13 Mayıs 2014 Salı

KÜBA

KÜBA: Ulusal Devrimden Bürokratik Diktatörlüğe

Akın Erensoy

İkinci emperyalist paylaşım savaşı bittiğinde, SSCB’nin varlığında cisimleşmiş “reel sosyalizm” ve savaşın galipleri arasında yer alan Sovyet bürokrasisi, dünya işçi sınıfı nezdinde büyük bir itibar kazanmıştı.
Savaşı kazanan SSCB, ABD ve İngiltere, dünyayı kendi nüfuz alanlarına böldüler. Doğu Avrupa ve Güney Asya’da birtakım nüfuz alanları SSCB’ye bırakıldı. SSCB kendine bırakılan Doğu Avrupa ülkelerini bir taraftan Kızıl Ordu aracılığıyla kontrol ederken öte yandan da baştan Sovyet bürokrasisine bağlı, bürokratik tarzda örgütlenmiş resmi KP’ler aracılığıyla bu ülkeleri yukarıdan aşağıya yeniden şekillendirmeye girişti. Böylelikle Sovyet bürokrasisi kendi nüfuz bölgelerinde kendi kopyalarını, yani yeni bürokratik diktatörlükleri yarattı.
Sovyet bürokrasisinin gerçek anlamda uluslararası bir güç haline gelişi bu dönemdedir. Artık SSCB, dünya arenasında kapitalist bloğa karşı alternatif hegemonik bir güç olarak varlık bulmuştu.
Savaştan çıkan Avrupa kapitalizmi, aynı 1914-18 savaşında olduğu gibi yorgun ve “zayıf” düşmüştü. Bu durumda sosyalizmin SSCB nezdinde itibar kazanması ve Avrupa’da doğan iktidar boşluğunu bir işçi devrimi ile dolduracağı korkusunu kapitalist sistemin efendileri enselerinde hissediyor, devrim korkusu onlara dayanılmaz geliyordu. Çünkü Avrupa yerle yeksan olmuş, İtalya, Fransa ve Yunanistan’da devrimci durumlar baş göstermişti. Devrim tehlikesini savuşturmaya girişen emperyalistler, var güçleriyle Avrupa’yı bu “kızıl belâdan” uzak tutmaya çalışıyorlardı.
Emperyalist hiyerarşinin tepesine oturan ABD emperyalizmi, Almanya’dan Japonya’ya kadar her yerde muhtemel bir devrime karşı teyakkuza geçmişti. Gel gör ki, kapitalist sistemin imdadına en az onun kadar bir işçi devrimini istemeyen Sovyet bürokrasisi yetişmişti. Başta Fransa, İtalya ve Yunanistan olmak üzere birçok ülkede oluşan devrimci durumlar, Stalin’in direktifleri sonucunda bizzat resmi Komünist Partilerin çabasıyla yatıştırılmıştı. Ama yine de Çin ve Yugoslavya KP’leri gibi, SBKP’nin direktiflerini dinlemeyen KP’lerin giriştikleri mücadele, emperyalistler için korkulması gereken bir olguyu ifade ediyordu.
Böyle bir konjonktürde ulusal kurtuluş mücadeleleri alevlenmiş ve savaş sonrası “dağınık” duran emperyalist sistemin siyasal boşluğundan yararlanarak yükselişe geçmişti. Bu sürecin başlıca örneklerinden biri Çin Devrimidir. Çin Ulusal Kurtuluş Devriminin başarıya ulaşması ve Sovyet bürokrasisini örnek alarak kapitalist sistemden kopması, gelişen ulusal kurtuluş hareketlerini daha da ivmelendirdi. Böylelikle ulusal kurtuluş mücadelelerinin maddi olarak yaslanacağı “sosyalist” blokla birlikte, bambaşka ve yeni bir kanal açılmış oluyordu.
İşte Küba Devrimi de bu konjonktürde bir ulusal kurtuluş devrimi olarak başladı ve küçük-burjuva devrimcilerin önderliğinde bürokratik diktatörlüklerin bir kopyasına evrildi. Küba’da bu hareketin başını çeken küçük-burjuva devrimciler, sırtlarını yaslayacakları uluslararası hegemonik bir gücün varlığı koşullarında, ulusal kalkınma özlemlerini bürokratik-despotik bir diktatörlük aracılığıyla hayata geçirme fırsatına kavuştular. Ve “Sosyalist Küba” böyle ortaya çıktı.
Burada, Sovyet bürokrasisinin gelişen ulusal hareketleri desteklemesinin, bu hareketler üzerinde gerek maddi gerekse ideolojik etkisi olduğunu ve onları şekillendirdiğini ifade etmemiz gereklidir. Elif Çağlı Kolonyalizmden Emperyalizme adlı özgün çözümlemesinde bu konuya vurgu yapar: “Sovyet devleti bürokratik bir diktatörlük idiyse de, onun da kendi varlığının idamesi için gücünü yaygınlaştırmaya, pekiştirmeye, emperyalist ülkelere kafa tutmaya ve olabildiğince çok sayıda devleti kendi yanına çekmeye ihtiyacı vardı.”
Sovyet bürokrasisinin uluslararası bir güç olarak varlığını sürdürmek için desteklediği ulusal kuruluş hareketlerinin başında bulunan küçük-burjuva devrimcilerin bürokrasiyi örnek alması, kendini SSCB’nin kopyaları biçiminde şekillendirmesi anlaşılmadan, bu devrimlerin sınıfsal karakteri hep bir muamma olarak kalacaktır.
Biz burada 1959 öncesi ve sonrasını ele alarak, Küba Devriminin içinde geliştiği toplumsal, sınıfsal ve tarihsel koşulları inceleyeceğiz. Devrimin gelişimini incelerken, ulusal kurtuluş mücadelesi olarak gelişen bu devrimin bir proleter devrim olmadığını gözler önüne sereceğiz ve buradan bürokratik diktatörlüğe hangi koşullar altında geçilebildiğini ortaya koyacağız. Bu temelde, sosyalizm idealinin nasıl bürokratik yöntemlerle karikatürleştirildiğini görmüş olacağız.

Küba Devriminin Tarihsel Koşulları

Tüm Amerika kıtası gibi Karayipler ve Küba da sömürgecilikten payını almıştı. Amerika kıtasının ve ardından Karayipler’in keşfi ile yerli halk sömürgeciler tarafından katledilerek yok edilmiş ya da köleleştirilmişti.
Avrupa’dan gelen sömürgeciler tüm zenginlikleri yağmalamış ve Avrupa’ya taşınan zenginlikler sermayenin birikim süreciyle kapitalizmin sıçramalı gelişmesinde kaldıraç rolü oynanmıştı. Onlarca yıl içinde kitlesel kıyımlar yapılarak, büyük bir nüfus kaybına yol açılmıştı. Avrupalı sömürgeciler yerli halkı böylelikle uygarlaştırmış oluyorlardı!
Küba ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanıyordu. Ekonominin temellerini oluşturan kahve ve şeker kamışı üretimi geniş plantasyonlarda gerçekleştiriliyordu. Plantasyonlarda çalıştırılmak üzere Afrika’dan on binlerce köle getirilmişti. Örneğin, 1762’de Havana’yı ele geçiren İngilizler 10-15 yılda ancak ithal edilebilecek köleyi, bir seneye kalmadan Küba’ya taşımışlardı. Latin Amerika’nın yerli halkıyla Afrika’dan gelen siyahların ve Avrupa’dan gelen beyazların kaynaşması sonucu ilginç bir toplumsal yapı meydana gelmişti. Bundan dolayıdır ki, yerli kölelerle siyah kölelerin ülkesi olan Küba’da kapitalist gelişme ve ulus-devlet kurma süreci bir hayli sancılı geçmiştir.
Küba 1898’e kadar İspanyol sömürgesiydi. 1898’de ABD-İspanya savaşı sonrasında ada Amerikan sömürgesi haline gelmiştir. Bir dönem Küba’yı valilerle yöneten ABD, sömürgeciliğin pahalı gelmesi nedeniyle Küba’ya sözde bir siyasal bağımsızlık vermiştir!
Ancak ABD, Küba’yı savaşla kazanılmış doğal bir eyaleti olarak görmekten kendini alamamıştır. Siyasal bağımsızlığın biçimsel olarak uygulanmasında bile sürekli zikzaklar çizilmiştir. 1901’de onaylanan Küba anayasasında ABD tarzı bir başkanlık öngörülmüştür. Küba ile aralarında yapılan anlaşmayla Guantanamo 99 yıllığına ABD’ye bırakılmıştır. Gümrük tarifeleri ABD’nin iznine tâbi olurken, üçüncü ülkelerle Küba’nın anlaşmalar yapabilmesi yine ABD’nin onayına bırakılmıştır. Küba, ABD’nin izni olmadan ne bir anlaşma imzalayabilir ne de bir başka ülkeden borç alabilirdi. Ayrıca Küba anayasasına koyulan bir maddeyle (Platt maddesi), ABD’ye, “Birleşik Devletler vatandaşlarının kişisel yaşamı, mal ya da özgürlükleri tehlikeye düştüğünde” Küba’ya askeri müdahalede bulunma hakkı tanınıyordu. Böylelikle Küba ABD’nin bir yarı-sömürgesi haline getirilmişti.
Küba’da kapitalizm Amerikan sermayesinin egemenliği altında gelişti. Sanayinin temellerini şeker kamışı ve kahve oluşturmaktaydı. Sanayi yoğun olarak ABD tekellerinin elinde toplanmıştı. 115 şeker rafinerisinden 41’i ve plantasyonların yüzde 47’si, üç ABD şirketinin kontrolündeydi. Demiryolları taşımacılığı, elektrik, telefon gibi alanlarda Amerikan tekellerinin payı yüzde 91’lere varmaktaydı. Ve en iyi toprakların yüzde 25’inin yanı sıra tüm maden kaynakları da bu şirketlerin elindeydi.
Burjuva demokratik devrimini yapamamış ve az gelişmiş bir ülke olan Küba’da, uzun yıllar boyunca uluslararası tekellerle iç içe geçmiş askeri diktatörlükler egemen olmuştur. Toplumu baskı ve işkencelerle sindiren askeri diktatörlükler, en küçük bir muhalefete bile göz açtırmamıştır. Gelişen yerli burjuvazi, Amerikan ve uluslararası sermayeyle ta baştan iç içe geçtiğinden, askeri diktatörlükleri sonuna kadar desteklemiş, liberal parlamenter demokrasiye sahip çıkmamıştır. Çünkü burjuva diktatörlüğün bir biçimi olan askeri diktatörlükler yerli ve yabancı kapitalistlerin daha çok işine geliyordu. General Machado diktatörlüğü, kapitalistlere nasıl yararlı olacağını şöyle açıklıyordu: “Ben başta olduğum süre içinde hiçbir grev 15 dakikadan fazla sürmeyecektir.”
Tüm bu etmenlerden dolayı küçük-burjuva devrimci ulusal hareket gelişmeye müsait bir ortam bulmuştur. Büyük burjuvazinin saflarına katılma ile proletaryanın saflarına itilme arasında gidip gelen ve çelişik duygularla yüklü küçük-burjuvazi, keskin reaksiyonlar gösterir. Onun bu çelişik ve duygusal yapısı politik mücadele yöntemlerini belirler.
Batista diktatörlüğü ve ABD tekellerinin egemenliği altında küçük-burjuvazi hızlı bir proleterleşme tehdidiyle karşı karşıyaydı. Ayrıca da kendi ülkesinde özlemini çektiği bir “ulusal” iktidara sahip olamıyordu. Bu durum küçük-burjuvaziyi ulusal kurtuluşçuluk temelinde bir devinimin içine sokmaktaydı. Biliyoruz ki Küba gibi ülkelerde, gerek küçük-burjuvazinin gerekse de uluslararası sermayeyle entegre olmamış çeşitli burjuva kesimlerin ideolojik-siyasal açılımları her zaman bir ulusallığı ve kapitalizme karşıt olmayan sözde bir “anti-emperyalizm”i içerir.
Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesine karşın Küba’da, demokratik cumhuriyet, toprak reformu ve tam siyasal bağımsızlık gibi, tarihsel olarak burjuva demokratik devrim kapsamına giren görevler çözümlenmiş değildi. Burjuvaziden, bu görevleri devrimci tarzda çözmesi asla beklenemezdi. Çünkü gelişen burjuva sınıf ta başından, emperyalist sistemin işleyiş mekanizmaları temelinde uluslararası sermayeyle iç içe geçmişti. Tüm bu faktörler, benzer koşullara sahip diğer ülkelerde olduğu gibi, Küba’da da burjuva demokratik karakterde bir devrimin kaderini belirlemekteydi.
Bir yanda geniş yoksul yığınlar, öte yanda tekeller ve askeri diktatörlük! Askeri diktatörlüğün toplumsal hayatı felce uğratması, burjuva politik alanın darlığı ve muhalefetin soluk dahi alamayışı kitleler içinde giderek yoğun bir tepkiye dönüşmüştür. İşçi sınıfının toplum içinde belirleyici bir ağırlığı olmasına karşın Stalinist Küba Komünist Partisi bağımsız bir sınıfsal çizgi izlemek şöyle dursun, açıkça Batista rejimini destekleyen bir ihanet çizgisine düşmüş; işçi sınıfına önderlik etmemiştir. Bu ortamda ikameci küçük-burjuva hareket devreye girmiş, ulusal demokratik devrim perspektifiyle gerilla tarzı mücadeleyi başlatmıştır. Bu ise, 20. yüzyıldaki birçok benzerleri gibi söz konusu devrimin de temel yöneliminin ABD karşıtlığıyla belirlenen bir ulusal kurtuluş mücadelesine indirgenmesi anlamına gelecekti. İşte Castro’nun 26 Temmuz Hareketi de bu nitelikteydi.

Komünist Partinin ve Küçük-Burjuva Devrimci Hareketlerin Gelişimi

1933’te Küba Ulusal İşçi Konfederasyonu</i>nda örgütlü işçi sınıfı, 15 dakikadan fazla greve izin vermeyeceğini söyleyen Machado’ya karşı harekete geçti. Ocak ayında şeker işçileri sekiz saatlik işgünü ve ücret artışı talepleriyle Las Villas eyaletinde fabrikaları işgal ettiler. Temmuz ayına gelindiğinde grevler her yere yayılmış ve greve destek komiteleri kurulmuştu. Grevlerin dalga dalga yayılması Machado diktatörlüğünü harekete geçirmişti. 7 Ağustosta Havana’da binlerce işçi makinalı tüfek ateşi ile biçilip yaşamını kaybetti. Ancak işçi sınıfı Machado diktatörlüğüne boyun eğmedi ve grevler Küba düzeyinde bir ayaklanmaya dönüştü; Machado 12 Ağustosta devrildi. Böylelikle işçi sınıfı toplum içinde sosyal-sınıfsal ağırlığını koymuş oluyordu.
Fakat Küba Komünist Partisi Sovyet bürokrasisinin talimatları doğrultusunda hareket etti ve işçi sınıfının siyasal iktidarı alması için kitlelere önderlik etmedi. Machado’nun devrilmesi ile tam anlamıyla bir iktidar boşluğu doğmuştu. 4 Eylülde 1933 Çavuşlar Devrimi diye bilinen darbe gerçekleşmiş, askerler bu siyasal boşluğu çok iyi değerlendirmişlerdi. Böylelikle Küba tarihinde Batista’lı yıllar açılmış bulunuyordu.
Çavuşlar darbesini örgütleyenler içinde “Telsizci Batista” adında bir başçavuş, gelecek günlerde adından sıkça söz ettirecekti. Batista bu dönemde ordunun başına geçmişti. Darbeden sonra hükümetin başına küçük-burjuva milliyetçi profesör Grau San Martin getirilmişti. Grau 1934’te ABD’nin baskısıyla başkanlığı Mendita’ya devretti. Bu tarihten 1944’te yapılan seçimlere kadar, iktidarın asıl sahibi perde arkasından hükümeti yöneten Batista olacaktı.
Doğaldır ki Batista da Machado diktatörlüğünden farklı davranmadı; toplumsal muhalefeti ezdi ve grevleri bastırdı. Bu süre içinde KP zikzaklı politikalar çizdi. Sovyet bürokrasisinin uluslararası politik çizgisine göre yön değiştiren KP, SSCB’nin Nazi Almanya’sına karşı ABD ile ittifak kurma politikası nedeniyle, Batista’ya karşı yürüttüğü “anti-faşist” mücadeleye son verdi.
O güne kadar “Batista emperyalizme hizmet eden bir vatan hainidir... Mart ayındaki genel grevi ateş ve kanla boğmuştur” diyen KP, daha sonra, ibret verici bir şekilde nedamet getirmiş ve Batista’ya övgüler düzmüştür: “Her ne kadar hızla zenginleşmiş ve egemen sınıfların temsilciliğine soyunmuş olsa da, devrimci hareketle olan ilişkileri yabana atılamaz. Batista askerler ve küçük rütbeli subaylarla ilişkilerini sürdürüyor. 1933 devrimci dalgası Batista üzerinde derin etkiler bıraktı.” Doğru söze ne hacet! Evet, Batista’nın “devrimci hareketle olan ilişkisi yabana atılamaz”. Çünkü Batista devrimcileri ve işçileri “ateş ve kanla boğmuştur”.
Stalinizmin sınıf işbirliğine dayanan siyaseti proleter kitlelere indirilmiş bir darbe, bir ihanetti. Son tahlilde bu politika, dünyanın her yerinde olduğu gibi, Küba’da da işçi sınıfına ölümcül darbeler indirdi. 1945’te bir broşür yayınlayan KP önderi Blas Roca şöyle diyordu: “Böylece sınıflar arası işbirliğinin sağlam bir örneğini açıklamış bulunuyoruz.”
KP’nin bu tutumuna karşın, işçi sınıfının da içinde bulunduğu toplumsal muhalefetin baskıları sonucunda Batista geri adım attı ve 1940’ta bir demokratik Anayasa ilan etti. Bu Küba’nın en demokratik olduğu dönemdi; tüm devrimci hareketler bu Anayasayı temel alan bir mücadele vereceklerdi. Batista hükümetine katılan KP, iki bakanlıkla ödüllendirildi. KP, hükümeti “sadakatle” desteklemekteydi. Nitekim parti sözcüleri açıkça şunu beyan ediyorlardı: “1940’tan bu yana partimiz hükümetimizin aldığı önlemleri onaylamakta ve sadakatle desteklemektedir.”
1944’te yapılan seçimlerde Otantik Parti oyların yüzde 55’ini alarak iktidara geldi. Ancak yolsuzluk ve rüşvet alabildiğine derinleşip burjuva toplumsal dokuyu parçaladı. Küçük-burjuvazinin ve aydınların umudu olan Otantikler, ABD emperyalizmiyle iyice kaynaştı; ulusalcı devrimci örgütler, aydınlar, gelişmelere oldukça sert tepki gösterdiler. Zira onlara göre Amerikan emperyalizmi altındaki ülkeleri yolsuzluk ve rüşvet bataklığında yozlaşmakta, çürümekteydi.
Otantik Parti bölündü ve küçük-burjuva ulusalcı bir aydın olan Eduardo Chibas önderliğinde Ortodoks Parti kuruldu. Yoksulluk ve sefalet içinde yaşayan halk yığınları Ortodoks Partiyi geniş bir ilgiyle karşılamışlardı. Bu ilgi, 1951’de Chibas’ın radikal bir konuşma anında intihar etmesiyle doruğa ulaştı. Chibas’ın bu tutumu, onun toplumsal olaylara küçük-burjuva duygusal aydın yaklaşımıyla tamamen örtüşüyordu.
Ortodoks Partinin seçimleri kazanacağının kesinleşmesi ile ABD’ye yerleşen Batista, CIA’in ve tekellerin çağrısı üzerine Küba’ya döndü. Batista ordu içindeki subayları yeniden kendine örgütleyerek hükümeti devirdi; 1940 Anayasasını yaktırdı, devrimci örgütleri dağıttı, işçi ve emekçiler üzerinde baskıyı artırdı. Küba kısa bir dönem sonra yine diktatörlüğe mahkûm oldu.
Darbe, Ortodoksların bölünmesiyle sonuçlandı. Ortodoks Partinin milletvekili adayı olan avukat Fidel Castro, diktatörlüğe karşı silahlı mücadeleyi başlatmadan önce, Havana Yüksek Mahkemesine Anayasayı ihlal ettiği gerekçesiyle Batista’yı tanımamasını ve meşru saymamasını isteyen bir dilekçe sundu. Eğer mahkeme Batista’yı tanırsa, kendisini gayri meşru saymış olacak ve devrim için mücadelenin meşruluğu tescillenmiş olacaktı.
Ortodoks Partinin gençlik kolu, partinin diktatörlük karşısında sessiz kalması ve diktatörlüğe boyun eğmesine tahammül edemeyerek kendi yolunu seçti: askeri diktatörlüğe ve “emperyalizme” karşı silahlı mücadele verilecekti. Ancak küçük-burjuva devrimci Castro’nun ideolojik ufku Chibas’ın Ortodoksluğuyla sınırlıydı. Castro önderliğinde bir araya gelen gençler, kendilerini Movimiento (hareket) olarak adlandırdılar. El Acusador (Suçlayıcı) adında bir gazete çıkartan Movimiento, daha sonra, hiçbir örgütlülük sağlayamadan, gevşek ilişkiler temelinde bir araya gelmiş ve bir an önce bir şeyler yapmak isteyen 150 kişiyle, toplumda yankı uyandırmak için silahlarla askeri kışlalara ani baskınlar yapmaya giriştiler.
Nitekim 26 Temmuz 1953’te, Castro önderliğindeki 150 kişi Oriente eyaletindeki Moncado kışlasına baskın yaptılar. Ancak durum vahimdi: onlarca militan öldürüldü ve Castro da yakalandı. Bu tarihten sonra Movimiento kendini 26 Temmuz Hareketi olarak adlandıracak ve bu baskını Küba Devriminin başlangıcı sayacaktı.
Moncado kışlası baskını gerçekten de geniş yankılar uyandırdı. Batista adeta gafil avlanmıştı. Fakat halk kitleleri ne yazık ki ayaklanmamıştı. Batista diktatörlüğü baskıları daha da artırdı ve toplumu sindirme hareketini derinleştirdi.
Yakalandıktan sonra mahkemeye çıkartılan Castro, konuşmasına “Tarih Beni Aklayacaktır” diye başlamıştır. Castro bu konuşmasında bir anlamıyla 1959 Devriminin demokratik programını sunmuştur. Konuşmasının temelini burjuva liberal 1940 Anayasasının geri getirilmesi oluşturmuştur. “Devrimin ilk kanununun hedefi, halka egemenliğini vermek ve halk değiştirmek ya da tamamen kaldırmak kararını verinceye kadar 1940 Anayasasını devletin gerçek yüksek kanunu olarak ilan etmekti.”
Castro sunmuş olduğu bu programı beş madde altında toplamıştı:
1.       1940 Anayasasının derhal yeniden uygulamaya konulması; kısa süre içinde düzenlenecek olan seçimlere kadar devrimci hükümetin iktidarı elinde toplaması ve devlet aygıtının derhal temizlenmesi;
2.       Toprak mülkiyetinin küçük kiracı köylülere, ipotek yapılmayacak ve devredilmeyecek biçimde ve daha önceki sahiplerine tazminat ödenerek verilmesi;
3.       Bütün büyük işletmelerde işçilere ve memurlara kârdan yüzde otuz oranında dağıtım yapılması;
4.       Şeker kamışı ekicilerine şeker üretiminin yüzde 55’ini bölüşme hakkı ve küçük ekiciler için asgari bir kota ayrılması;
5.       Yasadışı yollarla halkın sırtından kazanılmış mülk ve servete, özel mahkemelerin alacağı kararlarla el konulması.
15 yıl hapse mahkûm olan Castro, 5 Mayıs 1955’te hükümetin çıkardığı bir afla tahliye oldu ve Küba’dan Meksika’ya geçti. Ortodoks parti geleneği ile mücadeleye girişen Castro, artık Chibas geleneğini 26 Temmuz Hareketi’nin temsil ettiğini açıkladı. Bu yıllar içinde diktatörlüğe ve ABD’ye karşı muhalefet yükselmiş, birçok küçük-burjuva ulusal örgüt kurulmuştu. Tüm bu örgütlerin parolası bağımsızlık ve demokratik devrim programıydı. Örneğin 26 Temmuz Hareketi’yle birlikte hareket edeceğini açıklayan bazı örgütlerin adları şöyleydi: Kurtuluş Eylemi, Ulusal Devrimci Eylem, Milliyetçi Kurtuluş Hareketi vb.
1956’da diktatörlüğe karşı yeniden mücadeleyi başlatmak için Che Guevara ile birlikte Küba’ya dönen Castro, 12 Haziran 1957’de Sierra Maestra Manifestosu</i>nu yayınladı. Bu bildirinin ideolojik temelleri aslında klasik burjuva devrim anlayışına tekabül ediyordu: Cumhuriyetçilik, Bağımsızlık, Eşitlik, Toprak Reformu, Ordunun Politika Dışı Tutulması vs. Ve yine bu bildiri 1940 Anayasasından ileri giden bir şey söylemiyordu. Bu bildiride de 1940 Anayasası ağırlığını hissettirmiştir. Nitekim devrimle birlikte yukarıda değindiğimiz program uygulanacaktı.

1959: Askeri Taktiklere İndirgenmiş Bir Devrim

Küba’daki tüm küçük-burjuva milliyetçi örgütler 1957’de ortak bir deklarasyon yayınladılar. Bu örgütlerin içinde Ortodoks ve Otantik Parti de vardı. Yalnız Castro önderliğindeki 26 Temmuz Hareketi iktidar mücadelesi taktikleri çerçevesinde bu deklarasyonun dışında kalmaya ve kendini daha devrimci göstermeye özen gösterdi. Bu örgütlerin birkaçı hariç neredeyse tamamı kır ya da şehir gerillacılığını savunuyordu.
Batista diktatörlüğünün baskı ve zorbalığı karşısında bıkmış yoksul köylü kitleler, kırda gerilla gruplarıyla artan bir ilişki içine girmişlerdi. Buna karşın bu küçük-burjuva örgütlerin şehirlerde işçi sınıfıyla pek bir bağı yoktu. Çünkü bu örgütlerin işçi sınıfını eksen alan bir örgütlenme perspektifi bulunmuyordu. Örneğin Nisan 1958’de bu örgütler, işçi sınıfını genel greve çağırdılar. Ama işçi sınıfı bu çağrıya cevap vermedi.
İşçi sınıfı içinde hiçbir örgütlülükleri olmayan küçük-burjuva örgütler, mücadeleyi tamamen askeri yöntemlere indirgediler. 20 Temmuz 1958’de Caracas Paktı diye bir anlaşmaya imza atan bu örgütler, “tiranlığı silahlı mücadeleyle devirmek için ortak mücadele” kararı aldılar.
Batista diktatörlüğünün baskı ve işkencelerle ayakta tutmaya çalıştığı rejim giderek çatırdamaya başlamıştı. Kentlerde işçi kitleler artan bir huzursuzluk içine girmişken, kırda gerillalar köylülerin desteğiyle askerlerle sürekli çatışma halindeydi. Bu arada ordu içinde Batista’ya olan güvensizlik de artmış ve ordu parçalanmaya başlamıştı. Castro askeri taktiklere indirgediği mücadelesi bağlamında bu çatlamayı çok iyi değerlendirdi. General Eulagia Cantillo ile Castro arasında yapılan bir anlaşmaya göre 31 Aralık 1958’de askerler ayaklanacak, halkın da ayaklanması için halkla kaynaşma sağlanacak ve radyodan ülkeye seslenen bir bildiri okunacaktı.
Ancak General Cantillo iktidar mücadelesine girmişti ve Batista devrildikten sonra bir askeri darbe girişiminde bulunmaktan geri durmayacaktı. Castro şöyle diyordu: “Eğer askeri darbe samimi olarak devrimci olan dürüst insanların eseri olacaksa, adaletli ve yararlı barış yapmak mümkündür. Ordu ile devrim arasında hiçbir çıkar çelişkisi olmamalıdır; Küba’nın sorunu çözülebilir. Biz orduya değil, baskı rejimine karşıyız.”
Ordunun parçalanması ve askerlerin saf değiştirmesi Batista diktatörlüğünü gerillalar karşısında güçsüz bırakmıştı. Gerilla grupları şehirleri tek tek alıyorlardı. 31 Aralık 1958’de Batista ülkeyi terk etti. Şimdi, Küba bir tarafta küçük-burjuva örgütler öte tarafta generaller arasında yürüyen bir iktidar mücadelesine tanık olacaktı. KP bu mücadelede Castro’nun yanında yer aldı. Birçok şehir farklı farklı örgütlerin eline geçti. Fakat Castro Santiago’da üs kurmuş ve Santiago’yu Küba’nın başkenti ilan etmişti. Santiago savcısı Manuel Urrutia ile anlaşan Castro, savcıyı Cumhurbaşkanı ilan etti. General Cantillo’nun darbesini engellemeye çalışan Castro, işçi sınıfına genel grev çağrısı yapmıştı. Ancak işçi sınıfı zaten harekete geçmiş, mücadele bayrağını yükseltmeye başlamıştı. İşçi sınıfının harekete geçmesi ve kitlesel gösteriler düzenlemesi Cantillo’nun darbe yapmasını engellemiş, Cantillo tecrit olmuş ve tutuklanmıştı.
İşçi sınıfı Küba’da 4 gün boyunca yaşamı tamamen felç etmiş, dalga dalga yayılan grevlerle bir başka diktatörlüğün başa gelmesine izin vermemiştir. Ancak ne yazık ki, işçi sınıfına önderlik edebilecek devrimci bir önderlik yoktu ve KP Stalinist bürokrasinin sözünden dışarı çıkamıyordu. Zira KP’nin siyasi perspektifi sosyalist devrim değil, ulusal kurtuluş temelinde demokratik devrim ya da diğer bir adıyla aşamalı devrimdi. Bu bağlamda Castro’yu destekleme kararı Stalinizmin sınıf doğasıyla gayet iyi örtüşmekteydi. Bu durumda sokaklara çıkan, genel grevlerle iktisadi yaşamı ve günlük hayatın akışını altüst eden, Cantillo darbesini tecrit eden proleter yığınlar başsız kalmıştı; 4 Ocakta Castro işçilere işlerinin başına dönme çağrısı yaptı.
“Bu günden itibaren devrim şenlikleri bitmiştir; yarın herhangi bir işgünü gibi işbaşı yapılmalıdır.”
“Bugün zafer kazanmış olan halkın, bugünkü ve yarınki düşmanları kimlerdir? Bugünden itibaren Küba Devriminin en kötü düşmanı devrimcilerdir.”
Küba Devrimi, işçi sınıfının üretim merkezlerini grevlerle sarstığı, hayatı felç ettiği, sokağa çıkıp fiili devrimci iktidarını kurduğu, siyasal iktidarı fethetmek için iktidar organı sovyetleri örgütlediği, burjuva devlet kurumlarını alaşağı ettiği, düzenli ordu ve polisi dağıttığı biçimde bir devrim değil, anlaşmalara ve askeri taktiklere indirgenmiş bir ulusal demokratik devrimdir.
Bundan dolayıdır ki, harekete geçen kitleler ile küçük-burjuva ulusal önderlik arasında muazzam uçurumlar oluşmuştur. Sınıfsal açıdan bir kere işçi sınıfı ile küçük-burjuvazi arasında uzlaşmaz sınıf çelişkileri mevcuttu. Çünkü devrimde siyasal iktidarı ele geçiren proletarya değil, küçük-burjuva ulusal önderlikti. Ancak ilerleyiş sürecinde devrime toplumsal destek bulabilmesi için, küçük-burjuva önderliğin bazı reformları yapması tarihsel bir zorunluluk olarak kendini dayatmıştır. Küçük-burjuva devrimci önderlik içte reformlarla işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün desteğini almaya çalışırken, dünya siyasal konjonktüründen yararlanmayı da ihmal etmemiştir.

Dünya Siyasal Konjonktürüne Çarpan Reformlar

Ulusal devrim başarıya ulaştıktan sonra, devrimin yaşayabilmesi için reformların yapılması gerekmekteydi. Nitekim 1959’da yeni devleti kuracak olan Küba Ulusal Meclisinin yayınladığı deklarasyon da bu yöndedir. Deklarasyona yansıyan reform maddeleri özetle 1940 Anayasası temel alınarak hazırlanmıştır. Küba Ulusal Meclisinin yayınlamış olduğu deklarasyonu şu maddelerde özetleyebiliriz.  
·         Toprak sahibi olmayan yoksul köylüye toprak verilmesi, toprak sahiplerine tazminat;
·         İşçi ücretlerinin yükseltilmesi ve iş saatlerinin düşürülmesi;
·         Eğitim, sağlık, ve sosyal alana ağırlık verilmesi;
·         Kadın ve erkek eşitliği, cinsiyet ayrımına son;
·         Ülke iç kaynaklarına sahip çıkılması, belirli sanayi kollarının millileştirilmesi;
·         Amerikan emperyalizmine karşı koyacak hükümetlerin iktidara gelmesi;
·         Latin Amerika ülkelerinin ve Küba’nın bağımsızlığının savunulması.
Toprak reformu 3 Haziran 1959’da yasalaştı. Aslında hayata geçirilmeye başlanan toprak reformuna karşın, büyük toprak sahiplerinin çiftliklerine ve yabancı sermayeye pek de dokunulmamıştı. Ayrıca toprakları elinden alınan toprak sahiplerine yirmi yıllık yüzde 4,5 faizli hükümet bonolarıyla tazminat ödenecekti. Bazı uzmanlar bu faiz bonolarının toprağın kendisinden daha kazançlı olduğunu açıklıyorlardı.
Yabancı sermayeye karşı da aynı tutum takınıldı ve onlara hükümetle irtibata geçmeleri önerildi. Yerli ve yabancı zenginlere yeni devrimci iktidarla ilişkiye geçmeleri halinde mal ve can emniyeti, işlerini büyütme garantisi, huzurun sağlanması konusunda güvenceler verildi.
Castro yabancı sermayeye güvence verilmesi konusunda kesin bir dil kullanıyordu: “İngiltere büyükelçisi ile yaptığımız bir konuşmada, kendisine her türlü tazminat şeklini, millileştirilmiş çıkarların tazminini de kapsayacak her tipteki ekonomik anlaşmayı tartışmaya hazır olduğumuzu söyledik. İsviçrelilere karşı da aynı şekilde davrandık. Bizim uyguladığımız politika budur.”
Ancak, ABD emperyalizmi tüm bu gelişmelere rağmen devrime tahammül edememişti. ABD, Castro’ya cepheden tavır aldı ve onu tanımadı. Devrimin Latin Amerika’ya sıçrayacağı ve soğuk savaş statükosunu bozacağı korkusu, Amerikan emperyalizmini dehşete düşürmüştü. Kendi arka bahçesinde herhangi türden bir devrimci gelişmeye dahi tahammül edemeyen ABD, Küba’daki tekellerin ve Amerikan çıkarlarının tehlikeye girmesinin, bunun ise zincirleme olarak Latin Amerika’ya sıçramasının, siyasi nüfuzunda hasara yol açacağını düşünüyordu.
Oysa Castro ve başını çektiği önderliğin, uluslararası statükoyu bozmak gibi bir niyeti yoktu. Nisan 1959’da en önemli bakanlarını da yanına alan Castro, ABD’ye gitti; CIA başkanı ve ABD’li yöneticilerle görüştü. 23 Nisan günü bir basın toplantısı düzenleyen Castro, ABD’ye güvenceler vermeye çalışıyordu: “Küba’da ne faşizmin ne Peronizmin ne de komünizmin izi olmayan gerçek bir demokrasi kurmak istiyoruz.” Ayrıca Amerikan Devletleri Örgütü toplantısına katılan Castro, “komünizm (henüz daha Castro komünizmi keşfetmiş değildi) tehlikesinden sakınmak” için, Latin Amerika ülkelerine yönelik bir Marshall Planı başlatılmasını önermişti. Yani İkinci Dünya Savaşıyla güçsüz düşmüş Avrupa kapitalizmini ayağa dikme ve bir işçi devrimini önleme planı olan Marshall Planını, bay Castro, Latin Amerika ve elbette Küba için öneriyordu.

Ulusal Devrimden Bürokratik Diktatörlüğe

Ancak ABD, anti-komünist bay Castro’yu ciddiye almadı. Küba’daki tekelleri ve nüfuzunu kullanarak Castro’yu devirmeye çalıştı. ABD’den aradığı desteği bulamayan Castrocu küçük-burjuva önderlik, dünya konjonktürünü iyi okudu ve ABD’nin korkusunu adeta bir gerçeğe dönüştürerek SSCB ile yakınlaşmaya başladı. Şubat 1960’da Sovyetler Birliği ile Küba arasında bir anlaşma imzalandı. Anlaşmaya göre SSCB Küba’ya yüzde 2,5 faizli ve yirmi yıl vadeli 100 milyon dolarlık kredi verecekti. Sovyetler Birliği beş yıl boyunca Küba’dan dünya piyasa fiyatlarıyla beş milyon ton şeker alacak ve karşılığında rafine edilmiş petrol, demir külçesi, alüminyum, gübre ve teknik yardım sağlayacaktı.
Buna cevap olarak 20 Nisanda ABD, Küba’ya karşı tüm yardımları kestiğini açıkladı ve ABD’li şirketler SSCB’den gelen petrolü rafine etmeme kararı aldılar. Dünya siyasal konjonktürünün çatlaklarından yararlanan küçük-burjuva önderlik ABD şirketlerine el koydu.
ABD Küba’ya karşı saldırılarını iyice yoğunlaştırdı ve tüm anlaşmaları bozduğunu duyurdu. Sovyet bürokrasisini arkasına alan Castro, ABD sermayesine karşı harekete geçti ve elektrik, telefon, şeker şirketlerini millileştirdi. Toprak reformuna bu dönemde hız verildi. 3 Ocak 1961’de ABD, Küba ile tüm ilişkilerini kesti ve Küba’ya askeri müdahalede bulunmaya ve havaalanlarını bombalamaya başladı. Peşinden ise Domuzlar Körfezi çıkartması gelecekti.
Küba Devriminin geliştiği konjonktür, aynı zamanda onun çelişkili sınıfsal karakterinin salınışlarını da ortaya koyan bir süreçtir. Küçük-burjuva ulusal önderlik, ta başından kendini bir ikilemde buldu. Acil görevleri itibarıyla bir burjuva demokratik devrim gündemdeydi. Ne var ki, burjuvazinin böylesi bir devrimin başını çekme gibi bir niyeti yoktu. Proletarya ise devrimci bir önderlikten yoksundu. Bu görevlerle boğuşan küçük-burjuva devrimciliği ise kendisine ait bağımsız bir siyasi çizgi oluşturamıyordu ve oluşturamazdı da. Burjuvazi adına bir devrime girişmişti, ancak ne yerli burjuvaziye ne de başını ABD’nin çektiği dünya burjuvazisine yaranabiliyordu.
ABD emperyalizminin devrime tahammül edemeyerek adeta Küba’yı SSCB’ye itmesi, küçük-burjuva ulusal önderliğin önüne bu ikilemden kurtulmanın olası bir yolunu açmak anlamına gelecekti. Devrimden hemen önce de, devrimi takip eden aylar boyunca da anti-komünist olduğunu defalarca ilân eden Castro, ABD’den ve dünya kapitalizminden aradığını bulamadığında birden komünist oluvermişti. Nitekim 1 Mayıs 1961’de Castro, devrimin artık sosyalist bir karakter taşıdığını açıkladı. Böylece, devrimin hangi sınıfsal karakteri taşıyacağı sorunu da, ilerleyen yıllar içerisinde birçoklarının gözünde, devrimci önderliğin söylemine indirgenmiş olacaktı.

Küçük-Burjuva Radikalizmine Karşı Uyanık Olunmalıdır

Küba Komünist Partisi genel sekreteri Blas Roca, 1960’ta toplanan Sekizinci Kongreye sunduğu raporda, devrimin sınıfsal karakterini çok net bir biçimde ortaya koyuyordu:
“Küba Devrimi ... ele aldığı ve gerçekleştirdiği görevlere göre, haklı olarak, ulusal kurtuluş devrimi, tarım devrimi, yurtsever ve demokratik devrim olarak tasnif edilebilir. Satın alma gücünün yükselmesinden ve devrimden yararlanan tüketicilerin büyük sayısından dolayı ulusal burjuvazi devrimi desteklemektedir. Ama çoğunlukla radikal önlemlerden, tehlikelerden ve Amerikan emperyalizminin abartılı saldırılarından dolayı korkmaktadır... İyi belirlenmiş sınırlar içinde, özel girişimlerin ve görevlilerin kazançları, normal gelişimleri güvence altına alınmalıdır. Bu işletmelerin işçileri üretkenliği artırma konusunda teşvik edilmelidir.”
Bu perspektif sınıf işbirlikçi bir ihanet çizgisiydi. Ne var ki, mevcut durumu betimlemesi itibariyle bu satırlar doğru tespitlerdir. Gerçekten de, 1959 devriminin ardından Küba’da burjuva devlet aygıtı ve burjuva kurumlarının tamamı yerli yerinde kalmıştı. Burjuva devlet aygıtını parçalayacak ve yerine kendi sınıfsal iktidarını koyup, proleter devrimi başlatacak işçi sınıfı iktidara gelmemişti. Ulusal devrim adına girişilen ve dünya siyasal konjonktürünün basıncıyla hız verilen toprak reformu ve millileştirmeler herhalde proleter devrim sayılamazdı. Ama buna karşın, Sovyet bürokrasisini arkasına alan ve sosyalizmi kalkınmacı bir modele indirgeyen küçük-burjuva önderlik, burjuva devlet aygıtını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirip yeniden örgütleyerek bürokratik bir sınıf haline geldikten sonra, yapılanları proleter bir devrim olarak sunmuştur.
Peki proleter devrim, proletarya siyasi iktidarı almadan ve kapitalist mülkiyet ve üretim ilişkileri bizzat böyle bir iktidar altında dönüştürülmeye girişilmeden mümkün müdür?
Öncelikle şunu koymalıyız: proleter devrim denen şey, kapitalist mülkiyet ve üretim ilişkilerinin tasfiye edilmesidir. Ancak tüm bunların yapılabilmesi için egemen sınıfın devleti olan burjuva devlet aygıtının parçalanması, dağıtılması ve proletaryanın kendini egemen bir sınıf olarak örgütlemesi gerekmektedir. Proletarya siyasal iktidarı ele geçirir ve burjuva devleti parçalar, düzenli orduyu, polisi, mahkemeleri, parlamentoyu dağıtır, yerine kendi devlet aygıtını yani sovyetleri geçirir. Sovyetler işçi sınıfının devlet, siyasi iktidar ve demokrasi organlarıdır. Proletarya, burjuva demokrasisinin ve bürokrasisinin yerine işçi sınıfının öz-örgütlenmeleri olan sovyetleri koyar; onun siyasi iktidarı sovyetlere dayanır. Sovyetler üzerinde yükselen işçi devleti kapitalist üretim ilişkilerini tasfiye etmeye girişerek toplumsal devrimi başlatır. Bu süreç, proletarya diktatörlüğü altında bir geçiş süreci olarak karakterize olur.
1917 Ekim Devriminde proletarya sovyetler aracılığıyla siyasal iktidarı ele geçirmiş, burjuva devlet iktidarını parçalayıp bu kurumlara son vermiş ve kendini egemen sınıf olarak örgütlemişti. Burjuva devlet iktidarı yerine sovyetleri geçiren işçi sınıfı, kapitalist mülkiyet ve üretim ilişkilerini tasfiye etmeye girişerek toplumsal devrimi başlatmıştı. Üretim, ulaşım, haberleşme, kentsel örgütlenme, toplumsal örgütlenme sovyetlerin eline geçmişti.
Ekim Devriminden de biliyoruz ki, proleter devrimler sovyetlerin (işçi sınıfının öz-örgütlerinin) üzerinde yükselir. Küba Devrimi, hem araçları, yöntemleri ve dayandığı sınıfsal kesimler açısından, hem de bunun doğrudan sonucu olarak ortaya çıkardığı devlet aygıtının sovyetik bir aygıt olmaması bakımından bir proleter devrim değil, olsa olsa, Blas Roca’nın da belirttiği gibi bir ulusal kurtuluş devrimidir. Her şeyden önce bir proleter devrimin başarıya ulaşmasının önkoşulu olan enternasyonalist komünist bir önderlik Küba’da mevcut değildi. Küba’da olan şey, küçük-burjuva önderliğin askeri hegemonyası altında gerçekleşmiş ve daha başından bürokratik nitelikte bir devlet yapılanması yaratmış olan bir devrimdir.
Küba’daki devrimci önderlik, ne Marksist ne de işçi sınıfının devrimci öncüsünü temsil eden bir önderlikti. Küçük-burjuva önderliğin, verili konjonktürde burjuva dünyadan yalıtılarak sığınmak zorunda kaldığı SSCB limanından devşirdiği sözde Marksizm, gerçekte Stalinist ulusal kalkınma anlayışından başka bir şey değildi. Tıpkı Çin’de olduğu gibi, devlet, başını ulusal kalkınmacı anlayışa sahip küçük-burjuva aydınların çektiği bir askeri-sivil elit tarafından bürokratik tarzda yeniden örgütlenmiş, devlet mülkiyeti, planlı ekonomi ve despotik bir tek parti diktatörlüğüne dayalı bir kalkınma anlayışı sosyalizm olarak yutturulmaya çalışılmıştır.
Milliyetçilik rüzgârları altında bürokratik ulus-devletini örgütleyen küçük-burjuva devrimci önderliğin girişmek zorunda kaldığı millileştirme sonucunda ortaya bir devlet mülkiyeti çıktı. Küba, Sovyet bürokrasisini örnek aldı ve kapitalist üretim ilişkilerinden koparak bürokratik diktatörlüklerde olduğu gibi devlet mülkiyeti üzerine oturmuş komuta ekonomisini benimsedi. Küba Devrimine önderlik eden küçük-burjuva anlayış, devlet aygıtını fazla zorlanmaksızın ele geçirmişti. Üretimin devletleştirilmesi ile zaten devlet üzerine oturan küçük-burjuva önderlik, kendini bir yönetici sınıf, bir bürokratik devletlû sınıf katına yükseltmiş oldu.
Sovyet bürokrasisi tüm ihtişamı ve cazibesiyle küçük-burjuvaziye yol gösteriyordu. Siyasal alan üzerinde mutlak tekelini kurmakla kalmayıp, Merkezi Planlama Kurulu aracılığıyla ekonomiye komuta eden, yöneten, atamalar yapan, bakanlıkları, dış ticareti kontrol eden, bürokratik bir sınıf ortaya çıkmış bulunuyordu. Troçki’nin Çin Üzerine adlı kitabına yazdığı Önsöz’de Ömer Gemici, küçük-burjuvazinin sınıfsal-psikolojik durumuna ilişkin çarpıcı tespitlerde bulunur:
“Stalinist Sovyet bürokrasisinin ideolojik, politik ve örgütsel çerçevesini zaten çizmiş olduğu bu model, özellikle geri ülkelerdeki aydın kesim açısından, sömürge baskısından, ulusal ezilmişlik ve horlanmışlıktan, iktisadi ve kültürel gerilikten kurtuluş ve böylelikle modernleşme, sanayileşme ve kalkınma açısından yeni bir çözümü temsil ediyordu. Hele ki, bu kalkınma modelinin üstyapısı olarak sunulan tek parti diktatörlüğü, küçük-burjuva aydın doğasının ayrılmaz bir parçası olan kariyerizmle, toplumu bir yandan hor görürken diğer yandan kendini onun bir parçası olarak hissetme eğilimiyle, kendisini sürekli olarak elit bir tabaka olarak ayırt etme arzusuyla, çektiği “cefaların” karşılığını maddi ve sosyal ayrıcalıklarla alma dürtüsüyle ve en sonu toplumun önünde bir kurtarıcı olarak gururla boy gösterme sevdasıyla birebir örtüşüyordu.” (Çin Üzerine, Tarih Bilinci Yayınları.)
Bürokratik diktatörlükler altında ve Küba’da işçi sınıfı, siyasal iktidar, dolayısıyla da iktisadi hayat üzerinde hiçbir söze sahip değildir. Bürokrasi devletin sahibi bir sınıf olarak tüm üretimin örgütlenmesini ve toplumun yönetilmesini üzerine almıştır. Ömer Gemici’nin belirttiği gibi küçük-burjuva devrimci önderlik çektiği “cefanın” karşılığını kendini bir yönetici sınıf konumuna yükselterek ve elinde bulundurduğu devlet aygıtı aracılığıyla işçi sınıfını sömürerek, kendine ayrıcalıklar tanıyarak almaktadır. İşçi sınıfı ise üzerine çıkan bu devasa bürokratik aygıta tamamen yabancılaşır. Yabancılaşmakla kalmaz, üretim süreci içinde derin çelişkilere sürüklenir, çalışma hayatı katlanılmaz hale gelirken, bürokratik siyasal iktidar bir işkence merkezine dönüşür.
Tüm bürokratik diktatörlüklerde olduğu gibi Küba’da da işçi sınıfı ve sendikalar bu bürokrasinin demir yumruğu altına alınmıştır. Sendikalar tamamen bürokrat sınıfın ihtiyaçlarına göre düzenlenmiştir ve hiçbir söz hakları yoktur.
Son tahlilde şunu söyleyebiliriz; Küba’da gerçekleşen devrim, dünya siyasal konjonktürü ve küçük-burjuva devrimci önderlikle birleşince, küçük-burjuvazinin sınıfsal dürtüleri temelinde, ulusal devrimden bürokratik diktatörlüğe yol almıştır. Küçük-burjuvazi tarihte hiçbir zaman kendi başına bağımsız bir rol oynayamamıştır ve önünde sonunda ya burjuvazinin ya da proletaryanın peşine takılmak zorunda kalmıştır. Ancak, Ekim Devrimi ile iktidara gelen işçi sınıfına karşı içten bir karşı-devrim yürüterek devlet mülkiyeti üzerinde “piç” bir sınıf olarak yükselen Sovyet bürokrasisi, tarihsel olarak geçici de olsa, üçüncü bir seçenek yaratmıştır.
Böylelikle burjuvazi ve proletaryanın dışında küçük-burjuvazinin arkasından gidebileceği üçüncü bir yol açılmış oluyordu: Sovyet bürokrasisi önderliğinde hayat bulan bürokratik diktatörlükler. Planlı ekonomi ve devlet mülkiyeti temelinde yaşama şansı bulan ama yok olmaya yazgılı bir sınıfın, bürokrasinin kolektif sömürüsüne dayanan bürokratik diktatörlükler, Küba’daki küçük-burjuva devrimci önderlik için ilham kaynağı olmuştur. Fakat küçük-burjuvazi yine de bağımsız bir rol oynayamamış ve Sovyet bürokrasisinin peşine takılmak, onun bir kopyası olmak zorunda kalmıştır. Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme adlı çalışmasında şöyle demektedir:
“Sovyetler Biriliği’ndeki egemen bürokrasinin gücüne imrendiler ve Stalinizmin egemenliği altında artık despotik-bürokratik bir diktatörlüğe dönüşmüş olan Sovyet devletini örnek aldılar. Ülkelerinde gelişen devrim sürecini kendi mezheplerine uygun bir yönelime sokabildiler ve bürokratik Sovyet devletinin benzeri olan kendi-ulus devletlerini kurdular.”
Yukarıda da vurguladığımız gibi, Küba’da ulusal devrime önderlik eden küçük-burjuvazinin asıl amacı SSCB’ye yanaşmak değildi. Uzun bir dönem ABD ve burjuvaziyle işbirliği yapmaya çalışmıştı. Ama gerek yerli burjuvazi gerekse de Amerikan emperyalizmi en küçük bir değişikliğe tahammül edememiş ve Castro önderliğine karşı harekete geçmişti. Bu durumda, kendi sınıfsal özlemlerine de “ilaç” olacak Sovyet bürokrasisi örneği, küçük-burjuvazi için seçilecek tek yoldu. Ömer Gemici, söz konusu yazısında, Çin, Yugoslavya, Vietnam örneklerine de değinerek Küba ve Nikaragua gibi ülkelerin durumuna açıklık getirir.
“Çin, Yugoslavya, Vietnam gibi ülkelerde (ki hepsinde hareketlerin önderi olarak resmi KP’ler öne çıkar), küçük-burjuva devrimci önderliklerin daha iktidarı ele geçirmeden önce şu ya da bu ölçüde bu yola angaje olmasıyla, diğerlerinde (Küba, Nikaragua vb.) ancak iktidarı ele geçirdikten aylar sonra bu yola girmiş olması arasında, temelde hiçbir fark yoktur. Her iki durumda da temel belirleyici faktör, o ülke burjuvazisinin kitlelerin seferberliğinden duyduğu korku nedeniyle bu ulusal kurtuluş hareketlerinden uzak durması, proletaryanın cılız ve örgütsüz oluşu sebebiyle bir önderlik rolü oynayamaması ve geriye tek seçenek olarak SSCB’nin sunduğu “kalkınma modeli”nin kalıyor oluşudur.”

Sonsöz

SSCB ve uzantıları çöktükten sonra dünyamızın neredeyse tamamında kapitalizm hakimiyetini kurmuş bulunuyor. Yalnızca birkaç istisna mevzuubahistir. Bu sözde “sosyalist” ülkelerden biri olan Çin, 1970’lerde kendini kapitalizme açmış ve tedrici bir çizgide dünya kapitalizmine entegre olmaya başlamıştır. SSCB’nin çöküşünden dersler çıkaran Çin bürokrasisi, kapitalist restorasyon sürecinin kendi denetimi altında gerçekleşmesi perspektifiyle hareket etti. Çin bürokrasisi bir yandan tüm siyasal erki kendi tekelinde tutmaya devam ederken, diğer yandan entegrasyona hız veriyor ve kapitalizmin temellerini sağlamlaştırıyor. Yeni burjuvalar yaratıyor, burjuvalar ÇKP dolayımıyla da olsa siyasal erke ortak ediliyor, yabancı sermayenin ülkeye girişine izin veriliyor vs. Bu gelişmelerin sonucunda Çin, Dünya Ticaret Örgütüne üye olarak kabul edildi ve Çin dünya kapitalizmine entegrasyonunu tamamlayacağını göstermiş oldu.
Emperyalizmin hakim olduğu günümüz dünyasında böylece tek “sosyalist” ülke kalmış bulunuyor: Küba! Dünya kapitalizmi içinde okyanusta bir damla gibi, bürokratik bir diktatörlük olan ama hızla çözülen Küba da, Çin benzeri kapitalist entegrasyonu kabul etmiştir; etmek zorunda kalmıştır. Ne var ki, kendisini Küba devriminin kültü haline getiren Castro’nun şu ya da bu şekilde iktidardan el çekmesi, Küba’daki despotik rejimi çok daha hızlı bir çöküş ve çözülüşle karşı karşıya bırakacaktır. Despotla birlikte despotik-bürokratik diktatörlük de tarihteki yerini alacaktır.
Buna karşın küçük-burjuva sosyalistler şöyle demekteler: “kapitalizme karşı sosyalizmin bayrağını yükselten hâlâ Küba’dır”! Burjuva ideologlarının, Stalinistlerin ve üçüncü dünyacıların birleştikleri bir ortak nokta var, o da Küba’nın “sosyalist” olduğudur.
Fakat burjuva ideologlar sefalet içinde yüzen Küba’yı “sosyalizmin” ne ibret verici bir sistem olduğunu kanıtlamak için kullanırken, Stalinistler Küba’yı sosyalizmin yaşatılması gereken son kalesi olarak övüyorlar. Yine iki tarafın da birleştiği bir nokta Küba’nın bir nevi, geçmişten bugüne sarkmış “nostaljik sosyalizm” olmasıdır. Kapitalizmin dünyanın son santimetresine kadar sızdığı bir çağda, Karayipler’in bu ülkesinin küçük-burjuva devrimciler için hâlâ sosyalizmin Kâbe’sini temsil ediyor olması, onların nostaljik iç çekişlerinin ve avunma isteklerinin bir ifadesidir.
Stalinizmin yoğun ideolojik etkisinde kalmış bu toprakların devrimcileri hâlâ ne yazık ki, bürokrasinin ideolojisi olan “Tek Ülkede Sosyalizm”le hesaplaşmış değiller. Aslında bu, 20. yüzyılla dolayısıyla da Stalinizmle hesaplaşmamak demektir. Böyle olunca da, işçi sınıfının uluslararası doğasına aykırı bir çizgiyi benimseyen Stalinist sol, giderek parçalanmakta, küçük gruplar olarak tezahür etmekte veya kısır döngü içinde “mezhepler” meydana getirmektedir. Ancak, Stalinist solun reformizme evrilen büyük parçalarından küçük “mezheplerine” kadar hepsi, SSCB’ye ve diğer bürokratik diktatörlüklere sosyalizm etiketi yapıştırmaktan geri durmuyorlar. Küba’ya bakarak sosyalizm tanımı yapıyor ve kendi ideolojik iflâslarının üzerini örtmek için, değişen kapitalizmden, küreselleşmeden, işçi sınıfının niteliğinin değişiminden, Bolşevik örgüt modelinin geçersizliğinden dem vuruyorlar.
“Tek Ülkede Sosyalizm” anlayışını savunmak ve bürokratik diktatörlüklere sosyalizm etiketini yapıştırmak, dünya işçi sınıfının ideolojisi olan Marksizmden kopmak anlamına gelir. Bilimsel Sosyalizmi manipüle etmeye, işçi sınıfının bilincini bulandırmaya çalışanlara karşı Marksizmin ışığında savaşmak mutlak surette bir zorunluluğu ifade eder. Dünya çapında yürüyen sınıf mücadelesine gözlerini dikmiş enternasyonalist komünistler, bu “Sosyalist Küba” masallarına, küçük-burjuvazinin nostaljik avunmalarına karşı, dünya devrimi bayrağını sürekli yükseltmek zorundadırlar.
İşçi sınıfı küçük-burjuvazi gibi, geçmişe özlem duyup sulu gözlerle, nostaljik iç çekişlerle, tarihin tekerleğini geriye döndürme savaşı veren bir sınıf değildir. İşçi sınıfı sosyalizm mücadelesinde tüm dünya kapitalizmini parçalamayı amaçlar. Onun kurtuluşu ne yerel ne ulusal ne de bürokratik diktatörlüklerdedir. İşçi sınıfının toplumsal kurtuluşu ancak ve ancak dünya üzerindeki tüm ulus-devletlere yani kapitalizme son vermekle mümkündür.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder