11 Nisan 2014 Cuma

Nuray Sancar-YENİ FEMİNİZM VE DEMOKRASİ


  • YENİ FEMİNİZM VE DEMOKRASİ
  • Nuray SancarFeminizm, ‘90’lı yıllardan bu yana özeleştiri veriyor. Evrensel ve kapsayıcı örgütlenme modellerinin olanaksız olduğu saptaması “nasıl bir feminizm” sorusunu gündeme getirdi. Ve feminizm küreselleşme kapsamında demokrasinin ve devletin yeniden yapılandırılması sürecinde yeni bir rol üstlendi.Yeni durumda feminizm, eşitlik ideallerinden vazgeçerek, gündemini neoliberal politikaların yaygınlaşması; sosyal devletin ortadan kaldırılması ve sivil toplumculuğa meşruiyet kazandırılması olarak belirledi.Toplumsal mücadelelerin yeni biçimler, araçlar, olanaklar arayarak sürdüğü bugünkü  koşullarda, bu mücadelelerin en önemli bileşenlerinden olan “kadın hareketi”nin bir süredir geriye çekildiği yazılıp çiziliyor. Gittikçe azalan kadın araştırmalarına ilişkin literatürde de ‘90’lı yıllardan bu yana, geriye çekilişin nedenlerine kafa yoruluyor.Bugünkü duruma, feminizmin, kadınların farklılıklarını, kimlik çeşitliliklerini göz ardı ederek evrensel, kapsayıcı, bütünsel bir öğreti kurma iddiasının yol açtığı öne sürülüyor. Alternatif de bu saptamadan çıkarılıyor: Feminizm de diğer toplumsal hareketler gibi, farklılıkları gözeterek “yeniden yapılandırılmalı.”Oysa, öteden beri sorunlu bir kavramlaştırmanın ürünü olan “kadın hareketi” kendi çelişik öğelerine, ortaya çıktığı andan itibaren ayrışmıştı. “Kadın hareketi”, uzun süre iki farklı kanalda akmaya devam etti. Biri, kadınların ezilmesini erkek egemenliğine bağlayan, sınıfsal bir eleştiri bilincinden yoksun, kadın sorununun üretim biçimiyle ilişkisini sorgulamaksızın bölüşüm süreçlerinde yapılacak düzenlemelerle çözülebileceğine inanarak biçimsel eşitliğin sınırlarını zorlayan feminizmdi. Diğeri, kadınların başından beri çıkarları birbirine karşıt sınıflara bölündüğünü, kadın sorununun kaynağının ekonomik sömürü ilişkilerinde bulunmasından dolayı bu sorunun çözümünün biçimsel değişikliklerle değil de sistem değişikliğiyle gerçekleşebileceğini söyleyen emekçi kadın hareketiydi. Bugün ise, hem feminizm hem de emekçi kadın hareketi belirgin bir mecalsizlik yaşıyor. Bu mecalsizliğin her iki kesim için ayrı ayrı nedenleri olduğu gibi, ortak bir nedeni de var. Zaman  zaman aralarında şiddetli çatışmaların yaşandığı feminizmin ve emekçi kadın hareketinin dibe vurmasının, işçi sınıfı mücadelesini ve diğer toplumsal hareketlerin yeniden düzenlenmesini öngören küreselleşme politikalarının hegemonik etkisiyle doğrudan ilişkisi var gibi görünüyor.“Kadın Hareketi”nin zayıf halkası feminizmin kendi kendisine yönelttiği eleştiriler sadece klasik feminizmin miadının dolduğunun ilanı anlamına gelmiyor, aynı zamanda çelişik yapısı gereği çözünmeye yatkın argümanlarının masaya yatırılmasına yol açan güncel sorular, emekçi kadın hareketini de, mevzilendirilmek istendiği düzeye doğru yönlendiriyor. Çünkü bu sorular özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, sendika bürokrasisinin güçlendirilmesi gibi ekonomik düzenlemeler ile, işgücünün etnikleştirilmesi, ırkçılık ve milliyetçiliklerin körüklenmesi gibi ideolojik düzenlemelerin ardından işçi sınıfı hareketi için de soruldu ve bu bölünmüşlük tablosu içinde  bütünsel bir sınıf politikasının artık olanaksızlaştığına dair yanıtlar verildi. Dolayısıyla, “evrensel”, “kapsayıcı”, “bütünsel”  politikaların olanaksızlığını teyit eden yanıtlar sınıf hareketi bakımından ne ifade ediyorsa emekçi kadın hareketi için de onu ifade ediyor.Geldiğimiz noktada, “işçi sınıfının çok parçalanması”na dair olduğu gibi, kadınların da çok parçalılığına ilişkin tezler, kanıtlar ve önerilerden geçilmiyor ve bize şimdi, bu parçalanma tezleri eşliğinde yeni örgütsel araçlar, yeni kavramlar, yeni tanımlar bulmak ve yeni  ittifaklar düşünmek zorunda olduğumuz söyleniyor. Çünkü araçlar, kavramlar, tanımlar ve ittifaklar, bir toplumsal hareketin, denk düştükleri siyasal içeriğini belirleyecekler. Bu ise doğrudan doğruya devlete, demokrasiye ve sisteme ilişkin bakış açısını ve eylem stratejisini oluşturmayla ilişkili bir sorun.“Kadın hareketinin” yüz yüze bırakıldığı durum, ‘80’lerden beri keşfedilen yeni, “kurucu “farklılıklar” ekseninde parçalanmış olmayı benimseyerek içe dönük bir hesaplaşmaya girilmesi. Verili sorular ve türetilmiş kavramlarla yapılan içe dönük hesaplaşma ise sözü edilen araçlara gerek duyulmayacak bir atomizasyon ile sonuçlanmayacaksa  eğer,  örgütsüzleşmekten ve eylem stratejisini yitirmekten başka bir anlama gelmeyecek. Feminizm bu tartışmalar ekseninde hem eski eşitlik ideallerini hem de kapsayıcılık iddiasını terk etmiş durumda. Ama asıl sorun, emekçi kadın hareketinin, feminizmin yeni dönemdeki yanıtlarının oluşturduğu politik konsepti nasıl deşifre edeceği, doğrudan kendisini ilgilendiren bu gelişmeyle nasıl başa çıkacağı.Feminizmin Özeleştri Öğeleriİkinci Dalga olarak adlandırılan, 1968 doğumlu feminizm, kendi içinde farklı akımlara bölünmüş olmasına karşın “kadınların ortak ezilmişliği” söylemi ekseninde geniş ve bütünsel bir çerçeve oluşturmuştu. Bu geniş yelpazede yer alanların ortak paydası ise, bütün dünyada kadınların erkekler veya erkek egemenliği (patriyarka) tarafından ezilmesiydi. Erkek egemenliği karşısında tüm dünya kadınlarının ortak çıkarları olduğu varsayılıyor, kadınlar arasında “evrensel kız kardeşlik” kavramıyla tanımlanan bir birlik öngörülüyordu. “Marksist feministler”in,  literatüre dikkat çekici* katkılarına rağmen feminist skaladaki uçlar arasında belirgin vurgu hep tarihdışı bir ataerkilliğe/erkek egemenliğine yapıldı. Sonuçta ev, kendi başına birleştirici bir sosyoekonomik nesnel kategori olarak yalıtıldığında, pek sözü edilen kamusal/özel arasındaki bölünmede evin birleştirir gibi göründüğü ama kamudaki derin ekonomik çelişkilerin birbirine karşıt çıkarlarla konumlandırdığı kadınların, ortak bir kız kardeşlik bayrağı altında niçin birleşemeyecekleri pek anlaşılamıyordu. Dolayısıyla feminizmin şimdi eleştirilen evrensel öğretisi, yaralarından birini, zorunlu olarak çözmeye çalışıp çözemediği “ev” sorunundan aldı.Feminizme emekçi kadın hareketinden yöneltilen eleştirilerin başlıca sonucu, sömürü ilişkilerinin nesnesi konumundaki kadınların bu sömürüden çıkarları olan kadınlarla kardeşleşemeyecekleriydi. Ve emekçi kadınlar, bu kardeşleşmeyi genel olarak emek sömürüsüne karşı verdikleri mücadelede fabrikada yanı başlarında çalışan aynı sınıftan erkeklerle yaşıyorlardı ve öncelikleri, feminizminkinden farklıydı. Bu, feministler ile emekçi kadınlar, feminizm ile devrimci Marksizm arasındaki temel ayrışma noktası; zaman zaman olanaksız sentez çabalarına rağmen, “kamusal alan”a ilişkin bu farklı yaklaşımlar nedeniyle önemli bir çatışma konusu olmuş, her iki kesim de birbirine karşı politik ve kuramsal bakımdan silahlanmayı elden bırakmamıştır.Feminizm ikinci büyük eleştiriyi, “Üçüncü Dünya Kadınları”nın antiemperyalist, yer yer milliyetçi kaygılarının beslediği muhalefet şerhinden aldı. Batılı normları sorgulayan ve ulusal bir kimlik inşasını sorun edinen Üçüncü Dünyalı Kadınlar için feminizm, Batılı, beyaz ve orta sınıf içerikli bir kültürel dayatmaydı. Ezilen ulusların kadınları, Batılı feministleri kendi ülkelerinin sömürülmesine ses çıkarmamakla ve hatta bu sömürüden pay almakla suçladılar. Batılı bir feminizmin argümanları ve yönelimleri onların temel ihtiyaçlarıyla, kimlikleriyle ilgili kaygılarıyla örtüşmüyor, hatta çelişiyordu. Benzer eleştiriler ırkçı ayrımcılığın muhatabı kılınan ve bu yüzden beyaz kadınların ırkçı tutumlarının beyaz erkeklerden aşağı kalmadığını söyleyerek feminizme sırt çeviren siyah kadınlardan geldi. Böylece, kapitalist sömürü, emperyalist tahakküm, ırkçılık ve ulusal baskı gibi gerçeklerin karşısında kendisine erkek egemenliği karşıtlığından ibaret steril bir çerçeve çizen feminizm son canlanmasından sonra gitgide iflas noktasına ulaştı.Bundan sonraki süreç, sokaktan geri çekilen, eylem stratejilerini rafa kaldırmak zorunda kalan feminizmin artık, akademiye çekilerek özeleştiri vereceği; evrensel olmayan, yerel  ve mikro politikalar üretmeye elverişli demokrasi kurgularını geliştireceği süreçtir.
  • Refah Toplumu Feminizminden Sivil Toplumculuğa1968’e büyük anlamlar yükleyen “Yeni Toplumsal Hareket” teorisyenlerinin, işçi hareketiyle eşit statü tanıyarak sık sık kıyasladıkları feminizmin düştüğü kafa karışıklığı ve iğdiş olmuş konumu, kuşkusuz sadece, çeşitli kesimlerden kadınların yönelttiği farklı içerikli eleştirileri feministlerin, ciddiye alıp akademide tefekküre dalmak gerektiğini düşünmelerinden kaynaklanmıyor. Dünyanın şimdiki ekonomik, sosyal ve politik koşulları olmasaydı bu eleştiriler belki bu kadar anlamlı görülmeyecek ve toplumsal hareketin kurgulanması ile bu kadar uyumlu olmayacaktı. Çünkü toplumsal hareketleri kurgulayıp yeniden mevzilendirilmesi için uğraşan küreselleşme stratejistleri, gerekçelerini önemli ölçüde bu eleştirilere bağladılar. Hiçbir zaman, kapitalizmle esasa ilişkin çelişkisi olmayan feminizmin şimdiki yeniden yapılanma sürecinin ihtiyaçlarına uygun fikri bir donanım edinebilmek için ‘90’lı yıllardan bu yana bir müzakere ortamı kurmaya çalışması ve bunu yer yer başarması da bu sembiyotik ilişkiyle açıklanabilir. Feminizm kapitalizmin bekasına sadece ilişmemek değil, bu geleceğe katkısını da planlamak zorundadır; kapitalizm de feminizmi gerekli biçimlere dönüştürerek kollamak.Kuşkusuz, sosyoekonomik bakımdan refah toplumu örgütlenmesine ve siyasal biçim olarak da genel oy ve seçme-seçilme hakkını içeren liberal demokrasiye dayalı 20. yüzyıl kapitalizmi, geçen yüzyılda ekonomik sömürü ilişkilerindeki derin eşitsizliği gizleyecek hukuki ve sosyal eşitlik normlarının idealleştirilmesi sürecinde feminist hareketin istem ve eleştirilerinden oldukça yararlandı. İkinci dalga feminizmin canlandırıcı etkisini de bu koşullarla açıklamak mümkün. Kadınlar, eşitlik sorununun, üretimde hiçbir değişiklik yapmaksızın ve sömürü ilişkilerine dokunmaksızın bölüşümde yeni düzenlemelerle formel olarak çözülmesi anlamına gelen sosyal devlet çağında –bu çağın bitiş çanları artık, çalındı– kadın emeğinin istihdamı, ücretlendirme politikaları, sosyal yardım ve güvenlik gibi birtakım konularda ve tabii özellikle Avrupa’da, bazı reformlar elde ettiler. Hukuki olarak da erkeklerle az çok eşitlik sağlayabildiler. Talep ettikleri kotalar ile de siyasal temsil olanaklarını zorladılar. Sonunda, liberal Batı demokrasisi, temsilin sınıfsal içeriğini gizleyen bir mekanizmayla işlese de refah toplumu feminizmi için, bu biçimsel temsil olanağının sağlanması ile politik ufkun sınırına ulaşıldı.Ancak bu, bir bakıma çelişkili bir süreçtir; feminizmin bir toplumsal yapı içinde sınırlarına ulaşması aynı zamanda o yapının tarihselliği bağlamında, toplumsal eşitlik ve demokrasi bakımından  kadınlara sunabileceklerinin de sınırlarını açığa çıkarmıştı. Sorun, bu noktada feminizmin, siyasal ufkun artık nasıl kurulması gerektiğine ilişkin bir kırılma noktasına ulaşılmışken kapitalizmin, sosyal devleti ve liberal demokrasiyi ilga eden yeniden yapılandırma projelerinde feminizme yeni bir yer açılıyor oluşu, bu akımın yeni bir tarihsel rol üstleniyor oluşudur.Kimlik Politikaları ve FarklılıklarBurjuvazi, artık, popülist politikaların denetleyici etkisinden kurtulmak istediğinden, yapıp edecekleri için vatandaşlardan oy istemiyor. Parlamenter demokrasi ile yönetilemez olduğu öngörülen toplulukların kendi kendilerini yönettikleri; temsili ilişkilere değil doğrudan katılıma dayandığı söylenen bir demokrasi biçimi tartışılıyor. Bu eğilim, yönetişim, müzakereci demokrasi, iletişimsel demokrasi vs. gibi adlarla da tanımlanabiliyor. İsmi ne olursa olsun yeni demokratik kurgu, son tahlilde mutlak olmayan, değişebilir kimliklere sahip toplumsal öznelerin kamusal alanda fikir birliği oluşturmak için müzakereye oturmalarını öngörüyor. Bu demokrasi anlayışı, postyapısalcı teorisyenlerin enine boyuna işledikleri söylem kuramlarından esinlendi. Müzakereye katılan öznelerin kimliklerinin, eski “özcü” teorilerde (başta Marksizm)  iddia edildiği gibi onların nesnel konumlarıyla bağlantılı veya bunun yansıması olmadığı, tersine söylemle birlikte, söylem içinde oluştuğu iddiasının mantıksal uzantısında da kadın, işçi, emekçi kimliklerinin garantisi sayılabilecek bir nesnel karşılığın olmadığı tezi yer alıyor. Üstelik bu öznelerin bir tek kimliği olduğunun da söylenemeyeceği iddia ediliyor. Ulus, sınıf, ırk, toplumsal cinsiyet, cinsel tercihler gibi farklı kimliklerin kesişiminden oluşan “özneler arası”nda gerçekleştirilecek müzakere, müzakereye oturanların kimlik iddialarını da süreç içinde değiştirip oluşturacak ve yeni demokratik kararlar da sonsuz değişebilirlik özelliği kazanacak.Bu demokrasi tasarımı aslında eski bir tartışmanın devamı. Sivil toplum/devlet arasındaki karşıtlıkların veya ilişkilerin analizinin yapıldığı geleneksel politik platformlardan tüm çağrışımlarıyla devletin çıkarılmasından sonra elde kalan devletsiz bir sivil toplumun düzenlenmesini öngören bir zihniyetin uzantısı. Ve bu sivil toplumda cereyan eden müzakere, aslında politikanın asla gündeme gelemeyeceği çarpık bir rehabilitasyon ortamı, politikanın sonsuz kere ertelendiği gevezelikler toplamı olmaktan başka bir anlama gelmiyor. Hepsinden önemlisi de çıkar farklılıklarının söylem ile giderilebileceğinin düşünülmesi; birbirleriyle uzlaşmaz çıkar karşıtlıkları içindeki insanların fikir birliğine varabilecekleri, irade ortaklığı oluşturabileceklerinin hayal edilebilmesi.Merkezi bir politik iktidarın yokluğunu önsel olarak varsayan, siyasal kimliklerin nesnel karşılığının olmadığı iddiasının inandırıcılığına bel bağlayan söylem demokrasisi, devleti, tartışmaların ve yıkıcı eleştirilerin uzağına çekerken politikayı da yapılamaz, kavranamaz, ele geçirilemez bir tanım alanına sokuyor. Merkezi politikalar hakkındaki tartışma ise yerini, önem derecesi abartılarak  birincil sıraya yükseltilen  yerel sorunlar hakkındaki tartışmalara bırakıyor.Bütün bu müzakere demokrasisi tartışması kapsamında feminizme ne olacağı, feministlerin ne yapacağı da küreselleşme stratejileri paralelinde süren akademideki tartışmalar aracılığıyla az çok belirlendi. Feminizm, kadın hareketinin farklı kimlikleri gözetmeyerek kadınlar arasındaki hiyerarşiyi körüklediği yolunda bir özeleştiriye yöneldi ve bunu, yeni felsefesinin kurucu öğesi haline getirdi. Bu haliyle de “kadınların çoğul kimliklerinin gözetildiği demokrasi” kurgusunda sivil toplumculuğun kutsanıp yaygınlaştırılması görevini üstlendi. Artık evrensel bir kuram, öğreti veya pratik olarak feminizmden değil de feminizmlerden söz etmek gerektiğiyle söze başlayan ve “biz kadınlar” genelleştirici söyleminin farklı nitelikteki kadınları dışladığını, tikel ve özel olanın evrensel ve tümel olana feda edildiğini öne süren pek çok feminist, “evrensel olmayan bir feminist politikanın yönelimi ne olacak” sorusunun yanıtını da bu sivil toplumcu demokraside buldu. Bu geçiş aslında çok zor olmadı. Geçmişte kadınların nesnel konumlarından kaynaklanan uzlaşamayacak çelişkileri göz ardı ederek tüm kadınları ortak bir kadın kimliğinde tanımlamaya çalışırken de feminizm, nesnel konumları reddetmesi bakımından söyleme yatkındı. Aynı şeyi burjuva demokrasisi için de söylemek mümkün; temsil sürecinde nesnel konumların değil resmi ideolojinin iyi ifade biçimlerinin etkililiğini belirleyici kılan liberal demokrasi de sınıfsal karşıtlıkların üstünü temsil ve bireysel oyla örtmüş; eşitliği söylemsel olarak kurmuştu. Denebilir ki, hem burjuva temsil, hem de feminist temsil her zaman söylemsel bir içerik kazandı, nesnel ilişkilerin üstünü örttü. Dolayısıyla benzerlikler gibi farklılıkların, burjuva evrensellik gibi tikelin, farklı tarihsel koşullarda öne çıkarılışındaki tek ve ortak amaç toplumun emek ve sermaye eksenindeki derin bölünmüşlüğünün gizlenmesi, sınıf mücadelesinin ertelenmesi için belirli koşullarda uygun yöntemler geliştirme kaygısıydı.Şimdi de yeniden yapılanmış feminizm, bütün diğer toplumsal kesimlere de önerildiği gibi söylemsel bir demokrasi öneriyor. Bu demokrasinin feminizmi, ulusal, ırksal, sınıfsal, etnik farklılıklara bölünmüş kadın kitlesini, bu yapısal ayrımların çatışma yaratıcı etkisini giderecek durumsal ve ikincil özellikleri de ekleyerek (çocuklu kadınların çocuksuzlardan farklılığı, bekar annelerin çekirdek aile içindeki kadınlardan farklılığı, göçmen işçi kadınların metropol yerlisi işçi kadınlardan farklılığı, lezbiyenlerin heteroseksüellerden farklılığı vs.) kapsama iddiasında. Art arda sıralanan farklılıklardan oluşan manzara ise, temel çelişkiyi, “hiyerarşi olmasın” itirazıyla birlikte gizliyor; sınıf politikaları tanımlanamaz kimlikler hakkında yapılan spekülasyonlara feda edilirken “çok kimlikli”, “çok kültürlü” “kadın özneler” parçalandıkça parçalanıyor.Yeni demokrasi kurgusu kapsamında, kadınlar artık, kendileriyle ilgili taleplerini refah toplumunda olduğu gibi devletten beklememeli; çünkü devlet düzenleyici bir ilke olmaktan çıktığına göre sivil toplum ile iktidar arasında kurulmuş gevşek ilişki gereği, kendi kendini yönetim sürecine katılmak yoluyla sürecin nimetlerinden yararlanabilirler ve kadın talepleri sivil topluma havale edilebilir!  Son dönem feminizmin teorisyenlerinden Nancy Fraser şöyle yazıyor: “Günümüzde kadınlar çoğunlukla aile geçindirme ve bakım işlerini birleştirmektedir; ama büyük bir zorluk ve zahmetle. Sanayi sonrası refah devleti erkeklerin aynı şeyi yapmasını sağlamalı, bu arada kurumları zorluk ve zahmeti ortadan kaldırmak için yeniden düzenlemelidir. Öyleyse bu refah devleti neye benzeyecektir?.. İşlerin hepsi çalışanların aynı zamanda bakıcı olduğunu da varsayacaktı. Emekçilerin bütün bakım işini sosyal hizmetlere aktarması öngörülmeyecektir. Bazı gayrı resmi bakım işleri kamu tarafından desteklenecek… öteki destekli bakım işleri ailelerin tamamen dışında –sivil toplumda- olacaktır. Devletin kaynak sağladığı, ama yerel düzeyde örgütlenmiş kurumlarda çocuksuz yetişkinler, yaşlı insanlar ve akrabalık temelli yükümlülükleri olmayan başkaları, anne babalar ve öteki insanlarla birlikte demokratik, özyönetime dayalı bakım etkinliklerine katılacaklardır.” (Nancy Fraser, Cinsiyet Eşitliği ve Refah Devleti: Sanayi Sonrası Bir Düşünce Girişimi, Demokrasi ve Farklılık, Hazırlayan Seyla Benhabib içinde, Demokrasi Kitaplığı, s. 310.) Sosyal hizmetlerden elini çoktan çekmeye başlamış olan burjuva devletin yükümlülüklerini, hemcinslerinin geçmiş kazanımlarını iptal etmekte aceleci davranarak azaltan yeni kuşak feminizmin sivil toplumculuğu, bu bakımdan devleti güçlendirmekten başka bir anlama gelmiyor ve aslında kadın kitlesini de tüm sosyal himayelerden yoksun ve savunmasız bırakıyor. Bu, yasama, yürütme ve yargı erkini gitgide çokuluslu tekellerin müdahalelerine bırakan ve artıdeğerin bir kısmını sosyal hizmetlere ayırmaktan vazgeçebileceği bir toplumsal ortamın kurulduğundan emin olan kapitalist devletlerin istediği bir şeydir.Yerelleştirilmiş müzakere süreçlerine kadınların örgütsüz ve güçsüz katılmasını öngören farklılıklar politikası, karar alma süreçlerindeki ekonomik ve sosyal gücün belirleyici olduğu gerçeğinden hiç söz etmeyerek politikanın laftan ibaret olduğu eski burjuva yanılsamasını bir başka düzlemde yeniden üretirken demokrasiyi de lafazanlıkların serbest piyasasında kurmaya yöneliyor. Kadın örgütlenmesi de şekilsiz kimlik rekabetlerinin cangılında eritiliyor. Farklılık politikaları söyleminin gizli içeriğinin, kadınlar arasındaki öze ilişkin olmayan ayrımların abartılması ve öne çıkarılması yoluyla asıl uzlaşmaz çelişkinin gözden  kaybedilerek başka türden sanal düşmanlıkların körüklenmesinden oluştuğunu görmek zor değil. Çünkü, nesnel  ilişkilerle belirlenmeyen, çıkar ortaklıklarına dayanmayan bir beraberliğin barışın ve mutabakatın garantisi olduğu söylemle kanıtlanamaz.
  • Emekçi Kadın HareketiFeminizmin, serbest piyasa koşullarına, “sanayi sonrası toplum” saptamasına göre yeniden yapılandırılmasının sonuçları, emekçi kadın hareketini bu yeni düşmanlık potansiyeliyle başetmek zorunda kalacağı için ilgilendiriyor. Ama öte yandan feminizmin özeleştirisi emekçi kadın hareketinden de bekleniyor. Kimlik politikalarına ve demokrasi tartışmalarına beklenen esas yanıt, emekçi kadın hareketinden gelmeli! Ki, küreselleşme stratejistlerine göre başarının ölçütü, bu olacak.Kuşkusuz bu sorulara verilmiş eski yanıtları yeniden hatırlamakta yarar var: Feminizm, vaktiyle bütün kadınları aynı feminist ülkü doğrultusunda birleştirmek gibi zorlu ve imkansız bir işle uğraşırken emekçi kadınlar, “cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye son” sloganıyla kadınların farklılıklarını sınıfsal bir perspektifle kapsamayı bir ilke olarak benimsemişti. Ve bu aslında,  kadınların farklılıklarının değil benzerliklerinin belirleyici olduğu anlamına geliyordu. Dolayısıyla, kadınları örgütsüzleştiren farklılık politikalarıyla ilgili sorulara verilmiş  bir yanıt zaten var. Kadın sorununun çözümünü sınıfsal bir devrim fikrine bağlayan, bunun örgütsel araçlarını ve ittifaklarını bu fikir ekseninde oluşturan emekçi kadın hareketi, sömürünün farklı biçim ve içeriklerinin kapitalizm gibi evrensel bir nedenden kaynakladığını her zaman söylemişti; dolayısıyla evrensel bir nedene karşı evrensel bir itiraz öteden beri dile getirildi. Şimdi burjuva devlet ile sivil toplumunu birbirinden ayıran bundan sonra da her sınıftan insanları sözde sorun çözmek adına bir araya getiren, böylece ezilenlerin iktidar talebini geçersizleştirmeye yönelen sivil toplumcu demokrasi kurgusu bu evrensel itirazı etkisizleştirmeye, dağıtmaya çalışıyor. Bu yüzden de devrimci bir toplumsal projeye sahip olmak feminizmle emekçi kadın hareketi arasındaki en belirgin ayrım olmaya devam ediyor. Hem akademik “feminizmler”in hem de küreselleşme stratejilerine uygun sivil toplumcu demokrasinin tecavüzüne maruz kalan bu projedir. Kapitalizmin yeniden yapılandırıldığı küreselleşme koşullarında, sosyalist mücadelenin bir kazanımı sayabileceğimiz sosyal devletin çözülmesi için bundan en çok zarar görecek olan emekçi kadın kitlesinin eylemsizliğinden medet umuluyorsa (ki öyle) sivil toplumcu teranelerin artacağından da kuşku duymamak gerekiyor. Demokratik katılımın evdeki ilişkilerin dönüştürülmesine, işyeri toplantılarına, semt konseylerine, öteki yerel organlardaki tartışmalara indirgendiği; ve böyle yapılarak da aslında kadınların demokrasiden dışlandığı, örgütsüzleştirildiği, düşmanlaştırılıp yalnızlaştırıldığı bu sürecin vebalini de yeni akademik feminizmler üstlenecek. Çünkü böyle bir demokrasi, tanımı gereği, politikayı; karar alma süreçlerini, yürütme ve yargı erkini ulusötesi tekellerin çıkarlarını savunan örgütlere bırakmak suretiyle tüm dünya emekçilerini ve kadınları apolitikleştirmeye yönelirken bu durumla uzlaşmak, nesnel olarak, kadın çıkarlarını savunmak adına kadın düşmanlığı yapmaktan başka bir anlama gelmeyecek. Öte yandan, evrensel ve tümel kuramların yerel ve tikel söylemler adına değersizleştirilmesi de (hiç paradoks değil) evrensel bir girişimin ürünü. Toplumsal ilişkilerin yeniden kurulmasına, kurgulanmasına yönelik bu evrensel girişim, ancak alternatifinin evrenselliğine karşı argümanlar üretiyor. Dünya çapında, geçen yüzyılda aldığı yaraları yeniden onarmaya girişen kapitalizme karşı gelişebilecek evrensel bir karşı çıkışın köreltilmesi bu karşı çıkışın imkansız olduğunu düşündürebilecek parçalanmalara bağlı. Bu parçalanmayı toplumun en küçük hücrelerinde bile gerçekleştirmeye yönelen sivil toplum demokrasisi ise, bunun siyasal formlarından bir tanesi.   Bu durumda, Emekçi kadınların göz eriminden hiç uzak tutmamaları gereken şey, kadınları siyasal mücadeleden dışlayan, politik hedefleri bulanıklaştıran söylemleri etkisizleştirecek gerçek bir demokrasi mücadelesi için örgütlenmek olmalı.Sivil toplumcu demokrasinin yerelcilik anlayışından farklı olarak; yerel talepler etrafında  yapılan politikanın merkezi bir emek politikasına bağlandığı demokrasi mücadelesi aynı zamanda evrensel ve kapsayıcı bir teoriyle yeniden silahlanmayı da gerektiriyor. Kapitalizmin evrensel yıkıcılığına karşı geliştirilecek bu teorik mevzilenmenin olanağı ise Marksizmdedir. * Ev içi emeğini Marx’ın emek değer teorisiyle açıklama çalışmaları, kadının pozisyonunu üretim ve yeniden üretim süreçleriyle ilişkilendirme girişimleri, kamusal ve özel hayat arasındaki ayrımın nedeninin ekonomi- politik deşifrasyonu, psikolojik ve sosyolojik kadın araştırmaları, özel hayatın politikliğine ilişkin bir sloganı özel alana mahkum edilen kadınların durumunun, kişisel bir tercih olmaktan çok bilinçli bir politik kurgu olduğunu ifade etmek için soyutlamaları gibi.
  • KaynakçaSeyla Benhabib (yayına hazırlayan), “Demokrasi ve Farklılık”, Demokrasi Kitaplığı. Caroline Ramazanoğlu,  “Feminizm ve Ezilmenin Çelişkileri”, Yayına Hazırlayan: Fatmagül Berktay, Çeviren: Mefkure Bayatlı, Pencere Yayınları. Josephine Donovan, “Feminist Teori”, Çevirenler: A. Bora, M. A. Gevrek, F. Sayılan, İletişim. Anne Philips, “Demokrasinin Cinsiyeti”, Çeviren: Alev Türker, Metis. Nancy Fraser, Linda Nicholson; “Felsefesiz Toplumsal Eleştiri: Feminizm ve Postmodernizm Arasında Bir Karşılaşma”, Modernite Versus Modernite içinde; Derleyen Mehmet Küçük, Vadi yayınları. Gülnur Savran, “Feminizmin İkilemleri Teoride Aşılabilir mi?”, Defter, Yaz 2001 içinde. David Conway, “Serbest Piyasa Feminizmi”, Çeviren Bahattin M. Seçilmişoğlu, Liberte Y. “Küyerel Düşünce Grubu Paneller Dizisi”, Hazırlayan: Süleyman Talay,  Küyerel Yayınları, 1997 Felsefelogos, “Feminist Felsefe, 2001/3 s. 15

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder