KÜBA: Ulusal Devrimden Bürokratik Diktatörlüğe
Akın Erensoy
İkinci emperyalist paylaşım savaşı bittiğinde, SSCB’nin
varlığında cisimleşmiş “reel sosyalizm” ve savaşın galipleri arasında yer alan
Sovyet bürokrasisi, dünya işçi sınıfı nezdinde büyük bir itibar kazanmıştı.
Savaşı kazanan SSCB, ABD ve İngiltere, dünyayı kendi nüfuz
alanlarına böldüler. Doğu Avrupa ve Güney Asya’da birtakım nüfuz alanları
SSCB’ye bırakıldı. SSCB kendine bırakılan Doğu Avrupa ülkelerini bir taraftan
Kızıl Ordu aracılığıyla kontrol ederken öte yandan da baştan Sovyet
bürokrasisine bağlı, bürokratik tarzda örgütlenmiş resmi KP’ler aracılığıyla bu
ülkeleri yukarıdan aşağıya yeniden şekillendirmeye girişti. Böylelikle Sovyet
bürokrasisi kendi nüfuz bölgelerinde kendi kopyalarını, yani yeni bürokratik
diktatörlükleri yarattı.
Sovyet bürokrasisinin gerçek anlamda uluslararası bir güç
haline gelişi bu dönemdedir. Artık SSCB, dünya arenasında kapitalist bloğa
karşı alternatif hegemonik bir güç olarak varlık bulmuştu.
Savaştan çıkan Avrupa kapitalizmi, aynı 1914-18 savaşında
olduğu gibi yorgun ve “zayıf” düşmüştü. Bu durumda sosyalizmin SSCB nezdinde
itibar kazanması ve Avrupa’da doğan iktidar boşluğunu bir işçi devrimi ile
dolduracağı korkusunu kapitalist sistemin efendileri enselerinde hissediyor,
devrim korkusu onlara dayanılmaz geliyordu. Çünkü Avrupa yerle yeksan olmuş,
İtalya, Fransa ve Yunanistan’da devrimci durumlar baş göstermişti. Devrim
tehlikesini savuşturmaya girişen emperyalistler, var güçleriyle Avrupa’yı bu
“kızıl belâdan” uzak tutmaya çalışıyorlardı.
Emperyalist hiyerarşinin tepesine oturan ABD emperyalizmi,
Almanya’dan Japonya’ya kadar her yerde muhtemel bir devrime karşı teyakkuza
geçmişti. Gel gör ki, kapitalist sistemin imdadına en az onun kadar bir işçi
devrimini istemeyen Sovyet bürokrasisi yetişmişti. Başta Fransa, İtalya ve
Yunanistan olmak üzere birçok ülkede oluşan devrimci durumlar, Stalin’in
direktifleri sonucunda bizzat resmi Komünist Partilerin çabasıyla
yatıştırılmıştı. Ama yine de Çin ve Yugoslavya KP’leri gibi, SBKP’nin
direktiflerini dinlemeyen KP’lerin giriştikleri mücadele, emperyalistler için
korkulması gereken bir olguyu ifade ediyordu.
Böyle bir konjonktürde ulusal kurtuluş mücadeleleri
alevlenmiş ve savaş sonrası “dağınık” duran emperyalist sistemin siyasal
boşluğundan yararlanarak yükselişe geçmişti. Bu sürecin başlıca örneklerinden
biri Çin Devrimidir. Çin Ulusal Kurtuluş Devriminin başarıya ulaşması ve Sovyet
bürokrasisini örnek alarak kapitalist sistemden kopması, gelişen ulusal
kurtuluş hareketlerini daha da ivmelendirdi. Böylelikle ulusal kurtuluş
mücadelelerinin maddi olarak yaslanacağı “sosyalist” blokla birlikte, bambaşka
ve yeni bir kanal açılmış oluyordu.
İşte Küba Devrimi de bu konjonktürde bir ulusal kurtuluş
devrimi olarak başladı ve küçük-burjuva devrimcilerin önderliğinde bürokratik
diktatörlüklerin bir kopyasına evrildi. Küba’da bu hareketin başını çeken
küçük-burjuva devrimciler, sırtlarını yaslayacakları uluslararası hegemonik bir
gücün varlığı koşullarında, ulusal kalkınma özlemlerini bürokratik-despotik bir
diktatörlük aracılığıyla hayata geçirme fırsatına kavuştular. Ve “Sosyalist
Küba” böyle ortaya çıktı.
Burada, Sovyet bürokrasisinin gelişen ulusal hareketleri
desteklemesinin, bu hareketler üzerinde gerek maddi gerekse ideolojik etkisi
olduğunu ve onları şekillendirdiğini ifade etmemiz gereklidir. Elif Çağlı Kolonyalizmden
Emperyalizme adlı özgün çözümlemesinde bu konuya vurgu yapar: “Sovyet
devleti bürokratik bir diktatörlük idiyse de, onun da kendi varlığının idamesi
için gücünü yaygınlaştırmaya, pekiştirmeye, emperyalist ülkelere kafa tutmaya
ve olabildiğince çok sayıda devleti kendi yanına çekmeye ihtiyacı vardı.”
Sovyet bürokrasisinin uluslararası bir güç olarak varlığını
sürdürmek için desteklediği ulusal kuruluş hareketlerinin başında bulunan
küçük-burjuva devrimcilerin bürokrasiyi örnek alması, kendini SSCB’nin
kopyaları biçiminde şekillendirmesi anlaşılmadan, bu devrimlerin sınıfsal
karakteri hep bir muamma olarak kalacaktır.
Biz burada 1959 öncesi ve sonrasını ele alarak, Küba
Devriminin içinde geliştiği toplumsal, sınıfsal ve tarihsel koşulları
inceleyeceğiz. Devrimin gelişimini incelerken, ulusal kurtuluş mücadelesi
olarak gelişen bu devrimin bir proleter devrim olmadığını gözler önüne
sereceğiz ve buradan bürokratik diktatörlüğe hangi koşullar altında
geçilebildiğini ortaya koyacağız. Bu temelde, sosyalizm idealinin nasıl
bürokratik yöntemlerle karikatürleştirildiğini görmüş olacağız.
Küba Devriminin Tarihsel Koşulları
Tüm Amerika kıtası gibi Karayipler ve Küba da sömürgecilikten
payını almıştı. Amerika kıtasının ve ardından Karayipler’in keşfi ile yerli
halk sömürgeciler tarafından katledilerek yok edilmiş ya da köleleştirilmişti.
Avrupa’dan gelen sömürgeciler tüm zenginlikleri yağmalamış ve
Avrupa’ya taşınan zenginlikler sermayenin birikim süreciyle kapitalizmin
sıçramalı gelişmesinde kaldıraç rolü oynanmıştı. Onlarca yıl içinde kitlesel
kıyımlar yapılarak, büyük bir nüfus kaybına yol açılmıştı. Avrupalı
sömürgeciler yerli halkı böylelikle uygarlaştırmış oluyorlardı!
Küba ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanıyordu. Ekonominin
temellerini oluşturan kahve ve şeker kamışı üretimi geniş plantasyonlarda
gerçekleştiriliyordu. Plantasyonlarda çalıştırılmak üzere Afrika’dan on
binlerce köle getirilmişti. Örneğin, 1762’de Havana’yı ele geçiren İngilizler
10-15 yılda ancak ithal edilebilecek köleyi, bir seneye kalmadan Küba’ya
taşımışlardı. Latin Amerika’nın yerli halkıyla Afrika’dan gelen siyahların ve
Avrupa’dan gelen beyazların kaynaşması sonucu ilginç bir toplumsal yapı meydana
gelmişti. Bundan dolayıdır ki, yerli kölelerle siyah kölelerin ülkesi olan
Küba’da kapitalist gelişme ve ulus-devlet kurma süreci bir hayli sancılı
geçmiştir.
Küba 1898’e kadar İspanyol sömürgesiydi. 1898’de ABD-İspanya
savaşı sonrasında ada Amerikan sömürgesi haline gelmiştir. Bir dönem Küba’yı
valilerle yöneten ABD, sömürgeciliğin pahalı gelmesi nedeniyle Küba’ya sözde
bir siyasal bağımsızlık vermiştir!
Ancak ABD, Küba’yı savaşla kazanılmış doğal bir eyaleti
olarak görmekten kendini alamamıştır. Siyasal bağımsızlığın biçimsel olarak
uygulanmasında bile sürekli zikzaklar çizilmiştir. 1901’de onaylanan Küba
anayasasında ABD tarzı bir başkanlık öngörülmüştür. Küba ile aralarında yapılan
anlaşmayla Guantanamo 99 yıllığına ABD’ye bırakılmıştır. Gümrük tarifeleri
ABD’nin iznine tâbi olurken, üçüncü ülkelerle Küba’nın anlaşmalar yapabilmesi
yine ABD’nin onayına bırakılmıştır. Küba, ABD’nin izni olmadan ne bir anlaşma
imzalayabilir ne de bir başka ülkeden borç alabilirdi. Ayrıca Küba anayasasına
koyulan bir maddeyle (Platt maddesi), ABD’ye, “Birleşik Devletler
vatandaşlarının kişisel yaşamı, mal ya da özgürlükleri tehlikeye düştüğünde”
Küba’ya askeri müdahalede bulunma hakkı tanınıyordu. Böylelikle Küba ABD’nin
bir yarı-sömürgesi haline getirilmişti.
Küba’da kapitalizm Amerikan sermayesinin egemenliği altında
gelişti. Sanayinin temellerini şeker kamışı ve kahve oluşturmaktaydı. Sanayi
yoğun olarak ABD tekellerinin elinde toplanmıştı. 115 şeker rafinerisinden 41’i
ve plantasyonların yüzde 47’si, üç ABD şirketinin kontrolündeydi. Demiryolları
taşımacılığı, elektrik, telefon gibi alanlarda Amerikan tekellerinin payı yüzde
91’lere varmaktaydı. Ve en iyi toprakların yüzde 25’inin yanı sıra tüm maden
kaynakları da bu şirketlerin elindeydi.
Burjuva demokratik
devrimini yapamamış ve az gelişmiş bir ülke olan Küba’da, uzun yıllar boyunca
uluslararası tekellerle iç içe geçmiş askeri diktatörlükler egemen olmuştur.
Toplumu baskı ve işkencelerle sindiren askeri diktatörlükler, en küçük bir
muhalefete bile göz açtırmamıştır. Gelişen yerli burjuvazi, Amerikan ve
uluslararası sermayeyle ta baştan iç içe geçtiğinden, askeri diktatörlükleri
sonuna kadar desteklemiş, liberal parlamenter demokrasiye sahip çıkmamıştır.
Çünkü burjuva diktatörlüğün bir biçimi olan askeri diktatörlükler yerli ve
yabancı kapitalistlerin daha çok işine geliyordu. General Machado diktatörlüğü,
kapitalistlere nasıl yararlı olacağını şöyle açıklıyordu: “Ben başta olduğum
süre içinde hiçbir grev 15 dakikadan fazla sürmeyecektir.”
Tüm bu etmenlerden dolayı küçük-burjuva devrimci ulusal
hareket gelişmeye müsait bir ortam bulmuştur. Büyük burjuvazinin saflarına
katılma ile proletaryanın saflarına itilme arasında gidip gelen ve çelişik
duygularla yüklü küçük-burjuvazi, keskin reaksiyonlar gösterir. Onun bu çelişik
ve duygusal yapısı politik mücadele yöntemlerini belirler.
Batista diktatörlüğü ve ABD tekellerinin egemenliği altında
küçük-burjuvazi hızlı bir proleterleşme tehdidiyle karşı karşıyaydı. Ayrıca da
kendi ülkesinde özlemini çektiği bir “ulusal” iktidara sahip olamıyordu. Bu
durum küçük-burjuvaziyi ulusal kurtuluşçuluk temelinde bir devinimin içine
sokmaktaydı. Biliyoruz ki Küba gibi ülkelerde, gerek küçük-burjuvazinin gerekse
de uluslararası sermayeyle entegre olmamış çeşitli burjuva kesimlerin
ideolojik-siyasal açılımları her zaman bir ulusallığı ve kapitalizme karşıt
olmayan sözde bir “anti-emperyalizm”i içerir.
Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesine karşın Küba’da, demokratik cumhuriyet, toprak
reformu ve tam siyasal bağımsızlık gibi, tarihsel olarak burjuva demokratik devrim kapsamına giren
görevler çözümlenmiş değildi. Burjuvaziden, bu görevleri devrimci tarzda
çözmesi asla beklenemezdi. Çünkü gelişen burjuva sınıf ta başından, emperyalist
sistemin işleyiş mekanizmaları temelinde uluslararası sermayeyle iç içe
geçmişti. Tüm bu faktörler, benzer koşullara sahip diğer ülkelerde olduğu gibi,
Küba’da da burjuva demokratik
karakterde bir devrimin kaderini belirlemekteydi.
Bir yanda geniş yoksul yığınlar, öte yanda tekeller ve askeri
diktatörlük! Askeri diktatörlüğün toplumsal hayatı felce uğratması, burjuva
politik alanın darlığı ve muhalefetin soluk dahi alamayışı kitleler içinde
giderek yoğun bir tepkiye dönüşmüştür. İşçi sınıfının toplum içinde belirleyici
bir ağırlığı olmasına karşın Stalinist Küba Komünist Partisi bağımsız bir
sınıfsal çizgi izlemek şöyle dursun, açıkça Batista rejimini destekleyen bir
ihanet çizgisine düşmüş; işçi sınıfına önderlik etmemiştir. Bu ortamda ikameci
küçük-burjuva hareket devreye girmiş, ulusal demokratik devrim perspektifiyle gerilla tarzı
mücadeleyi başlatmıştır. Bu ise, 20. yüzyıldaki birçok benzerleri gibi söz
konusu devrimin de temel yöneliminin ABD karşıtlığıyla belirlenen bir ulusal
kurtuluş mücadelesine indirgenmesi anlamına gelecekti. İşte Castro’nun 26
Temmuz Hareketi de bu nitelikteydi.
Komünist Partinin ve Küçük-Burjuva Devrimci Hareketlerin Gelişimi
1933’te Küba Ulusal İşçi Konfederasyonu</i>nda
örgütlü işçi sınıfı, 15 dakikadan fazla greve izin vermeyeceğini söyleyen
Machado’ya karşı harekete geçti. Ocak ayında şeker işçileri sekiz saatlik
işgünü ve ücret artışı talepleriyle Las Villas eyaletinde fabrikaları işgal
ettiler. Temmuz ayına gelindiğinde grevler her yere yayılmış ve greve destek
komiteleri kurulmuştu. Grevlerin dalga dalga yayılması Machado diktatörlüğünü
harekete geçirmişti. 7 Ağustosta Havana’da binlerce işçi makinalı tüfek ateşi
ile biçilip yaşamını kaybetti. Ancak işçi sınıfı Machado diktatörlüğüne boyun
eğmedi ve grevler Küba düzeyinde bir ayaklanmaya dönüştü; Machado 12 Ağustosta
devrildi. Böylelikle işçi sınıfı toplum içinde sosyal-sınıfsal ağırlığını
koymuş oluyordu.
Fakat Küba Komünist Partisi Sovyet bürokrasisinin
talimatları doğrultusunda hareket etti ve işçi sınıfının siyasal iktidarı
alması için kitlelere önderlik etmedi. Machado’nun devrilmesi ile tam anlamıyla
bir iktidar boşluğu doğmuştu. 4 Eylülde 1933 Çavuşlar Devrimi diye bilinen
darbe gerçekleşmiş, askerler bu siyasal boşluğu çok iyi değerlendirmişlerdi.
Böylelikle Küba tarihinde Batista’lı yıllar açılmış bulunuyordu.
Çavuşlar darbesini örgütleyenler içinde “Telsizci Batista”
adında bir başçavuş, gelecek günlerde adından sıkça söz ettirecekti. Batista bu
dönemde ordunun başına geçmişti. Darbeden sonra hükümetin başına küçük-burjuva
milliyetçi profesör Grau San Martin getirilmişti. Grau 1934’te ABD’nin
baskısıyla başkanlığı Mendita’ya devretti. Bu tarihten 1944’te yapılan
seçimlere kadar, iktidarın asıl sahibi perde arkasından hükümeti yöneten
Batista olacaktı.
Doğaldır ki Batista da Machado diktatörlüğünden farklı
davranmadı; toplumsal muhalefeti ezdi ve grevleri bastırdı. Bu süre içinde KP
zikzaklı politikalar çizdi. Sovyet bürokrasisinin uluslararası politik
çizgisine göre yön değiştiren KP, SSCB’nin Nazi Almanya’sına karşı ABD ile
ittifak kurma politikası nedeniyle, Batista’ya karşı yürüttüğü “anti-faşist”
mücadeleye son verdi.
O güne kadar “Batista emperyalizme hizmet eden bir vatan
hainidir... Mart ayındaki genel grevi ateş ve kanla boğmuştur” diyen KP, daha
sonra, ibret verici bir şekilde nedamet getirmiş ve Batista’ya övgüler
düzmüştür: “Her ne kadar hızla zenginleşmiş ve egemen sınıfların temsilciliğine
soyunmuş olsa da, devrimci hareketle olan ilişkileri yabana atılamaz. Batista
askerler ve küçük rütbeli subaylarla ilişkilerini sürdürüyor. 1933 devrimci
dalgası Batista üzerinde derin etkiler bıraktı.” Doğru söze ne hacet! Evet,
Batista’nın “devrimci hareketle olan ilişkisi yabana atılamaz”. Çünkü Batista
devrimcileri ve işçileri “ateş ve kanla boğmuştur”.
Stalinizmin sınıf işbirliğine dayanan siyaseti proleter
kitlelere indirilmiş bir darbe, bir ihanetti. Son tahlilde bu politika,
dünyanın her yerinde olduğu gibi, Küba’da da işçi sınıfına ölümcül darbeler
indirdi. 1945’te bir broşür yayınlayan KP önderi Blas Roca şöyle diyordu:
“Böylece sınıflar arası işbirliğinin sağlam bir örneğini açıklamış
bulunuyoruz.”
KP’nin bu tutumuna karşın, işçi sınıfının da içinde
bulunduğu toplumsal muhalefetin baskıları sonucunda Batista geri adım attı ve
1940’ta bir demokratik
Anayasa ilan etti. Bu Küba’nın en demokratik
olduğu dönemdi; tüm devrimci hareketler bu Anayasayı temel alan bir mücadele
vereceklerdi. Batista hükümetine katılan KP, iki bakanlıkla ödüllendirildi. KP,
hükümeti “sadakatle” desteklemekteydi. Nitekim parti sözcüleri açıkça şunu
beyan ediyorlardı: “1940’tan bu yana partimiz hükümetimizin aldığı önlemleri
onaylamakta ve sadakatle desteklemektedir.”
1944’te yapılan seçimlerde Otantik Parti oyların yüzde
55’ini alarak iktidara geldi. Ancak yolsuzluk ve rüşvet alabildiğine derinleşip
burjuva toplumsal dokuyu parçaladı. Küçük-burjuvazinin ve aydınların umudu olan
Otantikler, ABD emperyalizmiyle iyice kaynaştı; ulusalcı devrimci örgütler, aydınlar, gelişmelere
oldukça sert tepki gösterdiler. Zira onlara göre Amerikan emperyalizmi
altındaki ülkeleri yolsuzluk ve rüşvet bataklığında yozlaşmakta, çürümekteydi.
Otantik Parti bölündü ve küçük-burjuva ulusalcı bir aydın
olan Eduardo Chibas önderliğinde Ortodoks Parti kuruldu. Yoksulluk ve sefalet
içinde yaşayan halk yığınları Ortodoks Partiyi geniş bir ilgiyle
karşılamışlardı. Bu ilgi, 1951’de Chibas’ın radikal bir konuşma anında intihar
etmesiyle doruğa ulaştı. Chibas’ın bu tutumu, onun toplumsal olaylara
küçük-burjuva duygusal aydın yaklaşımıyla tamamen örtüşüyordu.
Ortodoks Partinin seçimleri kazanacağının kesinleşmesi ile
ABD’ye yerleşen Batista, CIA’in ve tekellerin çağrısı üzerine Küba’ya döndü.
Batista ordu içindeki subayları yeniden kendine örgütleyerek hükümeti devirdi;
1940 Anayasasını yaktırdı, devrimci örgütleri dağıttı, işçi ve emekçiler
üzerinde baskıyı artırdı. Küba kısa bir dönem sonra yine diktatörlüğe mahkûm
oldu.
Darbe, Ortodoksların bölünmesiyle sonuçlandı. Ortodoks
Partinin milletvekili adayı olan avukat Fidel Castro, diktatörlüğe karşı
silahlı mücadeleyi başlatmadan önce, Havana Yüksek Mahkemesine Anayasayı ihlal
ettiği gerekçesiyle Batista’yı tanımamasını ve meşru saymamasını isteyen bir
dilekçe sundu. Eğer mahkeme Batista’yı tanırsa, kendisini gayri meşru saymış
olacak ve devrim için mücadelenin meşruluğu tescillenmiş olacaktı.
Ortodoks Partinin gençlik kolu, partinin diktatörlük
karşısında sessiz kalması ve diktatörlüğe boyun eğmesine tahammül edemeyerek
kendi yolunu seçti: askeri diktatörlüğe ve “emperyalizme” karşı silahlı
mücadele verilecekti. Ancak küçük-burjuva devrimci Castro’nun ideolojik ufku
Chibas’ın Ortodoksluğuyla sınırlıydı. Castro önderliğinde bir araya gelen
gençler, kendilerini Movimiento (hareket) olarak adlandırdılar. El Acusador
(Suçlayıcı) adında bir gazete çıkartan Movimiento, daha sonra, hiçbir
örgütlülük sağlayamadan, gevşek ilişkiler temelinde bir araya gelmiş ve bir an
önce bir şeyler yapmak isteyen 150 kişiyle, toplumda yankı uyandırmak için
silahlarla askeri kışlalara ani baskınlar yapmaya giriştiler.
Nitekim 26 Temmuz 1953’te, Castro önderliğindeki 150 kişi
Oriente eyaletindeki Moncado kışlasına baskın yaptılar. Ancak durum vahimdi:
onlarca militan öldürüldü ve Castro da yakalandı. Bu tarihten sonra Movimiento
kendini 26 Temmuz Hareketi olarak adlandıracak ve bu baskını Küba Devriminin
başlangıcı sayacaktı.
Moncado kışlası baskını gerçekten de geniş yankılar
uyandırdı. Batista adeta gafil avlanmıştı. Fakat halk kitleleri ne yazık ki
ayaklanmamıştı. Batista diktatörlüğü baskıları daha da artırdı ve toplumu
sindirme hareketini derinleştirdi.
Yakalandıktan sonra mahkemeye çıkartılan Castro,
konuşmasına “Tarih Beni Aklayacaktır” diye başlamıştır. Castro bu konuşmasında
bir anlamıyla 1959 Devriminin demokratik
programını sunmuştur. Konuşmasının temelini burjuva liberal 1940 Anayasasının
geri getirilmesi oluşturmuştur. “Devrimin ilk kanununun hedefi, halka
egemenliğini vermek ve halk değiştirmek ya da tamamen kaldırmak kararını
verinceye kadar 1940 Anayasasını devletin gerçek yüksek kanunu olarak ilan
etmekti.”
Castro sunmuş olduğu bu programı beş madde altında
toplamıştı:
1.
1940 Anayasasının derhal yeniden uygulamaya konulması; kısa süre içinde
düzenlenecek olan seçimlere kadar devrimci hükümetin iktidarı elinde toplaması
ve devlet aygıtının derhal temizlenmesi;
2.
Toprak mülkiyetinin küçük kiracı köylülere, ipotek yapılmayacak ve
devredilmeyecek biçimde ve daha önceki sahiplerine tazminat ödenerek verilmesi;
3.
Bütün büyük işletmelerde işçilere ve memurlara kârdan yüzde otuz
oranında dağıtım yapılması;
4.
Şeker kamışı ekicilerine şeker üretiminin yüzde 55’ini bölüşme hakkı ve
küçük ekiciler için asgari bir kota ayrılması;
5.
Yasadışı yollarla halkın sırtından kazanılmış mülk ve servete, özel
mahkemelerin alacağı kararlarla el konulması.
15 yıl hapse mahkûm olan Castro, 5 Mayıs 1955’te hükümetin
çıkardığı bir afla tahliye oldu ve Küba’dan Meksika’ya geçti. Ortodoks parti
geleneği ile mücadeleye girişen Castro, artık Chibas geleneğini 26 Temmuz
Hareketi’nin temsil ettiğini açıkladı. Bu yıllar içinde diktatörlüğe ve ABD’ye
karşı muhalefet yükselmiş, birçok küçük-burjuva ulusal örgüt kurulmuştu. Tüm bu
örgütlerin parolası bağımsızlık ve demokratik
devrim programıydı. Örneğin 26 Temmuz Hareketi’yle birlikte hareket edeceğini
açıklayan bazı örgütlerin adları şöyleydi: Kurtuluş Eylemi, Ulusal Devrimci
Eylem, Milliyetçi Kurtuluş Hareketi vb.
1956’da diktatörlüğe karşı yeniden mücadeleyi başlatmak
için Che Guevara ile birlikte Küba’ya dönen Castro, 12 Haziran 1957’de Sierra
Maestra Manifestosu</i>nu yayınladı. Bu bildirinin ideolojik temelleri
aslında klasik burjuva devrim anlayışına tekabül ediyordu: Cumhuriyetçilik,
Bağımsızlık, Eşitlik, Toprak Reformu, Ordunun Politika Dışı Tutulması vs. Ve
yine bu bildiri 1940 Anayasasından ileri giden bir şey söylemiyordu. Bu
bildiride de 1940 Anayasası ağırlığını hissettirmiştir. Nitekim devrimle
birlikte yukarıda değindiğimiz program uygulanacaktı.
1959: Askeri Taktiklere İndirgenmiş Bir Devrim
Küba’daki tüm küçük-burjuva milliyetçi örgütler 1957’de ortak bir
deklarasyon yayınladılar. Bu örgütlerin içinde Ortodoks ve Otantik Parti de
vardı. Yalnız Castro önderliğindeki 26 Temmuz Hareketi iktidar mücadelesi
taktikleri çerçevesinde bu deklarasyonun dışında kalmaya ve kendini daha
devrimci göstermeye özen gösterdi. Bu örgütlerin birkaçı hariç neredeyse tamamı
kır ya da şehir gerillacılığını savunuyordu.
Batista diktatörlüğünün baskı ve zorbalığı karşısında
bıkmış yoksul köylü kitleler, kırda gerilla gruplarıyla artan bir ilişki içine
girmişlerdi. Buna karşın bu küçük-burjuva örgütlerin şehirlerde işçi sınıfıyla
pek bir bağı yoktu. Çünkü bu örgütlerin işçi sınıfını eksen alan bir örgütlenme
perspektifi bulunmuyordu. Örneğin Nisan 1958’de bu örgütler, işçi sınıfını genel greve çağırdılar. Ama
işçi sınıfı bu çağrıya cevap vermedi.
İşçi sınıfı içinde hiçbir örgütlülükleri olmayan
küçük-burjuva örgütler,
mücadeleyi tamamen askeri yöntemlere indirgediler. 20 Temmuz 1958’de Caracas
Paktı diye bir anlaşmaya imza atan bu örgütler,
“tiranlığı silahlı mücadeleyle devirmek için ortak mücadele” kararı aldılar.
Batista diktatörlüğünün baskı ve işkencelerle ayakta
tutmaya çalıştığı rejim giderek çatırdamaya başlamıştı. Kentlerde işçi kitleler
artan bir huzursuzluk içine girmişken, kırda gerillalar köylülerin desteğiyle
askerlerle sürekli çatışma halindeydi. Bu arada ordu içinde Batista’ya olan
güvensizlik de artmış ve ordu parçalanmaya başlamıştı. Castro askeri taktiklere
indirgediği mücadelesi bağlamında bu çatlamayı çok iyi değerlendirdi. General
Eulagia Cantillo ile Castro arasında yapılan bir anlaşmaya göre 31 Aralık
1958’de askerler ayaklanacak, halkın da ayaklanması için halkla kaynaşma
sağlanacak ve radyodan ülkeye seslenen bir bildiri okunacaktı.
Ancak General Cantillo iktidar mücadelesine girmişti ve
Batista devrildikten sonra bir askeri darbe girişiminde bulunmaktan geri
durmayacaktı. Castro şöyle diyordu: “Eğer askeri darbe samimi olarak devrimci
olan dürüst insanların eseri olacaksa, adaletli ve yararlı barış yapmak
mümkündür. Ordu ile devrim arasında hiçbir çıkar çelişkisi olmamalıdır;
Küba’nın sorunu çözülebilir. Biz orduya değil, baskı rejimine karşıyız.”
Ordunun parçalanması ve askerlerin saf değiştirmesi
Batista diktatörlüğünü gerillalar karşısında güçsüz bırakmıştı. Gerilla
grupları şehirleri tek tek alıyorlardı. 31 Aralık 1958’de Batista ülkeyi terk
etti. Şimdi, Küba bir tarafta küçük-burjuva örgütler öte tarafta generaller arasında yürüyen bir
iktidar mücadelesine tanık olacaktı. KP bu mücadelede Castro’nun yanında yer
aldı. Birçok şehir farklı farklı örgütlerin eline geçti. Fakat Castro
Santiago’da üs kurmuş ve Santiago’yu Küba’nın başkenti ilan etmişti. Santiago
savcısı Manuel Urrutia ile anlaşan Castro, savcıyı Cumhurbaşkanı ilan etti.
General Cantillo’nun darbesini engellemeye çalışan Castro, işçi sınıfına genel
grev çağrısı yapmıştı. Ancak işçi sınıfı zaten harekete geçmiş, mücadele
bayrağını yükseltmeye başlamıştı. İşçi sınıfının harekete geçmesi ve kitlesel
gösteriler düzenlemesi Cantillo’nun darbe yapmasını engellemiş, Cantillo tecrit
olmuş ve tutuklanmıştı.
İşçi sınıfı Küba’da 4 gün boyunca yaşamı tamamen felç
etmiş, dalga dalga yayılan grevlerle bir başka diktatörlüğün başa gelmesine
izin vermemiştir. Ancak ne yazık ki, işçi sınıfına önderlik edebilecek devrimci
bir önderlik yoktu ve KP Stalinist bürokrasinin sözünden dışarı çıkamıyordu.
Zira KP’nin siyasi perspektifi sosyalist devrim değil, ulusal kurtuluş
temelinde demokratik devrim
ya da diğer bir adıyla aşamalı devrimdi. Bu bağlamda Castro’yu destekleme
kararı Stalinizmin sınıf doğasıyla gayet iyi örtüşmekteydi. Bu durumda
sokaklara çıkan, genel grevlerle iktisadi yaşamı ve günlük hayatın akışını
altüst eden, Cantillo darbesini tecrit eden proleter yığınlar başsız kalmıştı;
4 Ocakta Castro işçilere işlerinin başına dönme çağrısı yaptı.
“Bu günden itibaren devrim şenlikleri bitmiştir; yarın
herhangi bir işgünü gibi işbaşı yapılmalıdır.”
“Bugün zafer kazanmış olan halkın, bugünkü ve yarınki
düşmanları kimlerdir? Bugünden itibaren Küba Devriminin en kötü düşmanı
devrimcilerdir.”
Küba Devrimi, işçi sınıfının üretim merkezlerini grevlerle
sarstığı, hayatı felç ettiği, sokağa çıkıp fiili devrimci iktidarını kurduğu,
siyasal iktidarı fethetmek için iktidar organı sovyetleri örgütlediği, burjuva
devlet kurumlarını alaşağı ettiği, düzenli ordu ve polisi dağıttığı biçimde bir
devrim değil, anlaşmalara ve askeri taktiklere indirgenmiş bir ulusal demokratik devrimdir.
Bundan dolayıdır ki, harekete geçen kitleler ile
küçük-burjuva ulusal önderlik arasında muazzam uçurumlar oluşmuştur. Sınıfsal
açıdan bir kere işçi sınıfı ile küçük-burjuvazi arasında uzlaşmaz sınıf çelişkileri
mevcuttu. Çünkü devrimde siyasal iktidarı ele geçiren proletarya değil,
küçük-burjuva ulusal önderlikti. Ancak ilerleyiş sürecinde devrime toplumsal
destek bulabilmesi için, küçük-burjuva önderliğin bazı reformları yapması
tarihsel bir zorunluluk olarak kendini dayatmıştır. Küçük-burjuva devrimci
önderlik içte reformlarla işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün desteğini almaya
çalışırken, dünya siyasal konjonktüründen yararlanmayı da ihmal etmemiştir.
Dünya Siyasal Konjonktürüne Çarpan
Reformlar
Ulusal devrim başarıya ulaştıktan sonra, devrimin
yaşayabilmesi için reformların yapılması gerekmekteydi. Nitekim 1959’da yeni
devleti kuracak olan Küba Ulusal Meclisinin yayınladığı deklarasyon da bu
yöndedir. Deklarasyona yansıyan reform maddeleri özetle 1940 Anayasası temel
alınarak hazırlanmıştır. Küba Ulusal Meclisinin yayınlamış olduğu deklarasyonu
şu maddelerde özetleyebiliriz.
· Toprak
sahibi olmayan yoksul köylüye toprak verilmesi, toprak sahiplerine tazminat;
· İşçi
ücretlerinin yükseltilmesi ve iş saatlerinin düşürülmesi;
· Eğitim,
sağlık, ve sosyal alana ağırlık verilmesi;
· Kadın
ve erkek eşitliği, cinsiyet ayrımına son;
· Ülke
iç kaynaklarına sahip çıkılması, belirli sanayi kollarının millileştirilmesi;
· Amerikan
emperyalizmine karşı koyacak hükümetlerin iktidara gelmesi;
· Latin
Amerika ülkelerinin ve Küba’nın bağımsızlığının savunulması.
Toprak reformu 3 Haziran 1959’da yasalaştı. Aslında hayata
geçirilmeye başlanan toprak reformuna karşın, büyük toprak sahiplerinin
çiftliklerine ve yabancı sermayeye pek de dokunulmamıştı. Ayrıca toprakları
elinden alınan toprak sahiplerine yirmi yıllık yüzde 4,5 faizli hükümet
bonolarıyla tazminat ödenecekti. Bazı uzmanlar bu faiz bonolarının toprağın kendisinden
daha kazançlı olduğunu açıklıyorlardı.
Yabancı sermayeye karşı da aynı tutum takınıldı ve onlara
hükümetle irtibata geçmeleri önerildi. Yerli ve yabancı zenginlere yeni
devrimci iktidarla ilişkiye geçmeleri halinde mal ve can emniyeti, işlerini
büyütme garantisi, huzurun sağlanması konusunda güvenceler verildi.
Castro yabancı sermayeye güvence verilmesi konusunda kesin
bir dil kullanıyordu: “İngiltere büyükelçisi ile yaptığımız bir konuşmada,
kendisine her türlü tazminat şeklini, millileştirilmiş çıkarların tazminini de
kapsayacak her tipteki ekonomik anlaşmayı tartışmaya hazır olduğumuzu söyledik.
İsviçrelilere karşı da aynı şekilde davrandık. Bizim uyguladığımız politika
budur.”
Ancak, ABD emperyalizmi tüm bu gelişmelere rağmen devrime
tahammül edememişti. ABD, Castro’ya cepheden tavır aldı ve onu tanımadı.
Devrimin Latin Amerika’ya sıçrayacağı ve soğuk savaş statükosunu bozacağı
korkusu, Amerikan emperyalizmini dehşete düşürmüştü. Kendi arka bahçesinde
herhangi türden bir devrimci gelişmeye dahi tahammül edemeyen ABD, Küba’daki
tekellerin ve Amerikan çıkarlarının tehlikeye girmesinin, bunun ise zincirleme
olarak Latin Amerika’ya sıçramasının, siyasi nüfuzunda hasara yol açacağını
düşünüyordu.
Oysa Castro ve başını çektiği önderliğin, uluslararası
statükoyu bozmak gibi bir niyeti yoktu. Nisan 1959’da en önemli bakanlarını da
yanına alan Castro, ABD’ye gitti; CIA başkanı ve ABD’li yöneticilerle görüştü.
23 Nisan günü bir basın toplantısı düzenleyen Castro, ABD’ye güvenceler vermeye
çalışıyordu: “Küba’da ne faşizmin ne Peronizmin ne de komünizmin izi olmayan
gerçek bir demokrasi kurmak istiyoruz.” Ayrıca Amerikan Devletleri Örgütü
toplantısına katılan Castro, “komünizm (henüz daha Castro komünizmi keşfetmiş
değildi) tehlikesinden sakınmak” için, Latin Amerika ülkelerine yönelik bir
Marshall Planı başlatılmasını önermişti. Yani İkinci Dünya Savaşıyla güçsüz
düşmüş Avrupa kapitalizmini ayağa dikme ve bir işçi devrimini önleme planı olan
Marshall Planını, bay Castro, Latin Amerika ve elbette Küba için öneriyordu.
Ulusal Devrimden Bürokratik Diktatörlüğe
Ancak ABD, anti-komünist bay Castro’yu ciddiye almadı.
Küba’daki tekelleri ve nüfuzunu kullanarak Castro’yu devirmeye çalıştı. ABD’den
aradığı desteği bulamayan Castrocu küçük-burjuva önderlik, dünya konjonktürünü
iyi okudu ve ABD’nin korkusunu adeta bir gerçeğe dönüştürerek SSCB ile
yakınlaşmaya başladı. Şubat 1960’da Sovyetler Birliği ile Küba arasında bir
anlaşma imzalandı. Anlaşmaya göre SSCB Küba’ya yüzde 2,5 faizli ve yirmi yıl
vadeli 100 milyon dolarlık kredi verecekti. Sovyetler Birliği beş yıl boyunca
Küba’dan dünya piyasa fiyatlarıyla beş milyon ton şeker alacak ve karşılığında
rafine edilmiş petrol, demir külçesi, alüminyum, gübre ve teknik yardım
sağlayacaktı.
Buna cevap olarak 20 Nisanda ABD, Küba’ya karşı tüm
yardımları kestiğini açıkladı ve ABD’li şirketler SSCB’den gelen petrolü rafine
etmeme kararı aldılar. Dünya siyasal konjonktürünün çatlaklarından yararlanan
küçük-burjuva önderlik ABD şirketlerine el koydu.
ABD Küba’ya karşı saldırılarını iyice yoğunlaştırdı ve tüm
anlaşmaları bozduğunu duyurdu. Sovyet bürokrasisini arkasına alan Castro, ABD
sermayesine karşı harekete geçti ve elektrik, telefon, şeker şirketlerini
millileştirdi. Toprak reformuna bu dönemde hız verildi. 3 Ocak 1961’de ABD,
Küba ile tüm ilişkilerini kesti ve Küba’ya askeri müdahalede bulunmaya ve
havaalanlarını bombalamaya başladı. Peşinden ise Domuzlar Körfezi çıkartması
gelecekti.
Küba Devriminin geliştiği konjonktür, aynı zamanda onun
çelişkili sınıfsal karakterinin salınışlarını da ortaya koyan bir süreçtir.
Küçük-burjuva ulusal önderlik, ta başından kendini bir ikilemde buldu. Acil
görevleri itibarıyla bir burjuva demokratik
devrim gündemdeydi. Ne var ki, burjuvazinin böylesi bir devrimin başını çekme
gibi bir niyeti yoktu. Proletarya ise devrimci bir önderlikten yoksundu. Bu
görevlerle boğuşan küçük-burjuva devrimciliği ise kendisine ait bağımsız bir
siyasi çizgi oluşturamıyordu ve oluşturamazdı da. Burjuvazi adına bir devrime
girişmişti, ancak ne yerli burjuvaziye ne de başını ABD’nin çektiği dünya
burjuvazisine yaranabiliyordu.
ABD emperyalizminin devrime tahammül edemeyerek adeta
Küba’yı SSCB’ye itmesi, küçük-burjuva ulusal önderliğin önüne bu ikilemden
kurtulmanın olası bir yolunu açmak anlamına gelecekti. Devrimden hemen önce de,
devrimi takip eden aylar boyunca da anti-komünist olduğunu defalarca ilân eden
Castro, ABD’den ve dünya kapitalizminden aradığını bulamadığında birden
komünist oluvermişti. Nitekim 1 Mayıs 1961’de Castro, devrimin artık sosyalist
bir karakter taşıdığını açıkladı. Böylece, devrimin hangi sınıfsal karakteri
taşıyacağı sorunu da, ilerleyen yıllar içerisinde birçoklarının gözünde,
devrimci önderliğin söylemine indirgenmiş olacaktı.
Küçük-Burjuva Radikalizmine Karşı Uyanık Olunmalıdır
Küba Komünist Partisi genel sekreteri Blas Roca, 1960’ta
toplanan Sekizinci Kongreye sunduğu raporda, devrimin sınıfsal karakterini çok
net bir biçimde ortaya koyuyordu:
“Küba Devrimi ... ele aldığı ve gerçekleştirdiği görevlere
göre, haklı olarak, ulusal kurtuluş devrimi, tarım devrimi, yurtsever ve demokratik devrim olarak tasnif
edilebilir. Satın alma gücünün yükselmesinden ve devrimden yararlanan
tüketicilerin büyük sayısından dolayı ulusal burjuvazi devrimi
desteklemektedir. Ama çoğunlukla radikal önlemlerden, tehlikelerden ve Amerikan
emperyalizminin abartılı saldırılarından dolayı korkmaktadır... İyi belirlenmiş
sınırlar içinde, özel girişimlerin ve görevlilerin kazançları, normal
gelişimleri güvence altına alınmalıdır. Bu işletmelerin işçileri üretkenliği artırma
konusunda teşvik edilmelidir.”
Bu perspektif sınıf işbirlikçi bir ihanet çizgisiydi. Ne
var ki, mevcut durumu betimlemesi itibariyle bu satırlar doğru tespitlerdir.
Gerçekten de, 1959 devriminin ardından Küba’da burjuva devlet aygıtı ve burjuva
kurumlarının tamamı yerli yerinde kalmıştı. Burjuva devlet aygıtını
parçalayacak ve yerine kendi sınıfsal iktidarını koyup, proleter devrimi
başlatacak işçi sınıfı iktidara gelmemişti. Ulusal devrim adına girişilen ve
dünya siyasal konjonktürünün basıncıyla hız verilen toprak reformu ve
millileştirmeler herhalde proleter devrim sayılamazdı. Ama buna karşın, Sovyet
bürokrasisini arkasına alan ve sosyalizmi kalkınmacı bir modele indirgeyen
küçük-burjuva önderlik, burjuva devlet aygıtını kendi çıkarları doğrultusunda
değiştirip yeniden örgütleyerek bürokratik bir sınıf haline geldikten sonra,
yapılanları proleter bir devrim olarak sunmuştur.
Peki proleter devrim, proletarya siyasi iktidarı almadan
ve kapitalist mülkiyet ve üretim ilişkileri bizzat böyle bir iktidar altında
dönüştürülmeye girişilmeden mümkün müdür?
Öncelikle şunu koymalıyız: proleter devrim denen şey,
kapitalist mülkiyet ve üretim ilişkilerinin tasfiye edilmesidir. Ancak tüm
bunların yapılabilmesi için egemen sınıfın devleti olan burjuva devlet aygıtının
parçalanması, dağıtılması ve proletaryanın kendini egemen bir sınıf olarak
örgütlemesi gerekmektedir. Proletarya siyasal iktidarı ele geçirir ve burjuva
devleti parçalar, düzenli orduyu, polisi, mahkemeleri, parlamentoyu dağıtır,
yerine kendi devlet aygıtını yani sovyetleri geçirir. Sovyetler işçi sınıfının
devlet, siyasi iktidar ve demokrasi organlarıdır. Proletarya, burjuva
demokrasisinin ve bürokrasisinin yerine işçi sınıfının öz-örgütlenmeleri olan
sovyetleri koyar; onun siyasi iktidarı sovyetlere dayanır. Sovyetler üzerinde
yükselen işçi devleti kapitalist üretim ilişkilerini tasfiye etmeye girişerek
toplumsal devrimi başlatır. Bu süreç, proletarya diktatörlüğü altında bir geçiş
süreci olarak karakterize olur.
1917 Ekim Devriminde proletarya sovyetler aracılığıyla
siyasal iktidarı ele geçirmiş, burjuva devlet iktidarını parçalayıp bu
kurumlara son vermiş ve kendini egemen sınıf olarak örgütlemişti. Burjuva
devlet iktidarı yerine sovyetleri geçiren işçi sınıfı, kapitalist mülkiyet ve
üretim ilişkilerini tasfiye etmeye girişerek toplumsal devrimi başlatmıştı.
Üretim, ulaşım, haberleşme, kentsel örgütlenme, toplumsal örgütlenme
sovyetlerin eline geçmişti.
Ekim Devriminden de biliyoruz ki, proleter devrimler
sovyetlerin (işçi sınıfının öz-örgütlerinin) üzerinde yükselir. Küba Devrimi,
hem araçları, yöntemleri ve dayandığı sınıfsal kesimler açısından, hem de bunun
doğrudan sonucu olarak ortaya çıkardığı devlet aygıtının sovyetik bir aygıt
olmaması bakımından bir proleter devrim değil, olsa olsa, Blas Roca’nın da
belirttiği gibi bir ulusal kurtuluş devrimidir. Her şeyden önce bir proleter
devrimin başarıya ulaşmasının önkoşulu olan enternasyonalist komünist bir
önderlik Küba’da mevcut değildi. Küba’da olan şey, küçük-burjuva önderliğin
askeri hegemonyası altında gerçekleşmiş ve daha başından bürokratik nitelikte
bir devlet yapılanması yaratmış olan bir devrimdir.
Küba’daki devrimci önderlik, ne Marksist ne de işçi
sınıfının devrimci öncüsünü temsil eden bir önderlikti. Küçük-burjuva
önderliğin, verili konjonktürde burjuva dünyadan yalıtılarak sığınmak zorunda
kaldığı SSCB limanından devşirdiği sözde Marksizm, gerçekte Stalinist ulusal
kalkınma anlayışından başka bir şey değildi. Tıpkı Çin’de olduğu gibi, devlet,
başını ulusal kalkınmacı anlayışa sahip küçük-burjuva aydınların çektiği bir
askeri-sivil elit tarafından bürokratik tarzda yeniden örgütlenmiş, devlet
mülkiyeti, planlı ekonomi ve despotik bir tek parti diktatörlüğüne dayalı bir
kalkınma anlayışı sosyalizm olarak yutturulmaya çalışılmıştır.
Milliyetçilik rüzgârları altında bürokratik ulus-devletini
örgütleyen küçük-burjuva devrimci önderliğin girişmek zorunda kaldığı
millileştirme sonucunda ortaya bir devlet mülkiyeti çıktı. Küba, Sovyet
bürokrasisini örnek aldı ve kapitalist üretim ilişkilerinden koparak bürokratik
diktatörlüklerde olduğu gibi devlet mülkiyeti üzerine oturmuş komuta
ekonomisini benimsedi. Küba Devrimine önderlik eden küçük-burjuva anlayış,
devlet aygıtını fazla zorlanmaksızın ele geçirmişti. Üretimin
devletleştirilmesi ile zaten devlet üzerine oturan küçük-burjuva önderlik,
kendini bir yönetici sınıf, bir bürokratik devletlû sınıf katına yükseltmiş
oldu.
Sovyet bürokrasisi tüm ihtişamı ve cazibesiyle
küçük-burjuvaziye yol gösteriyordu. Siyasal alan üzerinde mutlak tekelini
kurmakla kalmayıp, Merkezi Planlama Kurulu aracılığıyla ekonomiye komuta eden,
yöneten, atamalar yapan, bakanlıkları, dış ticareti kontrol eden, bürokratik
bir sınıf ortaya çıkmış bulunuyordu. Troçki’nin Çin Üzerine adlı kitabına
yazdığı Önsöz’de
Ömer Gemici, küçük-burjuvazinin sınıfsal-psikolojik durumuna ilişkin çarpıcı
tespitlerde bulunur:
“Stalinist Sovyet bürokrasisinin ideolojik, politik ve
örgütsel çerçevesini zaten çizmiş olduğu bu model, özellikle geri ülkelerdeki
aydın kesim açısından, sömürge baskısından, ulusal ezilmişlik ve
horlanmışlıktan, iktisadi ve kültürel gerilikten kurtuluş ve böylelikle
modernleşme, sanayileşme ve kalkınma açısından yeni bir çözümü temsil ediyordu.
Hele ki, bu kalkınma modelinin üstyapısı olarak sunulan tek parti diktatörlüğü,
küçük-burjuva aydın doğasının ayrılmaz bir parçası olan kariyerizmle, toplumu
bir yandan hor görürken diğer yandan kendini onun bir parçası olarak hissetme
eğilimiyle, kendisini sürekli olarak elit bir tabaka olarak ayırt etme
arzusuyla, çektiği “cefaların” karşılığını maddi ve sosyal ayrıcalıklarla alma
dürtüsüyle ve en sonu toplumun önünde bir kurtarıcı olarak gururla boy gösterme
sevdasıyla birebir örtüşüyordu.” (Çin Üzerine, Tarih Bilinci Yayınları.)
Bürokratik diktatörlükler altında ve Küba’da işçi sınıfı,
siyasal iktidar, dolayısıyla da iktisadi hayat üzerinde hiçbir söze sahip
değildir. Bürokrasi devletin sahibi bir sınıf olarak tüm üretimin
örgütlenmesini ve toplumun yönetilmesini üzerine almıştır. Ömer Gemici’nin
belirttiği gibi küçük-burjuva devrimci önderlik çektiği “cefanın” karşılığını
kendini bir yönetici sınıf konumuna yükselterek ve elinde bulundurduğu devlet
aygıtı aracılığıyla işçi sınıfını sömürerek, kendine ayrıcalıklar tanıyarak
almaktadır. İşçi sınıfı ise üzerine çıkan bu devasa bürokratik aygıta tamamen
yabancılaşır. Yabancılaşmakla kalmaz, üretim süreci içinde derin çelişkilere
sürüklenir, çalışma hayatı katlanılmaz hale gelirken, bürokratik siyasal
iktidar bir işkence merkezine dönüşür.
Tüm bürokratik diktatörlüklerde olduğu gibi Küba’da da
işçi sınıfı ve sendikalar bu bürokrasinin demir yumruğu altına alınmıştır.
Sendikalar tamamen bürokrat sınıfın ihtiyaçlarına göre düzenlenmiştir ve hiçbir
söz hakları yoktur.
Son tahlilde şunu söyleyebiliriz; Küba’da gerçekleşen
devrim, dünya siyasal konjonktürü ve küçük-burjuva devrimci önderlikle
birleşince, küçük-burjuvazinin sınıfsal dürtüleri temelinde, ulusal devrimden
bürokratik diktatörlüğe yol almıştır. Küçük-burjuvazi tarihte hiçbir zaman
kendi başına bağımsız bir rol oynayamamıştır ve önünde sonunda ya burjuvazinin
ya da proletaryanın peşine takılmak zorunda kalmıştır. Ancak, Ekim Devrimi ile
iktidara gelen işçi sınıfına karşı içten bir karşı-devrim yürüterek devlet mülkiyeti
üzerinde “piç” bir sınıf olarak yükselen Sovyet bürokrasisi, tarihsel olarak
geçici de olsa, üçüncü bir seçenek yaratmıştır.
Böylelikle burjuvazi ve proletaryanın dışında
küçük-burjuvazinin arkasından gidebileceği üçüncü bir yol açılmış oluyordu:
Sovyet bürokrasisi önderliğinde hayat bulan bürokratik diktatörlükler. Planlı
ekonomi ve devlet mülkiyeti temelinde yaşama şansı bulan ama yok olmaya yazgılı
bir sınıfın, bürokrasinin kolektif sömürüsüne dayanan bürokratik
diktatörlükler, Küba’daki küçük-burjuva devrimci önderlik için ilham kaynağı
olmuştur. Fakat küçük-burjuvazi yine de bağımsız bir rol oynayamamış ve Sovyet
bürokrasisinin peşine takılmak, onun bir kopyası olmak zorunda kalmıştır. Elif
Çağlı, Kolonyalizmden
Emperyalizme adlı çalışmasında şöyle demektedir:
“Sovyetler Biriliği’ndeki egemen bürokrasinin gücüne
imrendiler ve Stalinizmin egemenliği altında artık despotik-bürokratik bir
diktatörlüğe dönüşmüş olan Sovyet devletini örnek aldılar. Ülkelerinde gelişen
devrim sürecini kendi mezheplerine uygun bir yönelime sokabildiler ve
bürokratik Sovyet devletinin benzeri olan kendi-ulus devletlerini kurdular.”
Yukarıda da vurguladığımız gibi, Küba’da ulusal devrime
önderlik eden küçük-burjuvazinin asıl amacı SSCB’ye yanaşmak değildi. Uzun bir
dönem ABD ve burjuvaziyle işbirliği yapmaya çalışmıştı. Ama gerek yerli
burjuvazi gerekse de Amerikan emperyalizmi en küçük bir değişikliğe tahammül
edememiş ve Castro önderliğine karşı harekete geçmişti. Bu durumda, kendi
sınıfsal özlemlerine de “ilaç” olacak Sovyet bürokrasisi örneği,
küçük-burjuvazi için seçilecek tek yoldu. Ömer Gemici, söz konusu yazısında,
Çin, Yugoslavya, Vietnam örneklerine de değinerek Küba ve Nikaragua gibi
ülkelerin durumuna açıklık getirir.
“Çin, Yugoslavya, Vietnam gibi ülkelerde (ki hepsinde
hareketlerin önderi olarak resmi KP’ler öne çıkar), küçük-burjuva devrimci
önderliklerin daha iktidarı ele geçirmeden önce şu ya da bu ölçüde bu yola
angaje olmasıyla, diğerlerinde (Küba, Nikaragua vb.) ancak iktidarı ele
geçirdikten aylar sonra bu yola girmiş olması arasında, temelde hiçbir fark
yoktur. Her iki durumda da temel belirleyici faktör, o ülke burjuvazisinin
kitlelerin seferberliğinden duyduğu korku nedeniyle bu ulusal kurtuluş
hareketlerinden uzak durması, proletaryanın cılız ve örgütsüz oluşu sebebiyle
bir önderlik rolü oynayamaması ve geriye tek seçenek olarak SSCB’nin sunduğu
“kalkınma modeli”nin kalıyor oluşudur.”
Sonsöz
SSCB ve uzantıları çöktükten sonra dünyamızın neredeyse
tamamında kapitalizm hakimiyetini kurmuş bulunuyor. Yalnızca birkaç istisna
mevzuubahistir. Bu sözde “sosyalist” ülkelerden biri olan Çin, 1970’lerde
kendini kapitalizme açmış ve tedrici bir çizgide dünya kapitalizmine entegre
olmaya başlamıştır. SSCB’nin çöküşünden dersler çıkaran Çin bürokrasisi,
kapitalist restorasyon sürecinin kendi denetimi altında gerçekleşmesi
perspektifiyle hareket etti. Çin bürokrasisi bir yandan tüm siyasal erki kendi
tekelinde tutmaya devam ederken, diğer yandan entegrasyona hız veriyor ve
kapitalizmin temellerini sağlamlaştırıyor. Yeni burjuvalar yaratıyor,
burjuvalar ÇKP dolayımıyla da olsa siyasal erke ortak ediliyor, yabancı
sermayenin ülkeye girişine izin veriliyor vs. Bu gelişmelerin sonucunda Çin,
Dünya Ticaret Örgütüne üye olarak kabul edildi ve Çin dünya kapitalizmine
entegrasyonunu tamamlayacağını göstermiş oldu.
Emperyalizmin hakim olduğu günümüz dünyasında böylece tek
“sosyalist” ülke kalmış bulunuyor: Küba! Dünya kapitalizmi içinde okyanusta bir
damla gibi, bürokratik bir diktatörlük olan ama hızla çözülen Küba da, Çin
benzeri kapitalist entegrasyonu kabul etmiştir; etmek zorunda kalmıştır. Ne var
ki, kendisini Küba devriminin kültü haline getiren Castro’nun şu ya da bu
şekilde iktidardan el çekmesi, Küba’daki despotik rejimi çok daha hızlı bir
çöküş ve çözülüşle karşı karşıya bırakacaktır. Despotla birlikte
despotik-bürokratik diktatörlük de tarihteki yerini alacaktır.
Buna karşın küçük-burjuva sosyalistler şöyle demekteler:
“kapitalizme karşı sosyalizmin bayrağını yükselten hâlâ Küba’dır”! Burjuva
ideologlarının, Stalinistlerin ve üçüncü dünyacıların birleştikleri bir ortak
nokta var, o da Küba’nın “sosyalist” olduğudur.
Fakat burjuva ideologlar sefalet içinde yüzen Küba’yı
“sosyalizmin” ne ibret verici bir sistem olduğunu kanıtlamak için kullanırken,
Stalinistler Küba’yı sosyalizmin yaşatılması gereken son kalesi olarak
övüyorlar. Yine iki tarafın da birleştiği bir nokta Küba’nın bir nevi,
geçmişten bugüne sarkmış “nostaljik sosyalizm” olmasıdır. Kapitalizmin dünyanın
son santimetresine kadar sızdığı bir çağda, Karayipler’in bu ülkesinin
küçük-burjuva devrimciler için hâlâ sosyalizmin Kâbe’sini temsil ediyor olması,
onların nostaljik iç çekişlerinin ve avunma isteklerinin bir ifadesidir.
Stalinizmin yoğun ideolojik etkisinde kalmış bu
toprakların devrimcileri hâlâ ne yazık ki, bürokrasinin ideolojisi olan “Tek
Ülkede Sosyalizm”le hesaplaşmış değiller. Aslında bu, 20. yüzyılla dolayısıyla
da Stalinizmle hesaplaşmamak demektir. Böyle olunca da, işçi sınıfının
uluslararası doğasına aykırı bir çizgiyi benimseyen Stalinist sol, giderek
parçalanmakta, küçük gruplar olarak tezahür etmekte veya kısır döngü içinde
“mezhepler” meydana getirmektedir. Ancak, Stalinist solun reformizme evrilen
büyük parçalarından küçük “mezheplerine” kadar hepsi, SSCB’ye ve diğer
bürokratik diktatörlüklere sosyalizm etiketi yapıştırmaktan geri durmuyorlar.
Küba’ya bakarak sosyalizm tanımı yapıyor ve kendi ideolojik iflâslarının
üzerini örtmek için, değişen kapitalizmden, küreselleşmeden, işçi sınıfının
niteliğinin değişiminden, Bolşevik örgüt modelinin geçersizliğinden dem
vuruyorlar.
“Tek Ülkede Sosyalizm” anlayışını savunmak ve bürokratik
diktatörlüklere sosyalizm etiketini yapıştırmak, dünya işçi sınıfının
ideolojisi olan Marksizmden kopmak anlamına gelir. Bilimsel Sosyalizmi manipüle
etmeye, işçi sınıfının bilincini bulandırmaya çalışanlara karşı Marksizmin
ışığında savaşmak mutlak surette bir zorunluluğu ifade eder. Dünya çapında
yürüyen sınıf mücadelesine gözlerini dikmiş enternasyonalist komünistler, bu
“Sosyalist Küba” masallarına, küçük-burjuvazinin nostaljik avunmalarına karşı,
dünya devrimi bayrağını sürekli yükseltmek zorundadırlar.
İşçi sınıfı küçük-burjuvazi gibi, geçmişe özlem duyup sulu
gözlerle, nostaljik iç çekişlerle, tarihin tekerleğini geriye döndürme savaşı
veren bir sınıf değildir. İşçi sınıfı sosyalizm mücadelesinde tüm dünya
kapitalizmini parçalamayı amaçlar. Onun kurtuluşu ne yerel ne ulusal ne de
bürokratik diktatörlüklerdedir. İşçi sınıfının toplumsal kurtuluşu ancak ve
ancak dünya üzerindeki tüm ulus-devletlere yani kapitalizme son vermekle
mümkündür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder