11 Nisan 2014 Cuma

TÜRKİYE DE KADIN SİVİL TOPLUM KURULUŞLARININ KADINLARIN YASAL KONUMLARINA ETKİLERİ-M. CÂNÂN ARIN

TÜRKİYE DE KADIN SİVİL TOPLUM KURULUŞLARININ KADINLARIN YASAL KONUMLARINA ETKİLERİ

M. CÂNÂN ARIN
Türkiye’de ikinci dalga kadın hareketi 1980’de sıkıyönetim sırasında başlamıştır. O güne kadar sürekli olarak ya işçi hareketini bölmemek, ya sol hareketi bölmemek kısacası tıpkı yaşamın her alanında her zaman olduğu gibi kadınların kendilerinden çok daha önemli olan her şeyi bozmamak, bölmemek için susmaları istenmişti. Ama o zamanlar iki kişinin bir araya gelmesi yasaklandığından, yönetim gerçekten çok sıkı olduğundan, ilk kez kadınlar kendileri hakkında düşünmek fırsatını bulmuşlardı. O güne kadar genel olarak erkeklerle eşit olduğumuz illüzyonu ile büyümüştük. İşte ilk o yıllarda eşit olmadığımızı fark ettik. Kadınlar dünyasını keşfettik. Kadına yönelik şiddet söz konusu olduğunda, refah düzeyinin, öğrenim düzeyinin herhangi bir fark yaratmadığını fark ettik. Üniversite bitirmiş pek çok kadının yine üniversite bitirmiş pek çok erkek tarafından çeşitli şiddet biçimlerine maruz kaldığını gördük.
1985’e gelindiğinde Hükümet, Nairobi’deki Birleşmiş Milletler Dünya Kadın Konferansı’na katılabilmek amacı ile Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi’ni, aile hukuku ile ilgili temel maddelerine çekince koyarak, imza attı. Yurt içinde ise antidemokratik uygulamalar biraz daha gevşemişti ve kadınlar dernek kurmak veya kurmamak tartışması yapıyorlardı. Bir grup kadın Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği’ni kurdu. O derneğe üye olsun veya olmasın, kadınlar onların merkezinde bir araya gelmeğe başladılar. Bu arada bir başka grup kadın, dernek kurmak ve yürütmek çok zor olduğundan bir anonim Şirket kurdu. Adı : Kadın Çevresi Anonim Şirketi idi. Bu şirket, dernek olmayı amaçlayıp siyasal nedenlerle dernek olamayan bir anonim şirketti. Ticaret kutsal olduğundan ona uygulanan kurallar gevşekti. Bu şirket aracılığı ile feminist teorinin pek çok eseri Türkçe’ye kazandırıldı. Ancak şirket gibi yönetilemedi çünkü amacı şirket olmak değildi ve onu kuran kadınların ticaret deneyimi yoktu. Getirilen vergilerin altından kalkılamadığı için şirket kapatıldı. 1987-88 yıllarında değişik siyasal görüşlere mensup kadınlar bir ortak noktada buluştular : Kadına yönelik şiddet. Bu konu, kadınların ortak paydası idi. Ayrıca bu konuda, kadınlara sadece fakir kesimin erkekleri şiddet uygular veya refah düzeyi yüksek olanlar arasında şiddet söz konusu değildir gibi yanlış ve yaygın genel kanılar vardı. Bunları kırmak amacı ile bir kitap yayımlanmasına karar verildi. Kitabın yayımlanabilmesi için şenlik düzenlendi. Kariye Müzesi’nin avlusunda düzenlenen bu şenlik aracılığı ile para toplandı. Bu şenlik sırasında çocuklar için bir köşe yapıldı böylece anneleri daha rahat etkinliklere katılabiliyorlardı, bir köşede kadınlara hakları anlatılıyordu. Gazetelere ilân verilerek şiddete maruz kalan kadınların bize mektup yazması istendi. Gelen mektuplar genel ön yargıyı kıracak biçimde, üniversite mezunu kadınların da şiddete maruz kaldıklarını ve üniversite bitirmiş erkeklerin de pekâlâ şiddet uyguladığını gösteriyordu. Bu mektuplar, Bağır Herkes Duysun adlı bir kitapta toplandı. Fiziksel şiddete uğrayan kadınlar, şiddete uğramak utanılacak bir durummuş gibi utanıyor ve saklıyorlardı. Dövüldükleri sırada ya hiç seslerini çıkartmıyor veya daha sonra morarmış gözleri, yüzleri, vücutları için “kapıya çarptım”, “dolaba çarptım”, “merdivenden düştüm” gibi bahaneler buluyorlardı. Bu kitap aracılığı ile dövülenin değil dövenin utanması gerektiğini, fiziksel şiddet söz konusu olduğunda sinip bir köşeye çekilmek yerine sesin çıktığı kadar bağırılmasını, ancak böylece gerekli olan tanıklığın sağlanabileceğini, fiziksel şiddete uğranıldığında yapılması gerekenleri açıkladık. Ceza kanunun, aile içi şiddet söz konusu olduğunda ne kadar yetersiz olduğunun vurgusu yapılmaya başlandı. Her ne kadar Anayasa’nın 10. maddesi kadınlarla erkelerin yasalar önünde eşit olduğunu belirtiyorsa da bu eşitlik ilkesinin yasal olarak ihlâl edildiği iki önemli alana dikkat çekilmeğe başlandı. Bunlardan biri 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Medenî Kanunu’nun Aile Hukuku bölümü diğeri de hâlen yürürlükte olan 01/03/1926 tarih ve 765 sayılı Türk Ceza Kanunu idi.
1980’lerde başlayan bu taban hareketi 1990’lara gelindiğinde kurumlaşmağa başladı. İlk kez üniversitelerde kadın araştırmaları merkezleri kuruldu, kadına yönelik şiddet ilk kez gündeme geldi ve kadınların şiddetten korunup sığınacakları merkez olarak Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı kuruldu, sonra Ankara’da aynı amaçlı bir sığınak modeli oluştu. Ankara’dakiler Belediye ile ortak çalıştılar. Kadınların şiddetten korunma gereksinimleri siyasal partilerin oy toplama iştahını açtığı için önce Bakırköy Belediyesi sonra Şişli Belediyesi bir sığınak açtı. Ancak kadın hareketinden gelen kadınlar kadın sığınaklarının ciddî bir kamu hizmeti olması gerektiğini, siyasal parti bağlantılı yapılacak işin ömrünün uzun olmayacağını bütün gerekçeleri ile anlattılarsa da siyasal partileri ilgilendiren kamu hizmeti, kadınların şiddetten korunması falan değildi, bu işin kendilerine ne kadar oy getireceği hesabı idi. O nedenle konunun uzmanı kadınları dinlemediler. Seçimlerde sığınak açan belediyelerdeki siyasal partiler yerlerini yeni gelenlere bırakınca, bu yeni gelenlerin ilk işleri kendilerinden önceki icraatı yok etmek olduğundan sığınakları kapattılar. Bu arada kadına yönelik şiddete duyarlılık yaygınlaşmağa başladı. Yazılı ve görsel basında daha çok gazeteci çalışmağa başladı. Onlarla konuya bakış açısı da değişmeye başladı. Artık namus cinayetleri daha çok duyulur oldu. Kadın gazetecilerin yanında kadın sorunlarına duyarlı erkek gazeteciler de tek tük görülmeğe başladı. Ancak bu kez de kadınların iç paralayıcı şiddet olguları gazetelerin 3. sayfalarında, televizyonların kadın köşelerinde reyting konusu olmağa başladı. Magazinleşti. Bu yayınlar aracılığı ile bir yandan kadınlar haklarını daha çok öğrenirlerken diğer yandan satış ve izlenilirlik malzemesi yapılmağa başlandılar.
Yine 1990 yılında önce 422 sayılı kanun hükmünde kararname ile Kadının Statüsü ve Sorunları Başkanlığı, Başbakanlığa bağlı olarak kuruldu. Amacı, kadınlara eşitlik içinde sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasî alanlarda hak ettikleri statüyü kazandırmak idi. Bu başkanlık, aynı yıl 25 Ekim’de 3670 sayılı yasa ile Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü adını almış Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlanmış, sonra da 24 Haziran 1991’de tekrar başbakanlığa bağlanmış ve sorumluluğu kadınlardan , çocuklardan, sakatlardan sorumlu bir Devlet Bakanlığı’na verilmiştir. İçinde bulunduğumuz 2004 yılına kadar bir teşkilât yasası çıkartılmamış ancak bu yıl bir yasaya kavuşmuştur. İlk yıllarında varlık nedeninin ve tabanının kadınlardan oluştuğunun çok farkında olduğundan tabandan kopmamış sürekli olarak kadın sivil toplum örgütleri ile bağlantılı olarak çalışmıştır.
Geçen yıllarla kadın örgütlerinin sayısı iyice artmış hemen her ilde bir veya birden çok kadın örgütü kurulmuştur. Bu örgütler devletin yapmadığı veri toplama işinden bölgelerinde sık görülen kadın hakları ihlâlleri ile ilgili durumların düzeltilmesi amacı ile ulusal ve uluslararası alanda ciddî çalışmalar yapmıştır. 1998’e gelindiğinde Türkiye’de karar mekanizmalarında ve özellikle TBMM’de kadın sayısının azlığından yola çıkılarak Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği kurulmuştur. Bu dernek siyasal partilerin kadın kolları ile yakın ilişki içinde çalışmış, onların kadın aday sayısını arttırmasını, kadınların seçimlerde seçilebilecek yerlerden aday gösterilmeleri gereğini vurgulamıştır. Yani yaşamın her noktasında kadınlara uygulanan ayrımcılığın önlenmesi, ortadan kaldırılması amacı ile çeşitli dernekler kurulmuş ve kurulmaktadır. Bu çalışmaların sonucunda 1998 yılında Ailenin Korunmasına Dair Kanun çıkmıştır. Bütün dünyada koruma emri veya uzak durma emri adı ile bilinen tedbir mahiyetindeki bu yasa Türkiye’de ailenin korunması adı altında çıkabilmiştir. Amacı aynı çatı altında şiddet uygulayan kişinin uyguladığı şiddeti sonlandırması için mahkemenin verdiği bir emirdir. Çeşitli biçimlerde görülebilir. Evde silah bulundurulmaması, içkili eve gelinmemesi, evdeki eşyalara ve insanlara zarar verilmemesi, ve en son da belirli bir süre ile evden uzaklaştırma önlemini öngörür. İyi tarafı aynı çatı altında yaşayanları kapsamasıdır. Çünkü Türkiye’de feodal kurallar tamamen yıkılmadığı için büyük aileler hâlâ mevcuttur ve kayın valide, kayın peder, görümce, kayın birader gibi kişiler de evdeki geline şiddet uygulayabilirler. Ancak yetersizdir. Özellikle boşanılmış eski eş, çocuklarla şahsî münasebeti kurulduğundan onların yaşadığı yeri bilmekte ve kadının evini basıp onu dövmeğe hatta cinsel tecavüzde bulunmağa devam etmektedir. Ayrıca bu kanun her ne kadar aynı çatı altında yaşayanlar dese de 1. maddesi kusurlu eşten söz etmektedir. Bu da şiddet sırasında aralarında resmî evlilik bulunmayan kişileri yasanın uygulaması dışında bırakmaktadır.
Şiddete maruz kalan kadınların şiddet ortamından uzaklaşıp can güvenliklerini sağlama amacı önce 1972 yılında Londra’nın Chiswick semtinde toplandıkları evlere sığınmağa başlamışlar, aynı yıl aynı tip uygulamaya Kanada’da rastlanmış, sonra buradan kadın sığınakları fikri doğmuş ve dünyaya yayılmıştır. Ancak kadına yönelik şiddetin önlemesini, sonlandırılmasını ciddiye alan ülkeler, şiddete maruz kalan kadının evden uzaklaşması yerine şiddet uygulayanın evden uzaklaştırılmasının daha iyi olacağını düşünmüş ve kendisine şiddet uygulanan açısından bakıldığında koruma emri, uygulayan açısından bakıldığında uzaklaştırma emri diye adlandırılan tedbir kararlarını içeren yasalar çıkartmışlardır. İşte 4320 sayılı yasa dünyadaki bu uygulamanın kadın sivil toplum kuruluşları tarafından Türkiye’ye getirilmesi istemi sonucu çıkartılmıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi eksiktir. Aralarında şiddet ilişkisi olan insanlar mutlaka evli olmak zorunda değildir. Yasanın amacı can güvenliğinin sağlanmasıdır. O hâlde evlilik bağını aramadan şiddet uygulananı korumak gerekir. Bu ilişki evlilik dışı bir ilişki olabilir, Türkiye’nin çok büyük derdi olan ve korkulan imam nikâhlı eş olabilir, eş cinsel ilişki olabilir. Bu satırların yazarı imam nikâhına sonuna kadar karşı bir insan olmakla birlikte 4320 uygulaması açısından imam nikâhlı kadınların da mutlaka koruma altına alınması gerektiği gerçeğini de teslim eder. O kadınların hangi koşullar altında nasıl evlendirildikleri de ayrı bir sorundur. Bu yasaya göre evden uzaklaştırılan eş oturulan evin giderlerini karşılamağa devam edecektir. Ancak eve, şiddet uyguladığı kişilerin yanına, iş yerlerine yaklaşamayacak, onları iletişim araçları ile rahatsız etmeyecek ve yargıcın öngördüğü daha başka önlemler varsa onları da ihlâl etmeyecektir.
1 Ocak 2002 tarihinden başlayarak Türk Medenî Hukuku’nda gerçek bir devrim yapılmış ve Medenî Kanun’un yıllardır eleştirilen erkek egemen yapısına sınır getirilmiştir. Medenî Kanun’un olduğu gibi çıkmasında kadın kuruluşlarının büyük katkısı olmuştur. Ancak yasa tam çıkacağı sırada kadınlara çok kötü bir oyun oynanmış ve yasal mal rejiminin uygulamasında 1 Ocak 2002 yılından önce evlenmiş olan kadınlar yararlanma dışı bırakılmıştır. O nedenle Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı diğer kadın kuruluşları ile birlikte Ekonomik Şiddete Hayır kampanyası başlatmış ve bu konuda yüz bin imza toplanmıştır. Bu kanunla Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez kadının görünmeyen ev içi emeği, görünür hâle gelmiştir. Eşlerden birinin haberi olmadan diğerinin oturulan evi satması veya kira sözleşmesini feshetmesini engellemek mümkün olmuştur. Evlilik birliği içinde edinilen mallar üzerinde eşlere eşit haklar sağlanmıştır.
Kadın Sivil Toplum Kuruluşları’nın son zamanlardaki en büyük başarısı da Kadın Bakış Açısı ile Türk Ceza Kanunu Tasarısı’nın hazırlanması olmuştur. Eski adı Kadının İnsan Hakları Projesi olan ve Yeni adı Yeni Çözümler Vakfı olan kadın kuruluşunun bu konudaki katkısı çok büyüktür. Çekirdek kadro olarak dokuz kadın kuruluşunun kadın hukukçuları ile başlattığı Ceza Kanunu Kadın Çalışma Grubu’nun çalışmalarını sonra bir plâtforma dönüştürüp hiç yılmadan, usanmadan, yorulmadan, bezmeden Ceza Kanunu’na kadınların istediği biçime yakın bir biçim verilmesine emek harcamıştır. Böylece 1 Nisan 2005’te yürürlüğe girecek Türk Ceza Kanunu’nda ilk kez, evlilik içi tecavüz suç sayılmış, öldürme fiili insan öldürme olarak algılanmış, aile içi şiddet eziyet başlığı altında düzenlenmiş, cinsel tecavüzün tanımı yapılmış ve erkek bedeninden başka aletlerin de tecavüze uğrayanın bedenine sokulması cinsel tecavüz olarak tanımlanmıştır. Çocukların cinsel istismarı özel olarak düzenlenmiştir.
Cinsel Özgürlüğe Karşı İşlenen Suçlar, artık Adab-ı Umumîye ve Nizam-ı Aile Aleyhine Suç olmaktan çıkarılarak bireye karşı suç olduğu ve kamunun da bireyin beden bütünlüğünü koruma yükümlülüğünün olduğu kabul edilmiştir. Bu suçlar Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar başlığı altında toplanmıştır. Nitelikli insan öldürme suçlarına namus saiki ile işlenen suçlar tabiri konamamış onun yerine töre saiki ile işlenen tabiri konmuştur. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder