık" söylemleriyle ortaya atılmıştır.
Alt-Kimlik,
Üst-Kimlik
Ve Anayasal Vatandaşlık
Ve Anayasal Vatandaşlık
Ülkemizde
her ulustan, her "etnisite"den aydın ve politikacının fikir söylediği
"kimlik" sorunu, insanların "kimlik" ve "kişilik"
arayışı içinde oldukları bir döneme denk düşmüştür. Sistemin tek tip insan
yetiştirdiği, eğitimin bu tek tipleştirmenin temel aracı olduğu, bireylerin
"kişiliklerinin" gelişmesini engellediği vs. iddialarla ortaya çıkan
teoriler 12 Eylül küçük-burjuva aydınlarının saf değiştirme (dönme) bunalımının
ürünüdür. Bilimin yerini psikolojinin, bilimsel tahlilin yerini
"astroloji"nin aldığı bir dönemde, "dönmeler"
"kimlik" bunalımına sürüklenmişlerdir. "Ben kimim?", "hangi
topluluğa aidim?"le başlayan "entel" iç sıkıntılar ve
bunaltılarla başlayan "kimlik" sorunu, Kürt ulusal hareketinin
geliştiği bir ortamda legal alanlara devriklenmiştir. "Kürt"
sözcüğünün kullanılmasının "ölüm" nedeni olduğu bir dönemde
küçük-burjuva aydınlarının "kimlik bunalımı" yeni bir "ezop
dili" oluşturmuştur. "Kimlik arayışı", bireysellik alanından
ulusallık alanına taşınmış, "kimlik" ulusal kimlik olarak
kullanılmaya başlanmıştır.
"Kimlik"
sorunu ulusal ölçeğe taşındığı oranda toplumsallaşmış (sosyalleşmiş),
toplumsallaştığı ölçüde toplumbilimsel (sosyolojik) konu haline gelmiştir. Her
yönüyle, alabildiğine ideolojik ve siyasal bir sorun, sosyolojik bir sorun
haline dönüşmüştür. Bu dönüşümle birlikte sosyolojinin kullandığı kavramlar
keşfedilmiştir. Bunlar da alt-kimlik, üst-kimlik olarak psikolojiden, özellikle
de Freud psikolojisinden (alt-benlik, üst-benlik) devriklenmiştir.[6*]
Soldan
"dönme"lerin, toplumsal döneklikle yalnızlaşmaları ve bunun yaratmış
olduğu bireysel-ruhsal (psikolojik) bunalımların psikanalist tedavi
yöntemlerinden öğrendikleri "benlik" sorunu, "kimlik"
sorunu olarak bir kez keşfedildi miydi, yaşamın her alanında kullanılan sihirli
bir formül oluşturmuştur.
Sol
"dönme" küçük-burjuva aydını "benlik" ya da
"kimlik" sorununu psikoterapiyle çözdüğünü düşündüğünden, her türlü
toplumsal sorunun (sınıfsal ve ulusal), son tahlilde bireyin
"benlik"/"kimlik" sorununun kitlesel ölçekte ortaya çıkışı
olarak düşlediğinden, bu sorunların da, tıpkı bireysel sorunlarda olduğu gibi,
psikiyatrik yöntemlerle çözülebileceğini varsayar. Genellikle yaşamının bir
bölümünde psikoterapi görmüş olan küçük-burjuva aydını, ulusal sorunların
alt-kimlik/üst-kimlik çerçevesinde bir sosyo-psikoterapiyle çözüleceğinden yola
çıkarak "teori" üretmiştir.
Daha
önceki yıllarda Sabancıların "Doğu Raporu"nun hazırlayıcısı olan
Baskın Oran'ın başını çektiği bu psikoterapik ulusal sorun çözüm
"teorisi", ulusal sorunların çatışmaya dönüştüğü toplumların topyekün
"ruh hastası" olduğundan yola çıkar. Ancak "ruh hastası
toplum" ya da "uluslar" teşhisi özenle gizlenir. Bunun için
"ulus", bir "alt-kimlik", kişinin doğuştan, biyolojik
yaratılışından gelen bir özelliği (alt-benlik) olarak sunulur. Alt-kimlik
(ulusallık) "içgüdüsel ve bilinçsiz davranışların kaynağı" olduğu
için, her zaman "ulusalcılığa" (milliyetçilik) yol açarak, çatışmalar
doğurur. Bundan kurtulunmasının tek yolu süper-ego ("üst-kimlik")
yoluyla "benliğin" ("kimlik") bulunmasıdır.
Bu
"teori" çerçevesinde "Türk" ve "Kürt" birer
"alt-benlik", yani "alt-kimlik"tir. Dolayısıyla hiçbirisi
"benlik"i ("kimlik") oluşturmak için gerekli bir temel
oluşturmaz. Öncelikle bu Türk ve Kürt "alt-kimlik"lerin süper-egosu
("üst-kimlik") yaratılmalıdır. Bu da "Türkiyeli"liktir.
Artık çözüm ortaya çıkmıştır. Baskın Oran şöyle söyler:
"Türkiyeli
üst kimliğini benimseyince azınlık kalmaz, kimse kimseye yukarıdan bakamaz. Bu,
Kürtleri çok rahatlatır, memlekete bağlar. Türk üst kimliği Türkiye'yi bölüyor.
Çünkü bir Kürt ben Türküm demiyor. Ben Türkiyeli Kürdüm diyor. Kıbrıs'ta da
öyle değil mi? Kıbrıslı Türk ve Türkiyeli Türk kavramları var. Ama bunu
anlamıyor bazıları. Oysa Ermeni'yi, Rum' u, Çerkez'i, Kürt'ü, Türk'ü, Laz'ı,
Arnavut'u, Süryani'yi, Keldani'yi, Asuri'yi, Çingeneyi kucaklayan tek kavram
Türkiyeli kavramıdır. Türkler bundan rahatsız olmaz. Türkler zaten pratikte
kuvvetli unsurdur. Çünkü resmi dil Türkçedir, ülkenin adı Türkiye'dir ve bayrak
Kemalistler tarafından oluşturulmuştur."[7*]
Görüldüğü
gibi, Türkler ve Kürtler "Türkiyeli" üst-kimliği ile psikolojik
açıdan rahatlatılmakta, onların süper-egoları tatmin edilmekte, dolayısıyla ego
(benlik) ortaya çıkması beklenmektedir. Ama her durumda psikolojik tedavi Türklerde
yoğunlaştırılmakta ve bu tedavi başarılı olduğu oranda Kürtler de
"rahatlamakta"dır. Bunun için AB yandaşlarının kullandığı
"Kıbrıslı Türk" (ki onlar "Kıbrıslıtürk" olarak yazarlar)
bile kullanılmaktadır. Oysa aynı topraklarda "Kıbrıs Türkleri" tanımı
da kullanılmaktadır. Nitekim "Orta-Asya Türkleri", "Azerbaycan
Türkleri", "Balkan Türkleri" tanımları da kullanılmaktadır.
Burada
küçük, ama tarihsel bir "malumat" da gerekli olmaktadır:
"Türkiyeli" tanımı Türkiye devrimci hareketine ait bir tanımdır.
"Bilindiği
gibi Türkiye, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir ülkedir. Böyle bir ülkede
devrimci mücadele, bağımsızlık ve demokrasi için yapılan mücadeledir. Yani
emperyalizmin ve uzantı ve müttefiklerinin temizlendiği, milli bir demokrasiye
sahip, tam bağımsız Türkiye'yi kurma mücadelesidir, bugünkü devrimci mücadele.
Milli demokrasiye sahip, bağımsız Türkiye'yi kurma mücadelesi yalnızca proleter
devrimcilerin değil, bütün Türkiyeli yurtseverlerin ortak bir
mücadelesidir."[8*] (abç)
"Türkiye'deki
marksist hareket şerefli bir mücadele tarihine sahiptir. CHP ve DP
yönetimlerinin karanlık yıllarında, siyasi irticanın en azgın olduğu yıllarda,
Türkiyeli proleter devrimciler yiğitçe ve mertçe mücadeleler
vermişlerdir."[9*] (abç)
Ve
yine bir tarihsel gerçektir ki, "Türkiyeli proleter devrimciler",
hemen her zaman "şovenist" olmakla, "kemalist" olmakla
suçlana gelmişlerdir. Çünkü onlar, her zaman tam bağımsız, merkezi ve
demokratik Türkiye'yi savunmuşlardır ve bu demokratik Türkiye'de ulusal
sorunun, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde
çözümlenebileceğini söylemişlerdir.
Bu
tarihsellik bir yana itilerek, tıpkı "alt-üst kimlik"in psikiyatriden
devriklenmesi gibi, "Türkiyeli" tanımı da devrimci hareketten
devriklenmektedir.
Marksist-Leninistleri
ulusların kaderlerini tayin hakkını savunmakla "pratik olmamak" la
eleştirenlerin "pratik" çözümlerinin gerçeklikle hiçbir ilişkisi
yoktur. Denilmek istenen, herkes kendisini bir bütünün parçası olarak
"hissederse" sorunlar ortadan kalkar. Tüm "pratiklik" de
budur.
Şüphesiz
alt-üst kimlik vs.'lerin sorunu (ulusal sorun) çözmeyeceği açıktır. Zaten amaç
sorunu çözmek değil, sorunun "pratik" bölümünü gözlerden gizlemek,
"pratik" çözümler için sosyo-psikolojik şartların yaratılmasını
sağlamaktadır. Şöyle söyler Baskın Oran:
"AB
azınlık dediğinde, bir ülkede çoğunluk ve egemen olmayanların, o ülkede
çoğunluk ve egemen olanlarla aynı muameleyi görmesini istiyor. Mesela
Türkiye'de Sünni Müslüman çoğunluk var. Bunlar camilerde elektriği bedava
kullanıyor. Alevi Müslümanlar ise cemevinde ibadet ettiğinde elektriğin
parasını ödüyor. AB, işte bu olamaz diyor. Mesela Türk çoğunluk Türkçe
öğreniyor, yayın yapıyor ama Kürtler Kürtçeyi okulda öğrenemiyor. Kürtçe
kurslarının açılması bile iki yıl aldı. AB, 'Eğer Türk çoğunluk Türkçe
öğrenebiliyorsa, Kürt azınlık da Kürtçe öğrenebilmeli' diyor. Çünkü AB'nin
azınlık tanımına göre, bütün vatandaşlar mutlak olarak eşittir. AB'nin azınlık
hakkı dediği de tamamen eşitlik hakkıdır. Kendi insanımızı zoraki vatandaş
olmaktan çıkarıp, gönüllü vatandaşlığa geçirmektir, insanların kendi
kültürlerini yaşamasını engelleyen yasakları kaldırmaktır."[10*]
Bu
kez işler iyice "pratik"leşir! Üstelik "AB diyor ki..." ile
başlayan cümlelerle yapılır bu.
Deniliyor
ki, "herkes eşit olmalıdır", "eşit haklara sahip
olmalıdır". Örneğin deniliyor, "sünni müslüman çoğunluğun elektrik
parası"...
Ama
bu sorun ulusal değil, dinsel bir sorundur diye itiraz edilmeye kalkışılmasının
da anlamı yoktur. Tüm toplumu ulusal, dinsel, kültürel vb. hangi açıdan
alınırsa alınsın "ruh hastası" olarak kabul edenler için, herşey bir
ve aynıdır. Böyle olunca da dinsel haklar ile ulusal haklar kolayca
aynılaştırılabilir.
Oysa
aynı mantıksallık içinde, söz konusu edilenler, "çoğunluğun hakkı"
olarak değil de, "çoğunluğun imtiyazı (ayrıcalığı)" olarak da tanımlanabilir
ve tüm ayrıcalıkların (imtiyazların) kaldırılması" da talep edilebilir.
Daha hak ile ayrıcalığın ayrımına bile sahip olmayanların ulusal sorunlarda
"pratik" çözümler ileri sürmeye kalkması, bir "art niyet"
mevcut değilse, şarlatanlıktan başka bir anlama gelmemektedir.
Yine
de alt-üst kimlikçilerin hakkını yememek gerekir. Onlar "pratik"
çözümler uğruna ne güçlüklere göğüs germektedirler. Raporları bile alenen
yırtılıp atılmaktadır. O yüzden alt-üst kimlikli rehabilitasyonu bir yana
bırakıp, "pratik" önerilerine bakmak gerekir: "insanların kendi
kültürlerini yaşamasını engelleyen yasaklar kaldırılmalıdır".
Ve
bir kez daha "kültürel özerklik"e geri dönmüş bulunuyoruz. Daha önce
gördüğümüz gibi, bu da,
"...gerçekten
demokratik kurumlar getirmekte umutsuzluğa kapılan ve bir dizi ('kültürel')
sorunda her ulusun proletaryasıyla burjuvazisini yapay olarak birbirinden ayrı
tutarak, burjuvazinin ulusal kavgalarından kurtulmaya çalışan kişilerin
oportünist düşünden başka bir şey değildir."[11*]
"Kültürel
özerklik" teorilerinin yanında ortaya atılan diğer bir "çözüm"
önerisi de, "anayasal vatandaşlık"tır. Genellikle "Kürt
sorunu"nun evrimci ve reformist bir yol izlenerek çözülebileceğini düşünen
kesimlerin hararetle savundukları "anayasal vatandaşlık", Kürt
küçük-burjuva liberal aydınlarının milliyetçiliğine denk düşer.
Ancak
sözkonusu olan "anayasal vatandaşlık" kavramının ne olduğu da
belirsizdir. 1999 yılında Süleyman Demirel tarafından "telaffuz
edilen" "anayasal vatandaşlık", kimilerine göre, Fransız
kaynaklıdır, kimilerine göre teorinin kurucusu Alman liberallerinden Jürgen
Hebermas'tır. Ne olduğu, nereden geldiği belirsiz olan bu "anayasal
vatandaşlık" "çözümü", A. Öcalan'ın İmralı günleriyle Kürt
hareketi içine taşınmış, HADEP tarafından savunulmuş ve en son Leyla Zana
tarafından "Bizim asli kurucu unsur olduğumuz Anayasa'ya geçsin"
talebiyle yeniden güncelleşmiştir.
Yorumlar
ve kaynaklar muhtelif olsa da, ortak nokta, "anayasal vatandaşlık"
kavramı ile, bireylerin ulusa değil devlete bağlılığının esas alındığıdır.
Anayasaların
"kolay" değiştirilemediği, dolayısıyla "uzun dönemli"
kalıcı bir metin olduğu varsayımına dayanan bu "çözüm", Kürt ve
Türklerin devletin ve ülkenin kurucu üyeleri olduğunun anayasaya yazılmasından
yola çıkar. Anayasanın Türkler ile Kürtleri devletin "ortak kurucusu"
olarak tanımladığı koşullarda, Türkler için verilmiş "haklar" ya da
"ayrıcalıklar"ın, aynen ve eşit biçimde Kürtler için de geçerli olacağı
düşünülmektedir. Sonal olarak, anayasa, kültürel hak eşitliği ya da kültürel
ayrıcalıkların genişletilmesinin temel aracı olarak kabul edilmektedir. Böylece
bir kez daha "kültürel özerklik"e geri dönülür.
Yakından
bakıldığında, alt-üst kimlikçilerin önerileri de, "anayasal
vatandaşlık" önerileri de, ulusal sorunun çözümünü değil,
geçiştirilmesini, bir süre için "kültürel" alanda oyalanmasını
istemektedir. Böylece "otuz bin vatandaşın yaşamına mal olan" bir
sorunun yaratmış olduğu "terör" ortamından uzaklaşmak
hedeflenmektedir.
İkinci
olarak, her iki "çözüm" önerisi de, her iki ulus için (Türkler ve
Kürtler) suya sabuna dokunmayan, insanların günlük yaşamlarında bir anlama
sahip olmayan, ama üzerinde her türlü ulusal ve uluslararası platformlarda her
bir ulus lehine kullanılabilecek araçların ortaya çıkartılmasına zemin
oluşturmaktadır. Böylece sorun, bireysel çatışma alanlarından kurumsal çatışma
alanlarına taşınacaktır. Bunun sonucu ortaya çıkacak çatışmalar ve gerilimlerle
"ver-kurtul" ya da "al-kurtul" türünden
"kurtuluş" yollarının açılacağı umut edilmektedir. Doğal olarak bu
"umut", Kürt milliyetçiliği için bir "umut" olurken, Türk
milliyetçiliği için yeni bir "savaş" anlamına gelmektedir.
Sanılmaktadır
ki, "anayasal vatandaşlık" bir kez kabul edilip, Türklerin ve
Kürtlerin Türkiye devletinin asli kurucu üyeleri oldukları anayasaya
kaydedilirse, her türlü haksızlık karşısında Anayasa Mahkemesine ve ardından
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurarak ulusal hakların alınması olanaklı
olacaktır.
Oysa
anayasalar, J. J. Rousse'nın "toplumsal sözleşmesi"nin yazılı bir
metninden başka birşey değildir. "Tarafların" karşılıklı çatıştıkları
konularda belli bir "consensus"a (onay) ulaşmalarının bir ifadesidir.
Ancak her "consensus" bir uzlaşmayı ifade etse de, her durumda
demokratik olmak durumunda değildir. Anayasa tek başına demokrasiyi ifade
etmediği gibi, anti-demokratik bir siyasal yapı da anayasaya sahiptir. Sorunun
özü, demokratik toplumsal ve siyasal dönüşümün sağlanmasıdır. Bu gerçekleştiği
ölçüde, bu dönüşümün anayasal bir metin haline getirilmesi, fiili durumun
yazılı hale getirilmesinden ibarettir.
Bugün
yürütülen her türden ulusal ya da demokratik hak ve özgürlükler tartışması, her
durumda "yukardan aşağıya demokratik dönüşüm" çerçevesinde yapılmaktadır.
Burada "yukarı" Avrupa Birliği, "aşağı" Türkiye olmaktadır.
Bu nedenle sorun, "yukardan aşağıya demokratik dönüşüm"le demokratik
bir toplumsal ve siyasal yapının kurulup kurulamayacağıdır. Diğer bir ifadeyle,
Junker tipi geçişin Türkiye için geçerli olup olmadığı ve Junker tipi geçiş ile
ulusal sorunun çözülüp çözülmeyeceğidir.
Bu
soruya verilecek yanıt olumlu olduğu takdirde, böylesine "yukardan
aşağıya" dönüşüm için gerekli Junkerlerin nereden bulunacağı düşünülmek
zorundadır. AB'nin Junkerlerin Almanya'nın birliğinde oynadıkları rolü
oynamasını beklemek ise, AB'nin siyasal zorunu önsel olarak kabul etmekle
özdeştir. Ama zor, aynı zamanda ekonomik bir güçtür. Dolayısıyla AB'nin siyasal
zorunu kabul edenler, aynı zamanda AB'nin ekonomik çıkarları doğrultusunda bu
zoru kullanacağını da kabul etmek durumundadırlar. Ve çıkarlar değiştiğinde,
zorun uygulandığı alanlar da değişecektir.
Sonuç
olarak, ulusal sorun üzerine yapılan her türlü gevezelikler, yeni "pratik
çözüm" önerilerinin bugün geldiği yer AB'dir. Bu nedenle, tüm taraflar,
AB'nin görüntüsel demokrasisi ile gerçekteki emperyalizmi arasında salınıp
duracakları bir sürecin tarafı olmuşlardır. Aşağıdan yukarı demokratik devrimin
tamamlanamadığı bir ülkede her türden ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel,
dinsel ve ulusal sorunlar bir kez daha ve sürekli çatışma koşullarında ve de
emperyalizmin egemenliği altında yaşanmaya devam edecektir.
Dipnotlar
[1*] "Belirli bir devlet içinde, tarihinin geçirdiği bütün değişmeler boyunca, burjuvazinin birey olarak devletlerin sınırlarında meydana getirdiği değişiklikler ne olursa olsun, bütün ulusların proleterlerinin sınıf mücadelesinde en sıkı ve bölünmez bir ittifakı gerçekleştirmek için mücadele verir." (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 87, Sol Yay., Kasım 1992.)
[2*] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 36.
[3*] Lenin, age, s. 75.
[4*] "Kuşkusuz, kapitalist toplumda yürürlükte olan ilişkilerden doğma siyasal ahlak bozukluğu, bazan parlamento üyelerinin ve gazetecilerin belli bir ulusun ayrılması yolunda ciddi olmayan ve hatta saçma olan gevezeliklerde bulunmalarına neden olur. Ama bu gevezeliklerden korkacak olan (ya da korkar gözükecek olan) gericiler olabilir. Demokratik ilkelere bağlı bulunanlar, yani devlet sorunlarının halk tarafından karara bağlanmasında direnenler, siyasetçilerin üzerinde gevezelik ettikleri şeyle halkın karar verdiği şey arasında 'pek büyük fark olduğu'nu çok iyi bilirler. Halk her günkü deneyiminden, coğrafi ve iktisadi bağların değerini ve büyük bir pazarla büyük bir devletin üstünlüklerini bilir. Onun için halk, ancak ulusal zulüm ve ulusal sürtüşme, yaşamı dayanılmaz hale getirdiği zaman ve iktisadi ilişkileri baltaladığı zaman, ayrılmaya, bir çare olarak başvurur." (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 75.)
[5*] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 31.
[6*] Sigmund Freud' göre, kişiliğin güdüsü ve kişinin en büyük yoksunluğu "sevgi"dir. Sevgi güdülerinin toplandığı yer olan alt-benlik (id), insanın ilkel zihinsel yapısıdır, içgüdüsel ve bilinçsiz davranışların kaynağıdır. Üst-benlik (süper ego) alt-benliğin karşıtıdır ve insanı topluma uydurmakta ve faaliyetlerin toplumca kabul edilebilir biçimde ortaya çıkmasına yardım eder. Benlik (ego) ise, alt ve üst benliğin denge durumudur. Benlik başarılı olmazsa bireyde zihinsel gerginlik, tereddüt ve çekişme doğar. Alt-benliğin biyolojik yaradılıştan geldiğini söyleyen Freud'a göre, üst-benlik toplum kuralları, değer yargıları ve eğitimle geliştirilir ve oluşturulur. Dahası, alt-benliğin isteklerinin üst-benlik tarafından bastırılmasında "çevrenin" baskısı ne denli sert olursa, üst-benliğin de o denli sert ve acımasız olduğunu söyler.
[7*] Radikal, 25 Ekim 2004.
[8*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim-I.
[9*] Mahir Çayan, ASD'ye Açık Mektup.
[10*] Radikal, 25 Ekim 2004.
[11*] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s. 85, Sol Yay. Ekim 1993.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder