11 Nisan 2014 Cuma

George Orwell-Bin Dokuz Yüz Seksen Dört-BÖLÜM 2



2
Winston, altın sarısı su birikintilerine basarak ince dalların ayırdığı, ışık ve gölgelerin oynaştığı bir patikada ilerliyordu. Solundaki ağaçların altındaki toprak, çançiçekleriyle örtülüydü. Sanki, hava, insanın derisine öpücükler konduruyordu. Mayıs ayının ikisiydi. Ormanın derinlerinde güvercinlerin öttükleri işitiliyordu.
Biraz erken gelmişti. Yolda hiçbir güçlükle karşılaşmamıştı. Kızın deneyimli olduğu belliydi. Bu, Winston'm korkularını azaltıyordu. Görünüşe göre, kızın bulduğu yer güvenliydi. Kırlarda, Londra'dakinden daha az tehlike bulunduğunu düşünmek yanlıştı. Tele ekran yoktu elbette, ama sesinizin alınıp tanınabileceği gizli mikrofon bulunabilirdi, ayrıca, dikkat çek-meksizin yalnız başınıza yolculuk edemezdiniz. Yüz kilometrenin altındaki uzaklıklarda, pasaportunuzu onaylatmanız gerekmiyordu, ama kimi zaman istasyonda gezen nöbetçiler, rastladıkları Parti üyelerinin kâğıtlarını denetler, garip sorular yöneltirlerdi. Neyse ki, tek bir nöbetçiye rastlamadan istasyondan ayrıldı ve izlenmediğinden emin olmak için arkasını dikkatle gözleyerek yola koyuldu. Tren, yazı andıran bu günde, tatil havasına girmiş proleterlerle doluydu. Winston'm bulunduğu tahta sıralı kompartıman, geniş bir proleter ailesi tarafından doldurulmuştu; dişleri dökülmüş yaşlı bir nineden tutun da, bir aylık
bebeğe kadar her yaştan birey vardı. Aile, Winston'a, Londra dışında oturan yakınlarını ziyarete ve çekinmeden söyledikleri gibi biraz da karaborsa tereyağı bulmaya gittiklerini açıklamıştı. Yol genişlemişti, biraz sonra, kızın sözünü ettiği çalılarla kaplı keçiyoluna çıktı. Saati yoktu, ama henüz saat on beş olamazdı. Ayaklarının altındaki bir dolu çançiçeğini, elinde olmaksızın çiğniyordu. Biraz vakit geçirmek, biraz da kızla karşılaştıklarında ona verecek bir buket hazırlamak düşüncesiyle, çö-melerek çiçek toplamaya başladı. Kocaman bir buket hazırladı. Çiçeklerin baygın kokusunu içine çekerken arkasında duyduğu bir sesle irkildi; çalıları ezerek ilerleyen bir çift ayak sesiydi bu. Çançiçeklerini toplamayı sürdürdü. Yapılacak en akıllıca iş buydu. Gelen, kız ya da onu izlemiş biri olabilirdi. Çevresine bakınmak suçunu belli etmek olurdu. Bir tane daha, bir tane daha topladı. Bir el hafifçe omzuna dokundu.
Başını kaldırdı. Gelen kızdı. Başıyla işaret ederek sesini çıkarmaması için onu uyardı, sonra çalıları aralayıp ormana doğru giden patikada ilerlemeye başladı. Buraya daha önce geldiği belliydi; çamurlu olan yerlere bir kez bile basmamıştı. Winston, elinde çiçek buketi, onu izliyordu. Önce bir gönül rahatlığı duymuştu, ama şimdi önünde yürüyen ince ve kuvvetli bedeni, belindeki kırmızı kuşakla iyice belirginleşen kalçalarının yuvarlaklığını izlerken içini bir eziklik kapladı. Eğer kız dönüp kendisine baksa, hemen vazgeçebilirmiş gibi geliyordu ona. Havanın yumuşaklığı, yaprakların yeşilliği, Winston'ı ürkütüyordu. İstasyondan sonra yürümeye başlayınca, kendisini mayıs güneşi altında pis ve soluk hissetmişti; sürekli, yapıların içlerinde yaşamış, Londra'nın tozu toprağı derisindeki en ufak deliklere dek işlemiş olan bir yaratık. Beni günışığında ilk kez görecek, diye düşündü Winston. Sözünü ettiği kurumuş yaşlı ağaca varmışlardı. Kız üzerinden sıçrayıp çalıları araladı. Winston onu izledikten sonra, yeni yetişen sık ağaçlarla kaplı küçük bir açıklıkta bulunduklarını gördü. Kız durdu ve geri döndü. "İşte burası," dedi.
Kızla Winston'ın arasında birkaç adımlık bir uzaklık vardı, ama Winston yine de ona yaklaşma cesaretini kendinde bulamıyordu.
"Patikada yürürken konuşmak istemedim," dedi kız. "Gizli bir mikrofon olabilirdi. Aslında pek sanmıyorum, ama yine de belli olmaz. O domuzlardan biri sesimizi tanıyabilir. Ama kaygılanma, burada güvencedeyiz."
Hâlâ ona yaklaşacak cesareti yoktu. "Burada güvencedeyiz," diye yineledi aptalca.
"Evet. Bak ağaçlara!" dedi kız. Ağaçlar bir zamanlar kesilip yeniden bitmiş, bilek kalınlığında dişbudaklardı. "Dalları arasında bir mikrofon saklanabilecek kadar büyük ağaç yok! Daha önce de geldiğim için biliyorum."
Yalnızca konuşuyorlardı. Winston ona biraz daha yaklaşmayı başardı. Kız önünde dimdik duruyor; yüzünde, onun yaklaşmakta neden bu kadar yavaş olduğunu sorar gibi alaylı bir gülümsemeyle ona bakıyordu. Çançiçekleri yere döküldü. Winston, kızın elini tuttu.
"İnanır mısın," dedi, "şu âna kadar gözlerinin ne renk olduğunu bilmiyordum bile." Koyu siyah kirpiklerle çevrili, açık kahverengi gözleri vardı.
Winston konuşmasını sürdürdü: "Nasıl bir insan olduğumu gördükten sonra, hâlâ bana bakmaya katlanabilecek misin?"
"Evet, hem de zorluk çekmeden."
"Otuz dokuz yaşındayım. Bir türlü kendisinden kurtulamadığım bir karım, varisim ve beş takma dişim var."
"Vız gelir," dedi kız.
Kimin önce davrandığı belli değildi, ama az sonra kız kollarındaydı. Winston önce olanlara inanamadı. Bu gepgenç beden kendisine yaslanmış, gür siyah saçları yüzüne dağılmıştı. Evet, yüzünü ona doğru kaldırmıştı ve Winston onun geniş kırmızı dudaklarını öpmekteydi. Kız kollarını onun boynuna dolamış, sevgilim, bir tanem, canım, diye mırıldanıyordu. Onu yere yatırmıştı, belli ki karşı koymuyordu. Winston ona her istediğini yapabilirdi. Ama içinde, o dokunma duyumundan başka, en ufak bir uyarılma hissetmiyordu. O anda duyduğu tek şey, gurur ve şaşkınlıktı. Olanlar onu mutlu ediyordu, ama içinde en ufak bir cinsel istek yoktu. Belki çok çabuk olmuştu her şey, belki kızın gençliği ve güzelliği ürkütmüştü Winston'i, belki de kadınsız yaşamaya alışmıştı, bilmiyordu nedenini. Kız kendisini
toparladı, saçlarına takılan bir çiçeği çıkardı. Winston'a yaslanarak oturdu, kolunu onun beline doladı.
"Aldırma canım. Acelemiz yok. Tüm öğleden sonra bizim. Nefis bir gizlenme yeri, değil mi? Bir grup yürüyüşünde kaybolduğum zaman bulmuştum burasını. Birisinin geldiğini yüz metre öteden duyabilir insan."
"Adın ne senin?" diye sordu, Winston.
"Julia. Ben seninkini biliyorum. Winston Smith."
"Bunu nasıl öğrendin?"
"Bir şey bulup çıkarmakta senden daha ustayım, sanırım. Sana o kâğıdı vermeden önce benim hakkımda ne düşünüyordun?"
Ona yalan söylemek içinden gelmiyordu. Olabileceğin en kötüsünü söylemek bile bir tür aşkını sunmak demekti.
"Senden nefret ediyordum," dedi. "Senin ırzına geçmek, sonra da öldürmek istiyordum. İki hafta önce ciddi bir biçimde başını bir kaldırım taşıyla ezmeyi düşündün. Eğer gerçekten öğrenmek istiyorsan söyleyeyim; senin Düşünce Polisiyle bir ilgin olabileceğini geçiriyordum kafamdan."
Kız hoşnut, gülümsedi; anlaşılan bunu, olayları gizlemekteki ustalığına bir övgü olarak kabullenmişti.
"Düşünce Polisi mi? Olamaz! Bunu düşündün mü gerçekten?"
"Pek değil, ama genel görünüşün çok genç, taze ve sağlıklısın anlıyorsun ya! Düşündüm, belki de..."
"İyi bir Parti üyesi olduğumu düşündün. Düşünceleri de, davranışları da, saf ve temiz. Bayraklar, geçit törenleri, sloganlar, toplu oyunlar, gezintiler ve bunun gibi şeyler. Elime en ufak bir fırsat geçse seni hemen bir düşünce suçlusu olarak ihbar edip öldürteceğimi düşündüm."
"Evet, bunun gibi bir şey. Kızların büyük kesimi böyle, biliyorsun."
"Tüm bunlara neden şu kahrolası şey," diyerek, belindeki Gençlik Anti-Seks Örgütünün kırmızı kuşağını söktü ve bir dalın üzerine fırlattı. Ve sonra beline dokunmak kendisine bir şey hatırlatmış gibi, tulumunun ceplerini karıştırarak bir parça çikolata çıkardı. İkiye bölüp yarısını Winston'a uzattı. Daha elini bile sürmeden önce, Winston kokusundan bunun değişik bir çi-
kolata olduğunu anlamıştı. Koyu ve parlaktı; yaldızlı bir kâğıda sarılmıştı. Dışarıda satılanlar donuk kahverengi, çabuk dağılıve-ren; tadı çöp ateşinin isine benzer şeylerdi. Ama daha önceleri kızın kendisine verdiği bu çikolatanın benzerlerini yemişti. Çikolatanın kokusu, belleğinden güçlü ve rahatsızlık veren bir anıyı çıkarmıştı.
Winston, "Bunu nereden buldun?" diye sordu.
Kız kayıtsızca, "Karaborsadan," diye yanıtladı. "Ben göründüğüm gibi biri değilim. Oyunlarda ustayımdır. Casuslarda birlik önderiydim. Gençlik Anti-Seks Örgütünde haftanın üç gecesi gönüllü olarak çalışıyorum. Onların kahrolası, kokuşmuş inançlarını Londra'nın her yanına yaymak için uğraşıyorum. Geçit törenlerinde her zaman bir bayrak taşırım. Hep neşeli görünür, işten kaçmam, ilkem, kitlelerle birlikte bağırmaktır. Tehlikeden uzak kalmanın tek yolu budur."
Çikolatanın ilk parçası Winston'ın dilinde erimişti. Tadı nefisti, ama o anı, hâlâ bilincinin çevresinde dolanmaktaydı, çok güçlü hissedilen, ama somut düşünceye aktarılamayan bir anıydı bu, sanki gözucuyla gördüğü bir nesne gibiydi. Onu kendisinden uzaklaştırmaya çalışıyordu, ama yapmamış olmayı yeğlediği bir eylemin anısıydı bu ve unutamıyordu.
"Henüz çok gençsin," dedi. "Benden on, on beş yaş küçüksün. Benim gibi bir adamda seni çeken ne olabilir ki?"
"Yüzündeki anlatım. Şansımı denemeye karar verdim. Bağlı olmayanları onaya çıkarmakta ustayımdır. Seni görür görmez onlara karşı olduğunu anlamıştım."
Onlar, demişti, Partiden söz ediyordu, daha çok da İç Partiden. Burada oldukça güvendeydiler, ama Julia'nın, Parti hakkındaki nefretini açıkça belirtmesi Winston'i tedirgin ediyordu. Onu şaşırtan bir başka şey de, kullandığı dilin kabalığı olmuştu. Parti üyelerinin küfretmeleri yasaktı. Winston, en azından yüksek sesle küfretmezdi. Oysa Julia, Partiden ve özellikle İç Partiden söz ederken, kenar sokaklarda duvarlara tebeşirle yazılan sözcükleri kullanmadan edemiyordu. Partiye ve ona bağlı olan her şeye karşı başkaldırısının bir göstergeseydi bu; kötü saman koklamış bir atın aksırması gibi doğal ve sağlıklı bir sonuç gibi görünüyordu insana. Açık alanı terk etmişler, yol izin verdiği sürece kolları birbirlerinin belinde, gölgede geziniyorlardı. Ku-
şak çıktıktan sonra, Julia'nın belinin yumuşaklığını fark etti. Fısıldayarak konuşuyorlardı. Açık alanın dışında oldukları sürece fısıltıyla konuşmalarının doğru olacağını söylemişti Julia. Biraz sonra, ormanın bittiği noktaya vardılar. Julia onu durdurdu.
"Açıklığa çıkma. Gözetleyen birisi olabilir. Dalların arasında durursak bir şey olmaz."
Çalıların gölgesinde duruyorlardı. Yaprakların arasından sızan güneş hâlâ yüzlerini yakmaktaydı. Winston önlerindeki çayıra baktığında garip bir şok etkisiyle orayı hatırladı. Burasını tanıyordu. Üzerinde patikaların bulunduğu, kimi yerlerinde yosunların yetiştiği, eskilerden kalma bir kır görüntüsüydü bu. Karşıda, çitin kenarında karaağaçlar, esen hafif meltemle ağır ağır, gür kadın saçı gibi, bir o yana, bir bu yana sallanıyordu. Civarda bir yerde, görünmemesine karşın, balıkların içinde yüzdüğü bir çay olmalıydı.
"Buralarda bir çay var mı?" diye fısıldadı. "Doğru, var. Öteki çayırlığın kenarında. İçinde büyük balıklar yüzer. Söğüt ağaçlarının altındaki gölcüklerde, kuyruklarını sollayışlarını izleyebilirsin."
"Altın Ülke gibi burası," diye mırıldandı. "Altın Ülke mi?"
"Yok bir şey. Bazen düşlerimde gördüğüm bir yer." "Bak!" dedi, fısıltıyla, Julia.
Başlarıyla aynı yükseklikteki bir dala, beş metre kadar ötelerine bir ardıç kuşu konmuştu. Onları görmemiş olmalıydı. O güneşte, onlar gölgedeydiler. Kanatlarını gerip kapattı ve ötmeye başladı. Winston ve Julia, coşkuyla birbirlerine sarıldılar. Kuş, ezgisini, sanki ustalığını göstermek istiyormuşçasına, iki notayı iki kez yinelemeksizin olağanüstü değişikliklerle sürdürmekteydi. Bazen susup kanatlarını oynatıyor ve yeniden ötmeye başlıyordu. Winston kuşu saygıyla dinlemekteydi: Kimin için, neden ötüyordu bu kuş? Kendisini dinleyen ne bir eşi, ne de bir rakibi vardı. Onu bu ıssız orman kenarında oturtan ve ezgisini boşluğa dökmesine neden olan şey ne olabilirdi? Tüm bunlardan sonra, aklına orada gizli bir mikrofon olup olmadığı geldi. Çok alçak sesle konuşmuşlardı, onları duymuş olamazlardı, ama ardıç kuşunun ötüşünü kuşkusuz duymuşlardı. Belki de aletin öteki yanında, ufak tefek böceksi bir adam oturmuş, dik-
katle kuşu dinlemekteydi. Bu ezgi yavaş yavaş, tüm düşüncelerini dağıttı. Yapraklardan süzülen, güneş ışığıyla karışmış bir sıvı gibi, tüm bedenine yayılmıştı. Dikkati duygularında yoğunlaşmaya başlamıştı. Kolunun altındaki bel yumuşak ve sıcacıktı. Onu göğsü göğsüne değecek biçimde kendisine çekti; bedenleri kaynaşmış gibiydi, elleri nerede gezerse gezsin, su gibi doyurucuydu. Dudakları birleşti; öpüşmeleri önceki gibi sert değildi artık. Başlan ayrıldığı zaman, ikisi de derin bir iç çektiler. Kuş korktu, uçup gitti.
Winston dudaklarını onun kulağına dayayarak, "Şimdi!" dedi fısıltıyla.
"Burada olmaz," dedi Julia, "Gizli yerimize gidelim, orası daha güvenli."
Çarçabuk açık alana döndüler. Fidanların arasına vardıklarında Julia ona doğru döndü. Her ikisi de soluk soluğa kalmıştı. Julia'nın dudaklarında tatlı bir gülümseme belirmişti. Bir an Winston'a baktı ve sonra eli tulumunun fermuarına uzandı. Ve, evet! Tam düşlerindeki gibiydi. Çabucak giysilerden sıyrıldı ve uygarlığı yok ediyormuşçasına görkemli bir hareketle onları bir yana fırlattı. Bedeni güneşin altında parıldıyordu. Winston bir an için onun bedenine bakmadı; gözleri kızın çilli yüzündeki o yumuşak, ama yürekli bakışa takıldı. Önünde diz çökerek ellerini avuçları arasına aldı.
"Bunu daha önce de yaptın mı?"
"Elbette. Yüzlerce kez; o kadar değilse bile birçok kereler."
"Parti üyeleriyle mi?"
"Evet, hep onlarla."
"İç Parti üyeleriyle de mi?"
"Hayır, o domuzlarla hiçbir zaman yapmadım. İçlerinde, ellerine fırsat geçse yapacak olanlar çok var. Göründükleri kadar kutsal değillerdir."
Winston'ın yüreği sevinçle hopladı. Birçok kereler yapmıştı: Bunun yüzlerce, hatta binlerce kez olmuş olmasını dilerdi. Kötü yola sapmak her zaman onda çılgınca bir umut doğuruyordu. Kimbilir belki de Parti tüm görkemine karşın içten içe çürümüştü. Eğer onların tümüne birden cüzam ya da frengi bu-laştırabilseydi, bunu yapmaktan ne büyük bir zevk duyardı.
Çürütmek, zayıflatmak ve güçten düşürmek için elinden geleni ardına koymazdı! Julia'yı aşağıya çekti; şimdi yüz yüzeydiler.
"Dinle. Ne kadar çok erkekle yatmışsan, seni o kadar çok seviyorum. Anlıyor musun?"
"Evet, hem de çok iyi."
"Saflıktan nefret ediyorum, iyilikten nefret ediyorum. Erdem denen şey hiçbir yerde var olmasın istiyorum. Herkesin iliklerine dek ahlâksızlaşmasını istiyorum."
"Öyleyse ben tam sana göreyim. İliklerime dek ahlâksızım ben."
"Bunu yapmaktan hoşlanıyor musun? Benimle yapmaktan değil, ama yalnızca ve yalnızca bu olayın kendisinden?"
"Bayılıyorum."
Asıl duymak istediği buydu. Yalnızca birine duyulan aşk değil, bu hayvansal içgüdü, bu dokunulmamış, sınırlandırılama-mış tutku; Partiyi parçalayabilecek güç buydu. Julia'yı dökülmüş çiçeklerin arasına, otların üzerine yatırdı. Bu kez güçlük çekmediler. Bir süre sonra inip kalkan göğüslerinin hızı azaldı ve tatlı bir yorgunluk içinde birbirlerinden ayrıldılar. Güneş daha da yakınlaşmıştı. İkisinin de uykusu gelmişti. Winston uzanıp çıkardıkları tulumları aldı ve Julia'nın üzerini örttü. Hemen uykuya dalarak yarım saat kadar uyudular.
Önce Winston uyandı. Oturarak, avucunu yastık yapmış, uyuyan çilli yüzü izlemeye başladı. Ağzı dışında Julia'ya güzel denemezdi. Yakından bakılınca, gözlerinin çevresindeki çizgiler fark ediliyordu. Kısa siyah saçları gür ve yumuşaktı. Onun ne soyadını, ne de nerede oturduğunu biliyordu.
Bu genç ve kuvvetli beden, uykudaki haliyle, Winston'da bir acıma ve koruma duygusu uyandırdı. Tulumları bir yana çekerek onun beyaz ve pürüzsüz bedenini inceledi. Bir zamanlar, diye düşündü, erkekler bir kadının bedenine bakar ve çekici bulurlardı, işte o kadar. Artık saf aşk ya da tutku söz konusu değildi. Hiçbir duygu saf olamıyordu, çünkü her şeye korku ve nefret sinmişti. Kucaklaşmaları bir savaş, orgazmlarıysa bir zafer olmuştu. Bu, Partiye indirilmiş bir darbeydi. Sevişmek siyasal bir eylemdi.
3
Julia, "Buraya bir kez daha gelebiliriz," dedi. "Gizli yerleri iki kere kullanmanın pek tehlikesi yoktur. Ama ancak bir iki ay sonra gelebiliriz!"
Uyanır uyanmaz davranışları değişmişti. Tetikteydi, iş havasına bürünmüştü; giyinmiş, beline kırmızı kuşağını takmış, dönüş yolculuğu için ayrıntıları belirlemeye başlamıştı: Bu işi ona bırakmak doğal geliyordu Winston'a. Winston'da olmayan pratik bir zekâsı vardı. Yaptığı sayısız gezintiler sonucunda, Londra'nın çevresindeki kırları çok iyi öğrenmişti. Winston'a geliş yolundan değişik bir dönüş yolu gösterdi ve onu farklı bir istasyona getirdi.
"Eve hiçbir zaman gittiğin yoldan dönme," dedi. O önden gidecek, Winston yarım saat sonra yola koyulacaktı.
Dört akşam sonra, iş çıkışı buluşabilecekleri bir yer önerdi: Yoksul semtlerden birinde, gürültülü ve kalabalık bir pazarın kurulduğu bir sokak. Tezgâhların orada durup ayakkabı bağı ya da dikiş ipliği arıyor gibi yapacaktı. Eğer durum uygunsa, Winston yaklaşırken burnunu silecek; değilse, Winston onu tanıdığını belli etmeden çekip gidecekti. Eğer şansları varsa, kalabalığın ortasında on beş dakika kadar konuşup yeni bir buluşma zamanı saptayabilirlerdi.
Winston'a yapacaklarını yinelettikten sonra, "Şimdi gitmeliyim," dedi Julia. "On dokuz otuzda geri dönmüş olmalıyım. Gençlik Anti-Seks Örgütünde iki saatlik bir işim var; bildiri dağıtacağım ya da ona benzer bir şey. Üzerimi silkeler misin? Saçımda dal filan yok ya? Emin misin? O halde, hoşça kal, sevgilim, hoşça kal,"
Kollarına atılıp onu neredeyse sertçe öptü ve sonra ağaçların arasında sessizce kayboldu. Winston, hâlâ onun ne soyadını, ne de adresini biliyordu. Ama önemli değildi, çünkü Bakanlıkta karşılaşmaları ya da birbirlerine mesaj göndermeleri olanaksızdı.
Ormandaki açıklığa bir daha gitmediler. Mayıs ayı içinde, bir kez daha sevişebildiler, Julia'nın bildiği bir başka gizli yerde;
otuz yıl önce bir atom bombasının düştüğü, ıssız, kırlık bir alandaki bir kilise kalıntısının çan kulesinde... Vardıktan sonra oldukça iyi bir gizlenme yeriydi, ama oraya ulaşmanın tehlikeleri büyüktü. Kalan zamanlarda, ancak caddelerde, her gece başka bir yerde, en fazla yarım saat kadar görüşebiliyorlardı. Kalabalık caddelerde, yan yana durmamaya özen göstererek, birbirlerinin yüzüne bakmadan yürüyorlardı. Bir deniz fenerinin pırıltıları gibi, bir Parti üyesinin yaklaşması ya da yakındaki bir tele ekranın varlığıyla kesilip birkaç dakika sonra cümlenin ortasında yeniden başlayan; birbirlerinden söz alıp ayrıldıktan sonra bir başka gün kesintisiz sürdürdükleri garip, aralıklı konuşmaları oluyordu. Julia 'taksitli konuşma' adını verdiği bu tür söyleşilere oldukça alışkın görünüyordu. Dudaklarını kıpır-datmaksızın konuşmak konusunda şaşılacak bir yeteneği vardı. Bir ay süren bu buluşmalarda, ancak bir kez öpüşebildiler. Bir ara, sokakta, sessizce yan yana yürüyorlardı, (anacaddede olmadıkları sürece Julia kesinlikle konuşmazdı). Birden kulakları sağır eden bir gürültü duyuldu; yer sarsıldı, ortalık karardı ve Winston kendisini yerde buldu. Çok yakına bir roket bombası düşmüş olmalıydı. Ansızın, yüzünden birkaç santim ötede duran Julia'nın yüzünü fark etti; yüzü bembeyazdı, dudakları bile beyazlaşmıştı. Julia ölmüştü! Onu göğsüne bastırdı, az sonra sıcak, canlı bir yüzü öptüğünü anladı. Ama dudaklarına pudraya benzer bir şeyler yapışmıştı. İkisinin de yüzü kalın bir sıva tabakasıyla örtülüydü.
Bazı geceler buluşma yerine geldiklerinde, bir nöbetçi köşeyi döndüğü ya da bir helikopter tepelerinde dolaştığı için tek söz etmeden birbirlerini geçerlerdi. Tehlike olmasa bile, buluşmak için zaman bulmaları güç oluyordu. Winston haftada altmış saat; Julia daha da çok çalışıyordu. İşin ağırlığına göre boş zamanlan değişiyor, ama çoğunlukla birbiriyle çakışmıyordu. Özellikle Julia'nm boş gecesi yok gibiydi. Konferanslara, gösterilere, Gençlik Anti-Seks Örgütü adına bildiriler dağıtmaya, Nefret Haftası için bayraklar hazırlamaya, Tutum Haftası için para toplamaya ve buna benzer uğraşlara inanılmaz bir zaman harcıyordu.
"Boşuna yapmıyorum," diyordu. "Bunlar, işin örtüsü." Küçük kurallara uyarsanız, büyüklerini kırabilirsiniz. Şevkli Parti
üyelerinin yaptığı gibi, cephane üretiminde çalışmak üzere Winston'i, akşamlarından birini gözden çıkarması için kandırdı. Artık Winston, haftada bir akşamını, dört saat boyunca, öldürücü bir sıkıntı içinde, hava akımlarının bol olduğu, kötü ışıklandırılmış bir atölyede, çekiç ve tele ekranlardan gelen müzik sesleri arasında, bomba fünyesi olabilecek küçük maden parçalarını birbirine vidalamakla geçiriyordu.
Kilise kulesinde buluştukları zaman, söyleşilerinin eksik kalan bölümlerini tamamlayabildiler. Çok sıcak bir öğleden sonraydı. Çanların üstündeki küçük odada hava sıcak ve boğucuydu; içeriyi güvercin pisliği kokusu sarmıştı. Tozlu ve pis döşemenin üzerinde oturup saatlerce konuştular; arada bir, birisi kalkıp mazgalımsı pencereden kimsenin gelip gelmediğine bakıyordu.
Julia yirmi altı yaşındaydı. Otuz kişilik bir kız yurdunda kalıyordu. (Sürekli kadın kokusunun pisliği içinde! Kadınlardan nasıl nefret ediyorum, derdi, konuşma aralarında.) Winston'ın tahmin ettiği gibi, roman yazan makinelerden birinde çalışıyordu. Küçük, ama hassas bir elektrik motorunun çalıştırılıp işletilmesi demek olan işinden hoşnuttu. 'Zeki' değildi, ama ellerini kullanmaktan hoşlanıyor ve makineler arasında kendini rahat hissediyordu. Tasarım Kurulundan, Baştan Yazma Kuruluna kadar, bir romanın geçtiği basamakları biliyor, ama onaya çıkan yapıt kendisini hiç ilgilendirmiyordu. Söylediğine göre 'okumaya değer vermiyordu.' Kitaplar yalnızca reçel ya da ayakkabı gibi üretilmesi gereken ürünlerdi, onun için.
Altmışlı yıllardan öncesini hiç hatırlamıyordu. Devrim öncesi günlerinden söz edildiğini yalnızca dedesinden duymuştu, dedesi öldüğünde Julia sekiz yaşındaydı.
Okulda hokey takımının başıydı, iki yıl üst üste, atletizm kupasını kazanmıştı. Casuslarda birlik başkanı, Gençlik Anti-Seks Örgütüne katılmadan önce de, Gençlik Örgütü sekreteri olarak çalışmıştı. Her zaman örnek bir kişiliğe sahip olmuştu. Bir zamanlar, proleterler için açık saçık, ucuz yayın çıkartan Roman Dairesinin Porno Bölümünde çalışmak üzere seçilmişti. (Kuşkusuz çok beğenildiğinin işaretiydi bu.) Orada çalışan insanlarca, bölüm, 'gübre kulübesi' olarak adlandırılmıştı. Bu bölümde bir yıl çalışmış ve proleter gençlerin kanunsuz bir iş yap-
tıklarını sanarak el altından satın aldıkları, Dayak Öyküsü, Kız-lar Okulunda Bir Gece gibi adları olan ve mühürlü paketlerle dağıtılan kitapçıkların üretimine katkısı olmuştu.
Winston merakla, "Bu kitaplar nasıl şeylerdi?" diye sordu.
"Berbat, üstelik sıkıcıdırlar. Gerçekte topu topu altı konuları vardır, ama her defasında değiştirirler. Ben yalnızca makinelerle çalıştım, unutma ki Baştan Yazma Kurulunda değilim. Yazın yeteneğim yoktur."
Winston; bölüm başkanları dışında, Porno Bölümünde çalışanların tümünün kız olduğunu öğrenince çok şaşırdı. Kurama göre, erkekler, cinsel içgüdülerini kadınlara oranla daha az denetleyebilen kişilerdi, bu nedenle de, baştan çıkarılmalarına neden olabilecek pisliklerle uğraşmamaları gerekiyordu.
"Evli kadınların bile burada çalışmasından hoşlanmazlar," diye ekledi. "Kızları saf olarak düşünürler. Burada bir tane olmayan var, ama neyse..."
İlk aşk serüvenini on altı yaşındayken, altmış yaşındaki bir Parti üyesiyle yaşamıştı. Adam bir süre sonra tutuklanmamak için intihar etmişti. "İyi etti," diyordu Julia, "eğer sorgulansay-dı, adımı açıklayabilirdi!" O günden sonra değişik kişiler girmişti hayatına. Julia'ya göre hayat basit bir olguydu: Siz iyi vakit geçirmek istiyordunuz; 'onlar,' yani Parti, bunu önlemek istiyordu; siz de elinizden geldiğince kurallara karşı çıkıyordunuz. 'Onlar'ın zevklerinize engel olmasını, sizin yakalanmamak için çaba göstermeniz kadar doğal buluyordu. Partiden nefret ediyordu ve bunu en kaba sözcüklerle açığa vuruyordu, ama Partinin genel eleştirisinde bulunmuyordu. Kendi yaşantısına dokunmadığı sürece, Parti öğretileri onu ilgilendirmiyordu. Gündelik dile geçmiş sözcüklerin dışında, Yenikonuş kullanmazdı. Kardeşlikten söz edildiğini hiç işitmemişti ve var olduğunu kesinlikle yadsıyordu. Partiye karşı koymaya çalışan her örgüt ona göre aptalcaydı ve eninde sonunda başarısızlığa uğrayacaktı. Akıllıca olan tek şey, kuralları çiğnemek ve yaşamını sürdürmekti. Winston, acaba genç kuşaklarda onun gibi kaç kişi vardır, diye düşündü: Devrimden sonra yetişmiş, Partiyi gökyüzü gibi değiştirilmez bir şey olarak kabullenenler ve onun yetkisine karşı koymayıp yalnızca köpekten kaçan tavşanlar gibi sakı-nımlı yaşayan insanlar...
Evlenme olasılığını hiç tartışmadılar. Düşünülemeyecek kadar uzak bir hayâldi bu. Karısı Katherine'den kurtulabilse bile, hiçbir kurul evlenmelerini onaylamazdı.
"Karın nasıl biriydi?" diye sordu Julia.
"Yenikonuştaki iyi düşünce dolu sözcüğünü bilir misin? İşte öyle biriydi. Bağnaz aklından tek bir kötü düşünce geçmeyen biri."
"Bu sözcüğü bilmiyordum, ama betimlediğin insan türünü çok iyi tanırım."
Ona evlilik hayatını anlatmaya başladı, ama Julia öykünün püf noktalarını çok iyi biliyor gibiydi. Sanki görmüş ya da hissetmiş gibi; ona dokunur dokunmaz Katharine'in vücudunun kaskatı kesildiğini ve kolları onu sımsıkı kavramışken aynı zamanda onu tüm gücüyle ittiğini anlattı. Julia'yla bu tür konuları konuşmaktan çekinmiyordu: Katharine artık acı bir anıdan çok, tatsız bir geçmiş haline gelmişti.
"Eğer tek bir şey olmasaydı, onunla yaşamaya katlanabilirdim," dedi ve her hafta Katharine'in onu yaşamak zorunda bıraktığı, o duygusuz ufak törenden söz etti.
"Bu olaydan nefret ediyordu, ama yapmadan da edemiyordu. Ne ad takmıştı ona biliyor musun? Hayatta tahmin edemezsin!"
"Partiye karşı görevimiz," dedi Julia hemen.
"Nasıl bildin?"
"Ben de okula gittim canım. On altı yaşının üstündekiler için ayda bir kez konuşma yapılırdı. Gençlik örgütlerinde de. Yıllarca insanın içine işlerler bunu. Çoğu zaman da işe yarar. Ama yine de bilinmez elbette, insanlar ikiyüzlüdürler."
Konunun derinine indiler. Julia'da her şey cinselliğe dayanıyordu. O zaman çok zekice sözler çıkıyordu ağzından. Wins-ton'ın tersine, Partinin cinsel tutuculuğunun gerisindeki nedenleri bulup çıkarabiliyordu. Cinsel içgüdüler, yalnızca Partinin denetimi dışında bir dünya yarattıkları için değil, baskılandıkla-rında bir tür isteriye neden oldukları için yok edilmek isteniyorlardı. Bu psikolojik sapma, savaş tutkusuna ya da baştakilere tapınmaya yöneltilebileceği için isteniyordu. Julia bunu şöyle açıklıyordu:
"Aşk yaparken enerji harcıyorsun, sonra kendini huzurlu hissediyorsun ve her şey sana vız geliyor. İşte kendini böyle hissetmene dayanamıyorlar. Her zaman enerjiyle dolup taşmanı istiyorlar. Tüm geçit törenleri, tüm bağırıp çağırmalar, bayrak sallamalar hep kokuşmuş cinsellik. Mutlu olsan, Büyük Birader, Üç Yıllık Kalkınma Planlan, İki Dakikalık Nefret ve öteki saçmalıklar için coşkulanmana gerek kalır mı?"
Doğru söylüyor, diye düşündü Winston. İffet ve siyasal bağnazlık arasında doğrudan bir bağlantı vardı. Bir içgüdüyü bastırmadan ve bu yolla onu etken güç haline dönüştürmeden, Partinin üyelerinden beklediği korku, nefret, körü körüne inanç, nasıl istenilen düzeyde tutulabilirdi? Cinsel güdüler Parti için tehlikeliydi ve Parti, bu güdüleri, kendi yararına kullanıyordu. Aynı oyunu analık içgüdüsü için de kullanıyorlardı. Aileyi ortadan kaldırmak olanaksızdı. Bu nedenle, anne ve babaların eskisi gibi çocuklarına düşkün olmaları sağlanıyordu. Bir yandan da, çocuklar sistematik bir biçimde, anne ve babalarına karşı yetiştiriliyorlar; çocuklara, onların her şeyini gözetleyip ihbar etmeleri öğretiliyordu. Aile, Düşünce Polisinin bir uzantısı olmuştu. Bu kurum, herkesin gece gündüz, kendisini yakından tanıyan casuslar tarafından çevrili olmasını sağlayan bir araçtı.
Elinde olmaksızın Katharine'i hatırladı. Eğer düşüncelerindeki aykırılığı sezebilecek kadar akıllı olsaydı Katharine mutlaka onu Düşünce Polisine ihbar ederdi. Kendisine, Katharine'i hatırlatan gerçek neden, havanın sıcaklığı olmuştu. On bir yıl önce gene böyle bir sıcak öğleden sonra olanları, daha doğrusu, olamayanları Julia'ya anlatmaya başladı:
Evlendikten üç, dört ay sonraydı. Kent civarında yapılan bir toplu gezintide yollarını yitirmişlerdi. Ötekilerden birkaç dakika geride kaldıkları halde, yanlış bir yola sapmışlar ve kendilerini eski bir kireçtaşı ocağının önünde bulmuşlardı. Dibinde kayalar olan on beş-yirmi metrelik bir yardı burası. Çevrede yolu sorabilecekleri kimse de yoktu. Kaybolduklarının farkına varan Katharine telâşlanmıştı. Gürültücü kalabalıktan bir an bile uzaklaşmak, onun gözünde bir suçtu. Hemen geldikleri yoldan geri dönüp öteki yolu aramak istiyordu. Winston'ın gözü-
ne, aşağıdaki kaya çatlaklarında yetişen, hiç görmediği bir çiçek ilişti. Katharine'i gelip görmesi için çağırdı:
"Katharine! Şu çiçeklere bak! Diptekilere. Şu iki renkliyi görüyor musun?"
Katharine bakmak için döndü ve yardan aşağı sarktı. Winston onun biraz gerisinde duruyor, düşmesin diye sıkıca belinden tutuyordu, işte tam o sırada, ne kadar yalnız olduklarını fark etti. Çevrede tek bir canlı yoktu. Ne bir tek yaprak kıpırdıyor ne de bir kuş ötüyordu. Böyle bir yerde mikrofon olması olasılığı çok azdı; mikrofon olsa bile, yalnızca sesleri alırdı. Öğleden sonrasının en sıcak ve dingin saatleriydi. Güneş Winston'i kavuruyor, yüzünden terler akıyordu. Birden düşündü ki...
"Neden itmedin onu?" diye sordu Julia. "Ben olsam iterdim."
"Evet canım, iterdim. Ben de o zaman şu andaki kişi olsaydım ben de iterdim. Belki de itmezdim. Pek emin değilim."
"Yapmadığın için pişman mısın?"
"Evet. Pişmanım."
Tozlu döşemede yan yana oturuyorlardı. Winston, Julia'yı kendisine doğru çekti. Julia başını omzuna yaslamıştı; saçlarının güzel kokusu, güvercin pisliklerinin kokusunu bastırıyordu. Çok genç, diye düşündü Winston, hâlâ hayattan bir şeyler bekliyor ve ayakbağı olan bir insanı kayalıklardan aşağı itmenin aslında hiçbir şeyi çözümlemediğini henüz anlamıyor.
"Aslında hiçbir şey değişmezdi," dedi.
"O halde niçin pişmansın?"
"Olumluyu olumsuza yeğlerim de ondan. Oynadığımız bu oyunda, kazanmak söz konusu değil. Ama bazı yenilgiler ötekilerden daha iyidir, hepsi bu."
Julia aynı şekilde düşünmediğini belirtmek için omuzlarını silkti. Winston bu tür şeyler söylediğinde hep karşı çıkardı. Bir doğa yasası olarak bireyin sürekli yenik düştüğünü kabullenmek istemiyordu. Bir yandan kendisinin de fark edildiğini, er-geç Düşünce Polisi tarafından ele geçirileceğini ve kendisini öldüreceklerini biliyordu, ama öte yandan da, insanın istediği biçimde içinde yaşamayı sürdürebileceği gizli bir dünya yaratabileceğine inanıyordu. Gerekli olanlar; şans, kurnazlık ve yüreklilikti. Mutluluk diye bir şey olmadığını, zaferin ancak gelecekte
kazanılabileceğini ve buna ancak onlar öldükten çok sonra ulaşılabileceğini, Partiye karşı savaş ilan ettiği andan itibaren insanın kendisini ölü bilmesi gerektiğini anlamıyordu.
"Bizler ölüyüz," dedi Winston.
"Henüz değil," dedi Julia.
"Fiziksel olarak değiliz. Ama altı ay, bir yıl... belki beş yıl dayanabiliriz. Ben ölümden korkuyorum. Sen daha gençsin ve ölümden, benden daha çok korkuyor olmalısın. Elimizden geldiğince ölümümüzü geciktirmeye çalışabiliriz, ama sonuç değişmez. İnsanlar insan olarak kaldıkça, ölmek ve yaşamak bir noktada birleşirler."
"Saçma! Hangisini yeğlersin, benimle yatmayı mı, yoksa iskeletimle yatmayı mı? Yaşamaktan hoşnut değil misin? Hissetmekten değil misin? İşte bu benim; bu benim elim, bu benim bacağım. Gerçeğim, somutum, canlıyım. Bu hoşuna gitmiyor mu?"
"Evet, gidiyor."
"Öyleyse ölümden söz etmekten vazgeç. Şimdi dinle beni canım, bir dahaki buluşmamızı kararlaştırmamız gerekiyor. Ormandaki o yerimize gidebiliriz. Uzun bir ara verdik nasıl olsa. Ama bu kez oraya giderken farklı bir yol izlemeliyiz. Ben hepsini tasarladım. Yine trene bineceksin, ama bak çizeyim de gör."
Her zamanki pratikliğiyle, güvercin yuvasından bir dal çekerek, tozların üzerinde bir harita çizmeye başladı.
4
Winston, Bay Charrington'ın dükkânının üzerindeki dağınık odayı gözden geçiriyordu. Pencerenin yanındaki büyük karyola, eski yorgan ve battaniyelerle örtülmüştü. Şöminenin üzerinde eski model bir saat vardı; çalışıyordu. Köşedeki masanın üzerinde, önceki gelişinde almış olduğu cam küre duruyor; karanlıkta ışıldıyordu. Şöminenin önünde, Bay Charrington'm getirmiş olduğu bir gaz sobası, bir tencere ve iki fincan duru-
yordu. Winston sobayı yaktı ve kaynaması için, su dolu tencereyi üzerine yerleştirdi, içinde Zafer kahvesi olan bir zarf ve sakarin tabletleri getirmişti yanında. Saat on yedi-yirmiyi gösteriyordu, aslında on dokuz-yirmi olmuştu. Julia saat on dokuz otuzda gelecekti.
Çılgınlık bu, çılgınlık, diyordu içinden: Bilinçli, istemli intihar demek olan bir çılgınlık... Parti üyelerinin işleyebilecekleri tüm suçlar arasında en az gizlenebilecek olanıydı bu. İlk olarak cam küreyi aldığı zaman, kafasında silik bir düşünce olarak belirmişti. Bay Charrington odayı kiraya verirken, hiçbir güçlük çıkarmamıştı. Eline geçecek fazladan birkaç kuruş onu hoşnut etmeye yetmişti. Winston'ın odayı bir aşk serüveni için kiralamak istediğini öğrenince bile şaşırmamızı. Gözlerini uzaklara dikip sanki görünmez bir hal almıştı. Özel hayat, demişti, çok değerli bir şeydir. Herkes yalnız kalabileceği bir yer ister zaman zaman. Böyle bir yer bulduklarında da, bunu bilen başkalarının, ağızlarını sıkı tutmaları basit bir nezaket kuralıdır. Hatta ortadan kayboluyormuş gibi bir tutumla evin iki kapısı olduğunu; arkada, yan sokağa açılan avludaki kapıdan da girebileceklerini eklemişti.
Pencerenin altında biri şarkı söylemekteydi. Winston kalın perdelerin arasından kendisini göstermeden dışarı baktı. İriyarı, kollan güneşten kararmış, ıslak bir önlük takmış olan bir kadın çamaşır teknesiyle çamaşır ipi arasında gidip geliyor, çocuk bezi asıyor ve ağzı mandallarla dolu olmadığı zaman da güçlü ve kalın bir sesle şarkı söylüyordu. Tepedeki haziran güneşinin ışıkları avluyu dolduruyordu:
O umutsuz bir düştü Nisan güneşi gibi gelip geçti Ama tüm düşlerimi yıktı Kalbimi çaldı gitti
Bu ezgi birkaç haftadır Londra'nın dilinden düşmüyordu. Müzik Bölümünün bir şubesi tarafından, proleterler için hazırlanan ve hepsi de birbirinin aynı olan bir yığın şarkıdan bir tanesiydi bu. Şarkının sözleri, insan eli değmeksizin, güftekâr adı verilen bir makine tarafından yazılıyordu. Ama kadının söyle-
yişi şarkıyı güzelleştirmişti, sanki! Kadının şarkısını, ayakkabılarının taşlarda çıkardığı sesi, sokaktaki çocukların bağırışlarını, uzaklardaki trafik uğultusunu duymasına karşın, oda sessizmiş gibiydi: Çünkü odada tele ekran yoktu.
Çılgınlık bu, çılgınlık, çılgınlık! diye düşündü yeniden. Yakalanmadan önce buraya ancak birkaç hafta süresince gelebilirlerdi. Gerçekten kendilerine ait, kapalı ve yakın bir yerlerinin olması, ikisi için de dayanılmaz bir istekti. Kilise kulesindeki buluşmalarından sonra, uzun bir süre bir araya gelememişlerdi. Nefret Haftasının yaklaşması nedeniyle, iş saatleri birdenbire çoğalmıştı. Başlamasına henüz bir ay kalmasına karşın, gerektirdiği hazırlıklar herkesin sırtına fazladan iş yüklemişti. Sonunda, ikisi de aynı gün öğleden sonra izin alabilmişler ve ormandaki açıklığa gitmeyi kararlaştırmışlardı. Bir önceki gece, kısa bir süre için caddede görüştüler. Kalabalığa karışıp yürümeye başladılar. Winston her zaman olduğu gibi, Julia'ya bakamamıştı bile, ama gözucuyla şöyle bir baktığında yüzünün her zamankinden soluk olduğunu gördü.
Julia, güvenlikte olduğunu hissedince, konuştu:
"Suya düştü. Yarından söz ediyorum."
"Ne?"
"Yarın öğleden sonra gelemiyorum."
"Neden ama?"
"Bildiğin nedenle. Bu sefer erken başladı."
Bir an için iyice öfkelendi. Tanıdığı bir ay süresince, ona karşı duyduğu isteğin biçimi değişmişti. Başlarda gerçek cinsel istek yoktu içinde. İlk sevişmeleri, kararlı bir eylemdi. Ama ikinci başkaydı. Saçının kokusu, ağzının tadı, cildinin dokusu Winston'ın içine işlemişti, her yanını kuşatmıştı. Julia, onun için, yalnız istediği değil, aynı zamanda hakkı olduğunu düşündüğü fiziksel bir gereksinim olmuştu. Gelemeyeceğini söylediği zaman, Winston kendisini aldatılmış hissetti. Ama o sırada kalabalık onları birbirlerine doğru itince elleri birleşti. Julia onun parmak uçlarını sıktı çabucak; istek değil şefkat belirtiyordu bu. Winston, insan bir kadınla yaşasa, bu olay hep yinelenecektir diye düşündü. Ve Julia'ya karşı şimdiye dek hiç hissetmediği bir şefkat duydu. Julia'yla on yıldır evli olmuş olmalarını istedi. Onunla caddelerde şimdi yapmış oldukları gibi dolaşsınlar ve ev
için öteberi alsınlar istedi. En çok istediği de, cinsel ilişkide bulunmak zorunluluğu duymadan birlikte olabilecekleri bir yerlerinin olmasıydı. O sırada değil, ama ertesi gün, Bay Charring-ton'ın odasını kiralamak düşüncesi geldi aklına. Bunu Julia'ya anlattığında, o da hemen onayladı; ikisi de bunun çılgınlık olduğunu biliyorlardı. Sanki bilerek, isteyerek, mezara doğru yaklaşmaktaydılar. Karyolanın kenarında otururken, yeniden Sevgi Bakanlığının bodrumlarını düşündü. Bu dehşet, nasıl da insanın bilincinde gidip gelmekteydi! Orada, gelecekte duruyordu; doksan dokuzun arkasından yüzün gelmesi kadar kesindi, kendilerinin de gidecekleri yer orasıydı. Bundan kaçmaları olanaksızdı. Belki biraz sakınımlı olmakla olayı geciktirebilirlerdi, ama bunu bile bile, sonlarını yakınlaştırıyorlardı.
Bu sırada, merdivenlerden hızla ilerleyen ayak sesleri duyuldu ve Julia içeri daldı. Bakanlıkta zaman zaman gördüğü kaba çuval bezinden bir alet çantasını taşımaktaydı. Winston onu kollarına almaya çalıştı, ama o çabucak kurtuldu, elinde hâlâ o çanta vardı.
"Yarım saniye izin ver," dedi, "getirdiklerimi göstereyim. O pis Zafer kahvesinden mi getirdin? Biliyordum zaten. Kaldır at hepsini, ona gerek yok artık. Bak şuraya!"
Dizlerinin üstüne çöküp çantasını açtı; üst yanındaki birkaç aleti çıkardı, onların altında, düzgün bir paket duruyordu. Winston'a ilk uzattığı, ağır, kum gibi bir şeyle doluydu.
"Sakın şeker olmasın bu?" diye sordu Winston.
"Gerçek şeker elbette. Sakarin değil. İşte bu da bir somun ekmek, beyaz cinsten, o korkunç siyah şeyden değil, bir kavanoz da reçel. Bir şişe de süt. Ama asıl övüncüm bu. Etrafını bezle sarmak zorunda kaldım, çünkü..."
Söylemesine gerek yoktu, koku şimdiden odayı doldurmuştu, çocukluk günlerini hatırlatan, olağanüstü sıcacık bir koku.
"Kahve," diye mırıldandı, "gerçek kahve."
"Bu İç Parti üyelerinin kahvesi. Tam bir kilo var burada."
"Bunları nasıl ele geçirdin?"
"Hepsi İç Parti malları. O domuzların elinde olmayan şey yok. Elbette uşaklar, garsonlar onlardan tırtıklıyorlar. Bak! Küçük bir paket çay da aldım!.."
Winston, yanına çömelerek paketi köşesinden yırttı.
"Gerçek çay. Böğürtlen yaprakları değil."
"Son zamanlarda ortalıkta epey var. Galiba Hindistan'ı ele geçirdiler," dedi kayıtsızca. "Ama dinle canım. Bana biraz sırtını dönmeni istiyorum, şimdi git yatağın öbür ucunda otur. Pencereye çok yaklaşma ama. Ben söyleyinceye dek arkanı dönme."
Winston dalgın dalgın muslin perdeden dışarıya bakmaya başladı. Aşağıdaki kadın hâlâ tekneyle ip arasında gidip gelmekteydi. Ağzından iki mandal daha çıkardı ve şarkısını sürdürdü.
Zaman her şeyi alıp götürüyor diyorlar, Unutabilirsin diyorlar
Ama yılların gerisinde gözyaşları ve gülücükler. Hâlâ gönlümü hoplatıyorlar.
Şarkıyı çok iyi bildiği belliydi. Sesi yaz havasının tatlılığıy-la inip çıkıyordu, bir tür melankolik mutlulukla doluydu... Haziran havaları son bulmasa, çamaşırlar tükenmese, orada binlerce yıl boyunca çocuk bezi asıp, saçmasapan şarkılar söyleyerek mutlu yaşayacakmış gibiydi kadın. Şimdiye kadar hiçbir Parti üyesinin yalnız başına, içinden gelerek şarkı söylediğini duymamıştı. Böyle bir şey, kendi kendine konuşmak kadar tehlikeli olabilirdi. Belki de, insanların, ancak açlık sınırlarına yaklaştıkları zamanlarda söyleyecek şarkıları oluyordu.
"Şimdi dönebilirsin," dedi Julia.
Arkasını döndüğünde bir an onu tanıyamadı. Onu çırılçıplak göreceğini sanmıştı, ama çıplak değildi, Julia. Uğradığı değişiklik bundan da şaşırtıcıydı. Yüzünü boyamıştı.
Proleterler semtinde bir dükkâna girip makyaj malzemesi almış olmalıydı. Dudakları kıpkırmızı olmuştu, yanakları allanmış, burnu pudralanmıştı; gözlerinin altına bile, onları daha parlak yapan bir şey sürmüştü. Pek ustaca boyanmamıştı, ama Winston da bu işlerden pek anlamazdı zaten. Parti üyesi bir kadını yüzü boyalı olarak, daha önce ne görmüş ne de düşlemişti. Julia'nın görünüşündeki fark çok belirgindi. Uygun yerlere koyduğu birkaç renk onu daha da güzelleştirmiş, bunun ötesinde, daha da dişileştirmişti. Kısa saçları, oğlansı tulumu, bu etki-
yi daha da artırıyordu. Onu kollarına aldığında, burnuna yapay bir menekşe kokusu çarptı. Bodrum katındaki bir mutfağın alacakaranlığını ve bir kadının dişsiz ağzını hatırladı. Onun kullandığı kokuyla aynıydı bu; ama önemi yoktu.
"Parfüm de ha!"
"Evet canım, parfüm de. Gelecek sefere ne yapacağım biliyor musun? Bir yerlerden bir elbise bulup bu pis pantolonun yerine onu giyeceğim. İpek çoraplar ve yüksek topuklu ayakkabılarla dolaşacağım! Ve bu odada bir kadın olacağım, bir Parti yoldaşı değil!"
Giysilerini çıkartıp koca maun karyolaya tırmandılar. Winston, onun yanında ilk kez tümden soyunuyordu. Şimdiye kadar, beyaz ve çelimsiz bedeninden, baldırındaki varis damarlarından ve ayak bileğindeki lekeden utanmıştı. Karyolanın büyüklüğü ve yaylanması ikisini de şaşkına çevirmişti. Julia, "İçi tahtakurusu doludur, kuşkusuz," dedi. "Ama olsun." Artık ancak proleter evlerinde iki kişilik karyolalara rastlanıyordu. Winston çocukken buna benzer karyolalarda uyumuştu, ama Julia için tamamen yeniydi.
Biraz sonra ikisi de uykuya daldılar. Winston uyandığı zaman, saat dokuzu gösteriyordu. Kıpırdamaya cesaret edemedi, çünkü kolu Julia'nın başının altındaydı. Yüzündeki boyanın büyük bölümü Winston'ın yüzüne ve yastığa bulaşmış olmasına karşın, elmacık kemiklerindeki bir parça kırmızılık güzelliğini ortaya çıkarmaya yetiyordu. Batan güneşin son ışıkları, yatağın kenarına vurmuş, suyun fokur fokur kaynadığı ocağı aydınlatmıştı. Avludaki kadın artık şarkı söylemiyordu, ama sokaktaki çocuk sesleri hâlâ duyulmaktaydı. Eskiden bir kadınla bir erkeğin akşam serinliğinde çırılçıplak yan yana uzanmaları, istedikleri zaman sevişmeleri, istedikleri zaman söyleşmeleri, yataktan kalkmak için bir zorunluluk duymamaları, orada rahatça uzanıp dışarıdan gelen sesleri dinlemeleri olağan şeyler miydi acaba? diye düşündü. Böyle bir zaman olamazdı. Julia uyandı, gözlerini ovuşturdu, dirseği üzerinde doğrularak ocağa baktı.
"Suyun yarısı buharlaşmış," dedi. "Kalkıp kahveyi hazırlayayım. Bir saatimiz var. Dairende ışıkları ne zaman söndürüyorlar?"
"Yirmi üç otuzda."
"Yurtta yirmi üçte söndürürler. Ama oraya daha önce varmalıyım çünkü- Hey! Defol buradan pis hayvan!"
Ansızın yataktan doğruldu, yerden bir ayakkabı alıp o sabah İki Dakikalık Nefret sırasında Goldstein'a sözlüğü fırlatışını hatırlatan erkeksi bir hareketle odanın köşesine savurdu.
Winston şaşırmıştı; "Ne oluyor?" diye sordu.
"Bir fare. Duvarın dibindeki delikten başını çıkarmıştı. Vuramadım, ama iyice korkuttum sanırım."
"Fare mi, bu odada mı?"
Julia umursamaz bir tavırla, yeniden yatarken, "Yalnız bu oda değil, her yer fareyle dolu. Bizim yurttaki mutfakta bile var. Londra'nın bazı kesimleri fareden geçilmiyor. Çocuklara saldırdıklarını biliyor musun? Evet, öyle. Bazı yerlerde kadınlar bebeklerini iki dakika bile yalnız bırakamıyorlar. Bunu yapanlar büyük kahverengi olanları. En iğrenç şey bu hayvanların..."
"Yeter!" dedi Winston. Gözlerini sımsıkı kapamıştı.
"Canım! Sarardın. Ne oldu? İçini mi bulandırdım?"
"Yeryüzünün en iğrenç yaratığı-fare!"
Julia ona sımsıkı sarıldı, bedeninin sıcaklığıyla ona cesaret vermek ister gibi kolları ve bacaklarıyla sardı. Winston gözlerini hemen açamadı. Birkaç saniye süreyle sık sık gördüğü kâbusu yeniden yaşamıştı. Hep aynı şeydi: Kapkaranlık bir duvarın önünde duruyordu ve duvarın öte yanında görmeye dayanamayacağı bir şey vardı. Düşünün kendisinde bıraktığı duygu, kendi kendisini aldattığıydı, çünkü orada ne olduğunu biliyordu. Beyninin bir parçasını söküp alır gibi, öldürücü bir çabayla, bunu açığa çıkarabilirdi, ama her zaman onun ne olduğunu bulamadan uyanırdı: İşte Julia'yı susturduğunda, onun sözünü ettiği şöyle bir bağlantısı vardı bu düşün.
"Özür dilerim," dedi. "Geçti bile. Fareleri sevmem, hepsi bu."
"Üzülme canım, onlardan kurtuluruz. Ayrılmadan önce deliği tıkarım. Bir dahaki gelişimizde de alçı getirir, iyice sağlamlaştırırım."
Şimdiden, o kapıldığı korkunun şiddeti azalmıştı. Kendisinden biraz utanarak yatakta doğruldu. Julia kalkmış; tulumunu giymiş, kahveyi hazırlamıştı. Çıkan koku o kadar keskin ve bayıltıcıydı ki, kimse duyup kuşkulanmasın diye pencereyi ka-
pattılar. Yıllardır sakarin kullandığı için unuttuğu şekerli kahvenin ipeksi kıvamı çok güzel geldi! Julia, bir eli cebinde, öteki elinde reçelli ekmeği, odanın içinde dolaşıp eşyaları inceliyordu; kitaplık, eski koltuk, saat... Cam küreyi aydınlıkta incelemek için karyolanın yanına geldi. Winston, camın yumuşak, yağmur damlasına benzer görüntüsünden her zamanki gibi büyülenerek, onu Julia'nın elinden aldı.
"Nedir bu acaba?" diye sordu Julia.
"Bir şey değildir herhalde! Yani bir işlevi olduğunu sanmıyorum. Bu yüzden seviyorum onu. Değiştirmeyi unuttukları bir tarih parçası. Eğer insan okuyabilse, yüzyıl öncesinden bir bildiri."
Julia karşı duvardaki resmi gösterdi. "Yüzyıllık var mıdır dersin?"
"Daha da eskidir. Belki iki yüzyıllık. Hiçbir şeyin yaşı saptanamıyor artık."
Julia incelemek için yaklaştı, "Fare burnunu buradan çıkarmıştı," dedi, resmin altındaki deliği göstererek. "Neresi burası? Hiç yabancı gelmiyor."
"Bir kilise ya da eskiden öyleymiş. Adı St. Clement Da-nes'miş!" Bay Charrington'ın ona öğrettiği dizeler yeniden canlandı belleğinde; yarı üzgün bir sesle ekledi:
"Portakal der, limon der St. Clements'in çanları!" Julia bıraktığı yerden sürdürünce çok şaşırdı: "Bana üç farthing borcun var der, St. Martin'in çanları. Ne zaman ödüyorsun der, Old Bailey'in çanları." "Sonrasını hatırlamıyorum. Ama şöyle bitiyor: Seni yatırmaya bir mum geliyor, başını kesmeye cellât geliyor!"
Bir bütünün yarımlarıydılar. Ama Old Bailey'den sonra bir dize daha olmalıydı. Belki onu, Bay Charrington'ın belleğinden söküp çıkarabilirlerdi. "Kim öğretti bunu sana?"
"Dedem, küçük bir kızken söylerdi bana. Ben sekiz yaşındayken buharlaştırıldı ya da kayboldu, neyse. Limon nedir öğrenmek isterdim," diye ekledi ardından. "Portakalı biliyorum. Sarı, kalın kabuğu olan yuvarlak bir meyve." "Ben limonu hatırlıyorum," dedi Winston.
"Ellili yıllarda oldukça yaygındı. O kadar ekşiydi ki, kokusu bile insanın dişlerini kamaştırırdı."
"Resmin arkası tahtakurusu doludur, mutlaka," dedi Julia. "Bir gün çerçeveyi indirip iyice temizlerim. Ayrılma zamanımız geldi sanırım. Yüzümdeki boyaları yıkayayım. Ne sıkıcı! Sonra da senin yüzündekileri çıkartırım."
Winston hemen kalkmadı. Oda kararıyordu. Işığa dönerek cam küreye bakmaya koyuldu. İnsanın sürekli ilgisini çeken şey, mercan parçası değil, camın kendisiydi, içinde inanılmaz bir derinlik vardı, ama hava kadar da saydamdı. Camın yüzeyi, küçük bir dünyayı ve atmosferini içeren bir gökyüzü parçası gibiydi. İçine girebilirmiş gibi bir duygu uyandı içinde. Aslında maun karyola, saat ve resimle birlikte o yuvarlak camın içindeydi. Cam, bulundukları oda, mercansa, camın ortasında, Ju-lia'nın ve kendisinin, sonsuzluk içinde belirlenmiş yaşamlarıydı.
5
Syme ortadan kaybolmuştu. Bir sabah işine gelmemişti; bazı düşüncesiz kişiler yokluğu üzerinde yorumda bulundular. Ertesi gün, kimse ondan söz etmedi. Üçüncü gün, Winston, Arşiv Dairesinin kapısındaki duyuru levhasına gidip baktı. Orada çeşitli kâğıtlar arasında, Satranç Kurulu üyelerinin bir listesi de vardı. Syme da üyelerden biriydi. Liste aynı gibiydi, hiçbir şey çizilmemişti, ama bir ad eksikti. Bu yeterliydi. Syme artık yoktu ve hiçbir zaman var olmamıştı.
Hava her yanı yakıp kavuruyordu. Bakanlıkta, penceresiz, soğuk hava tesisatlı odalar, normal ısılarını koruyorlardı, ama dışarıda kaldırımlar insanın ayaklarını kavuruyordu, kalabalık saatlerde metrolardaki pis koku katlanılmaz oluyordu. Nefret Haftasına hazırlıklar yoğun şekilde sürdürülüyordu; tüm bakanlıkların kadroları çalışma saatlerinin çok dışına çıkmaktaydılar. Mitingler, geçit törenleri, konuşmalar, film ve tele ekran programları düzenlenecek, tribünler kurulacak, sloganlar uydu-
rulacak, şarkılar bestelenecek, söylentiler yayılacak, resimler çekilecekti. Julia'nın Roman Dairesindeki bölümü roman yazma işini bırakmış, hızla vahşet broşürleri üretiyorlardı. Winston her günkü işine ek olarak, Times'ın eski basımlarını gözden geçirip bazı makaleleri değiştiriyor, eklemeler yapıyordu. Bunlar daha sonra verilecek söylevlerde yinelenecekti. Gece geç saatlerde, kalabalık bir proleter topluluğu caddelerde bağırıp çağırdı, kent ateşli bir gece geçirdi. Roket bombaları daha sık düşmeye başlamıştı ve uzaklarda kimsenin açıklayamadığı, ama hakkında çeşitli söylentiler dolaşan büyük patlamalar oluyordu.
Nefret Haftasının yeni şarkısı (Nefret sarkışıydı adı) şimdiden bestelenmişti ve tele ekranda sürekli çalınmaktaydı. Müzik denilemeyecek, davul çalındığını düşündüren ilkel bir marştı. Düzenli ayak sesleri eşliğinde yüzlerce ses tarafından söylenmesi insanda dehşet uyandırıyordu. Proleterler bundan çok hoş-lanmışlardı, geceyarıları caddelerde, hâlâ tutulan şarkı, "O umutsuz bir düştü" ile yarışıyordu. Parsons'ların çocukları, bir tarak ve kâğıtla gece gündüz bu şarkıyı çalıyorlardı, dayanılmaz olmuştu artık. Winston'ın geceleri, eskisinden çok doluydu. Parsons'ın düzenlediği gönüllü gruplar, sokağı Nefret Haftasına hazırlıyorlardı; posterler, bildiriler asılıyor, çatılara bayraklar dikiliyor ve flamaların asılması için yapılar arasına teller çekiliyordu. Parsons, Zafer Konağının dört yüz metre yüksekliğindeki flamasıyla çok övünüyordu. Tam istediği işe kavuşmuştu, çocuk gibi sevinçliydi. Sıcak ve yaptığı iş, ona kısa pantolon ve açık gömlek giyme fırsatı vermişti. Her yana yetişiyor; itiyor, çekiyor, çakıyor, testereyle kesiyor, herkese yoldaşça sözlerle güç veriyor ve bunları yaparken bedeninin her noktasından keskin kokulu bir ter yayılıyordu.
Londra'nın her yanında ansızın yeni bir poster belirmişti. Yazısı yoktu, yalnızca makineli tüfeğini kalçası düzeyinde tutmuş, koca çizmeleri olan, Moğol yüzünde hiçbir anlatım bulunmayan bir Avrasyalı askeri yürürken gösteren üç dört metre boyunda bir resimdi bu. Postere ne yandan bakarsanız bakın, makineli tüfeğin kendinize doğru çevrildiğini hissediyordunuz. Kentin duvarlarında ne kadar boş yer varsa bu posterlerle doldurulmuştu; öyle ki, sayıları Büyük Biraderin posterlerini bile geçmişti. Genelde savaşı önemsemeyen proleterler arasında yo-
ğun bir yurtseverlik propagandası başlamıştı. Bu havayı desteklemek ister gibi, roket bombaları her zamankinden daha çok insan öldürüyordu. Bir tanesi Sterney'deki bir sinemaya düşmüş, enkaz altında birkaç yüz kişi yaşamlarını yitirmişlerdi. Tüm çevre halkı bunların saatlerce süren, görkemli cenaze törenine katıldılar. Tören, haksızlığı protesto amacıyla yapılan bir toplantı niteliğindeydi. Başka bir bomba, çocuk bahçesi olarak kullanılan boş bir alana düşerek, birkaç düzine kadar çocuğun ölümüne neden oldu. Bunun üzerine öfkeli gösteriler yer aldı. Goldstein'ın resimleri yakıldı; Avrasyalı asker posterlerinden yüzlercesi yırtılıp alevlere atıldı. Bu arada, kargaşalık sırasında bazı dükkânlar yağmalandı. Derken roket bombalarının düşman casusları tarafından telsizlerle yönetildiği söylentisi çıktı ortaya. Onun üzerine, yabancı asıllı olduklarından kuşkulanılan yaşlı bir karı-kocanın evi ateşe verildi ve ikisi de dumanlar arasında can verdi.
Bay Charrington'ın dükkânının üzerindeki odaya gidebildikleri zaman, Winston ve Julia serin olsun diye soyunup açık pencerenin yanında yatıyorlardı. Fare bir daha geri gelmemişti, ama tahtakuruları sıcaklarla birlikte daha da çoğalmışlardı. Ama önemsemiyorlardı, orası kirli de olsa, temiz de olsa, onların cennetiydi. Oraya varır varmaz her tarafa karaborsadan aldıkları biberleri ekiyorlar, giysilerini çıkartıp terli bedenleriyle saatler boyunca sevişiyorlar, sonra da uykuya dalıyorlardı. Uyandıklarında, tahtakurularını karşı saldırıya geçmeye hazır buluyorlardı.
Haziran ayı süresince dört, beş, altı, yedi kez buluşmuşlardı. Winston olur olmaz zamanlarda cin içmeyi bırakmıştı. Buna gereksinim duymuyordu artık. Kilo almış, varis ağrıları dinmiş, sabahlan gelen öksürük nöbetlerine tutulmaz olmuştu. Hayatı dayanılmaz olmaktan çıkmıştı, artık tele ekrana dil çıkarmak ya da avazı çıktığı kadar bağırarak küfretmek gelmiyordu içinden. Güvenli bir köşeleri olduktan sonra, arada sırada, ancak iki saat için bile olsa buluşabilmeleri güç gelmiyordu. Önemli olan ıvır zıvır dükkânı üstündeki o odalarının var olmasıydı. Onun orada olduğunu bilmek, içinde olmakla bir gibiydi. Odaları kendi başına bir dünyaydı; soyu tükenmiş hayvanların dolaştığı, geçmişin bir parçası... Winston için, Bay Charrington da soyu tü-
kenmiş bir hayvandı. Genellikle yukarı çıkmadan önce birkaç dakika durup Bay Charrington'la söyleşirdi. Yaşlı adam pek dışarı çıkmazdı, neredeyse hiç müşterisi yoktu. Ömrü ufak, karanlık dükkânla; daha da küçük olan, yemeklerini hazırladığı, içinde başka eşyalarla birlikte eski kocaman bir gramofonun durduğu mutfakta geçiyordu. Winston'ın kendisiyle konuşmasından memnun kalıyordu. Değersiz eşyalarının arasında, uzun burnuyla, kalın gözlükleriyle ve kadife ceketinin içindeki düşük omuzlarıyla dolaşırken, bir tüccardan çok bir koleksiyoncuyu andırıyordu. Soluk bir coşkuyla Winston'a ıvır zıvır eşyaları gösterir dururdu-porselen bir şişe kapağı, eski bir enfiye kutusunun boyalı kapağı, çok eskiden ölmüş bir bebeğin saçının içinde durduğu kilitli bir kutu gibi-hiçbir zarar ondan bunları satın almasını istemezdi, yalnızca beğensin yeterdi. Onunla söyleşmek, eski bir müzik kutusunu dinlemek gibiydi. Belleğinin köşesinden bir iki unutulmuş tekerlemeyi daha çıkarmıştı. Bunlardan bir tanesi kuşlar, biri kırık boynuzlu bir sığır, biri de zavallı Cock Robin'in ölümü hakkındaydı. "İlgilenirsin diye düşündüm," derdi çekingen bir tebessümle, unutulmuş birkaç dizeyi ona söylemeden önce. Ama her tekerlemenin en çok birkaç dizesini hatırlayabiliyordu.
Her ikisi de, bu durumun uzun sürmeyeceğini biliyorlardı... belleklerinden çıkmıyordu bu. Bazen başlarının üstünde gezinen ölümü çok yakından duyuyorlar ve cehennemde yanmak zorunda bırakılacak ruhların saatin gelmesine beş dakika kala zevkleri son bir kez tatmak istemeleri gibi, umarsız bir istekle birbirlerine sarılıyorlar, ayrılmıyorlardı. Bazen yalnız güven içinde oldukları değil, bunun sürüp gideceği umudu uyanıyordu içlerinde. O odada oldukları sürece, kendilerine hiçbir zarar gelmeyeceğini hissediyorlardı. Oraya varmaları güç ve tehlikeliydi, ama odanın kendisi bir sığınaktı. Winston, cam küreye bakarak tutuklanma saatleri geldiğinde, bu camdan dünyanın içine girmelerinin olası olduğunu düşlüyordu. Çoğu zaman bir kaçış yolu olarak hayâllere sığınıyorlardı. Şansları yaver gidecek ve ömür boyu bu düzeni sürdüreceklerdi. Ya da Katharine ölecek, onlar da ustaca birtakım oyunlarla evleneceklerdi. Ya da birlikte intihar edeceklerdi. Ya da ortadan kaybolup yüzlerini değişti-
recek, proleter şivesiyle konuşmayı öğrenecek, bir fabrikada iş bulup hayatlarını bir ara sokakta sürdüreceklerdi. Ama hepsi saçmaydı, çok iyi biliyorlardı. Gerçekte tek bir kurtuluş yolu yoktu. Kendileri için tek olası yol olan intiharı gerçekleştirmeyi gerçekten düşünmüyorlardı. Geleceği olmamasına karşın, bu durumu sürdürmek, hava olduğu sürece soluk almak gibi içlerindeki en güçlü içgüdüydü.
Bazen, Partiye karşı bir başkaldırıyı da düşünüyor, ama buna nasıl kalkışacaklarını kestiremiyorlardı. Efsanevî Kardeşlik varsa bile, bu örgüte nasıl gireceklerdi? O'Brien'la kendisi arasında bulunan ya da bulunuyormuş gibi görünen yakınlıktan; ve bir gün O'Brien'ın yanına çıkıp Partiye karşı olduğunu söylemek ve onun yardımını istemek düşüncesinden söz etti Ju-lia'ya. Garip, ama bu davranış aptalca görünmedi Julia'ya; insanları yüzlerine bakarak yargılamaya alışıktı ve Winston'ın, gözlerindeki bir anlık pırıltı sonucu, O'Brien'a güvenmesini doğal karşılıyordu. Üstelik, büyük çoğunluğun Partiden nefret ettiğine ve kendilerine zarar gelmeyeceğini bilseler, kuralları çiğneyebilecekleri ne inanıyordu. Ama Partiye karşı, geniş bir örgüt olduğuna inanmıyordu. Goldstein ve yeraltı ordusu hakkında anlatılan masalların, Parti tarafından kendi amaçları için uydurulmuş ve insanın inanıyormuş gibi görünmesi gereken saçmalıklar olduğunu söylüyordu. Julia, sayısız Parti toplantısında, adlarını ömründe hiç duymadığı ve suçlu olduklarına kesinlikle inanmadığı kimselerin idam edilmeleri için bağırmış; halk mahkemelerinin olduğu sıralarda sabahtan akşama dek mahkeme binasını sararak, "Hainlere Ölüm!" diye bağıran gençlik örgütlerinde yer almıştı. İki Dakikalık Nefret sırasında Goldste-in'a hakaret yağdırmakta herkesi bastırmıştı, ama bütün bunlara karşın, Goldstein'ın kimliği ve neyi savunduğu hakkında pek bir şey bilmiyordu. Devrimden sonra yetişmiş olduğu için, 1950 ve 1960 yıllarındaki ideolojik savaşımları anımsamıyor, bağımsız siyasal hareket diye bir şeyi aklı almıyordu. Zaten Partiyi yenmek olanaksızdı. O her zaman var olacak ve hiç değişmeyecekti. Ona başkaldırmak, ancak gizli karşı çıkmalar ya da birisini öldürmek, bir şeyi havaya uçurmak gibi tek tek şiddet eylemleriyle gerçekleşebilirdi.
Bazı konularda Winston'dan daha akıllıca düşünüyor ve Parti propagandasına daha güç kanıyordu. Bir gün Winston Avrasya'yla süren savaştan söz ettiğinde, savaş filan olmadığı görüşünde olduğunu söyleyip Winston'ı çok şaşırtmıştı. Her gün Londra'dan patlayan roket bombaları, özellikle Okyanusya hükümeti tarafından, halkı korku ve baskı altında tutmak amacıyla atılıyordu. Bu olasılık, Winston'ın aklına hiç gelmemişti. Julia, İki Dakikalık Nefret sırasında gülmemek için kendini zor tuttuğunu söylemişti. Parti öğretilerine, ancak kendi yaşantısına dokunduğu sürece başkaldırıyordu. Resmi mitolojileri, kendisi için doğru ve yalan ayrımı önemli önemli olmadığı için, kolaylıkla onaylamaktaydı. Örneğin, kendisine okulda öğretildiği gibi, uçakların Parti tarafından icat edildiğine inanıyordu. (Winston'm okul yıllarında Parti, helikopterleri icat ettiğini ileri sürüyordu, buna Julia'nın okul yıllarında uçaklar da eklenmişti, herhalde bir sonraki kuşağa, buharlı makinelerin de Parti buluşu oldukları öğretilecekti) Julia'ya, o doğmadan çok önce uçakların var olduğunu söylediyse de, bu onu hiç ilgilendirmedi. Uçağı kimin bulduğu önemli midir ki? Ama Winston'i en çok şaşırtan, Okyanusya'nın dört yıl önce Avrasya'yla barış içinde olduğunu ve Doğu Asya'yla savaştığını hatırlamamasıydı. Julia, düşmanın ad değiştirdiğini fark etmemişti. "Ben her zaman Avrasya'yla sava|tığımızı sanıyordum," demişti. Winston'i ürküttü bu. Uçağın icadı onun doğumundan önceydi, ama düşmanın değişmesi henüz dört yıl önce gerçekleşmişti. Belki on beş dakika kadar onunla konuştuktan sonra, Julia'ya bir zamanlar düşmanın Doğu Asya olduğunu hatırlatabildi. Ama o yine de, "Ne önemi var bunun," diyordu. "İkisi de savaş değil mi? Zaten verdikleri haberlerin hepsi uydurma."
Bazen Julia'ya Arşiv Dairesindeki düzenbazlıklardan söz ederdi. Bu tür şeyler onu dehşete düşürmüyordu. Yalanların gerçek olması onda, ayaklarının dibinde bir uçurumun açıldığı duygusunu uyandırmıyordu. Winston, ona Jones, Aaronson ve Rutherford'dan ve bir zamanlar parmakları arasında tutmuş olduğu resimden söz etti. Julia bunu pek önemsemedi, hatta başta neden söz ettiğini bile anlayamadı.
"Onlar arkadaşların mıydı?" diye sordu.
"Hayır, onları tanımıyordum. İç Parti üyeleriydiler. Üstelik benden çok yaşlıydılar. Devrimden önceki günlerin adamlarıydılar. Kendilerini bir kez uzaktan görmüştüm, o kadar."
"O halde neden üzülüyorsun? Öldürülen yalnız onlar değil ya?"
Winston açıklamaya çalıştı: "Bu farklı bir durum. Konu yalnızca birinin öldürülmesi değil. Geçmişin yok edildiğini fark etmiyor musun? Eğer geçmiş yaşıyorsa, ancak şu yuvarlak cam gibi işe yaramaz, unutulmuş nesnelerde yaşıyor. Daha şimdiden, Devrim ve Devrim öncesi günler hakkındaki bilgimiz sıfır. Tüm kayıtlar yok edildi ya da değiştirildi, her kitap baştan yazıldı, her resim yeniden boyandı, her heykele, caddeye ve yapıya yeni adlar takıldı, her tarihçe değiştirildi. Ve bu işlem günün her dakikasında aynen sürüp gidiyor. Tarih durdu. Partinin her zaman haklı göründüğü şu andan başka bir şey kalmadı. Ben geçmişin değiştirildiğini biliyorum, ama değişikliği kendim yaptığım zaman bile, bunu kanıtlamam olanaksız. Bir şey yapıldıktan sonra geride bir kanıt bırakılmıyor. Tek kanıt kendi kafamın içinde, ama anılarımı paylaşan başka bir kişinin bulunduğundan da emin olamıyorum. Hayatım boyunca yalnız bir kez elime somut, gerçek bir kanıt geçmişti. Olay olduktan yıllar sonra."
"Peki ne işe yaradı?"
"Hiçbir işe yaramadı. Çünkü elime geçtikten birkaç dakika sonra attım onu. Bugün aynı şey olmuş olsaydı, saklardım oysa."
"Ben olsam, saklamazdım!" dedi, Julia. "Tehlikeleri kolaylıkla göze alırım, ama yalnız değerli şeyler için, yoksa bir gazete parçası için değil. Eğer saklamış olsan, ne yapacaktın onunla?"
"Belki önemli bir şey yapamazdım. Ama yine de somut bir kanıttı. Cesaret edip gösterebilseydim, birkaç kişide kuşku uyandırabilirdim. Kendi hayatımız süresince bir şey değiştirebileceğimizi sanmıyorum. Ama küçük başkaldıran gruplar birleşip büyüyebilir ve bizden sonra gelen kuşaklar, bizim bıraktığımız yerden devam edebilir."
"Gelecek kuşak beni ilgilendirmiyor. Tek ilgilendiğim kendimiz."
"Sen yalnızca belden aşağınla başkaldırıyorsun."
Julia bunu çok zekice buldu; Winston'ın boynuna sarılıp uzun uzun güldü.
Parti öğretilerinin dallanmalarına karşı en ufak bir ilgisi yoktu. Ne zaman İngsos ilkelerinden, çiftdüşünden, geçmişin değiştirilmesinden, nesnel gerçeklikten ve Yenikonuşun kullanımından söz etse, sıkılır, kafası karışır ve bu tür şeyleri önemsemediğini söylerdi. İnsan hepsinin saçma olduğunu bildikten sonra, ne diye kafasını yorsun bu gibi şeylere? Ne zaman alkışlaması, ne zaman yuhlaması gerektiğini biliyordu. Winston, bu tür konularda konuşmakta ısrar ederse, genellikle uyur kalırdı. Her konumda, her zaman uykuya dalabilen bir insandı. Winston konuşurken, siyasal bağnazlığın ne demek olduğunu bilmediği için, Julia'nın Partiye bağlı görünmesinin çok daha kolay olduğunu düşündü. Bir bakıma Partinin görüşlerine sıkı sıkıya bağlı olanlar, onu anlama yeteneği olmayan insanlardı. Bunlar kendilerinden istenilen şeyin saçmalığını anlamadıkları, olup bitenleri kavrayacak kadar günlük olayları izlemedikleri için, gerçeğe en karşıt şeyleri bile kabullenebiliyorlardı. Her şeyi yutuyorlar ve bu yuttukları onlara zarar vermiyordu. Çünkü içlerinde bir iz bırakmıyordu. Tıpkı bir mısır tanesinin kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi.
6
Sonunda gerçekleşti. Beklediği haber geldi. Ömrü boyunca bunu beklemiş gibiydi.
Bakanlıktaki uzun koridorda yürüyordu. Julia'nın kâğıdı eline sıkıştırdığı yere gelmişti ki, peşi sıra iriyarı birinin yürüdüğünü fark etti. Arkasındaki, konuşmaya başlayacağını belirtmek için hafifçe öksürdü. Winston birden durarak, geri döndü. O'Brien'dı bu.
Sonunda yüz yüze gelmişlerdi, ama o anda istediği tek şey oradan kaçmaktı. Kalbi güm güm atıyordu. Konuşacak durumda değildi. Ama O'Brien, ahbapça bir tutumla Winston'ın kolu-
na dokundu ve birlikte yürümeye başladılar. O'Brien kendisini diğer İç Parti üyelerinden ayıran ciddi ve kibar tutumuyla konuşmaya başladı.
"Sizinle konuşmak için fırsat kolluyordum," dedi. "Geçen gün, Times'da. yazdığınız Yenikonuş makalelerinizden birini okudum. Yenikonuş'a karşı bilimsel bir ilginiz var, sanıyorum."
Winston kendisine gelmişti, biraz. "Pek bilimsel sayılmaz," dedi. "Amatörce bir ilgi. Konum değil. Dilin kuruluşuyla hiçbir ilgim olmadı."
"Ama yine de çok ustaca yazıyorsunuz," dedi O'Brien. "Bu, yalnız benim düşüncem değil. Uzman olan bir arkadaşınızla da bu konuyu konuştum. Şimdi o arkadaşın adı belleğimde değil."
Winston'ın kalbi yeniden sıkıştı. Bu Syme'dan açıkça söz edilmesiydi. Ama Syme artık bir ölü bile değil, bir yok kişiydi de. Ondan böyle açıkça söz etmek insanın başına iş açabilirdi. O'Brien'ın sözleri bir işaret, bir parola olmalıydı. İşlediği bu düşünce suçu her ikisini suç ortağı yapıvermişti. Koridorda yavaş yavaş yürümekteydiler. O'Brien, insanca garip ve savunmaz, ama dostça gelen bir hareketle gözlüklerini düzeltti. Ve sonra konuşmasını sürdürdü:
"Söylemek istediğim şuydu aslında, makalenizde kullanımdan kalkmış iki sözcük kullanmışsınız. Ama değişiklik çok yakın zaman önce oldu. Yenikonuş sözlüğünün onuncu baskısını gördünüz mü?"
"Hayır," dedi Winston. "Henüz basıldığını sanmıyordum. Arşiv Dairesinde hâlâ dokuzuncu baskısını kullanıyoruz."
"Onuncu baskı birkaç ay sonra çıkacak, sanırım. Ama kısıtlı bir miktarda dağıtıldı. Bende bir tane var. Bakmak ister miydiniz?"
"Elbette," dedi Winston, olayın nereye vardığını anlamıştı.
"Yeni gelişmelerin bazıları çok ilginç. Sizi gerçekten ilgilendirecek olan, fiil sayısındaki azalma sanırım. Nasıl yapalım? Sözlüğü size bir haberciyle mi göndereyim? Ama böyle şeyleri hiç aklımda tutamam. Belki size uygun bir zamanda, evime uğrayıp alabilirsiniz? Bekleyin size adresimi vereyim."
Bir tele ekranın önünde duruyorlardı. O'Brien dalgın dalgın ceplerini yoklayarak, deri kaplı bir cep defteri ve altın bir dolmakalem çıkardı. Tele ekranın tam altında, ekranın öte yanındaki kişi ne yazdığını görebilecek gibi bir noktada duruyorlardı, O'Brien adresini çiziktirdi, sayfayı yırtarak Winston'a
uzattı.
"Akşamlan genellikle evde olurum," dedi. "Eğer ben yok-sam, uşağım size sözlüğü verir."
Winston'ı, bu kez saklamak zorunda olmadığı bir kâğıt parçasıyla bırakıp ayrılmıştı. Yine de, Winston yazılanları dikkatle ezberledi ve birkaç saat sonra başka birtakım kâğıtlarla bellek deliğine attı.
Ancak birkaç dakika konuşmuşlardı. Bu durumlar yalnızca bir tek şeye yorulabilirdi. O'Brien'ın, adresini Winston'a vermek için hazırladığı bir oyundu bu. Ama gerekliydi, çünkü birinin nerede yaşadığını başka türlü öğrenmek olanaksızdı. Telefon rehberi diye bir şey yoktu. "Eğer bir gün beni görmek istersen bu adresten arayabilirsin," demek istemişti O'Brien ona. Belki de sözlüğün içinde bir haber iletecekti ona. Ne olursa olsun, kesin olan tek şey, düşünü kurduğu gizli örgüt vardı ve onunla ilişkiye geçmişti.
Ergeç O'Brien'ın çağrısına gidecekti. Belki yarın, belki de uzun bir süre sonra, bilemiyordu. Yıllar önce başlanmış olan bir işlemi sürdürecekti. İlk adımı, kafasında beliren düşünceler; ikinci adımı, günlük tutmak olmuştu. Düşüncelerden sözcüklere ve şimdi de sözcüklerden eyleme geçiyordu. Son adım, Sevgi Bakanlığında yer alacaktı. Bunu şimdiden kabullenmişti. Bu işin sonucu başlangıcındaydı. Biraz ürkütücüydü, daha doğrusu, ölümün önceden tadını almak ve daha az canlı olmak gibi bir şeydi. O'Brien'la konuşurken, sözcüklerin anlamını kavradıkça, bedenini bir ürperti sarmıştı. Bir mezarın nemli havasına giriyormuş gibi oldu; bu mezarın kendisini beklediğini hep bilmesine karşın, yine de rahatsız edici bir duyguydu bu.
7
Winston gözleri yaşlarla dolu uyanmıştı. Julia uykulu, ona doğru döndü, "Ne oldu?" diye sordu, mırıldanır gibi bir sesle.
"Düş gördüm," dedi Winston ve sonra sustu. Sözlerle anlatılamayacak kadar karışıktı. Uyandıktan sonra birkaç dakika kadar düşün kendisinin ve onda bıraktığı anıların etkisi altında kaldı.
Hâlâ gördüğü düşün içinde gibiydi; gözleri kapalı yatakta uzanıyordu. Yağmurdan sonra bir yaz akşamında pırıl pırıl bir kır görüntüsü gibi, bütün hayatına ışık tutan bir düştü bu. Tamamı bir cam kürede geçiyordu, ama camın yüzeyi gökkubbey-di, içiyse, insanın uçsuz bucaksız yerleri görebildiği, ışığa boğulmuş bir yerdi. Düşün bir bölümü, annesinin bir zamanlar yapmış olduğu; otuz yıl sonra dünya haberlerinde izlediği Yahudi kadının da yinelediği bir kol hareketiydi. Helikopterden atılan kurşunlarla ikisi de delik deşik olmadan önce, kadının çocuğunu korumak isterken yaptığı hareketti bu.
"Biliyor musun?" dedi Winston, "şu an'a kadar hep annemi benim öldürdüğümü düşünmüştüm."
"Onu neden öldürdün?" diye sordu Julia uykulu uykulu. "Onu öldürmedim. En azından fiilen." Düşünde annesinin onu son gördüğü biçimiyle canlanması başka anıları da çağrıştırdı. Yıllar boyunca belleğinden kovmuş olduğu bir anıydı bu. Tarihi tam olarak hatırlamıyordu, ama olay yer aldığından en azından on, hatta on iki yaşında olmalıydı.
Babası, tam ne zaman olduğunu pek anımsayamıyordu, ama çok daha önceleri ortadan kaybolmuştu. Belleğinde kalanlar, sık sık olan hava saldırıları, metroya sığınmaları, dört bir yandaki yıkıntılar, sokak köşelerine asılan, hiçbir şey anlamadığı bildiriler, aynı renk gömlekler giyen delikanlıların çeteleri, fırın önlerindeki uzun kuyruklar, uzaktan gelen makineli tüfek sesleri, en çok da besin sıkıntısıydı. Öteki çocuklarla lahana yaprağı, patates parçalan, ekmek kırıntıları bulmak için çöp kutularını karıştırdığını, hatta sığır yemi taşıyan kamyonların geç-
tiği bozuk yollarda durup küspe kalıntıları toplamaya çalıştığını hatırladı.
Babası ortadan kaybolduğunda, annesi ne büyük bir şaşkınlık, ne de üzüntü göstermişti, ama üzerine büyük bir değişiklik gelmişti. Bütünüyle ruhsuzlaşmış gibiydi. Winston bile, onun kaçınılmaz bir olayı beklemekte olduğunu fark etmişti. Gerekli işlerin tümünü yapıyordu; yemek pişiriyor, çamaşır yıkıyor, onarıyor, yatakları yapıyor, yerleri süpürüyordu, gereksiz hareketlerden kaçınarak ağır ağır çalışıyordu. Biçimli, iri bedeni sanki kendiliğinden hareketsizleşiyordu. Saatler boyunca, iki-üç yaşlarında zayıf, hastalıklı bir çocuk olan kızkardeşi kucağında, karyolada otururdu. Arada sırada Winston'ı kolları arasına alır, bir şey demeden göğsüne bastırırdı. Winston çocuksu bencilliği içerisinde bile bunların ileride yer alacak o olayla ilgili olduğunun bilincindeydi.
Oturdukları odayı hatırladı; karanlık, havasız bir yerdi. Yerde bir gaz ocağı, duvarda yiyecekleri sakladıkları bir raf, dışarıda diğer birkaç odayla ortak kullandıkları kahverengi toprak bir lavabo vardı. Annesinin kaptaki bir şeyi karıştırmak üzere ocağın üzerine eğilen biçimli bedenini hatırladı. En canlısı anısı, hiç durmak bilmeyen açlığı ve sofradaki sert kavgalarıydı. Defalarca annesine neden daha çok yiyecekleri olmadığını sorar, payına düşenden fazlasını almak için ya biraz erken kalınlaşmaya bağlamış sesiyle bağırır ya da ikiyüzlü bir tutum içinde yalvarırdı. Annesi ona hakkından çoğunu vermeye hazırdı zaten. "Oğlanın" aslan payını yemesi doğaldı onun için; ama o kendisine verilenden de çoğunu istiyordu hep. Her yemekte ona bencil olmamasını, hasta küçük kardeşinin de besine gereksinimi olduğunu söylemesine karşın pek işe yaramıyordu. Annesi tabağına yemek koymayı kesince, öfkeyle bağırır, tencereyi annesinin elinden almaya çalışır, kardeşinin tabağından yemek çalardı. Annesiyle kardeşini aç bırakıp ölüme doğru sürüklediğini biliyordu, ama gene de kendini alamıyordu. Karnındaki yaygaracı açlık, onun yerine davranıyor gibiydi. Yemek aralarında, annesi dalgınlığa düşerse, raftaki yiyeceklerden öteberi çalardı.
Birkaç aylık bir yokluktan sonra bir gün, çikolata tayını dağıtılmıştı. O ufacık değerli çikolata parçasını çok iyi hatırlı-
yordu. İki onsluk bu parçayı (o günlerde hâlâ ons birimini kullanıyorlardı) üçü arasında paylaştırmaları gerekmekteydi. Birdenbire Winston, sanki içinde başka biri bağırıyormuş gibi, kendisinin tümünü istediğini söyleyip bağırmaya başladı. Annesi açgözlü olmamasını söyledi. Aralarında uzun bir tartışma başladı, gözyaşları, sızlanmalar, bağırmalar ve pazarlıklar... Bu sırada kızkardeşi, iki eliyle annesine sarılmış, onun omzu üzerinden kocaman hüzünlü gözleriyle Winston'a bakmaktaydı. Sonunda annesi çikolatanın dörtte üçünü ona, kalanı da kızkarde-şine verdi. Küçük kız elindeki çikolataya belki de ne olduğunu bilmeden bakıyordu. Winston bir an durdu ve sonra kızkardeşi-nin elindeki parçayı da kapıp kapıya doğru koştu.
"Winston! Winston!" diye seslenmişti annesi arkasından. "Buraya gel! Kardeşine çikolatasını geri ver!"
Durmuş, ama geri dönmemişti. Annesinin kaygılı gözleri ona dikilmişti. Şimdi düşündüğü zaman bile neden böyle davrandığı açıklayamıyordu. Soyulmuş olduğunu anlayan kızkardeşi, zayıf bir sesle ağlamaya başlamıştı. Annesi, çocuğu kendine doğru çekerek, göğsüne bastırmıştı. Bu davranıştaki bir şeyler ona, kızkardeşinin ölmek üzere olduğunu anlatıyordu. Merdivenlerden koşarak inmiş, avucunda eriyen çikolatasıyla, oradan kaçmıştı.
Annesini bir daha hiç görmedi. Çikolatayı yedikten sonra kendinden utanmış, açlığı onu yeniden eve dönmeye zorlayın-caya dek, sokaklarda dolaşıp durmuştu. Geri döndüğünde annesi ortadan kaybolmuştu. O günlerde bu tür olaylar sık olmaya başlamıştı. Odada her şey, bıraktığı gibi duruyordu, yalnız kızkardeşi ve annesi yoktu. Giyecek hiçbir şey almamışlardı, annesinin mantosunu bile. Bugüne dek, annesinin ölüp ölmediğini kesin olarak öğrenememişti. Bir çalışma kampına gönderilmiş olabilirdi. Kızkardeşiyse, Winston gibi, iç savaştan sonra ortaya çıkan kimsesiz çocuklar evlerinden birine (ıslah evleri denen) gönderilip orada yetişmiş olabilirdi ya da annesiyle birlikte bir çalışma kampına gönderilmiş ya da ölmek üzere bir köşede bırakılmış olabilirdi.
Düşü, belleğinde capcanlıydı hâlâ; özellikle tüm anlamı içinde taşıyan o sarılma hareketi aklından çıkmıyordu. Düşünceleri iki ay önce görmüş olduğu bir başka düşe kaydı. Annesi-
nin, kollarında kızkardeşi, tıpkı beyaz yatakta oturduğu zamanki gibi sürekli derinlere doğru battığı, karanlık sulara gömülürken o geminin içinden yukarıya, ona doğru baktığı o düş...
Julia'ya annesinin kayboluşundan söz etti. Julia gözlerini açmadan, yatakta dönerek daha rahat bir pozisyon aldı.
"O günlerde iğrenç bir domuzmuşsun," dedi yarı uykulu. "Bütün çocuklar domuzdur."
"Evet, ama öykünün asıl önemli noktası..." Julia'nın soluk alıp verişinden, onun uyumak üzere olduğunu anladı. Annesi hakkında biraz daha konuşmayı isterdi. Hatırladığı kadarıyla, pek olağanüstü bir kadın değildi, çok akıllı sayılmazdı, ama yine de kendisine özgü bir soyluluk, saflık taşıyordu, belki de bu, özel birtakım davranışları olduğu içindi. Duygulan kendisinindi ve onları dıştan bir etkiyle değiştirmek olanaksızdı. Etkisiz bir davranışın anlamsız olduğunu düşünmezdi. Birisini seviyorsanız onu seviyordunuz, verecek hiçbir şeyiniz olmayınca bile, ona sevginizi veriyordunuz. Son çikolata parçası da yitince, annesi çocuğunu kucaklamış, göğsüne bastırmıştı. Bunun bir yararı yoktu, bir şeyi değiştirmiyordu, başka çikolata yaralamıyordu, ne kendisinin ne de çocuğunun ölümünü engelliyordu, ama yine de bu davranışı doğaldı. Mülteci teknesindeki kadın da aynısını yapmıştı, bir yararı olmamasına karşın, kurşunlara karşı çocuğu kollarıyla sarmıştı. Partinin yaptığı en iğrenç şeylerden biri de, insanları duyguların ve güdülerin anlamsızlığına inandırmak, ama aynı zamanda, somut dünyaya karşı tamamen güçsüz bırakmaktı. Partinin girdabına kapıldıktan sonra, neler duyduğunuz ya da duymadığınızın, yaptığınız veya yapmaktan vazgeçtiğiniz şeylerin bir farkı yoktu. Yaptıklarınız yok oluyor, eylemlerinizden bir daha hiç söz edilmiyordu. Tarih akıntısından çıkarılıp alınıyordunuz. İki kuşak önceki insanlar için bunun bir önemi yoktu, çünkü onlar tarihi   değiştirmeye   kalkışmamışlardı.   Sorgulanmadıkları   özel bağlılıklar tarafından yönetiliyorlardı. Önemli olan, kişisel ilişkiler, bir yararı olmayan hareketler, bir sarılma, bir gözyaşı, ölmekte olan bir adamla edilen bir çift sözün kendi başına bir değeri olabilirdi. Proleterlerin böyle kaldıklarını düşündü. Onlar bir partiye, bir ülkeye ya da bir düşünceye bağlı değillerdi; birbirlerine bağlıydılar. İlk kez, proleterleri küçümsemedi, onları yalnızca bir gün dünyaya can verecek bir içsel güç olarak yo-
rumlamadı. Proleterler insanlıklarını yitirmemişlerdi. İçleri ka-tılaşmamıştı. Şimdi kendisinin bilinçli bir çabayla yeniden öğrenmeye çalıştığı ilkel duyguları onlar korumuşlardı. Birkaç hafta önce kaldırımda görüp de bir lahana sapıymış gibi tekmelediği kopuk eli hatırladı.
"Proleterler, insan," dedi yüksek sesle. "Biz insan değiliz." "Neden?" diye sordu Julia, uyanmıştı. Biraz düşündü, "Yapabileceğimiz en iyi şeyin buradan çıkıp birbirimizi bir daha hiç görmememiz olduğunu düşündün mü?"
"Evet canım, hem de birkaç kez. Ama böyle davranmayı düşünmüyorum."
"Şimdiye dek şanslıydık," diye sürdürdü konuşmasını Winston. "Ama bu uzun sürmez. Sen gençsin. Olağan ve masum görünüyorsun. Eğer benim gibilerinden uzak durursan bir elli yıl daha yaşarsın."
"Hayır, iyice düşündüm ben. Sen ne yaparsan ben de onu yapacağım. Bu kadar kötümser olma. Ben canımı kurtarmakta ustayımdır."
"Birlikte belki altı ay, belki bir yıl daha geçirebiliriz, ama sonrası bilinmez ki. Ayrılacağımız ortada. O zaman kendimizi ne kadar büyük bir yalnızlık içinde hissedeceğiz, hiç düşündün mü? Bizi ele geçirdiklerinde, birbirimiz için yapabileceğimiz hiçbir şey olmayacak. Eğer ben itiraf edersem, seni vuracaklar, itiraf etmezsem, yine vuracaklar. Yapabileceğim ya da söyleyebileceğim hiçbir şey senin ölümünü beş dakika bile geciktirmeyecek. Birbirimizin yaşayıp yaşamadığını bile öğrenemeyeceğiz. Durumumuzda bir değişiklik yapmasa bile, önemli olan tek şey birbirimizi satmamamız..."
"Eğer sorgulamayı söylemek istiyorsan, meraklanma, herkes sonunda itiraf eder. İşkence ediyorlar, ne yaparsın?"
"Onu söylemiyorum. İtiraf adam satmak demek değildir. Söylediklerinin ve yaptıklarının önemi yok, önemli olan neler duyduğundur. Eğer beni sana olan olan aşkımdan vazgeçirirler-se, işte bu seni satmak olur.
Julia, bunu iyice düşündü. "Bunu yapamazlar," dedi sonunda. "Yapamayacakları tek şey budur. Sana her şeyi söyletebilirler, ama buna inandıramazlar. İçine giremezler senin."
"Giremezler," dedi Winston, biraz daha umutla dolmuştu, "doğru. İnsanın içine giremezler. İnsan olarak kalmanın bir değer taşıdığını içinde gerçekten hissediyorsan, somut bir sonuç elde etmesen bile, onları yenmişsin demektir."
Tele ekranın hiç uyumayan kulaklarını düşündü. Gece gündüz insanı gözetleseler de, soğukkanlılığını koruduğun sürece onları yenebilirsin. Tüm kurnazlıklarına karşın, insan kafasından geçenleri okuma sırrını çözemediler. Bu sav ellerine düştüğünüzde geçerli olmuyordu, belki. Kimse Sevgi Bakanlığında ne olup bittiğini bilmezdi, ama tahmin edebilirdi; işkenceler, ilaçlar, tepkilerinizi ölçen duyarlı aygıtlar, uykusuzluk, yalnızlık ve sürekli sorgulamadan yorgun düşen bedenler. En azından, somut gerçekleri gizleyemezdiniz. Bunları araştırarak bulurlar, işkenceyle sizden sökerlerdi. Ama amaç yaşamak değil, insan kalmaksa, bunun ne önemi olabilirdi? Duygularınızı değiştiremezlerdi; siz kendiniz bile, isteseniz değiştiremezdiniz onları. Yaptığınız, söylediğiniz ya da düşündüğünüz her şeyi en ince ayrıntısına dek ortaya çıkarabilirler, ama gönlünüzün derinliğine, işleyişini sizin bile bilmediğiniz o yere el uzatamazlar-dı.
8
Başarmışlardı, sonunda başarmışlardı!
Bulundukları uzun oda, yumuşak bir ışıkla aydınlatılmıştı. Tele ekranın sesi iyice kısılmıştı; koyu mavi halı, insana kadife üstünde yürüyormuş duygusu veriyordu. Odanın diğer ucunda O'Brien, bir yığın kâğıdın arasında, yeşil gölgeli bir lâmbanın altında oturmuş çalışıyordu. Uşak, Julia ve Winston'ı içeri aldığı zaman, başını kaldırmaya gerek duymadı.
Winston'ın kalbi deli gibi çarpıyor, konuşabileceğini sanmıyordu. Sonunda başarmışlardı, düşünebildiği tek şey buydu. Oraya gelmek zaten tedbirsiz bir davranış olmuştu. Birlikte gel-meleriyse, tam bir çılgınlıktı! Ayrı ayrı yollardan gelip O'Brien' ın kapısında buluşmuşlardı. Ama, böyle bir yerden içeri girmek
de ayrı bir güç gerektiriyordu. İç Parti üyelerinden birinin evini görmek, hatta oturdukları semtlere bile gitmek, ender yaşanabilecek bir olaydı. Apartmanın havası, beyaz ceketli uşaklar, tüm bunlar insanın gözünü korkutuyordu. Buraya gelmek için çok iyi bir neden bulmuştu, ama yine de ansızın, köşeden siyah üniformalı bir görevlinin çıkıp kâğıtlarını isteyeceğinden, geri dönmesini emredeceğinden korkuyordu. O'Brien'ın uşağıysa, hiç güçlük çıkarmadan ikisini de içeri almıştı. Bu ufak tefek, siyah saçlı, yüz ifadesi anlamsız, Çinliye benzer bir adamdı. Yürüdükleri koridorun yumuşak halılarının, krem renkli duvar kâğıtlarının temizliği gözünü korkutuyordu, çünkü Winston şimdiye dek insan bedenlerinin değmesi sonucu kirlenip yağlanmamış koridorlar görmemişti.
O'Brien elinde tuttuğu bir kâğıdı inceliyordu. Öne doğru eğilmiş yüzü, heybetli ve zeki görünüyordu. Belki yirmi saniye kadar kıpırdamadan oturdu. Sonra konuşyazı kendisine doğru çekerek, Bakanlıkta kullanılan özel dilde dikte etmeye başladı:
"Madde bir virgül beş virgül, yedi tamam stop madde altıda ileri sürülenler düşünce suçuna yaklaşan çiftartısaçmalıkta geçersiz stop son."
Yavaşça sandalyesinden kalkıp ses geçirmez, kalın halının üzerinde onlara doğru yürüdü. Yenikonuşta yazdırdığı bildirinin sona ermesiyle resmi hava biraz dağıldı, ama yüzü her zamankinden daha sertti. Rahatsız edilmekten hoşlanmamış gibiydi. Winston'ın duyduğu dehşet duygusu birden utanca dönüştü. Aptalca bir yanılgıya düşmüş olabileceği düşüncesi geldi aklına. O'Brien'ın siyasal bir komplo çevirmediğine dair elinde ne kanıt vardı? Gözlerinin bir pırıltısı ve bir sözü; o kadar. Ondan ötesi, bir düşün üstüne kendi kurduklarıydı. Sözlüğü almaya geldiğini de söyleyemezdi artık, o zaman Julia'nın orada bulunmasını nasıl açıklardı? O'Brien tele ekranın yanından geçerken bir düşünceyle durdu, yana döndü ve bir düğmeyi çevirdi. Keskin bir çat sesi duyuldu. Ses kesilmişti.
Julia şaşkınlıktan küçük bir çığlık kopardı. Winston bu panik durumunda bile şaşkınlığını gizleyemedi, "Kapatabiliyorsunuz demek!" dedi.
"Evet," dedi O'Brien, "kapatabiliyoruz. Bizlerin bu ayrıcalığı var."
Onların tam karşısında duruyordu.
İri gövdesi onları ezer gibiydi, yüzündeki anlatımı çözmek olanaksızdı. Belli ki, bekliyordu, Winston'm konuşmasını, ama ne hakkında? İşinden alıkonmuş basit bir işadamı olduğu açıktı. Kimse konuşmadı. Tele ekranın susmasından sonra, oda iyice suskunlaşmıştı. Saniyeler hızla ilerliyordu. Winston güçlükle gözlerini O'Brien'ın üstünde tutmaktaydı. Birden yüzü gülüm-seyecekmiş gibi anlatımını değiştirdi. O'Brien kendine özgü hareketleriyle gözlüğünü düzeltti.
"Ben mi söyleyeyim, yoksa siz mi?" dedi.
"Ben söyleyeyim," dedi Winston. "Şu alet gerçekten kapalı değil mi?"
"Evet, her şey kapalı. Yalnızız."
"Buraya gelmemizin nedeni..."
Sustu, bir anda güdülerinin belirsizliğinin bilincine vardı. O'Brien'dan ne tür bir yardım beklediğini bilmiyordu, oraya neden geldiğini söylemek güçtü. Ama yine de söylediklerinin zayıf ve yapay olduğunun farkında olarak, sürdürdü konuşma-
sını.
"Partiye karşı çalışan gizli bir örgüt olduğuna ve sizin de bu örgütün üyesi olduğunuza inanıyoruz. Örgüte katılmak ve örgüt için çalışmak istiyoruz. Partinin düşmanlarıyız. İngsos'un ilkelerine inanmıyoruz. Bizler düşünce suçlularıyız. Hem de zina yapıyoruz. Size bunları anlatmamıza neden, kendimizi size adamak istediğimizdendir. Kendimizi daha daha çok suç içine atmamızı istiyorsanız, hazırız."
Durdu ve geriye baktı, kapı açılmış gibi gelmişti. Evet, doğruydu, sarı yüzlü küçük uşak kapıyı vurmadan içeriye girmişti. Winston onun tepsi içinde bir içki şişesi ve bardaklar getirdiğini gördü.
"Martin de bizdendir," dedi O'Brien sakin bir sesle. "İçkileri buraya getir, Martin. Yuvarlak masaya koy. Yeterli sandalyemiz var mı? Öyleyse oturup rahatça konuşalım. Kendine bir sandalye al, Martin. İş görüşeceğiz. On dakika için uşak olduğunu unutabilirsin."
Küçük adam çekinmeden oturdu, ama hâlâ üzerinde bir ayrıcalıktan yararlanan uşak havası vardı. Winston gözucuyla inceledi onu. Adamın ömrünün rol yaparak geçtiğini düşündü, takındığı kimliği bir an olsun üzerinden atmayı tehlikeli görüyordu. O'Brien şişeyi alarak, bardakları koyu kırmızı bir sıvıyla doldurdu. Yukarıdan bakılınca siyah, ışığa tutulunca yakut renginde görülen ve Winston'da çok eski anılar uyandıran bir sıvı... Mayhoş bir kokusu vardı. Julia, kadehi kaldırıp, gizlemeye gerek görmediği bir merakla kokladı.
O'Brien hafifçe gülümseyerek, "Buna şarap denir," dedi. "Herhalde kitaplarda rastlamışsınızdır. Partinin diğer kademelerine pek kalmıyor, korkarım." Yüzü yeniden ciddileşti ve kadehini kaldırdı:
"Bu toplantıyı birinin sağlığına içerek başlatmamız uygun olur. Önderimize: Emmanuel Goldstein'a."
Winston coşkuyla kadehini kaldırdı. Şarap, kitaplarda okuduğu, düşlerinde gördüğü bir şeydi. Cam küre ya da Bay Char-rington'ın yarım yamalak hatırlayabildiği tekerlemeler gibi yitik, duygusal bir geçmişe aitti. Her nedense, şarabın reçel gibi tatlı olduğunu ve bir yudumdan sonra sarhoş ettiğini sanırdı. Ama şimdi ilk kez olarak tadına bakınca düş kırıklığına uğradı. Kadehini masaya bıraktı.
"Öyleyse Goldstein diye birisi var," dedi.
"Evet, var ve yaşıyor. Ama nerede olduğunu bilmiyorum."
"Ya gizli örgüt? O da gerçek mi? Yoksa yalnızca Düşünce Polisinin uydurduğu bir şey mi?"
"Hayır, gerçekten var. Adına Kardeşlik diyoruz. Var olduğundan ve sizin de onun bir üyesi olduğunuzdan fazlasını öğrenemezsiniz. Birazdan bu konudan tekrar söz edeceğim," diyerek saatine baktı. "İç Parti üyeleri için bile, tele ekranlarını yarım saatten daha uzun süre kapalı tutmaları pek akıllıca değildir. Beraber gelmekle iyi etmediniz. Giderken ayrı zamanlarda çıkarsınız." Başıyla Julia'ya işaret etti. "Siz yoldaş, önce çıkarsınız. Şimdi yirmi dakika kadar zamanımız var. Size bazı sorular sormam gerekiyor. Genelde, ne yapmaya hazırsınız?"
"Yapabileceğimiz her şeyi," dedi Winston.
O'Brien, Winston'i görecek biçimde sandalyesinde döndü. Winston'ın Julia için de konuşabileceğini kabul etmişti ki, Ju-
lia'yı tümden unutmuştu. Bir an gözlerini kapadı, sonra alçak sesle ve yanıtların çoğunu önceden biliyormuş gibi sorularını sormaya başladı:
"Canınızı vermeye hazır mısınız?"
"Evet."
"Adam öldürmeye hazır mısınız?"
"Evet."
"Yüzlerce suçsuz insanın hayatına kıyabilecek sabotaj eylemlerine girişmeye hazır mısınız?"
"Evet."
"Ülkenizi dış güçlere satmaya?"
"Evet."
"Dolandırıcılık, düzenbazlık, şantaj yapmaya, çocukların zihinlerini bozmaya, alışkanlık doğuran ilaçlar dağıtmaya, fu-huşu özendirmeye, zührevi hastalıkların yayılmasına çalışmaya, halkın moralinin bozulmasına ve Partinin gücünün azalmasına neden olacak her şeyi yapmaya hazır mısınız?"
"Evet."
"Örneğin çıkarlarımız bir çocuğun yüzüne sülfürik asit dökmeyi gerektirse, bunu yapmaya hazır mısınız?"
"Evet."
"Kimliğinizi değiştirip hayatınızı, sonuna dek bir garson ya da liman işçisi olarak geçirmeye hazır mısınız?"
"Evet."
"Size emrettiğimiz zaman intihar etmeye hazır mısınız?"
"Evet."
"Ayrılıp bir daha birbirinizi görmemeye hazır mısınız?"
Julia, "Hayır!" diye atıldı.
Winston yanıt verinceye dek uzun bir zaman geçti. Bir an için konuşma yeteneğini yitirmiş gibiydi. Ağzından çıkıncaya dek, ne söyleyeceğini bilmiyordu. Sonunda, "Hayır," diyebildi.
O'Brien, "Söylediğiniz iyi oldu," dedi. "her şeyi bilmemiz gerekiyor."
Julia 'ya dönerek, daha anlamlı bir sesle konuştu:
"Yaşasa bile daha başka bir insan olacak, anlıyor musunuz? Kendisine yeni bir kimlik vermemiz gerekebilir. Yüzü, davranışları, ellerinin biçimi, saçının rengi, sesi bile değişik olabilir. Siz kendiniz de farklılaşabilirsiniz. Cerrahlarımız insanı tanın-
mayacak derecede değiştirebilirler. Bazen gereklidir bu, hatta kimi zaman bir insanın kol ve bacağını bile kesebiliyoruz."
Winston, Martin'in Moğol'a benzer yüzüne kaçamak bir bakış atmaktan alamadı kendini. En ufak bir yara izi yoktu. Ju-lia'nın yüzü, çilleri tamamen ortaya çıkacak kadar sararmış olmasına karşın, cesaretini yitirmeksizin O'Brien'a bakıyordu. Onayladığını belirten bir şeyler fısıldadı.
"Öyleyse, bu iş tamam."
Masanın üzerinde, gümüş bir kutu içinde sigaralar duruyordu. O'Brien dalgın bir tavırla kutuyu onlara doğru itti, bir tane aldı, ayağa kalkarak daha iyi düşünebiliyormuş gibi odada bir ileri bir geri dolaşmaya başladı, içtikleri, ipeksi bir kâğıda sarılmış, iyi, kalın sigaralardı. O'Brien yeniden kol saatine göz attı.
"Sen mutfağa dön Martin," dedi. "On beş dakika sonra tele ekranı açacağım. Yoldaşların yüzüne iyice bir bak. Onları yine göreceksin, ben görmeyebilirim."
Sokak kapısında yapmış olduğu gibi, Martin onlara karşı bir ilgi duyduğundan değil, karşısındaki çehreleri belleğine yerleştirmek için, yüzlerine teker teker baktı. Winston, yapay bir yüzün, gerçek anlatımını belki değiştiremeyeceğini düşündü. Martin tek söz etmeden, onları selâmlamadan dışarı çıktı, kapıyı arkasından kapattı. O'Brien bir eli tulumunun cebinde, öteki elinde sigarası, odada dolaşıp duruyordu.
"Karanlıkta savaşacağınızı unutmamalısınız," dedi. "Her zaman karanlıkta olacaksınız. Emir alacak ve nedenini sormaksızın uygulayacaksınız. Daha sonra size, içinde yaşadığımız toplumun gerçek yüzünü ve izleyeceğimiz stratejiyi gösteren bir kitap yollayacağım. Kitabı bitirdiğiniz zaman, Kardeşliğin tam üyeleri olacaksınız. Ama uğrunda savaştığınız son hedefle, günlük görevlerinizin dışında, başka bir şey bilmeyeceksiniz. Size Kardeşliğin var olduğunu söylüyorum, ama üyelerinin sayısının yüz mü, on milyon mu olduğunu söyleyemem. Kişisel bilginizden, bu sayının bir düzine bile olduğunu söyleyemeyeceksiniz. Üç dört kişiyle bağlantınız olacak, onlar kayboldukça yerlerini başkaları alacak. Aldığınız emirler benden gelecek. Eğer sizinle bağlantı kurmak istersek, bu Martin aracılığıyla olacak. Yakalandığınız zaman sonunda itiraf edeceksiniz. Bu kaçınılmazdır.
Ama kendi eylemleriniz dışında itiraf edecek pek bir şeyiniz olmayacak. Bir avuç insandan başkasını ele veremeyeceksiniz. Belki beni bile ele veremeyeceksiniz. O gün geldiğinden ben, ya ölmüş, ya da bambaşka bir yüzü olan başka bir insan olacağım."
Yumuşak halının üstünde ileri geri yürümeyi sürdürdü. Yapısının iriliğine karşın, davranışlarında dikkati çeken bir incelik vardı, elini cebine sokusundan ya da sigarasını tutuşundan bile belli oluyordu bu. Güçten fazla, insanda güven, hafif alaycılıkla karışık bir anlayış duygusu uyandıran bir adamdı. Ne kadar ciddi olursa olsun, bağnaz ülkücülerde rastlanan dar görüşlülükten uzaktı. Cinayetten, intihardan, zührevi hastalıklardan, kesilen uzuvlardan, değiştirilen yüzlerden, belli belirsiz bir alaycılık havası içinde söz ediyordu. "Bunlar kaçınılmaz," diyor gibiydi. "Bu nedenle duraksamaksızın böyle davranmalıyız. Ama hayatı yeniden yaşanmaya değer bir düzeye getirdikten sonra, artık bunlara gerek kalmayacak." O'Brien'a karşı bir hayranlık, neredeyse bir tapınma duygusu kapladı Winston'ın içini. Bir an için gölgesel Goldstein'ın varlığını unuttu. O'Brien'ın güçlü omuzlarına, çirkin, ama uygar bir anlatımı olan yüzünün kalın çizgilerine bakıp da onun yenilebileceğini düşünemiyordu insan. Çözümleyemeyeceği sorun, önceden sezemeyeceği bir tehlike yok gibiydi. Julia bile etkilenmişti. Sigarasını söndürmüş, dikkatle dinliyordu. O'Brien sürdürdü:
"Kardeşlik hakkında birtakım söylentiler duymuşsunuzdur. Kuşkusuz, bu konuda kendi öz düşünceleriniz oluşmuş durumdadır. Belki bodrumlarda gizli gizli buluşup duvarlara duyurular yazan, birbirini özel el işareti ve parolarla tanıyan suikastçılardan oluşmuş bir yeraltı dünyası canlandırdınız kafanızda. Böyle bir şey söz konusu değil. Kardeşliğin üyeleri birbirlerini tanımaz, her üye ancak birkaç üyeden haberdardır. Goldstein bile Düşünce Polisinin eline geçse, onlara tam bir üye listesi ya da bir üyeler listesinin ortaya çıkmasına yardımcı olacak bilgiyi veremez. Böyle bir liste yok çünkü! Kardeşlik ortadan kaldırılamaz, çünkü o, bilinen anlamda bir örgüt değildir. Onu bir arada tutan, tek bir düşüncedir ve düşüncenin yok edilmesi olanaksızdır. Bu düşünceden başka hiçbir dayanağınız olmayacak. Kimseden dostluk ya da destek görmeyeceksiniz. Yakalandığınız zaman, size yardımcı olunmayacak. Üyelerimize
yardım etmeyiz. Eğer birinin ağzını mutlaka kapatmak gerekiyorsa, kapatıldığı hücreye gizlice bir jilet sokmayı başarabiliriz. Sonuçsuz ve umutsuz yaşamaya alışmanız gerekiyor. Bir süre çalıştıktan sonra yakalanacak, itiraf edecek ve sonra öleceksiniz. Görebileceğiniz tek sonuç bu olacaktır. Sizin yaşadığınız sürede herhangi bir belirgin değişiklik olmayacaktır. Bizler ölüyüz. Gerçek tek hayatımız gelecektedir. Onun oluşmasında bizler kemik parçalarıyız. Geleceğin ne kadar uzakta olduğunu bilemeyiz. Belki bin yıl sonradır. Şimdi, akılcı düşünenlerin sayısını azar azar çoğaltmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok. Kolektif çalışamayız. Bu nedenle, bilgimizi ancak bireyden bireye, kuşaktan kuşağa iletebiliriz. Düşünce Polisinin varlığı bizi buna zorlamaktadır."
Durdu ve üçüncü kez saatine baktı.
"Ayrılma zamanınız geldi, yoldaş," dedi Julia'ya. "Bekleyin, şişenin yarısı duruyor henüz."
Bardakları doldurdu ve kendisininkini havaya kaldırıp aynı alaycı tutumla, "Bu kez neye içelim?" diye sordu. "Düşünce Polisinin perişanlığına mı? Büyük Biraderin ölümüne mi? İnsanlığa mı? Geleceğe mi?"
"Geçmişe," dedi Winston.
"Geçmiş daha önemli," dedi O'Brien, ciddi bir tutumla. Bardakları boşaldıktan sonra, Julia gitmek için ayağa kalktı. O'Brien, dolabın üstündeki küçük kutudan aldığı yassı bir tableti, ağzında yavaş yavaş eritmesini öğütleyerek, Julia'ya uzattı. "Dışarıda şarap kokmamalısınız, asansörcülerin gözünden bir şey kaçmaz," dedi. Kapı kapanır kapanmaz, O'Brien onun varlığını unutmuştu. Birkaç adım attıktan sonra durdu.
"Çözmemiz gereken bazı ayrıntılar var," dedi. "Sanırım, gizli bir yeriniz var?"
Winston, Bay Charrington'ın dükkânı üstündeki odayı anlattı.
"Bu bir süre idare eder. Daha sonra başka bir yer ayarlarız size. Gizlenme yerini sık sık değiştirmek gerekir. Bu arada size kitabın bir baskısını en kısa zamanda göndereceğim,"'Winston, O'Brien'ın 'kitap' sözcüğünü üstüne bastırarak söylediğini fark etti. "Goldstein'ın kitabından söz ettiğimi anladınız, herhalde. Ama aradan birkaç gün geçebilir. Ortalıkta çok sayıda yok. Biz
ne kadar hızla basarsak basalım, Düşünce Polisi aynı hızla onları ele geçirip yok ediyor. Ama önemi yok, kitabı yok etmek olanaksız. Son baskısına kadar yaksalar bile, yeniden, hiçbir sözcüğünü unutmadan basabiliriz. İşe giderken çanta taşır mısınız?"
"Genellikle, evet."
"Nasıl bir çanta?"
"Siyah, çok eski. İki sapı var."
"Siyah, çok eski ve iki saplı, tamam. Oldukça yakın bir zamanda, tarih veremem, ama size gelen mesajlardan birisi yanlış yazılmış olacak. Yinelenmesini isteyeceksiniz. Ertesi gün işe çantasız gidin. Sokakta bir adam kolunuza dokunup, "Sanırım çantanızı düşürdünüz," diyerek bir çanta verecek. Bu çantadan çıkacak olan kitabı en çok dört gün içinde okuyup geri verirsiniz."
Bir süre sessizlik oldu.
"Gitmeden önce birkaç dakikanız var," dedi, O'Brien. "Yine görüşeceğiz, eğer görüşebilirsek."
Winston başını kaldırarak ona baktı, "Karanlığın var olmadığı bir yerde mi?" dedi, duraksayarak.
O'Brien herhangi bir şaşkınlık göstermeksizin başıyla onayladı. "Karanlığın var olmadığı bir yerde," dedi, imlemeyi anlamış gibiydi. "Unutmadan, ayrılmadan önce söylemek istediğiniz bir şey var mı? Bir haber? Ya da bir soru?"
Winston düşündü. Sormak istediği başka bir soru yoktu. Daha genel sorulara yönelmek gelmiyordu içinden. O'Brien ya da Kardeşlikle doğrudan bir ilgisi olmamasına karşın, annesinin son günlerini geçirdiği o küçük karanlık oda, Bay Charring-ton'ın dükkânının üstündeki oda, cam küre ve duvardaki resim geldi aklına... Elinde olmaksızın.
"Portakal der, limon der St. Clement'in çanları diye başlayan eski bir tekerleme biliyor muydunuz acaba?" diye sordu. O'Brien başını salladı ve ciddi bir kibarlıkla tekerlemeyi tamamladı:
"Portakal der, limon der St. Clement'in çanları,
Bana üç farthing borcun var, der St. Martin'in çanları,
Ne zaman ödeyeceksin? der Old Bailey'nin çanları,
Varlıklı olduğum zaman, der Shoreditch'in çanları,"
"Son dizeyi biliyorsunuz!" dedi Winston.
"Evet, son dizeyi biliyorum. Korkarım gitme zamanınız geldi. Bekleyin, size de o tabletlerden bir tane vereyim."
Winston ayağa kalkarken, O'Brien elini uzattı. Güçlü parmaklarıyla Winston'ın elini sıktı. Kapıdan çıkarken, dönüp baktı; O'Brien kendisini unutmaya başlamıştı bile. Eli tele ekranın düğmesinde beklemekteydi. Winston, onun arkasında, yeşil ışıkla aydınlatılmış yazı masasını, konuşyazı ve içi kâğıt dolu tel çöp kutusunu gördü. Olay kapanmıştı. Otuz saniye içinde, O'Brien masasının başına geçerek, evraklarının arasına gömülecek ve Parti görevindeki önemli işlerini sürdürecekti.;
9
Winston yorgunluktan pelte gibiydi. Durumunu bundan daha iyi betimleyecek bir söz yoktu... Bedenini yalnız pelte kadar gevşek değil, aynı zamanda pelte gibi yarı saydam hissediyordu. Elini kaldırıp ışığa tutsa, öbür tarafı görebileceğini hissetti. Birkaç günlük yoğun çalışma saatlerinden sonra, bedenindeki tüm kan ve lenf dokusu çekilmiş, geride sinirler, kemikler ve deriden oluşmuş bir yapı bırakmış gibiydi. Tüm duyumları donmuştu. Tulumu omuzlarını rahatsız ediyor, kaldırımlar ayaklarını karıncalandırıyor, bir elini açıp kapamak bile eklemlerini gıcırdatıyordu.
Beş günde, doksan saatten fazla çalışmıştı. Bakanlıktaki herkesin durumu aynıydı. Şimdi her şey bitmiş, ertesi sabaha dek yapacak işi kalmamıştı. Gizli yerlerinde geçirmek için altı saati, kendi yatağında olabilmek için de, bir dokuz saati daha vardı. Bir öğle sonrasında, ılık güneşin altında yavaş yavaş yürüyerek, kirli ve soluk caddelerden geçerek Bay Charrington'ın dükkânına doğru ilerlemeye başladı. Bir yandan nöbetçileri kollamasına karşın içinde o gün güvencede olduğuna dair bir duygu vardı. Elindeki ağır çanta her adımda dizine çarpıyor, bacağına boydan boya bir ürpermenin yayılmasına neden oluyordu.
Kitap çantanın içindeydi; geleli altı gün olmuştu, ama göz atmaya zamanı bile olmamıştı.
Nefret Haftasının altıncı günü, geçit törenlerinden, söylevlerden, bağırıp çağırmalardan, şarkılardan, bayraklardan, posterlerden, filmlerden, davul ve borazan gürültülerinden, tank paletlerinden, gıcırtılardan, uçak filolarının uğultusundan, topların gürültüsünden sonra duyulan nefret, tam doruğuna ulaşmıştı; törenlerin son günü asılacak olan iki bin Avrasyalı köle halkın eline geçse, onları parça parça edebilirlerdi. İşte tam bu sırada, Okyanusya'nın Avrasya'yla savaş durumunda olmadığı duyuruldu. Okyanusya, Doğu Asya'yla savaşıyordu ve Avrasya müttefikti.
Bir değişikliğin yer aldığı elbette ki açığa vurulmadı. Ansızın her yerde, aynı anda, düşmanın Avrasya değil, Doğu Asya olduğu öğreniliverdi. Düşmanın adı değiştiği sırada, Winston Londra'nın merkezindeki alanlardan birindeki bir gösteride yer almaktaydı. Projektörlerle aydınlatılmış, bayraklar ve bin kadar kişiyle, bin kadar casus üniformalı öğrenciyle dolu olan alanda, ufak tefek, kel kafalı bir İç Parti üyesi, kırmızı kumaşla kaplanmış kürsüde elini kolunu sallayarak, bir söylev vermekteydi. Nefretten her tarafı kasılmış, mikrofonu sapından yakalamış, öteki eliyle de (kemikli bir kolun ucunda koca bir el) tehdit yumrukları savuruyordu. Amplifikatörlerin madenileştirdiği sesiyle sonu gelmez vahşetler, kıyımlar, sürgünler, yağmalar, ırza geçmeler, tutsaklara yapılan işkenceler, sivillerin bombardımanı, yalan propaganda, haksız saldırılar, çiğnenen anlaşmalardan söz etmekteydi. Kendisini dinleyip de önce inanmamak, sonra da öfkeden çıldırmamak olanaksızdı. Birkaç dakikada bir, kalabalığın öfkesi denetlenemez oluyor ve konuşmacının sesi binlerce gırtlaktan çıkan ve yırtıcı bir hayvanı hatırlatan bir gürle-me tarafından bastırılıyordu. En yırtıcı naralar öğrencilerden gelmekteydi. Söylev, belki yirmi dakika kadar bu durumda sürmüşken, bir haberci kürsüye çıkarak konuşmacının eline bir kâğıt sıkıştırdı. O da konuşmasına ara vermeden kâğıdı açıp okudu. Ne sesinde, ne davranışlarında ne de söylevinin içeriğinde bir değişiklik oldu; ama birden adlar değişiverdi. Tek sözcük edilmeden, kalabalık durumu anladı. Okyanusya Doğu Asya'yla savaşmaktaydı. Hemen ardından, çok büyük bir karışık-
lık çıktı. Alanı dolduran posterler yanlıştı. Posterlerin yarısına yakını, yanlış resimleri içeriyordu! Sabotaj! Goldstein'ın casuslarının parmağı vardı bu işte! Birkaç dakika, posterlerin indirilip yerlerde çiğnenmesiyle geçti. Küçük Casuslar damlara tırmanıp bacalardan sallanan, üzeri yazılı bayrakları kesme konusunda büyük ustalıklar gösterdiler. İki üç dakika içinde, her şey bitmişti. Konuşmacı, eli mikrofonun sapında, omuzları çökük, öteki eliyle yumruklar savurarak söylevini sürdürmekteydi. Bir dakika sonra kalabalık yeniden gösteriye başlamıştı. Nefret eskisi gibi sürmekteydi, değişen yalnızca hedefiydi.
Winston'da hayranlık uyandıran şey, konuşmacının bir addan ötekine, bir cümlenin ortasındayken atlaması olmuştu. Adam bunu yaparken bir an bile duraksamamış, hatta tümcesinin sözdizimini bile bozmamıştı. Ama o sırada Winston'ı ilgilendiren başka konular vardı. Posterlerin duvarlardan yırtılması sırasında ortaya çıkan kargaşalıkta bir adam, Winston'ın omzuna dokunup, "Özür dilerim, sanırım çantanızı düşürdünüz," demiş, o da kayıtsız bir tutumla çantayı almıştı. İçine bakma fırsatını buluncaya dek günlerin geçeceğini biliyordu. Miting sona erince doğrudan Bakanlığa gitti. Saat yirmi üçe yaklaştığı halde, tüm memurlar onun gibi yapmıştı. Tele ekrandan yayılan emirler memurları görev başına çağırıyordu.
Okyanusya, Doğu Asya'yla savaşmaktaydı: Okyanusya hep Doğu Asya'yla savaş halinde olmuştu. Geçen beş yılın tüm siyasal yayınlarının önemli bir kısmı, geçerliliğini yitirmişti. Her tür kayıtların, gazetelerin, kitapların, kitapçıkların, filmlerin, ses banilerinin, fotoğrafların... tümünün, yıldırım hızıyla yeniden üretilmeleri gerekiyordu. Hiçbir emir verilmemiş olmasına karşın, bölüm şeflerinin, Avrasya'yla savaşa ve Doğu Asya'yla ittifaka dair tüm yayınların ortadan kalkmasını istedikleri biliniyordu. Arşiv Dairesinde herkes günde on sekiz saat çalışıyor, arada iki üç saatlik uyku uyuyabilen, kendisini şanslı sayıyordu. Bodrumlardan yataklar çıkarılıp koridorlara yayılmış, düzenli yemeklerin yerini kantin satıcılarının tekerlekli arabalarla gezdirdikleri sandviçler ve Zafer kahvesi almıştı.
Winston uyumaya gitmeden önce, masasındaki bütün işi bitirmeye özen gösteriyordu, ama her tarafı ağrıyarak döndüğü zaman, masasını örtmüş, hatta yerlere taşmış bir yığın kâğıtla
karşılaşıyordu. İlk işi kendisine çalışma yeri hazırlamak için hepsini düzgün olarak dizmek oluyordu. İşi genelde mekanikti. Bir adı kaldırıp ötekini onun yerine geçiriyordu. Olaylar hakkında kaleme alınmış raporlarsa, özgün ve geniş bir düşgücü gerektiriyordu. Savaşı dünyanın bir bölgesinden başka bir bölgesine aktarabilmek için, insanın derin bir coğrafya bilgisi olması gerekiyordu.
Üçüncü gün, artık gözlerinin ağrısı dayanılmaz olmuştu, gözlüklerini üç beş dakikada bir çıkartıp temizliyordu. Konuş-yaza mırıldandığı, kaleme aldığı her sözcüğün, bilerek yapılan birer yalan olması, onu rahatsız etmiyordu. Dairedeki herkes gibi o da, sahtekârlığın yetkinliği için çırpınmaktaydı. Altıncı günün sabahı, borudan düşen kâğıt tomarı sayısı azalmaya başladı. Yarım saat süreyle borudan hiçbir şey gelmedi, sonra bir tek mesaj ve yeniden bir dinlenme süresi. Aşağı yukarı her bölümde işler hafiflemekteydi. Dairede herkes derin bir soluk aldı. Görkemli bir iş başarmışlardı. Artık hiç kimse kayıtlara dayanarak Avrasya'nın bir zamanlar müttefik değil de düşman olduğunu kanıtlayamazdı. Saat on ikide Bakanlıkta çalışan tüm memurlara ertesi sabaha kadar izinli oldukları duyuruldu. Bunun üzerine Winston, gece gündüz yanından ayırmamış olduğu çantasını alarak eve gitti, tıraş oldu, banyo yaparken neredeyse uyuyakalıyordu.
Sonra eklemleri derinden sızlayarak, yavaş yavaş Bay Char-rington'ın dükkânının üst katına çıkan merdivenleri tırmandı. Yorgundu, ama artık uykusu yoktu. Pencereyi açtı, kirli küçük ocağı yakarak üstüne kahve için bir tas su yerleştirdi. Birazdan Julia da gelirdi. O gelinceye kadar kitabı okuyabilirdi. Koltuğa yerleşti, çantasını açtı.
Amatörce ciltlenmiş, üzerinde ad yazmayan kalın, siyah bir ciltti. Baskısı oldukça düzensizdi. Aşınmış sayfalar, kitabın pek çok elden geçtiğini gösteriyordu. İlk sayfadaki başlık şuydu:
OLİGARŞİK KOLEKTİVİZM
KURAM VE UYGULAMASI
Emmanuel Goldstein
Winston okumaya başladı:
Bölüm I Bilgisizlik Kuvvettir
Tarih boyunca, büyük olasılıkla Neolitik Çağdan bu yana, yeryüzünde üç tür insan olagelmiştir: Yüksek, Orta ve Aşağı. Bunlar kendi aralarında pek çok alt bölümlere ayrılmışlar, kendilerine değişik adlar verilmiş, göreli sayıları ve tutumları çağdan çağa değişmiş, ama toplumun temel yapısı hep aynı kalmıştır. Büyük ayaklanmalar ve değişimlerden sonra bile, bir denge aygıtının her zaman son denge durumuna dönmesi gibi aynı yapı hep ortaya çıkmıştır. Bu üç grubun amaçları uzlaştırılamaz...
Winston rahat ve güven içinde okuyabilmenin tadını çıkarabilmek için okumasına ara verdi. Yalnızdı; ne bir tele ekran, ne kapı deliğine yapışmış bir kulak, ne de arkaya dönüp bakması ya da eliyle okuduğu sayfayı kapaması için içinde bir itki vardı. Tatlı yaz havası yüzünü okşuyordu. Uzaklardan bir yerlerden, oyun oynayan çocukların sesleri geliyordu; odanın içeri-sindeyse, saatin tıkırtılarından başka ses yoktu. İyice koltuğuna gömüldü, ayaklarını ızgaraya doğru uzattı. Huzur buydu, sonsuzluk buydu, işte. Birden, nasıl olsa, her tümcesini yeniden okuyacağını bildiğinden, kitabın başka bir yerini açtı, üçüncü bölüme gelmişti.
Okumasını sürdürdü:
Bölüm III Savaş Barıştır
Dünyanın üç büyük süper devlete ayrılacağı, önceden tahmin edilen bir olaydı ve yirminci yüzyılın başında bu tahmin doğrulanmıştı. Rusya'nın Avrupa'yı. Amerika Birleşik Devletlerinin de Britanya'yı yutmaları sonucu, Avrasya ve Okyanusya adıyla iki güç ortaya çıktı. Doğu Asya ise uzun savaşlardan sonra, yirmi otuz yıllık bir aradan sonra oluştu. Üç büyük devlet arasındaki sınırlar yasasızdır, bazı bölgeler-
de de savaşın gidişine göre değişir, ama genelde coğrafyaya uygunluk gösterir. Avrasya, Avrupa ve Asya'nın Portekiz'den Bering Boğazına kadar uzanan kısımlarını; Okyanusya, Kuzey ve Güney Amerika'yı, Britanya'yı, Avustralya'yı ve Güney Afrika'yı; ötekilerden daha küçük olan Doğu Asya ise, Çin ve onun güneyindeki ülkeleri, Japon adalarını, Mançurya, Moğolistan ve Tibet'in büyük kısmını içine alır.
Bu üç süper devlet, son yirmi beş yıldan bu yana sürekli birbiriyle savaş durumundadır. Ama savaş artık, yirminci yüzyılın başlarındaki yok edici niteliklerini yitirmiş, nedenleri somut olmayan, aralarında ideolojik ayrılıklar bulunmayan taraflar arasında sınırlı çatışmalardan oluşmaktadır. Ama bu, savaşların dehşetini yitirdiği anlamına gelmez. Tersine savaş tüm hun-harlığıyla evrensel boyutlarda süregelmektedir; ırza geçme, yağma, çocukları katletme, koca ülke nüfuslarının köle durumuna düşmesi, tutsakların kaynar suya atılması ya da diri diri gömülmesine dek varan dehşetler olağan sayılmaktadır. Eğer bunlar düşman ülke değil de kendi ülkeniz tarafından yapılıyorsa övgüye değer bulunur. Fiziksel anlamda savaş, uzmanlaşmış küçük bir kitleyi ilgilendirir ve neden olduğu ölümlerin sayısı, oldukça düşüktür. Çarpışmalar, sıradan bir insanın ancak belli belirsiz haberdar olduğu değişken sınır boylarında ya da deniz yollarında stratejik noktaları koruyan Yüzen Kaleler çevresinde yer alır. Uygarlığın merkezlerinde savaş, tüketim malları kıtlığı ve arada sırada düşen, birkaç düzine insanın ölümüne neden olan roket bombalarıdır. Savaş, özelliklerin' yitirmiştir. Daha doğrusu, uğrunda savaşılanların önem sırası farklılaşmıştır. Yirminci yüzyıl başlarındaki büyük savaşlarda bir dereceye kadar var olan güdüler, artık hükmetmektedirler.
Şu andaki savaşın yapısını anlayabilmek için -birkaç yılda bir yeni kümeler oluşturulmasına karşın, savaş gene de aynı savaştır- ilk olarak, bunun kesinliğinin olanaksız olduğu unutulmamalıdır. Üç süper dev-
letten ikisi birleşseler bile, ötekini bir yenilgiye uğralamazlar. Kuvvet açısından eşittirler ve doğal savunmaları güç kırılabilir. Avrasya uçsuz bucaksız topraklarına, Okyanusya Pasifik ve Atlantik'in genişliğine, Doğu Asya da, nüfusunun hızla çoğalmasına ve çalışkanlığına güvenir. İkinci olarak, savaşlar sonucunda elde edilecek maddi bir kazanç yoktur. Kendine yeterli ekonomilerin kurulmasıyla, daha önceki savaşların temel nedenini oluşturan pazarlar için savaşım sona ermiş bulunmaktadır. Her üç devlet de gereksinimlerini kendi sınırları içinde karşılayabildiği için, hammadde sorunu önemini yitirmiştir. Eğer savaş, ekonomik bir amaç taşıyorsa, o da iş gücüdür. Tanca, Brazzaville, Darwin ve Hong Kong arasında dünya nüfusunun beşte birini içeren ve üç büyük devletin de ele geçirmek için uğraştığı topraklar uzanmaktadır. Hiçbir devlet tekbaşına buraları denetim altına alamamıştır. Alanın değişik bölümleri sürekli el değiştirmektedir, sonu gelmeyen müttefik değiştirmelerin de nedeni burada yatmaktadır.
Söz konusu olan bu topraklar, değerli madenler ve kauçuk gibi kuzeyin soğuk ikliminde yetişmeyen, ancak pahalı yöntemlerle yapay olarak üretilebilen bitkisel ürünleri içermektedir. Ama bunun da ötesinde, geniş bir ucuz işgücü kaynağı olması en önemlisidir. Kim Orta Afrika'yı ya da Güney Hindistan'ı ya da Ortadoğu'yu ele geçirirse, sanki bedavaya çalışan yüzlerce milyonu da emri altına almış demektir. Bu ülkeler halkları, elden ele geçirilen köleler durumuna düşürülmüşlerdir; çıkardıkları petrol ve kömürle, büyük devletlerin emrinde, daha çok silâh üretimi, daha çok toprağın ele geçirilmesi, daha kalabalık nüfusun denetim altına alınması gibi bitmeyen bir çabalama için kullanılırlar. Savaşın, bu sınırlar dışına taşmadığına dikkat edilmelidir. Avrasya sınırı, Kongo ve Kuzey Akdeniz kıyılarında ileri geri oynamaktadır. Hint Okyanusu ve Pasifik Adaları, Okyanusya ve Doğu Asya arasında el değiştirmektedir; Moğolistan'da, Avrasya ve Doğu Asya arasındaki sınır hiçbir zaman kesin de-
ğildir; kimsenin yaşamadığı kutuplarsa, sürekli tartışma konusudur. Sonuçta, güç dengesi aşağı yukarı değişmez ve devletlerin ana toprakları zarar görmez. Ekvator çevresindeki sömürülen halkların işgücü aslında dünya ekonomisi için gerekli değildir. Dünyanın malvarlığına bir katkıları olmaz, çünkü bunların ürettikleri, savaşlarda tüketilmektedir, bir savaşı sürdürmekteki amaçsa, sürdürülecek bir başka savaşta daha iyi bir durumda olmaktır. Köleler işgüçleriyle, savaşın sürekliliğinin temposunu artırmaktadırlar. Eğer onlar olmasalardı, dünya toplumlarının yapısı ve ayakta durma biçimleri bugünkünden farklı olmazdı.
Çağdaş savaşın başlıca amacı, (çiftdüşün ilkelerine uygun olarak, bu amaç Parti yöneticileri tarafından hem onaylanır, hem de yadsınır) yaşama düzeyini yükseltmeksizin, makinelerin ürettiklerini tüketmektir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarından beri, tüketim mallan artıklarının ne yapılacağı, endüstrileşmiş ülkelerin gizli bir sorunu olagelmiştir. Şu anda pek çok insanın büyük bir yiyecek sıkıntısı varken, bu sorun pek güncellik taşımamaktadır. Hatta, yapay bir yok etme süreci olmasa bile güncellik taşımayabilirdi. Bugün, dünyanın, 1914'ten önceki günlere oranla daha aç ve çıplak bir yer olduğu, insanların gelecek hakkındaki umutlan göz önüne alındığında, düş kırıklıklarının ne derece büyük olduğu anlaşılabilir. Yirminci yüzyılın başlarında, hemen hemen her okuryazar kişinin düşlediği gelecek, son derece varlıklı, rahat, düzenli; cam, çelik ve bembeyaz betondan yapıları olan pırıl pırıl, tertemiz bir dünyaydı. Bilim ve teknoloji hızla ilerliyor ve doğal olarak ilerlemenin devam edeceği varsayılıyordu. Ama bu beklenildiği gibi olmadı; bunun bir nedeni uzun yıllar süren savaş ve devrimler, başka bir nedeni de, özgür ortamda yeşeren ampirik düşüncenin sonucu olan bilimsel ve teknolojik gelişmenin, baskı ortamında yaşayamamasıydı. Sonuç olarak bugünkü dünya, elli yıl öncesinden çok daha ilkeldir. Bazı geri kalmış bölgeler ilerlemiş, savaş ve polis kullanımı ama-
cıyla bazı aygıtlar geliştirilmiş, ama deneyler ve buluşlar büyük ölçüde duraklamıştır. Bin dokuz yüz elli yıllarındaki atom savaşının yıkıcı etkileri henüz silineme-miştir. Makineleşme, hâlâ tehlikesini korumaktadır. Makinelerin ortaya çıkmasıyla, düşünen kafalar ilk andan itibaren, yoksulluğun sürmesi için bir neden kalmadığını anlamışlardı. Eğer makineler bilinçli bir şekilde kullanılmış olsalardı, açlık, aşırı çalışma, pislik, bilgisizlik ve hastalıklar birkaç nesilde ortadan kalkabilirdi. Gerçekten de, bu tür amaçlar için kullanılmadığı halde, bir anlamda otomatik bir işleyişle, çoğu zaman paylaştırılması zorunlu bir varlık yaratarak, makineler, on dokuzuncu yüzyıl sonundan yirminci yüzyıl başına rastlayan elli yıl süresince ortalama insanın yaşama düzeyini oldukça yükselttiler.
Ancak, zenginliğin toplam yükselişinin, hiyerar-şik toplumun parçalanması demek olduğu gözden kaçmıyordu. Herkesin çalışma saatlerinin kısaldığı, yeterli yiyeceğinin olduğu, banyolu ve buzdolaplı bir evde yaşadığı, arabası hatta uçağı olabildiği bir toplumda, eşitsizliğin en belirgin ve en önemli yanlarının silineceği ortadaydı. Bu yaygınlaştığında da, zenginliğin ayırıcı gücü ortadan kalkacaktı. Kuşkusuz, kişisel mülk anlamındaki zenginliğin eşit olarak paylaşıldığı, kudretin ise ayrıcalıklı, sınırlı bir zümrenin elinde olduğu bir toplumu düşlemek olasıydı, ama uygulamada, böyle bir toplumun sarsılması uzun sürmezdi. Çünkü rahat ve geleceğe olan güvence herkese sağlandığı zaman, yoksulluk nedeniyle gelişemeyen insan kitleleri oku-ma-yazma öğrenerek, kendileri için düşünmeyi başarabilecekler; bu aşamayı geçirdikten sonra, ergeç ayrıcalıklı sınıfın gereksizliğini kavrayarak ondan kurtulacaklardı. Uzun dönemde, hiyerarşik toplum, ancak yoksulluk ve bilgisizlik üzere kurulu olduğu sürece var olabilirdi. Yirminci yüzyıl başlarında bazı düşünürlerin de önerdiği gibi, yeniden tarım toplumuna dönüş de bir çözüm değildi. Bu, tüm dünyayı sarmış olan mekanikleşmeyle çelişmekteydi. Üstelik, endüst-
ride geri olan ülke, askeri açıdan da geriydi ve doğrudan ya da dolaylı olarak kendisinden daha güçlü olan devletler tarafından yönetilmeye mahkûmdu.
Üretimi düşürerek kitleleri yoksulluk içinde tutmak da çözüm değildi. Bu yol kapitalizmin son aşamasında, 1920 ve 1940 yılları arasında denendi. Ekonomi yavaşlatıldı, topraklar ekilmedi, sermaye mallan artı-rılmadı, nüfusun büyük bir kesimi çalıştırılmayıp devlet tarafından beslendi. Ama bu, ülkelerin askeri gücünü azalttığı ve gereksiz kıtlık, kaçınılmaz bir muhalefet yarattığı için, bu yoldan çabuk vazgeçildi. Sorun, dünyadaki gerçek zenginliği artırmaksızın endüstri Çarkını döndürmekti. Üretim sürdürülmeli, ama üretilenler insanlara dağıtılmamalıydı. Uygulamada bunun için tek çözüm yolu, sürekli bir savaş durumunda olmaktı.
Savaşın işlevi yok etmektedir: Yalnız insanları değil, insan emeğinin ürünlerini yok etmektir. Savaş, kitlelerin rahatını ve sonuçta zekâsının artmasını sağlamak için kullanılabilecek malzemenin havaya uçurul-ması ya da denizlerin dibine yollanmasıdır. Savaş endüstrisi, tüketim maddeleri üretmeksizin işgücünü kullanmanın akıllıca bir yoludur. Örneğin bir Yüzen Kale, birkaç şilebin yapımına harcanabilecek emekle ortaya çıkar. Sonra kullanılmamaktan eskidiği için, hiç kimseye bir yararı dokunmadan, sökülür ve muazzam emeklerle yeni bir kale yapılır. Savaşlar, halkın asgari gereksinimlerinden fazlasını tüketecek şekilde tasarlanmaktadırlar. Ama gerçekte, halkın gereksinimleri hakkında sürekli daha düşük değerler verildiği için, en gerekli maddelerin sıkıntısı çekilir. Egemen kitleleri bile sıkıntıdan pek uzak tutmamak, izlenen politikanın ilkelerindendir. Genel bir kıtlık, ufacık ayrıcalıkların bile önemini artırır ve dolayısıyla iki grup arasındaki farkın büyük görünmesine yardım eder. Yirminci yüzyılın başlarıyla karşılaştırılacak olursa, İç Parti üyelerinin bile sade bir hayat sürdürdükleri görülür. Ellerindeki birkaç konfor da - iyi döşenmiş büyük bir apart-
man dairesi, daha iyi kumaşlardan giysiler, yemeklerinin, içkilerinin ve sigaralarının kaliteli oluşu, iki üç hizmetkâr, özel bir otomobil ya da helikopter, Partinin öteki üyeleriyle aralarına bir uçurum koymaya yeter. Partinin Öteki üyeleri de, proleterler dediğimiz kitlelere göre ayrıcalıklıdır. Kuşatılmış bir kentte olduğumuzu varsayalım. Burada varlıklıyla yoksul arasındaki ayrım, bir parça etinin olması ya da olmaması demektir. Burada toplumsal yapı da budur işte. Aynı zamanda savaşta, yani tehlikede olmak duygusu da, yaşamanın tek çözüm yolu olarak, bütün gücün, sınırlı bir zümrenin ellerine verilmesini haklı gösterir.
Görüldüğü gibi, savaş yalnız gerekli yıkım işini yapmaz, koşulların psikolojik temelini de hazırlar. İlke olarak, dünyadaki artık işgücünü, tapınaklar ve piramitler yaparak, çukurlar kazıp tekrar doldurarak, hatta büyük miktarda eşya imal edip sonra yakarak harcamak olasıdır. Ama bu hiyerarşik bir toplumun yalnızca ekonomik zeminini hazırlar, psikolojik temelini değil. Burada önemli olan, kendilerinden beklenildiği gibi çalıştıkları sürece dikkate alınmayan yığınların morali değil, Partinin kendi moralidir. Her Parti üyesinin becerikli, çalışkan ve dar bir çerçeve içerisinde zeki olması beklenir. Ama her şeye inanması ve savaş durumuna uygun olması için korku, kin, yaltaklanma ve aşırı coşkulanma özellikleri olan tinsel bir yapısının olması gerekmektedir. Bu savaşın gerçekten olup olmaması önemli değildir; ayrıca kesin bir utku da olanaksız olduğu için savaşın iyi gidip gitmemesi de önemli değildir. Önemli olan, savaş durumunda olmaktır. Partinin üyelerinden beklediği ve savaş havasında daha kolay ulaşılan zekâ parçalanması, artık evrenselleşmiştir ve üst basamaklara çıkıldıkça daha da belirginleşmektedir. İç Partide savaş tutkusu ve düşmana duyulan nefret çok daha güçlüdür. Ama bir yönetici olma özelliği nedeniyle, İç Parti üyesi bu savaş haberlerinin asılsız olduğunu ve savaşın gösterilenlerden farklı nedenlerinin bulunduğunu bilmelidir. Bilginin
bu çelişkili yanlan çiftdüşün tekniğiyle kapatılır ve İç Parti üyesi savaşın gerçek olduğuna, utkuyla sonuçlanacağına ve Okyanusya'nın dünyadaki tek önder olduğuna derinden inanır.
Bütün İç Parti üyeleri, savaşın kazanılacağına gönülden inanır. Bu sonuca, yavaş yavaş alınan topraklarla ve yeni yeni silâhlar bulunarak ulaşılacaktır. Yeni silâhlar bulmak için araştırmalar aralıksız sürdürülmektedir, zeki beyinler için tek doyum alanı buradadır. Okyanusya'da, şu anda, eski anlamdaki bilim artık yaşamamaktadır. Yenikonuşta 'bilim'i karşılayacak bir sözcük yoktur. Geçmişin tüm bilimsel gelişmelerinin temeli olan ampirik düşünce sistemi İngsos'un temel ilkelerine tümüyle ters düşer. Teknik gelişmeler, eğer insan özgürlüğünü biraz daha kısıtlamaya yarıyorsa kullanılır. Topraklar hâlâ sabanla sürülürken, kitaplar makineler tarafından yazılmaktadır. Ama, hayatî önem taşıyan konularda, yani savaş ve espiyonculuk konularında, ampirik yaklaşım desteklenmekte, en azından hoş görülmektedir. Partinin iki amacı vardır: Yeryüzünü tümüyle ele geçirmek ve bağımsız düşünme olanağını sonsuza dek ortadan kaldırmak. Bu nedenle, çözmeye çalıştığı iki sorun vardır. Biri, insanın aklından geçenleri okumak, ikincisi de, bir iki saniye içinde yüz milyonlarca insanı öldürmek. Bilimsel araştırmaların hepsi bu amaçlara yöneltilmiştir. Barış Bakanlığının geniş laboratuvarlarında, Brezilya ormanlarında, Avustralya çöllerinde ya da Antarktika'nın uzak adalarındaki deney merkezlerinde, uzmanlaşmış ekipler yorulmak bilmez bir uğraş içindedirler. Bugünün bilimadamı, bir tür psikolog ve soruşturmacı karışımıdır; insan yüzündeki mimikleri, anlatımları, ses tonundaki değişmeleri titizlikle araştırır, ilaçların, şok terapilerinin, hipnozun, fiziksel işkencenin etkilerini dener ya da uzmanlık dalının yalnızca öldürücü yöntemleriyle ilgilenen bir kimyacı, fizikçi ya da biyologdur. Bunlardan bazıları gelecekte yer alabilecek savaşları tasarlar, bazıları daha güçlü patlayıcı maddeler, de-
linmez zırhlar, bazıları daha öldürücü gazla bütün bir kıtanın bitkilerini kurutabilecek etki ve miktarda zehirler üstüne araştırma yapar, bazıları güneşin ışıklarını merceklerle uzaya binlerce kilometre öteye göndermenin, yapay deprem oluşturmanın olasılıklarını araştırır.
Ama tüm bu tasarımların hiçbirisi gerçekleşmemekte ve hiçbir süper-devlet bir başkası üzerinde üstünlük kuramamaktadır. Önemli bir nokta da, her üç devletin de elinde atom bombası gibi etkili bir silâhın bulunmasıdır. Parti, her konuda olduğu gibi, atom bombasının da kendileri tarafından bulunduğunu öne sürüyorsa da, gerçekte atom bombası ilk olarak bin dokuz yüz kırklarda ortaya çıkmış ve on yıl sonra geniş çapta kullanılmıştır. O yıllarda Avrupa Rusya'sına, Batı Avrupa'ya ve Kuzey Amerika'daki endüstri merkezlerine, yüzlercesi atılmıştır. Bunun sonucunda, bütün ülkelerin egemen sınıfları, birkaç atom bombası daha atılırsa, örgütlü toplumun ve bu arada kendi güçlerinin ortadan kalkacağını anladılar. O zamandan bu yana, bu konuda hiçbir anlaşma yapılmamış olmakla birlikte, bir daha atom bombası kullanılmadı. Günümüzde, üç devlet de atom bombası yapımını sürdürmekte ve gelecekte bir fırsatta kullanmak üzere bunları depolamaktadırlar. Bu arada, savaş yöntemleri yaklaşık kırk yıldır değişmemiştir. Helikopter eskisine oranla daha çok kullanılmaktadır. Bombardıman uçaklarının yerini roketler, basit savaş gemilerinin yerlerini de batırılması neredeyse olanaksız Yüzen Kaleler almıştır. Ama bunun dışında pek az değişiklik olmuştur. Tank, denizaltı, torpil, makineli tüfek, hatta tüfek ve el bombası hâlâ kullanılmaktadır. Gazetelerde bildirilen, tele ekranda gösterilen sayısız insan kıyımlarına karşın, gerçekte eskisi gibi, bir iki hafta içinde yüz binlerce ve hatta milyonlarca insan öldürülmemektedir.
Üç süper devletten her biri, ağır bir yenilgiye uğramasına neden olabilecek bir eylemde bulunmaz. Büyük ölçüde bir eyleme girişilirse, bu, müttefike karşı
ani bir saldırı biçimindedir. Her üç gücün de izlediği ya da izliyormuş göründüğü strateji aynıdır. Bu strateji, savaşlarla, pazarlıklarla ve başarılı aldatmalarla, rakiplerinden birinin çevresini saran üsler elde etmek, sonra aynı devletle barış anlaşması imzalamak ve kuşkuları dindirmek için, birkaç yıl onunla dostluk ilişkileri içerisinde bulunmaktır. Bu süre içinde, atom bombalarıyla dolu roketler stratejik noktalarda toplanacak, sonra hepsi bir arada atılıp düşmana toparlanamayaca-ğı bir darbe indirilecek, sonra sıra öbür ülkeye gelecek; onunla da bir anlaşma imzalanarak aynı hazırlıklara girişilecek. Bu tasarımlar, açıkça da görüldüğü gibi, gerçekleşmesi olanaksız düşlerdir. Üstelik savaş, ekvator ya da kutuplar gibi belli bir ülkeye ait olmayan bölgelerde yer alır ve hiçbir ülke, düşman devletin topraklarını almaya kalkışmaz. Bu durum, bazı cephelerde süper güçler arasındaki sınırın neden değişebilir olduğunu açıklamaktadır. Örneğin, Avrasya isterse Britanya Adalarını kolaylıkla ele geçirebilir; öte yandan Okyanusya sınırlarını Ren, hatta Vistül Irmağı kıyılarına dek genişletebilir. Ama böyle bir eylem, tarafların izlediği kültürel birliğin bozulması olur. Eğer Okyanusya bir zamanlar Fransa ve Almanya adlarıyla anılan bir bölgeyi ele geçirirse, oranın halkını yok etmek gibi güç bir işe zorlanacak ya da yüz milyonluk bir kitleyi içinde eritmesi gerekecektir. Sorun her üç süper devlet için aynıdır. Her üçü de yapılarını göz önüne alarak, savaş tutukluları ya da Zenci köleler dışında yabancılarla bağlantı kurulmasını yasaklamışlardır. O sıralardaki müttefike bile güvenilmez. Sıradan bir Okya-nusyalı, savaş tutsakları dışında hiçbir Avrasyalı ya da Doğu Asyalı görmez; üstelik yabancı dil öğrenmesi de yasaktır. Eğer yabancılarla görüşmelerine izin verilse, o zaman öteki ülke insanlarının da kendisi gibi olduklarını ve onlar hakkında söylenenlerin yalan olduğunu anlayacaktır, içinde hapsolduğu mühürlü dünya parçalanacak, değerlerinin temeli olan korku, nefret ve kendine tapınma yok olacaktır. Bu nedenle, İran, Mısır,
Java ve Seylan ne kadar çok el değiştirirse değiştirsin, ülkeler arasında, ana cephelere atılan bombalar dışında bir ilişki söz konusu değildir.
Bunların altında, hiçbir zaman açığa vurulmayan, ama üzerinde anlaşılan ve ona göre hareket edilen bir gerçek vardır: O da, yaşama düzeylerinin her üç süper güçte de aynı olduğudur. Okyanusya'da egemen olan görüş, İngsos adıyla; Avrasya'da, Yeni Bolşevizm adıyla ve Doğu Asya'da kendini adamak anlamına gelen, Ölüme Tapınmayla anılır. Bir Okyanusya yurttaşının öteki iki görüş hakkında bilgi edinmesine izin verilmez, onların yalnızca ahlâkın ve sağduyunun barbar-laştırılması olduklarını öğrenirler. Aslında bu üç görüş ve destekledikleri toplum yapısı hiç de farklı değildir. Her yerde aynı piramitsel yapı, yarıkutsal bir öndere tapınma vardır ve ekonomi savaş üzerine kurulmuştur. Sonuç olarak, bu üç süper gücün birbirlerini fethetmelerinde bir yarar yoktur. Öte yandan, birbirleriyle çeliştikleri sürece, birbirlerini güçlendirmektedirler. Bu üç gücün yönetici zümreleri, olanlardan aynı anda hem haberdar hem de değildirler. Hayatları dünyanın ele geçirilmesi üzerine kurulmuştur, ama bu arada savaşın sonunda bir utku olmaksızın sürüp gitmesinin gerekli olduğunu bilirler. Fetih tehlikesinin olmaması, İngsos'un ve ona rakip düşünce sistemlerinin özelliği olan, gerçeğin yadsınmasını olası kılmaktadır. Burada daha önce de belirtilmiş olan bir noktayı yinelemekte yarar vardır; süreklilik kazanan savaşın özellikleri, büyük ölçüde değişime uğramıştır.
Eski dönemlerde savaş, eninde sonunda zafer ya da yenilgiyle son bulan bir olaydı. Geçmişte savaş aynı zamanda, toplumların somut gerçeklikle yüz yüze gelmelerini sağlayan bir araçtı. Bütün çağlarda devlet adamları yurttaşlarına dünyada olup bitenleri yanlış aktarmışlar, ama her zaman kendi askeri güçlerini zayıf düşürebilecek düşler yaratmaktan çekinmişlerdir. Yenilmek, bağımsızlığın elden gitmesi ya da istenmeyen başka bir sonuç anlamına geldiği sürece, yenilgiye
karşı alınan önlemler ciddi olmak zorundaydı. Somut gerçekler göz ardı edilemiyordu. Felsefede, dinde, ahlâkta ya da siyasette iki kere iki beş edebilirdi, ama bir top ya da uçak yapımında dört etmesi gerekti. Zayıf ve yoksul uluslar eninde sonunda yenilirlerdi; güçlenmek için tarihten ders almalıydılar, bu da ancak tarihsel olaylar hakkında doğru bilgilerin olmasıyla başarılabilirdi. Gazeteler ve tarih kitapları, doğal olarak, yan tutmuş olsalar bile, bugünkü ölçülerdeki sahtekârlıklara hiç sahne olmamışlardı.
Aralıksız süren bir savaş, tehlike olmaktan çıkar. Askeri gereksinimler ortadan kalkar. Teknik gelişme durabilir, en açık olaylar bile yadsınıp görmezlikten gelinebilir. Nitekim, bilimsellik niteliği taşıyan araştırmalar, ancak savaş amaçlarıyla sürdürülmekte, bunlar gerçekte hiçbir önem taşımamaktadırlar. Etkinliğe, askeri etkinliğe bile gerek kalmamıştır. Okyanusya'da Düşünce Polisinden başka, etkin ve verimli çalışan başka bir şey yoktur. Her üç süper devlet de yenilemez oldukları için; içlerinde, her türlü düşüncenin saptırıldığı, kendine özgü evrenler oluşturmuşlardır. Somut gerçek, ancak günlük hayatta kendini duyurmaktadır; yemek ve içmek gereksinimi, barınma ve giyim gereksinimi, zehir içmemek, camdan atlamamak gibi. Yaşamak ve ölmek, fiziksel zevk ve acı arasında hâlâ bir fark vardır, ama hepsi budur. Dış dünyayla ve geçmişle bağlarını koparmış olan Okyanusya, uzakta dolaşan bir adama benzer; yönünü bulamaz, aşağıya mı yoksa yukarı mı gittiğini bilemez. Böyle bir devletin yöneticileri, firavunların ve Roma imparatorlarının olamadıkları kadar mutlaktırlar. Peşlerinden gelenleri açlıktan ölmekten korumak ve ülkeyi rakipleriyle aynı askeri teknoloji düzeyinde tutmak zorundadırlar. Ama bir kez bu asgari zorunlukları yerine getirdiklerinde, gerçeği, evirip çevirip, istedikleri biçime sokabilirler.
Bu nedenle, eski savaşlarla karşılaştırılıra, bugünkü savaşın yalnızca bir sahtekârlık olduğu anlaşılır.
Günümüzde savaş, boynuzları birbirlerini yaralamayacak biçimde oluşmuş iki hayvanın dövüşmesi gibi bir şeydir. Savaş, gerçek olmasa bile, anlamsız değildir. Tüketilebilir mallar artığını erittiği gibi, hiyerarşik bir toplum için gerekli olan ruhsal havayı sürdürmeye de yarar. Savaş görüldüğü gibi bir ülke içi sorunudur. Eskiden, ülkelerin yöneticileri, ortak çıkarları göz önünde bulundurarak savaşların yıkım gücünü sınırlandırır, ama gene de birbirleriyle çarpışırlar ve yenen taraf yenilenin her şeyini elinden alırdı. Oysa bugün, savaş uluslar arasında değil, baştaki yöneticilerle yönetilenler arasındadır. Amaç, ülkenin ele geçirilmesine engel olmak değil, toplumun yapısını olduğu gibi korumak ve sürdürmektir. Bu nedenle, söz konusu durum için 'savaş' sözcüğünü kullanmak yanıltıcı olabilir. Süreklilik kazanmakla savaş, savaş olma özelliğini yitirmiştir denebilir. Neolitik Çağ ve yirminci yüzyılın başları arasında, savaşın insanlara yaptığı baskılar son bulmuş, onun yerini oldukça farklı bir şey almıştır.
Eğer bu üç süper güç birbirleriyle savaşmak yerine sürekli olarak barış içinde yaşamayı seçmiş olsalardı, sonuç aşağı yukarı aynı olurdu. Bu durumda yine, her biri dış baskılardan sıyrılmış olarak kendi başlarına birer evren olmayı sürdürürlerdi. O zaman sürekli bir barış, sürekli bir savaşla aynı kapıya çıkardı. İşte, tüm bu anlatılanlar, Parti üyelerinin çoğunun yüzeysel olarak algıladıkları Parti sloganının gerçek anlamıdır: Savaş Barıştır.
Winston bir süre için okumayı bıraktı. Uzakta düşen bir roket bombasının sesi duyuldu. Yasak bir kitapla, tele ekranı olmayan bir odada yalnız olmanın zevki yitmemişti. Yalnızlık ve güven duyguları, bedeninin yorgunluğu, koltuğun yumuşaklığına ve yüzünde tatlı tatlı esen rüzgâra karışmıştı. Kitap onu büyülemiş, daha doğrusu kendi düşüncelerini desteklemişti. Bir bakıma kendisine yeni bir şey söylememişti, ama Winston'a çekici gelen de buydu. Onun dağınık olan düşüncelerini bir düzene koymuş ve söyleyeceklerini onun yerine söylemişti. Bu ki-
tap kendininkine benzer bir kafa tarafından yazılmıştı, ama bu daha güçlü, daha sistematik ve daha az korku duyan bir kafaydı. En iyi kitaplar, bize bildiklerimizi söyleyenlerdir, diye düşündü. Tam I. bölüme dönmüştü ki, merdivende Julia'nın ayak seslerini duydu ve onu karşılamak için koltuğundan kalktı. Julia elindeki alet çantasını yere atarak kendini onun kollarına bıraktı. Birbirlerini görmeyeli bir hafta olmuştu.
Birbirlerinden ayrılırken, "Kitabı aldım," dedi Winston.
"Aldın mı? İyi," dedi Julia. Pek ilgilenmişe benzemiyordu. Kahveyi hazırlamak için ocağa doğru eğildi.
Yattıktan yarım saat sonra, bu konuya yeniden dönebildiler. Hava, akşamları yatak örtüsü kullanmayı gerektirecek kadar serinlemişti. Aşağıdan, alıştıkları o şarkı sesi ve taşlar üzerindeki ayak sesleri duyuluyordu. Winston'ın ilk kez geldiklerinde görmüş olduğu esmer kollu, iriyarı kadının, çamaşır teknesiyle çamaşır ipi arasında mekik dokumadığı bir zaman yok gibiydi. Julia yan dönmüş uykuya dalmak üzereydi. Bunu gören Winston, yerde duran kitabı alarak yatakta doğruldu.
"Bunu okumalıyız," dedi. "Sen de okumalısın. Kardeşliğin tüm üyeleri okumalı bunu."
"Sen oku," dedi, Julia. "Yüksek sesle oku. En iyi yol bu. Okudukça bana açıklarsın." Saat altıyı gösteriyordu, yani on sekizi. Daha üç dört saatleri vardı önlerinde. Kitabı dizlerinin üzerine yerleştirerek okumaya başladı:
Bölüm 1 Bilgisizlik Kuvvettir
Tarih boyunca, büyük olasılıkla Neolitik çağdan bu yana, yeryüzünde üç tür insan sınıfı olagelmiştir: En üst, orta ve alt sınıf. Bunlar kendi aralarında pek çok alt bölümlere ayrılmışlar, kendilerine değişik adlar verilmiş, göreli sayıları ve tutumları çağdan çağa değişmiş, ama toplumun temel yapısı hep aynı kalmıştır. Büyük ayaklanmalar ve değişimlerden sonra bile, bir denge aygıtının her zaman son dengesine dönüşü gibi aynı yapı hep ortaya çıkmıştır.
"Julia, uyanık mısın?" diye sordu, Winston. "Evet, canım. Dinliyorum. Çok harika, sen sürdür okumanı."
Winston okumaya devam etti:
Bu üç grubun amaçlan uzlaştırılamaz. En üst sınıf, durumunu korumak, orta sınıf onun yerine geçmek ister. Alt sınıfın amacı (varsa eğer, çünkü bu grup günlük hayatta olup bitenler dışında herhangi bir şeyi fark edemeyecek kadar yoksul koşullarda yaşamaktadır), tüm farkları ortadan kaldırmak, herkesin eşit olduğu bir toplum yaratmaktır. Bu nedenle, tarih boyunca, genel çizgileriyle değişmez olan savaşımlar sürekli yinelenip durmaktadırlar. En üst sınıf, uzun dönemler süresince, yönetimde kalmış, ama iktidar yetilerini ve kendilerine olan inancın yittiği dönemler de olmuştur. Böyle zamanlarda, orta sınıf özgürlük ve adalet için çarpıştıklarını öne sürerek alt sınıfı kendi saflarına alarak üst sınıfı devirmişlerdir. Orta sınıf amacına ulaşır ulaşmaz, alt sınıfı eski yerine indirip, kendisi üst sınıfı oluşturur. Çok geçmeden bu iki gruptan birinden ya da her ikisinden ayrılanlar, yeni bir orta sınıf oluşturur ve savaşım yeniden başlar. Bu üç grup arasından amacına, geçici bile olsa, ulaşamayan, alt sınıftır. Tarih boyunca hiçbir somut ilerleme olmadığını ileri sürmek abartma olur. Bir çöküş dönemi olan günümüzde bile, insanlar birkaç yüzyıl öncesine oranla çok daha iyi yaşamaktadırlar. Ama ne zenginliğin artması, ne davranışların yumuşaması, ne reformlar, ne de devrim insanları eşitliğe bir milimetre olsun, yaklaştırmamışım Alt sınıf açısından, hiçbir tarihsel gelişme, efendilerinin adının değişmesinden öte bir anlam taşımamaktadır.
On dokuzuncu yüzyıl sonlarında kendini yineleyen düzen, gözlemcilerin gözünden kaçmamıştır. Tarihi, yinelenen bir işleyiş olarak yorumlayan ve eşitsizliğin mutlak olduğunu ileri süren düşünce akımları ortaya çıkmıştır. Elbette ki, bu öğretiye bağlı olanlar önce-
den de var olmuştur, ama o sıralarda ortaya atılan biçimiyle önemli bir değişiklik göstermiştir. Geçmişte, hi-yerarşik bir toplumun başlıca savunucusu üst sınıfı. Krallar, soylular, din adamları, hukukçular ve bunlar gibi başka asalaklar, bu öğretilerin ateşli koruyucularıydılar. Öğreti, ölümden sonraki düşsel dünya vaatleriyle yumuşatılıyordu. Orta sınıf, güç elde etmek için savaşırken, özgürlük, adalet, kardeşlik gibi kavramları sık sık kullanırdı. O sıralarda, henüz yönetime geçmemiş olmakla birlikte, geçeceğini umut eden bazı kimseler, bu kardeşlik kavramına üşüştüler. Geçmişe, orta sınıf eşitlik adına devrimler yapmış, eski düzenden kurtulduktan sonra kendisi yeni bir sömürü düzeni kurmuştu. Yeni orta sınıf ise, buyurganlığının temellerini önceden atmıştı. On dokuzuncu yüzyılda kemikleşmeye başlayan eski dönemlerde kölelerin başkaldırılarına dayanan düşünce zincirindeki son halka olan sosyalizm kuramı eski çağların Ütopik görüşlerinin etkilerini taşıyordu.
Ama, 1900'den başlayarak ortaya atılan Sosyalizm türlerinden hepsinde, özgürlük ve eşitliği kurma amaçlan giderek bir yana bırakılıyordu. Yüzyıl ortalarında ortaya çıkan yeni akımların, Okyanusya'da İngsos, Avrasya'da Yeni Bolşevizm, Doğu Asya'da Ölüme Tapınmanın başlıca amacı, bağımlılığı ve eşitsizliği sürdürmekti. Bu yeni akımlar eskilerin üzerine kurulmuş olduklarından, geçmiş öğretilere sözde bir bağlılık gösteriyorlardı. Ancak, tümünün ortak amacı, ilerlemeyi durdurmak ve istenilen bir anda tarihi dondurmaktı. Sarkacın kolu bir kez daha sallanacak ve sonra duracaktı. Hep olduğu gibi, orta sınıf, üst sınıfı devirip kendisi onun yerine geçecekti, ama bu kez, üst sınıf, bilinçli stratejiyle, statüsünü sonsuza dek koruyacaktı.
Yeni öğretiler, tarihsel bilgi birikimi ve on dokuzuncu yüzyıl öncesinde var olmayan tarih anlayışının gelişimi sonucu ortaya çıktı. Tarihin yinelenen işleyişi anlaşıldıktan sonra, daha doğrusu bu kuram yaygınlaştıktan sonra, tarih anlaşılabilirse, değiştirilebilir sonu-
cuna varıldı. Ama yeni öğretilerin ortaya çıkışının temel nedeni, daha yirminci yüzyıl başında, insanlar arasındaki eşitliğin teknik açıdan kurulabileceğinin anlaşılması oldu. İnsanların doğuştan gelen yeteneklerinin eşit olmadığı kabul ediliyor, hepsinin işlev derecelerine göre farklı işlerde çalışmaları uygun görülüyordu, ama artık farklı servet ye sosyal düzeylerde yaşamalarına gerek kalmamıştı. Önceki çağlarda sınıf ayrılıkları yalnız kaçınılmaz değil, aynı zamanda istenen bir olguydu. Eşitsizlik, uygarlığın bedeliydi. Ama makinelerin gelişimiyle bu durum değişti. Her insanın farklı işlerde çalışması gerekliliğini koruyordu, ama farklı sosyal ve ekonomik düzeylerde yaşama zorunlulukları kalmamış gibiydi. Bu nedenle, yönetime tırmanmaya başlamış olan zümreler, insanların eşitliği uğrunda savaşıl-masını gerekli görmüyorlar, tersine, onu bir tehlike olarak kabul ediyorlardı. Adaletli ve barışçıl bir toplum yaratılmasının olanaksız olduğu ilkel çağlarda, insanların eşitliğine inanmak oldukça kolaydı. Binlerce yıl boyunca, insanların düşlerini, kardeşlik içinde, hiçbir yasaya bağlı olmaksızın ve ağır iş koşullarının bulunmadığı cennetsi bir dünyada yaşayacakları düşüncesi doldurmuştu. Fransız, İngiliz, Amerikan devrimlerinin mirasçıları, insan hakları, konuşma özgürlüğü, yasalar karşısında eşitlik ve buna benzer kavramlara kendileri de kısmen inanmışlar ve hatta eylemlerinin, bir dereceye kadar bunların etkisi altında kalmasına izin vermişlerdi. Ama yirminci yüzyılın ortalarında yaygınlaşan siyasal düşünce akımlarının hepsi, buyurgan-lık eğilimindeydi. Yeryüzündeki cennet, tam gerçekleşebilecekken yadsınmıştı. Her yeni siyasal kuram, kendisine ne ad takarsa taksın, hiyerarşiye ve baskıya dönüş yapmıştı. 1930 yılından başlayarak tutumların katılaşması sonucunda, yüzlerce yıldan beri terk edilmiş bulunan yargılamasız tutuklamalar, savaş tutsaklarının köle olarak kullanılması, toplu idamlar, itiraf ettirmek amacıyla yapılan işkenceler, rehinelerin kullanılması ve bir ülke insanlarının tümünün sürülmesi gibi uygu-
lamalara dönülmekle kalmadı, kendilerini aydın ve ilerici olarak nitelendiren kişiler tarafından da bu tutumlara göz yumuldu.
On yıl kadar süren uluslararası savaşlar, iç savaşlar, devrimler ve karşı devrimler sonucunda İngsos ve rakipleri, bütünüyle geliştirilmiş siyasal kuramlar olarak ortaya atıldılar. Bunjara yüzyılın başlarında ortaya çıkan ve çoğunlukla buyurgan yapıda olan, değişik sistemler öncülük etmişlerdi. Böylece, genel kargaşadan sonraki dünyanın genel çerçevesi, sonucu, önceden hazırlanmıştı. Dünyayı kimin denetleyeceği de ortaya çıkmıştı. Yeni aristokratlar çevresini, bürokratlar, bilim adamları, teknisyenler, işçi sendika önderleri, halkla ilişkiler uzmanları, okutmanlar, gazeteciler ve usta politikacılar oluşturuyordu. Ücretli orta sınıf ve işçi sınıfının yukarı tabakalarını oluşturan bu kimseler, tekelci bir endüstrinin ve merkezi yönetimin, çıplak dünyasında bir araya gelmişlerdi. Eski dönemlerdeki benzerleriyle karşılaştırıldıklarında, bunlar, daha az aç gözlü, daha az lükse düşkün, ama iktidara daha çok susamışlardı. Özellikle, ne yaptıklarının bilincinde ve karşı tarafı ezmek için daha kararlıydılar. Bu sonuncu fark çok önemliydi. Bugüne oranla geçmişteki diktatörlükler isteksiz ve beceriksiz kalırlar. Eskiden, egemen sınıflara liberal düşünceler bulaştığı için, bunlar çoğunlukla ortadaki sorunlarla uğraşırlar, yönettikleri sınıfın düşündükleriyle pek ilgilenmezlerdi. Orta çağların Katolik kilisesi bile, çağdaş ölçülerle, liberal sayılır. Eski hükümetlerden hiçbirinin, yönettikleri kişileri sürekli denetim altında bulundurma olanakları yoktu. Televizyonun yapımı ve aynı aygıtın, hem alıcı, hem verici olarak kullanılmasını sağlayan teknik gelişmeler, özel hayata son verdi. Her yurttaşın ya da en azından gözetlenmesi gerekecek kadar önemli herkesin, hiç aralıksız polis denetimi ve başka iletişim yolları bulunmadığından, sürekli bir resmi propaganda bombardımanı altında tutulabilmesi olası kılındı. Böylece, tarihte ilk kez herkesin devletin isteklerine bo-
yun eğmesi ve her konuda düşünsel bir birliğin oluşması sağlandı.
Ellili ve altmışlı yıllardaki devrim dönemlerinden sonra toplum yeniden üst, orta ve alt diye üç sınıfa ayrıldı. Ama bu kez yeni üst sınıf, kendinden öncekilerin tersine, içgüdülerle davranmıyor, durumunu sağlamlaştırmak için neyin gerekli olduğunu çok iyi biliyordu. Oligarşi için tek güvenli temelin kolektivizm olduğu anlaşıldı çok olmuştu. Servet ve ayrıcalığı en kolay olan savunma yolu, bunların ortak mülkiyet konusu olmalarını sağlamaktı. Yüzyılın ortasında gerçekleşen 'özel mülkiyetin kaldırılması' olayı, servetin öncekinden daha az birkaç elde toplanması anlamına geliyordu. Bu kez mülkü bir bireyler kitlesi değil, bir sınıf elinde tutacaktı. Hiçbir Parti üyesinin birkaç önemsiz eşya dışında kişisel malı yoktu. Kolektif olarak, Okya-nusya'daki her şey Partinindir; her şey onun denetimi altında işler ve üretilenler onun uygun gördüğü biçimde tüketilir. Devrimi izleyen yıllarda, bu durum hiçbir muhalefetle karşılaşmadı, tüm işlem bir kolektifleştirme olarak tanıtıldı. Kapitalist sınıf ortadan kalkarsa, ardından Sosyalizmin geleceğine öteden beri inanılmıştı; kapitalistler gerçekten de ortadan kaldırıldılar. Fabrikalar, madenler, topraklar, evler, ulaşım araçları, her şey ellerinden alındı. Kişisel mülk olmayınca da bunların ortak mülk olması gerekirdi. Eski sosyalizm akımlarından doğan ve onun terminolojisini kullanan İng-sos, Sosyalist programdaki ana madde olan kolektifleştirmeyi gerçekleştirdi. Böylece, önceden de istenmiş olduğu gibi, ekonomik eşitsizlik süreklileştirilmiş oldu.
Ama, hiyerarşik bir toplumu süreklileştirmenin sorunları bundan daha derindir. Yönetici grubun iktidardan düşmesinin yalnız dört yolu vardır: Ya dışarıdan gelen bir kuvvete yenilir ya kitleleri başkaldırıya yöneltecek derecede kötü yönetir, ya kuvvetli ve hoşnutsuz bir orta sınıf ortaya çıkmasına izin verir ya da kendine olan güvenini yitirir. Bu nedenler tek başları-
na hareket etmezler ve ilkece, her biri bir dereceye kadar işe karışırlar. Bunların tümünü denetleyebilen bir yönetici sınıf sürekli olarak iktidarda kalabilir. Sonuç olarak, her şey yönetici sınıfın kendi tutumuna bağlıdır.
İçinde bulunduğumuz yüzyılın ortalarından sonra, ilk tehlike ortadan kalkmıştı: Dünyayı günümüzde aralarında paylaşmış bulunan üç devletin birbirlerini yenmeleri olanaksızdır. İkinci tehlike de kuramsaldır. Kitleler asla, yalnızca ezildikleri için, kendiliklerinden başkaldırmazlar. Kendilerine karşılaştırma yapabilecekleri ölçüler verilmedikçe, ezildiklerinin bilincine varmazlar. Eski dönemlerde sık sık yaşanan ekonomik sarsıntılara artık gerek yoktur. Bunların oluşmasına izin verilmemektedir. Toplumumuzda gelişen makine teknolojisinin sonucunda ortaya çıkan üretim artığı sorunu, sürekli bir savaş durumunun korunmasıyla çözümlenmiştir. Savaş, ayrıca, toplum psikolojisinin istenilen düzeyde tutulmasını da sağlar. (Bk. Bölüm III) Şimdiki yönetimi ilgilendiren tehlikeler, yarı işsiz, becerikli, iktidara susamış yeni bir sınıfın içlerinden kopması ve bir de kendi saflarında liberalizm ve kuşkuculuğun gelişmesidir. Sorun eğitimseldir. Gerek yöneticilerin, gerekse onların altındaki memurların bilincini denetim altında bulundurmak gerekmektedir. Kitlelerin bilincini, yalnızca olumsuz bir yönde etkilemek yeterlidir.
Önceden hakkında bir şey bilmese bile, insan bu satırları okuduktan sonra, Okyanusya toplumunun genel yapısını kavrayabilir. Piramidin tepesinde Büyük Birader vardır. Büyük Birader yanlışlık yapmaz, tüm güç onun elindedir. Her başarı, her zafer, her buluş, bütün bilgi, bütün mutluluk, bütün erdem onun önderliği altında var olur ve ondan esin alır. Kimse bugüne kadar Büyük Biraderi görmüş değildir. Kendisi posterlerde bir yüz, tele ekranda bir sestir. Ne zaman doğduğu bilinmez, ama asla ölmeyeceği ortadadır. Parti, kendisini Büyük Birader imgesi arkasına gizleyerek
dünyaya açılmaktadır. Bu imgenin işlevi, sevgi, korku ve saygı gibi, bir kuruluştan çok bir kişinin üzerinde daha kolaylıkla yoğunlaşabilecek duygular için bir odak noktası oluşturmaktır. Büyük Biraderin altında İç Parti bulunur, Okyanusya nüfusunun yüzde ikisinden az olan, altı milyonluk bir üye sayısı vardır. İç Partiden sonra Dış Parti gelir. İç Parti devletin beyniy-se, Dış Parti elleri sayılabilir. Onun altındaysa, ülke nüfusunun yüzde seksen beşini oluşturan aptallar ordusu - proleterler - bulunmaktadır. Eski sınıflandırmada, proleterler alt sınıfa karşılık gelirler. Sürekli el değiştiren ekvator ülkelerindeki kölelerse, bu yapının sürekli ya da gerekli bir parçası değildirler.
İlke olarak, bu sınıflara üyelik kalıtımsal değildir. Kurama göre, anne ve babası İç Parti üyesi olan çocuk İç Parti üyesi olarak doğmaz. Partinin herhangi bir bölümüne giriş, on altı yaşında geçilen bir sınavla olur. Seçimde ırklar arasında bir fark gözetilmediği gibi, Okyanusya'nın bir bölgesi ötekinden daha üstün tutulmaz. Partinin yüksek basamaklarında Yahudiler, Zenciler, saf Kızılderili kanı taşıyan Güney Amerikalılar vardır ve bölge yöneticileri yine o bölge insanları arasından seçilirler. Okyanusya'nın hiçbir yerinde insanlar, uzaktaki bir başkentten yönetilen bir sömürge halkı olduklarını düşünmezler. Okyanusya'nın başkenti yoktur, önderinin nerede olduğu bilinmez. İngi-lizcenin her yerde kullanılması ve Yenikonuşun resmi dil olması dışında, bir merkezileşme yoktur. Yöneticileri bir arada tutan kan bağlan değil, ortak bir öğretidir. Toplumumuzun ilk bakışta kalıtım temelleri gözetilerek sınıflara ayrılmış bir yapı izlenimi bıraktığı doğrudur. Değişik sınıflar arasındaki yakınlaşma, kapitalizme, hatta sanayileşme öncesi dönemlere oranla daha azdır. Partinin iki kolu arasında sınırlı bir alışveriş vardır ve bu zayıf kişilerin İç Partiden uzaklaştırılması ve tutkulu Dış Parti memurlarının yükselmelerine izin verilerek zararsızlaştırılması biçimindedir Proleterler, uygulamada Parti içine alınmazlar. İçlerinde bir huzur-
suzluk nedeni olabilecek kadar yetenekli ve akıllı kişiler, Düşünce Polisi tarafından saptanarak yok edilirler. Bu durum bir ilke sorunu olarak algılanmamalıdır. Parti, sözcüğün eski anlamıyla bir sınıf değildir. Gücünün kendisinden sonra mutlaka çocuklarına geçmesine çalışmaz. En yetenekli kimseleri başa getirmenin bir olanağı kalmasa, Parti, proleter tabakadan yepyeni bir kuşağı bünyesine almaktan çekinmezdi. İlk yıllarda, Parti üyeliğinin kalıtsal olmaması, muhalefeti yatıştırmakta önemli rol oynamıştır. 'Sınıf ayrıcalıklarına karşı savaşmak için eğitilmiş olan eski tip sosyalistler, kalıtsal olmayan bir şeyin sürmeyeceğini varsaydılar. Babadan oğul geçen aristokrasilerin hep kısa ömürlü olduğunu, buna karşılık Katolik Kilisesi gibi bir kuruluşun yüzlerce, binlerce yıl yaşayabildiğini göremediler. Oligarşik yönetimin temeli, babadan oğula geçmesi değil, ölenler tarafından yaşayanlara aktarılan bir dünya görüşünün ve yaşama biçiminin sürdürülmesidir. Yönetici grup, yerine geçecekleri saptayabildiği sürece, yönetici kalır. Parti, soyunu değil, kendisini ölümsüzleştirmeyi amaçlar. Hiyerarşik yapı aynı kaldığı sürece, gücün şunun ya da bunun elinde olması önemli değildir.
Zamanımızı belirleyen tüm inançlar, alışkanlıklar, zevkler, duygular ve düşünsel davranışlar, şimdiki toplumun gerçek yapısının ve Partinin gizeminin anlaşılmasına engel olacak biçimde şekillendirilmiştir. Gerçek bir başkaldırı ya da başkaldırıya doğru bir adım henüz olanaksızdır. Proleterlerin korkulacak bir yanı yoktur. Kendi hallerine bırakılırsa, kuşaklar, yüzyıllar boyu, çalışırlar, ürerler ve ölürler. İçlerinde başkaldırı için bir itki oluşması şöyle dursun, yaşadıkları dünyanın bundan daha farklı olabileceğini kavrama gücünden de yoksundurlar. Ancak, gelişen endüstri teknikleri onların eğitilmesini gerektirseydi, tehlikeli olabilirlerdi, ama bugün askeri ve ticari rekabet bir önem taşımadığından, halkın eğitim düzeyi de, gerçekte düşmektedir. Kitlelerin ne düşündükleri Partiyi ilgilendir-
mez. Kafalarında düşünce diye bir şey olmadığı için, onlara düşünce özgürlüğü tanınmıştır. Öte yandan, bir Parti üyesinin en önemsiz bir konu hakkındaki düşüncesinin bile farklılaşmasına izin verilmez.
Bir Parti üyesi, doğumundan ölümüne dek Düşünce Polisinin gözetimi altında yaşar. Yalnız olduğu zaman bile, yalnızlığından emin değildir. Nerede olursa olsun, uyurken ya da uyanıkken, çalışırken ya da dinlenirken, banyoda ya da yatakta, uyarılmadan gözetlenebilir ve kendisinin bundan haberi olmaz. Yaptığı hiçbir şeye önemsiz gözüyle bakılmaz. Arkadaşlıkları, dinlenmesi, karısına ve çocuklarına karşı davranışları, yalnızken yüzünün anlatımı, uyurken sayıkladıkları, hatta bedeninin kendine özgü davranışları, hepsi titizlikle incelenir. Yalnız yanlış davranışların değil, herhangi bir özgünlüğün, ufak da olsa davranışlarında-ki bir değişikliğin, bir içsel çekişme belirtisi olabilecek herhangi bir sinirli davranışın, gözden kaçmasına olanak yoktur. Kendilerine hiçbir konuda seçme özgürlüğü tanınmaz. Öte yandan, davranışları herhangi bir yasa ya da belirli bir davranış biçimiyle sınırlandırılmış değildir. Okyanusya'da yasa yoktur. Saptandıkları zaman ölüme neden olabilecek düşünce ve davranışlar resmen yasaklanmamıştır. Sonu gelmeyen temizlikler, tutuklamalar, işkenceler, idamlar, işlenmiş suçları cezalandırmak için değil, gelecekte bir gün suç işleyebilecek kişileri ortadan kaldırmak içindir. Bir Parti üyesinin yalnız doğru düşünmesi yetmez, doğru içgüdülerinin de olması gerekir. Kendisinden beklenen inanç ve tutumların çoğu hiçbir zaman açıkça belirtilmez, eğer belirtilecek olsa, Ingsos'taki çelişkiler ortaya çıkar. Eğer Parti üyesi tam bir bağnazsa, Yenikonuşta iyidü-şünense, her durumda doğru .olan inançları ve kendisinden beklenen duyguları düşünmeksizin bilir. Yeni-konuştaki suçdurdurma, siyah-beyaz ve çiftdüşün gibi sözcükler çevresinde toplanan, çocukluğunda geçtiği bir düşünsel eğitim, onun herhangi bir konu üzerinde pek fazla düşünmesini olanaksız kılar.
Bir Parti üyesinin kişisel duygulan olamaz. Ondan, dış düşmanlardan ve iç sabotajlardan sürekli nefret etmesi, zaferlerden gurur duyması, Partinin gücü ve dehası karşısında kendisini bir hiç olarak görmesi beklenir. Boş ve doyumsuz olan hayatının doğurduğu hoşnutsuzluklar, İki Dakikalık Nefret gibi araçlarla dışarı çevrilir ve dağıtılır. Kuşkucu ve başkaldıran bir tutum yaratabilecek olan düşünceler de, yine genç yaşta aşılanan iç denetim yoluyla önceden öldürülür. Küçük çocuklara bile öğretilebilen bu denetim sisteminin ilk ve en basit aşamasına Yenikonuşta suçdurdurma denir. Suçdurdurma, tehlikeli bir düşüncenin eşiğindeyken, içgüdüsel bir tepkiye benzer bir tepkiyle düşünmeyi durdurmaktır. Mantık yanlışlarını fark etmemek, Ing-sos'a karşı olabilecek en basit düşünceleri bile kavramamak yeteneğini içerir. Kısacası, suçdurdurma, koruyucu bir aptallıktır. Ama aptallık yeterli değildir. Kurallara tam anlamıyla bağlılık, düşünce sistemine tam bir egemenliği gerektirir. Okyanusya toplumu, Büyük Biraderin her şeye gücünün yettiğine ve Partinin değişmezliği inancına dayanır. Ama bu inançların aslı yoktur ve bu nedenle olayları ele alırken, Parti üyesi, bir an bile gevşemeyen bir koşullara uyma yeteneğine gereksinim gösterir. Burada yol gösterici, siyah-beyaz sözcüğüdür. Tüm Yenikonuş sözcükleri gibi, bu da iki karşıt anlamı içermektedir. Düşmana uygulandığı zaman apaçık gerçeklere karşın, siyahın beyaz olduğunu öne sürmektir. Bir Parti üyesine uygulandığı zamansa, Parti disiplini gerektirdiği için, bağlılıkla siyaha beyaz diyebilmek anlamını taşır. Aynı zamanda, siyahın beyaz olduğuna gerçekten inanma yeteneğidir, daha da ötede, siyahın beyaz olduğunu bilmek ve sonra karşıtına inandığını unutmak, demektir. Bu, geçmişin sürekli değiştirilmesini gerektirir. Bu da, Yenikonuşta çiftdü-şün adı verilen ve her şeyi içeren bir düşünce sistemiyle sağlanmıştır.
Geçmişin değiştirilmesi için iki neden vardır; bunların birincisi, yardımcı, yani, önlemsel niteliktedir.
Yardımcı neden, Parti üyesinin de, proleter gibi, eşleştirmeye yönelik olmasıdır. Atalarından daha iyi durumda olduğuna ve ortalama yaşama düzeylerinin yükseldiğine inanması için, öteki ülkelerle olduğu gibi, geçmişle de ilgisi kesilmelidir. Ama geçmişin değiştirilmesi için çok daha önemli bir neden, Partinin yanlış yapmayacağı savıdır. Parti tahminlerinin hep doğru çıktığını göstermek için, bütün söylevlerin, istatistiklerin ve her türlü kayıtın sürekli değiştirilmesi gerekir. Bunun yanı sıra, öğretide bir değişiklik onaylanmaz. Çünkü birinin düşüncesini hatta siyasetini değiştirmesi, zayıflığını açığa vurması demektir. Örneğin, eğer Avrasya ya da Doğu Asya (hangisi olursa) bugün düş-mansa, hep düşman olmuş olması gerekir. Eğer olaylar tersini gösteriyorsa, olaylar değiştirilmelidir. Bu nedenle tarih sürekli yeniden yazılmaktadır. Geçmişin günden güne değiştirilmesi, Doğruluk Bakanlığı tarafından yazılır ve bu düzenin dengede kalması için, Sevgi Bakanlığı tarafından yürütülen baskı ve casusluk etkinlikleri kadar önem taşır.
Geçmişin değişebilirliği, İngsos'un temel ilkelerindendir. Geçmiş olayların, nesnel gerçekliğinin olmadığı, yalnızca yazılı kayıtlarda ve insan belleğinde yaşayabileceği kabul edilir. Geçmiş kayıtlar ve insan belleği nede birleşiyorsa, gerçek odur. Parti tüm kayıtları ve üyelerinin belleklerini denetim altında bulundurduğu için, geçmişe de istediği biçimi verebilir. Her ne kadar geçmiş değiştirilebilirse bile, ortada değişmiş olduğu düşünülen bir olay yoktur. Çünkü istenilen anda yeni biçimine sokulan geçmiş, yürürlüktedir, ondan önce başka bir geçmiş varolmuş olamaz. Birçok kereler olduğu gibi, aynı olay bir yıl süresince defalarca değiştirilebilir. Parti her zaman mutlak gerçeği bilir, o halde mutlak gerçeğin şimdikinden farklı olamayacağı açıktır. Görüldüğü gibi, geçmişin denetlenmesi, belleğin eğitilmesi üzerine kurulmuştur. Yazılı kayıtları, o anki durumlara uydurmak, yalnızca mekanik bir işlemdir. Ancak, olayların istenildiği biçimde geliştiğini
hatırlamak da gerekir. İnsanın anılarını yeniden düzene soktuktan ya da yazılı kayıtları değiştirdikten sonra yapılmış olan bu işlemler de unutulmalıdır. Bunun için belirli bir düşünce tekniği gerekir. Bu, Parti üyelerinin çoğunun ve hele, bağnaz oldukları kadar akıllı olanların öğrendikleri bir şeydir. Eski dilde buna 'gerçeğin denetlenmesi' adı verilir. Yenikonuşta ise çiftdü-şün denir. Çiftdüşün başka şeyleri de kapsar.
Çiftdüşün insanın iki çelişik düşünceyi aynı anda kabullenmesidir. Parti aydını, anılarının hangi yönde değiştirilmesi gerektiğini bilir; bu nedenle gerçekle oynadığını da bilir. Çiftdüşün yöntemiyle, gerçeğin zedelenmediğine kendini inandırır. Bu işlem bilinçli yapılmalıdır, yoksa kesinliğini yitirir; ama aynı zamanda bilinçsiz de olmalıdır, yoksa bir düzenbazlık ve dolayısıyla bir suçluluk duygusu uyandırır. Çiftdüşün, İngsos ilkelerinin püf noktasıdır, çünkü Partinin temel işlevi, tam bir dürüstlük taşıyan amacın yıkılmasını önlemek için bilinçli yanılmayı kullanmaktır. Bile bile söylenen yalanlara yürekten inanmak, zararlı görülmeye başlanan bir gerçeği unutmak, nesnel gerçeklerin varlığını yadsırken bu gerçekleri sürekli göz önünde bulundurmak, gerekli şeylerdir. Çiftdüşün sözcüğünün kullanımı bile, çiftdüşün'ü gerektirir. Bu sözcüğü kullanmakla, insan gerçekleri zedelediğini kabullenmektedir, yeni bir çiftdüşün'le, bu, kafadan silinir. Bitip tükenmek-sizin süren bu işlem yardımıyla gerçek, sürekli geride bırakılmaktadır. Parti çiftdüşün yardımıyla tarihi durdurmak olanağını bulmuştur, belki daha binlerce yıl, bunu başarıyla sürdürecektir.
Geçmişteki bütün oligarşiler ya katılaştıkları ya da gevşedikleri için iktidardan düşmüşlerdir. Ya aptallıkları ve gururlan yüzünden kendilerini değişen koşullara uyduramamışlar ve devrilmişler; ya da korkaklık ve hoşgörüleri yüzünden, zor kullanacakları yerde ödün vermişler ve gene devrilmişlerdir. Devrilmeleri ya bilinç ya da bilinçsizlik nedenleriyle olmuştur. Partinin başarısı, her iki koşulun da aynı anda var olduğu
bir düşünce sistemi geliştirmiş olmasıdır. Başka hiçbir düşünce sistemi üzerinde Parti sürdürülemez. Eğer yöneten, yönetimini sürdürmeyi istiyorsa, gerçeklik duyusunu bozmalıdır. Kendisinin yanlış yapmayacağına inanmak ve geçmişteki yanlışlardan ders almak, yönetmenin sırrıdır.
Çiftdüşün'ü en büyük başarıyla uygulayanların, onu bulan ve onun geniş bir düşünce sahtekârlığı sistemi olduğunu bilenler olduğunu belirtmek gereksizdir. Toplumumuzda, olup bitenlerden en çok haberdar olanlar, aynı zamanda, dünyayı olduğu gibi görmekten en uzak olanlardır. Genelde anlayış ne kadar genişse, aldanma da o kadar geniştir; daha zeki olan, daha az akıllıdır. Bunun en açık kanıtı şudur: Sosyal sınıflar tırmandıkça, savaş tutkusu daha da güçlenmektedir. Savaşa karşı en akılcı tutumu takınanlar, sürekli el değiştiren topraklardaki kölelerdir. Savaş bu insanlar için üzerlerinden sürekli gelip geçen bir dalga gibidir. Hangi tarafın kazandığı onlar için bir fark yaratmaz. Efendilerinin değişmesi, eskiden yaptıkları işi, kendilerine farklı davranmayan yeni efendileri için de yapmayı sürdürmeleri demektir. Daha gelişmiş koşullarda yaşayan ve proleter dediğimiz işçiler, savaşın ancak arada sırada farkına varır. İstenildiğinde, savaş konusunda korku ve nefretleri uyandırabilir, ama kendi başlarına bırakıldıklarında savaşın sürdüğünü bile unutabilirler. Savaş tutkusu, Parti basamaklarında, özellikle İç Partide çok güçlüdür. Dünya egemenliğine en çok inananlar, bunun olanaksızlığını bilenlerdir. Karşıt olayların ve kavramların böyle birbirine bağlanması (bilgiyle bilgisizlik gibi), Okyanusya toplumunun en belirgin yanıdır. Resmi ideoloji, gerek olmayan yerlerde bile, çelişkilerle doludur. Böylece Parti, sosyalizm akımının savunduğu tüm ilkeleri yadsır, kötüler ve sonra bunun Sosyalizm adına yapıldığını söyler. İşçi sınıfının yüzyıllardır hor görüldüğünü söylerken, kendi Parti üyelerine, işçilere giydirilen ve bu nedenle kabul edilmiş olan üniformaları giydirir. Aile bağlarını düzenli bir
biçimde çürütürken, önderini doğrudan aile duygularına seslenen bir adla çağırır. Bizi yöneten dört Bakanlığın adı bile, gerçek anlamlarının ters çevrilmesinin küstahça bir gösterimidir. Barış Bakanlığı savaşla, Doğruluk Bakanlığı yalanla, Sevgi Bakanlığı işkence ve zulümle, Bolluk Bakanlığı herkesi aç bırakmakla uğraşır. Bu çelişkiler bir kaza sonucu değildir, ne de basit bir ikiyüzlülüktür. Bunlar bilinçli olarak çiftdüşün'ün uygulanmasıdır. Gerçekte iktidar, ancak karşıtların uzlaştırılması yoluyla sonsuza dek elde tutulabilir. Eski dönemin başka türlü yıkılması olanaksızdır. Eğer eşitsizlik sürdürülecekse -yani yüksek grup yerini koruyacaksa- zihinsel koşullar, denetlenmiş delilik olmalıdır.
Ama şu an'a kadar hiç değinmediğimiz bir sorun var. Niçin insan eşitsizliği sürdürülsün? Söylendiği gibi, eğer teknik ilerlemişse, tarihi istenilen bir zaman biriminde durdurmak için bu muazzam tasarımlara neden gerek duyulmaktadır?
İşte burada, temel gize ulaşmış bulunuyoruz. Gördüğümüz gibi, Partinin ve özellikle İç Partinin gizemi, çiftdüşün'de yatmaktadır. Ama bunun da derininde, gerçek amaç bulunur, çiftdüşün'ün, Düşünce Polisinin, sürekli savaşların ortaya çıkış nedeni olan ve hiç ardından söz edilmeyen bir güdü vardır. Bu da...
Winston bir süre sonra, insanın yeni bir sesi fark etmesi gibi, sessizliği fark etti. Bir süredir Julia'nın sesi çıkmıyordu. Belden yukarısı çıplak, yanına uzanmıştı; saçları gözlerinin üstüne dökülmüş, bir elini yanağının altına yastık gibi koymuştu. Göğsü düzenli bir biçimde inip kalkıyordu.
"Julia!"
Yanıt yok.
"Julia, uyuyor musun?"
Yanıt yok, uyuyordu.
Winston kitabı kapattı, özenle yere koydu, sonra uzanarak battaniyeyi üzerlerine çekti.
Henüz en son gizi öğrenememişti. Nasıl olduğunu anlıyordu, ama niçin olduğunu anlamıyordu. Birinci bölüm de, üçün-
cüsü gibi, ona yeni bir şey öğretmemiş, yalnızca kendisinde zaten bulunan bilgiyi bir düzene sokmuştu. Ama okuduktan sonra, gerçekten de düşündüklerinin çılgınlık olmadığını anlamıştı. Azınlıkta olmak, bu azınlık tek bir kişiden oluşmuş bile olsa, insanın deli olması demek değildi. Bir yanda doğru, bir yanda yalan vardı ve siz tüm dünyaya karşı olmak pahasına bile, gerçeğe bağlanırsanız, bu size deli niteliğini vermezdi. Batan güneşin altın ışıkları içeri sızmış, yastığın üzerine düşmüştü. Gözlerini yumdu. Yüzüne vuran güneş ve bedenine değen pürüzsüz beden onu güçlü ve güvenli yapıyordu. Biraz uykusu gelmişti. Güven içindeydi ve her şey yolunda gidiyordu. "Akıl istatistiksel değildir," diye mırıldanırken, uyuyakaldı!
Uyandığı zaman sanki uzun süre uyumuş gibi hissetti kendini, oysa saat henüz yirmi otuzdu. Bir süre uyukladı, aşağıdaki avludan gelen şarkıyla silkindi!
"Umutsuz bir düştü Nisan güneşi gibi gelip geçti Ama tüm düşlerimi yıktı Kalbimi çaldı gitti."
Bu saçma şarkının modası henüz geçmemişti. Her yanda söyleniyordu. Nefret şarkısından daha çok tutulmuştu. Julia şarkının sesiyle uyandı, uzun uzun gerindi ve kalktı.
"Acıktım," dedi. "Kahve pişirelim. Tüh! Soba sönmüş, su da soğumuş."
Sobayı kaldırarak salladı.
"içinde gaz kalmamış."
"Yaşlı Charrington'dan alabiliriz sanırım."
"Garip, dolu olup olmadığına bakmıştım. Giyinmeliyim," dedi. "İçerisi soğumuş."
Winston da kalktı ve giyindi. Yorulmak bilmeyen ses şarkısını sürdürüyordu:
"Zaman her şeyi çalar diyorlar,
insan unutamaz diyorlar,
Ama yıllardan sonra gülücükler ve gözyaşları
Gönlümü dolduruyorlar."
Tulumun kemerini bağlarken, pencereden dışarı baktı. Güneş evlerin gerisinde olmalıydı, ışıklarını avludan çekmişti. Taşlık yeni yıkanmış gibi, ıslaktı. Gökyüzünün de yıkanmış olduğu duygusuna kapıldı; bacaların arasından tertemiz, masmavi görünüyordu. Kadın yorulmaksızın ileri geri dolaşıp duruyor, ağzını mandallarla tıkayıp açıyor, şarkı söylüyor ve sürekli çocuk bezleri asıyordu. Winston onun geçimini çamaşır yıkayarak mı sağladığını, yoksa yirmi otuz kadar çocuğun tutsağı mı olduğunu merak etti. Julia da yanına gelmişti, birlikte aşağıdaki iri gövdeyi izlemeye başladılar. Winston, kadının kendine özgü davranışlarına baktığında onun ne kadar güzel olduğunu fark etti, birden. Çocuk doğurmaktan anormal boyutlara ulaşmış, işten yıpranmış, sertleşmiş; elli yaşında bir kadın bedeninin güzel olabileceği ilk kez geliyordu aklına. Ama neden olmasın, diye düşündü. Bu külçe gibi beden ve kırmızı cilt, gül meyvesinin gülle olan benzerliği gibi, bir genç kızın bedenini hatırlatıyordu. Neden meyve, çiçeğinin yanında daha az değerli olsun?
"Güzel kadın," diye mırıldandı.
Julia, "En az bir metre eninde kalçaları var," dedi.
"Bu da onun güzelliği," dedi Winston. Koluyla Tulia'nın incecik belini kavradı. Kalçasından dizine dek bedenleri birbirine sokulmuştu. Bedenlerinden bir çocuk üretemezlerdi. Yapamayacakları tek şey buydu. Gizlerini yalnızca ağızdan ağıza, akıldan akıla geçirebilirlerdi. Aşağıdaki kadının aklı yoktu, ama güçlü kollan, sıcak bir gönlü ve verimli bir karnı vardı. Winston onun kaç çocuk doğurmuş olabileceğini düşündü. Rahatça on beş olabilirdi. Belki bir yıl süren bir gelişme dönemi geçirmiş bir yabangülü gibi güzel olmuş ve sonra döllenmiş bir meyve gibi irileşmeye başlamış, sonra kızarıp sertleşmişti; sonra da ömrünün otuz kırk yılı, çocuklarının, sonra torunlarının çamaşırlarını yıkamakla, temizlikle, yer silmekle, bulaşık yıkamakla, yer cilâlamakla, giysileri onarmakla geçmiş olmalıydı. Ama yine de, hâlâ şarkı söylüyordu. Ona karşı duyduğu gizemli yakınlık, bacaların gerisinde sonsuza uzanan soluk, bulutsuz gökyüzüyle bütünleşmişti. Nerede olursa olsun, gökyüzü herkes için birdi; Avrasya'da da, Doğu Asya'da da. Gökyüzünün altındaki insanlar da birbirlerinin benzeriydiler. Tüm dünyada, birbirle-
rinin varlıklarından habersiz, (kin ve yalan duvarlarıyla bölünmüş), milyonlarca insan yaşıyordu... Düşünmesini bilmeyen insanlardı bunlar, ama bir gün dünyayı ters çevirebilecek bir gücü gönüllerinde ve kaslarında biriktiriyorlar, bekliyorlardı. Eğer bir umut varsa, proleterlerdeydi! Henüz kitabın sonunu okumadığı halde, Goldstein'ın son bildirisinin bu olduğunu önceden biliyordu. Gelecek, proleterlerin elindeydi. Zamanları geldiğinde kuracakları dünyanın, kendisine, Winston Smith'e, şimdi Partinin dünyasının olduğu gibi yabancı olmayacağından emin olabilir miydi? Evet, çünkü orası en azından akılcı bir dünya olacaktı. Eşitliğin olduğu yerde akıl yaşayabilirdi. Eninde sonunda olacak, güçleri bilince dönüşecekti. Proleterler ölümsüzdü, insan avludaki kocaman bedene baktığı zaman böyle düşünüyordu. Sonunda uyanacaklardı. Ve bu gerçekleşinceye dek, belki bin yıl boyunca, tüm sorunlara karşı hayatlarını sürdürebilecek ve Partinin öldüremediği o canlılığı ve dinçliği, kuşlar gibi bedenden bedene aktaracaklardı.
Winston sordu: "Ormana gittiğimiz o ilk gün, bizim için öten kuşu hatırlıyor musun?"
"O kuş bizim için ötmüyordu," dedi Julia. "Kendi zevki için ötüyordu. Bu bile değildi aslında. Yalnızca ötüyordu, o kadar."
Kuşlar, proleterler şarkı söylüyordu, ama Parti şarkı söylemiyordu. Dünyanın her yanında, Londra'da, New York'ta, Afrika'da, Brezilya'da, sınırların ötesindeki gizemli yasak topraklarda, Paris'in, Berlin'in caddelerinde, uçsuz bucaksız Rusya ovalarındaki köylerde, Çin'in, Japonya'nın pazar yerlerinde, o kaya gibi sağlam, yenilmek bilmeyen, doğumlarından ölümlerine dek çalışıp duran, bedenleri çocuk doğurmaktan bozulan, ama gene de şarkılarını söylemeyi sürdüren kadınlar vardı. O güçlü kalçaların arasından gün gelip bilinçli bir kuşağın çıkması gerekti. Siz ölüydünüz; gelecek onlarındı. Ama onların bedenlerini canlı tuttukları gibi siz de kafanızı canlı tutar ve iki kere ikinin dört ettiği ilkesini başkalarına aşılarsanız, siz de o zaman geleceği paylaşabilirsiniz.
"Biz ölüyüz," dedi.
"Biz ölüyüz," dedi Julia, onaylar bir tutumla.
"Siz ölüsünüz," de arkalarındaki demirden bir ses!
Birden ayrıldılar. Winston buz kesilmişti. Julia'nın gözbebeklerinin çevresindeki akı görebiliyordu, yüzü sapsarı kesilmişti. Elmacık kemikleri üstündeki ruj lekelerinin teniyle hiçbir ilgisi yok gibiydi.
"Siz ölüsünüz," diye yineledi demirden ses.
"Resmin gerisinden geldi," dedi Julia, soluğu kesilmişti.
"Resmin gerisinden geldi," dedi ses. "Olduğunuz yerde kalın ve emir verilmedikçe yerinizden kıpırdamayın."
Başlıyordu, sonunda başlıyordu! Birbirlerinin gözlerine bakmaktan başka yapacak bir şey yoktu, o anda. Canlarını kurtarmak için, evden kaçmak için çok geçti artık, böyle bir şeyi akıllarından geçirmediler bile. Duvardan gelen demirden sese düşünmeksizin boyun eğdiler. Bir mandal çevriliyormuş gibi bir tıkırtı oldu, arkasından bir şangırtı koptu. Resim yere düşmüş, arkasındaki tele ekran ortaya çıkmıştı.
Julia, "Artık bizi görebiliyorlar," dedi.
Ses, "Artık sizi görebiliyoruz. Odanın ortasına ilerleyin. Sırt sırta durun, ellerinizi başlarınızın arkasında kavuşturun ve birbirinize dokunmayın," dedi.
Birbirlerine dokunmuyorlardı, ama Julia'nın bedeninin titrediğini hissetti Winston. Belki de kendisininkiydi titreyen. Dişlerinin birbirine çarpmasına engel olabiliyordu, ama dizleri denetimden çıkmıştı. Evin içinden ve dışından çizme sesleri geliyordu, avluyu dolduran taşlar üzerinden bir şeyler sürüklüyorlardı. Kadın şarkı söylemeyi kesmişti. Çamaşır teknesine fırlatılmış gibi bir gürültü oldu. Sonra kızgın bağrışmalar duyuldu ve bir acı çığlığı koptu.
"Evin çevresi sarılmış," dedi Winston.
"Evin çevresi sarılı," dedi ses.
Julia, "Vedalaşsak fena olmayacak," dedi.
Ses, "Vedalaşsanız fena olmayacak," dedi.
Sonra, Winston'ın sanki daha önce duyduğu daha değişik bir ses işitildi.
"Yeri gelmişken şunu söyleyeyim: Seni yatırmaya bir mum geliyor, başını kesmeye cellât geliyor!"
Ve daha sonra Winston'm arkasında bir şey yatağın üzerine düştü. Pencereye yasladıkları merdiven, çerçeveyi yerinden
sokmuştu. Birisi yukarı tırmanıyor, koridordan, koşuşan ayak sesleri geliyordu. Bir anda odayı, çizmelerine demir perçinlenmiş, coplu, siyah üniformalı adamlar doldurdu. Winston artık titremiyordu. Gözlerini bile oynatmıyordu. Önemli olan tek şey vardı, o da hareketsiz durmak, hareketsiz durmak ve onlara size vurmaları için fırsat tanımamak. Boksör çeneli bir adam elleri arasındaki copuyla düşünceli düşünceli oynayarak, karşısında duruyordu. Winston'la göz göze geldiler. İnsanın elleri başının arkasında, tüm yüz ve bedeninin ortada olmasının verdiği çıplaklık duygusuna dayanılır gibi değildi. Adam beyaz dilini uzatarak, dudaklarını yaladı ve çekildi. Bir başka şangırtı koptu. Birisi masanın üzerindeki cam küreyi yere atmıştı, cam paramparça oldu.
Pastaların üzerindeki küçük pembe şekerlere benzeyen ufak mercan parçası halının üstünde yuvarlandı. Ne kadar küçük, diye düşündü Winston, ne kadar küçük. Arkasında bir patırtı oldu ve ayak bileğine korkunç bir tekme yedi. Az kalsın dengesini yitiriyordu. Adamlardan biri Julia'nın karın boşluğuna bir yumruk indirmiş, kız yerde iki büklüm olmuştu. Winston yüzünü bir milimetre bile oynatamıyordu, ama Julia'nın nefes almak için çabalayan mosmor yüzünü görebiliyordu. Kapıldığı dehşet duygusuna karşın, yine de onun acısını kendi vücudunda duyabiliyordu. Nasıl olduğunu biliyordu; iğrenç bir acıydı bu, insan acısını hissetmeden önce soluk almak için uğraşırdı. İki adam onu dizlerinden ve omuzlarından tutup kaldırarak bir çuval gibi dışarıya çıkardılar. Winston onun başaşağı duran yüküne baktı; sarı, kanı çekilmiş bir yüz, gözleri kapalı, yanağında bir parça ruj lekesi. Julia'yı son görüşü oldu bu.
Ölü gibi duruyordu. Henüz kimse ona vurmamıştı. Kafasında ansızın beliren, ama ilgisini hiç çekmeyen düşünceler oynaşmaya başladı. Bay Charrington'ı yakalayıp yakalamadıklarını merak ediyordu. Avludaki kadına ne yapmışlardı acaba? Acilen tuvalete gitmek gereksinimi duydu ve şaşırdı, çünkü birkaç saat önce o işini görmüştü. Şöminenin üzerindeki saat dokuzu, yani yirmi biri gösteriyordu. Işık çok güçlüydü. Ağustos akşamlan hava yirmi birde kararmaya başlamış olmaz mıydı? Acaba Julia ve kendisi zamanı şaşırıp, bütün gece uyumuşlar ve
kalktıklarında saat ertesi sabahın sekiz otuzu mu olmuştu? Kafası karıştı, bu düşünceleri bir yana bıraktı.
Koridorda daha hafif ayak sesleri duyuldu. Bay Charring-ton odaya girdi. Siyah üniformalı adamların tutumu değişti. Bay Charrington'ın görünüşünde bir farklılaşma vardı. Gözü cam kürenin kırık parçalarına takıldı.
"Toplayın şunları yerden!" dedi sert bir tutumla.
Bir adam, emrini yerine getirmek için davrandı. Bay Charrington'ın bozuk şivesi kaybolmuştu. Winston biraz önce tele ekrandan duyduğu sesin onun olduğunu anladı. Bay Charring-ton'ın sırtında yine o kadife ceket vardı, ama rengi beyaza yakın olan saçları simsiyahtı. Gözlüklerini takmamıştı. Winston'i, kimliğini saptar gibi, keskin bir bakışla süzdü ve sonra bir daha onunla ilgilenmedi. Tanınabiliyordu, ama o aynı kişi değildi artık. Bedeni dikleşmişti, daha irileşmiş duruyordu. Yüzündeki değişiklikler çok küçüktü, ama onu bambaşka bir adam yapmıştı. Kaşları incelmiş, kırışıklıklar silinmiş, yüzünün çizgileri değişmişti. Burnu bile kısalmış gibiydi. Otuz beş yaşlarında, soğuk, dikkatli bir adam yüzüydü bu. Winston, halatında ilk kez, kim olduğunu bilerek bir Düşünce Polisi üyesine baktığını düşündü.
BÖLÜM ÜÇ
l
Nerede olduğunu kesin olarak bilmiyordu, ama Sevgi Bakanlığında olabilirdi.
Duvarları pırıl pırıl fayanslarla kaplı, penceresiz, yüksek tavanlı bir hücredeydi. Gizlenmiş lâmbalar, içeriyi soğuk bir ışıkla dolduruyordu. Havalandırma aygıtıyla ilgili olduğunu düşündüğü bir uğultu vardı içeride. Ancak oturulabilecek genişlikte tahta bir sıra, duvarları çevreliyordu. Kapının karşısına düşen köşede bir tuvalet ve hücrenin dört duvarında da birer tele ekran vardı.
Karnına uyuşma tarzında bir ağrı yerleşmişti. Kendisini, o kapalı kamyonete atarak, götürdüklerinden beri, devam ediyordu bu ağrı. Midesini kemiren bir açlık duygusu içindeydi; acıkmıştı. Ağzına yemek girmeyeli yirmi dört saat olmuştu, belki de otuz altı saat. Onu tutukladıklarında sabah mı yoksa akşam mı olduğunu hâlâ bilmiyordu, belki de asla öğrenemeyecekti. Kendisine, tutuklandığından bu yana yemek vermemişlerdi.
Elleri dizlerinde, dar sıranın üstünde, elinden geldiğince dik oturuyordu. Şimdiden sessiz, sakin oturması gerektiğini öğrenmişti. Beklenilmeyen bir davranışta bulunursa, hemen tele ekrandan bağırıyorlardı. Açlığı dayanılmaz olmuştu. Bir dilim ekmek gözünde tütüyordu. Tulumunun cebinde ekmek parçaları olabileceği düşüncesi geçti kafasından. Olabilirdi, çünkü cebindeki bir şey bacağını kaşındırıyordu. Belki de cebinde bir ekmek parçası vardı. Bu istekle, korkusunu yenerek, elini cebine attı.
"Smith!" diye bağırdı, tele ekrandaki ses, "6079 Smith W! Hücrede elleri cebe sokmak yasak!"
Yeniden elleri dizlerinde, dimdik oturdu. Buraya getirilmeden önce, basit bir tutukevi olan ya da nöbetçiler tarafından geçici kilitli bir yer olarak kullanılan bir hücreye götürülmüştü. Orada ne kadar kaldığını bilmiyordu, ama birkaç saat olabilirdi; saati olmadığı ve günışığını görmediği için zamanı kestirmesi çok güçtü. Orası gürültülü, kötü kokulu bir yerdi. Şu anda içinde bulunduğu hücreye benziyordu, ama daha kirliydi ve içinde kendisinden başka on-on beş kişi daha vardı. Diğer tutukluların çoğu adi suçlulardı, ama aralarında birkaç tane siyasal suçlu da bulunuyordu. Bir yığın pis bedenin arasında sıkışmış ve bir kenarda sesini çıkarmadan oturmuştu. Duyduğu korku ve karnındaki ağrı nedeniyle çevresiyle çok ilgilenmemişti, ama yine de Parti tutukluları ve ötekiler arasındaki fark gözünden kaçmamıştı. Partili tutuklular bir kenara sinmiş, sessizce oturuyorlar; adi suçlularsa hiçbir şeye, hiç kimseye aldırış etmiyorlardı. Gardiyanlara küfrediyorlar, eşyaları alıkonduğu zaman şiddetle kafa tutuyorlar, yere açık saçık sözcükler yazıyorlar, giysilerinin gizli köşelerinden çıkardıkları yiyecekleri yiyorlar, hatta düzeni sağlamaya çalıştığı zaman, tele ekrana bile bağırıyorlardı. Bazılarının gardiyanlarla arası çok iyiydi; onları takma adlarla çağırıyor, onlardan sigara alıyorlardı. Gardiyanlar da, sert davranmaları gerektiği zamanlarda bile, onlara hoşgörü gösteriyorlardı. Çoğu tutuklunun gönderilmeyi beklediği zorunlu çalışma kamplarından, oldukça çok söz edilmekteydi. Duyduğu kadarıyla, kamplar, iyi ilişkiler kurduğun ve iplerin kimin elinde olduğunu bildiğin sürece, 'idare eder' di. Rüşvet, adam kayırma, her tür düzenbazlık, eşcinsellik ve fuhuş almış yürümüştü. Patatesten alkol bile elde edebiliyorlardı. Egemen olanlar ve kampların aristokratları sayılanlar, gangsterler ve katiller gibi adi suçlulardı. Tüm pis işler siyasal tutuklulara gördürülürdü.
Her tür suçlu gidip geliyordu: Esrar satıcıları, hırsızlar, eşkıyalar, karaborsacılar, sarhoşlar, fahişeler. Bazı sarhoşlar öylesine saldırgandılar ki, öteki tutukluların onları bastırmak için bir araya gelmeleri gerekiyordu. Altmış yaşlarında, kocaman göğüsleri hop hop eden, bembeyaz saçlı bir kadın, kendisini dört tarafından kavramış gardiyanlarla boğuşa boğuşa içeri getirildi. Onları tekmelediği çizmelerini ayağından çıkararak, kadını Winston'ın kucağına fırlattılar. Kadın doğruldu ve arkaların-
dan "S... pislikler!" diye bağırdı. Az kalsın kemikleri kırılıyordu Winston'ın. Daha sonra bir başkasının üstünde oturduğunu fark etti ve Winston'm dizlerinden yandaki sıraya kaydı.
"Üzgünüm canım," dedi. "Kucağında oturmazdım, onlar ittiler. Bir hanıma nasıl davranılacağını bilmiyorlar, değil mi?" Durakladı, göğüslerini yokladı ve geğirdi.
"Özür dilerim," dedi. "Pek iyi değilim." Öne doğru eğildi ve doğruca önüne kustu.
"Şimdi daha iyiyim," dedi. Gözlerini kapatıp geriye yaslandı. "Hiçbir zaman içinde tutmamalı insan, mideye henüz girmişken çıkarmalı."
Kendine geldi ve Winston'a şöyle bir göz attı, ondan hoş-lanmıştı. Geniş kolunu Winston'm omzuna atarak, onu kendisine çekti. Bira kokuyordu, yüzünde kusmuk parçacıkları kalmıştı.
"Senin adın ne, gülüm?" diye sordu.
"Smith," dedi Winston.
"Smith mi? Garip, benim de aldım Smith." Dokunaklı bir sesle ekledi, "Neden olmasın, belki de senin annenindir."
Olabilir, diye düşündü Winston. Annesiyle aşağı yukarı aynı yaşta ve onunla aynı yapıdaydı. Zorunlu çalışma kamplarında geçirilen bir yirmi yıl onu bu duruma getirmiş olabilirdi.
Kimse Winston'la konuşmamıştı. Sıradan suçlular Partili tutuklularına aldırmıyorlar, onları ilgisiz bir aşağılamayla 'Siyasiler' diye çağırıyorlardı. Parti tutukluları, ne başkalarıyla, ne de kendi aralarında konuşma cesaretini gösterebiliyorlardı. Yalnız bir kez, Winston aynı sırada yan yana oturan iki kadın Parti üyesinin çok aceleyle bir şeyler fısıldadıklarını işitti. Yüz bir numaralı odadan söz ediyorlardı, ama Winston ne demek istediklerini anlamamıştı.
Kendisini oraya getirdiklerinden beri iki ya da üç saat geçmişti. Midesindeki uyuşuk ağrı dinmemişti; zaman zaman etkisini azaltıyor, zaman zaman daha da şiddetleniyordu. Düşünceleri de buna uyarak genişliyor ya da kısırlaşıyordu. Ağrı şiddetlendiği zaman yalnızca acının kendisini, yemek yemek isteğini düşünebiliyordu. Ağrı dindiği zamansa, paniğe kapılıyordu. Başına gelecekleri açık seçik görebildiği anlar oluyor, o zaman kalbi deli gibi çarpıyor, soluğu kesiliyordu. Dirseklerine indirilen
cop vuruşlarını, dizlerinde nalçalı çizmelerin tekmelerini hissediyor, kırık dişleri arasından acınma dileyerek yerlerde süründüğünü görür gibi oluyordu. Julia'yı seyrek düşünüyordu. Onu seviyordu ve onu ele vermeyecekti; ama bu, bildiği matematik kuralları gibi bir olaydı. Ona karşı sevgi duymuyor, ona ne olduğunu bile merak etmiyordu. İçinde kıpırdayan bir umutla, O'Brien'ı daha sık düşünüyordu. Tutuklandığını biliyor olmalıydı, O'Brien. Kardeşlik demişti, üyelerini kurtarmak için bir çaba göstermez. Ama jilet vardı, jilet gönderebilirlerdi, isteseler. Gardiyanlar hücresine yetişinceye kadar beş saniyelik bir zaman olurdu. Jilet keskin bir soğuklukla etine gömülecek, jileti tutan parmakları bile kemiğe kadar kesilecekti. İçi ürpertiyle doldu. Elinde jilet olsa, kullanabileceğinden emin değildi. Sonunda işkence bile olsa, on dakika fazla yaşamayı daha doğal buluyordu.
Bazen, duvardaki fayans parçalarını saymaya çalışıyordu. Ama bir yerlerde, nerede kaldığını şaşırıyordu çoğunlukla, bulunduğu yeri, saatin kaç olduğunu merak ediyordu. Bazen dışarısının apaydınlık, bazen de zifiri karanlık olduğunu sanıyordu. Bulunduğu bu yerde, içgüdüsüyle, ışıkların hiç kapatılmadığını biliyordu. Burası karanlığın var olmadığı bir yerdi; şimdi O'Brien'ın neden imlemesini anladığını kavramıştı. Sevgi Bakanlığında pencere yoktu. Hücresi yapının en ortasında ya da kenarında bir yerde, yerin on kat aşağısında ya da otuz kat üstünde olabilirdi. Düşüncesinde bir yerden bir yere gidiyor, bedeninin hissettikleriyle, nerede olduğunu saptamaya çalışıyordu.
Dışarıda çizme sesleri duydu. Çelik kapı gürültüyle açıldı. Siyah üniformalı, parlak deri kemerli, yüzü balmumundan yapılmış bir maske sanlığında olan genç bir subay içeri girdi. Dışarıdaki gardiyanlara, beraberlerindeki tutukluyu içeri getirmelerini emretti. Ozan Ampleforth, ayaklarını sürüyerek hücreye girdi ve kapı yeniden kapandı.
Ampleforth, dışarı çıkılacak bir başka kapı varmış gibi bir düşünceyle, sağa sola kararsız birkaç adım attı ve sonra hücrede aşağı yukarı dolaşmaya başladı. Winston'i henüz fark etmemişti. Gözleri Winston'm başının bir metre yukarısındaki duvarda bir noktaya dikilmişti. Ayakkabısızdı; çoraplarındaki delikler-
den kirli kocaman parmakları çıkmıştı. Birkaç günlük sakalı vardı.
Winston, üzerindeki uyuşukluğu atmaya çalıştı. Tele ekran tehlikesine karşın, Ampleforth'la konuşması gerekti. Belki de Ampleforth ona jilet getirmişti.
"Ampleforth!" diye seslendi.
Tele ekrandan bağıran olmamıştı. Ampleforth durakladı, biraz şaşırmıştı. Gözleri yavaşça Winston'da odaklandı.
"Smith, sen de ha?"
"Neden içeri tıkıldın?"
"Gerçeği söylemek gerekirse..." Winston'ın karşısındaki sıraya oturdu.
"Bir tek suç vardır, değil mi?" dedi.
"Ve sen de onu mu işledin?"
"Anlaşılan öyle."
Elini alnına koydu, bir şeyi hatırlamaya çalışıyormuş gibi şakaklarını ovdu.
"Böyle şeyler olur," dedi, belli belirsiz bir sesle. "Tutuklanmama neden gösterilecek bir olay şu olabilir; kuşkusuz büyük bir düşüncesizlik. Kipling'in şiirlerinin son metnini hazırlıyorduk. Dizenin sonunda Tanrı" sözcüğünün kalmasına izin verdim. Elimde değildi!" Öfkeli bir tutumla sürdürdü konuşmasını. Winston'm yüzüne bakarak, "Dizeyi değiştirmek olanaksızdı. Bir önceki dizedeki uyak sözcüğüne karşılık dilimizde ancak on iki sözcük bulabildim, bunu biliyor muydun? Günlerce beynimi zorladım. Ama başka ona uyak yapacak sözcük yoktu!" dedi.
Yüzündeki anlatım değişti. Kızgınlığı, yerini bir hoşnutluk duygusuna bırakmıştı. Gereksiz bir şey bulmuş, saçı başı dağınık bir bilginin entelektüel sıcaklığı ve neşesiydi bu.
"ingiliz şiirinin tüm tarihi, bize bu dilin uyaktan yana ne kadar yoksul olduğunu gösteriyor. Aklına gelmiş miydi hiç?"
Bu özellik üzerinde hiç düşünmemişti, Winston. Ne de o koşullarda pek önemli gözüküyordu, ona.
"Günün hangi saati olduğunu biliyor musun?" diye sordu.
Ampleforth yeniden şaşkınlaştı. "Hiç düşünmedim. Beni iki gün önce, belki de üç gün önce tutukladılar." Gözleri duvarlarda dolaştı, bir yerlerde bir pencere bulmayı umuyor gibiydi.
"Burada gece ve gündüz farkı yok. İnsan zamanı nasıl hesaplar, bilmiyorum."
Bir süre sıradan konularda konuştular, sonra, ortada belli bir neden yokken, tele ekrandan susmaları emredildi. Winston elleri çapraz, sessizce oturdu. Dar bir sırada rahat oturamayacak iriyarılıktaki Ampleforth ellerini indirip kaldırıp, kıpırdanıp durdu. Tele ekran rahat durması için bir uyarı daha gönderdi. Zaman geçiyordu. Yirmi dakika mı, bir saat mi geçtiği belli değildi. Yeniden dışarıda çizme sesleri duyuldu. Winston buz kesildi. Yakında, çok yakında, belki de beş dakika içinde, belki şimdi, çizme sesi kendi sırasının geldiğini söyleyecekti ona.
Kapı açıldı. Taş yüzlü subay içeri girdi. Elinin basit bir hareketiyle Ampleforth'u gösterdi.
"101 numaralı oda," dedi.
Ampleforth gardiyanların arasında, yürüdü gitti. Canı biraz sıkılmıştı, ama neler olduğunu pek anlamamıştı.
Çok uzun bir süre geçmiş gibiydi. Winston'm karnındaki ağrı yeniden başlamıştı. Düşünceleri, hoplayıp zıplayıp aynı alanda duran bir top gibi, yeniden aynı yerlere geri dönüyordu. Yalnızca altı düşünce vardı kafasında: Karnındaki sancı, bir parça ekmek, kan ve çığlıklar, O'Brien, Julia, jilet. İç organları bir başka spazm geçirdi; ağır çizmeler yaklaşmaktaydı. Kapı açılırken, içerisi ter kokusuyla doldu. Parsons hücreye girdi. Sırtında bir spor gömlek, altında haki bir şort vardı.
Winston, ilk kez kendini unutacak kadar şaşırmıştı.
"Sen... burada!" dedi.
Parsons ona, ne şaşkın ne de ilgili, ama sefilce bir bakış fırlattı. Sallana sallana, bir aşağı, bir yukarı yürümeye başladı, ayakta durmaya çalışıyordu. Dizleri titremekteydi. Gözlerini açmış, boşluğa şaşkın şaşkın bakıyordu.
"Senin suçun ne?" diye sordu, Winston.
"Düşünce suçu!" dedi Parsons, ağlamaklı bir sesle. Sesinin tonu, suçunu kabullenişini; ama böyle bir suçlamanın kendisine doğrultulmasından duyduğu dehşeti göstermekteydi. Winston'm karşısında durdu, istekle konuşmaya başladı; "Beni vurmazlar, değil mi, ahbap? Eğer bir şey yapmamışsan, suçun düşüncede kalmışsa seni öldürmezler, değil mi?.. Adaletli yargıladıklarını biliyorum. Onlara bu konuda güveniyorum. İyi bir
geçmişim var, değil mi? Nasıl bir adam olduğumu sen bilirsin. Fena biri değilim değil mi? Pek akıllı değilim, ama gayretliyim-dir. Parti için elimden geleni ardıma koymadım, değil mi? Belki beş yılla kurtulurum, ne dersin? Belki de on yılla? Benim gibi bir adamın, çalışma kampında da Partiye yararı dokunur, değil mi? Bir kez raydan çıktım diye beni öldürmezler, değil mi?"
"Suçlu musun?" diye sordu Winston.
"Elbette, suçluyum!" dedi, Parsons. Köleye yakışır bir tutumla tele ekrana baktı, "Parti hiç suçsuz bir adamı tutuklar mı sanıyorsun!" Kurbağa yüzü dinginleşmiş, neredeyse dindar bir anlatım yerleşmişti çizgilerine. "Düşünce suçu en berbat şeydir, ahbap," dedi, duygulu bir biçimde. "Sinsidir. İnsanı, farkına bile varmadan, pençesine düşürür. Beni ne zaman yakaladı biliyor musun? Uykumda! Evet, böyle oldu. Ben orada elimden geleni yapıp çalışırken, kafamda kötü şeylerin olduğunu bilmezken... Düşlerimde konuşmaya başlamışım. Ne söylemişim biliyor musun?"
Sağlıksal bir nedenle açık bir şey söylemek zorunda kalmış birinin tutumuyla sesini alçaktı:
"Kahrolsun Büyük Birader! Evet, böyle söylemişim. Defalarca yinelemişim. Aramızda kalsın, ama daha ileri gitmeden beni yakaladıklarına çok sevindim. Yargıç karşısına çıkınca ne diyeceğim, biliyor musun? 'Teşekkür ederim,' diyeceğim, 'çok geç olmadan beni kurtardığınız için çok teşekkür ederim."'
"Seni kim ele verdi?" diye sordu Winston.
"Benim küçük kız," dedi, Parsons. Gurur duyuyor gibiydi. "Kapı deliğinden dinlemiş. Söylediklerimi işitince, ertesi gün beni nöbetçilere ihbar etmiş. Ne akıllı yumurcak, değil mi? Onu suçlamıyorum. Tersine, onunla gurur duyuyorum. Onu iyi yetiştirmiş olduğumu gösteriyor, bu olay."
Birkaç kez daha sendeleyerek, bir ileri, bir geri yürüdü. Bu sırada uzun uzun tuvalete doğru bakıyordu. Sonra bir anda şortunu indirdi.
"Kusura bakma ahbap," dedi. "Uzun süredir bekliyordum!" Kocaman poposunu tuvalete yerleştirdi. Winston elleriyle yüzünü örttü.
"Simth," diye bağırdı tele ekrandaki ses. "6079 Smith W! Yüzünü aç. Hücrede yüzünü örtemezsin!"
Winston yüzünü açtı. Parsons tuvaleti gürültülü ve uzunca bir süre kullandı. Sifon bozuktu, hücre saatlerce pis koktu.
Parsons götürüldü. Hücreye daha birçok tutuklu girdi çıktı. Bir keresinde, bir kadın 101 no'lu odaya götürüleceğini duyduğunda titredi, yüzü sapsarı kesildi. Eğer oraya sabah getirildiyse, o anda öğleden sonranın olduğu; öğleden sonraysa, gece-yarısı olduğu bir zaman geldi. Hücrede kadınlı erkekli altı tutuklu vardı. Herkes dingin oturuyordu. Winston'ın karşısında, kemirgen bir hayvana benzer, çenesiz, dişlek bir adam oturuyordu. Şişman yanakları öylesine çökmüştü ki, oraların bir zamanlar besin deposu olmadığına inanmamak gelmezdi elden. Soluk gri gözleri, herkesin üzerinde dolaşıyor, bir başkasının gözleriyle karşılaşınca kaçırıyordu.
Kapı açıldı, görünüşü Winston'i kemiklerine dek ürperten bir başka tutuklu getirildi. Bu ya bir mühendis ya bir teknisyen olan, olağan görünüşlü bir adamdı. Ama asıl şaşırtıcı olan, yüzünün zayıflığıydı. Kurukafa gibiydi. Ağız kısmının inceliğinden dolayı, gözleri olduğundan daha büyük duruyordu. Gözlerinde bir insana, bir şeye karşı derin bir nefret ve öldürme duygusu okunuyordu.
Adam Winston'dan biraz öteye oturdu. Winston adama bir daha bakmadı, ama acı çeker, kurukafaya benzer o yüz gözlerinin önünden gitmiyordu. Birden nedenini kavradı. Adam açlıktan ölmek üzereydi. Bu düşünce aynı anda, hücredeki herkesin kafasında oluştu. Sıranın üstünde bir dalgalanma oldu. Çenesiz adam, gözlerini, kurukafaya benzer adamın üstünde gezdiriyor, sonra suçluymuş gibi kaçırıyor, ama yeniden karşı konulmaz bir çekicilikle ona yöneltiyordu. Yerinde rahat duramıyordu. Sonunda ayağa kalktı, hücrenin ortasına ilerledi, elini tulumunun cebine sokarak utangaç bir tavırla adama bir parça bayat ekmek uzattı.
Tele ekrandan kulakları sağır edici, korkunç bir gürleme sesi geldi. Çenesiz adam korkudan sıçradı.
"Bumstead!" diye bağırdı ses. "2713 Bumstead J! Ekmek parçasını yere at!"
Çenesiz adam ekmek parçasını yere attı.
"Olduğun yerde kal," dedi ses. "Kapıya dön yüzünü. Kımıldama!"
Çenesiz adam emirlere uydu. Sarkık koca yanakları, elinde olmaksızın titriyordu. Kapı gürültüyle açıldı. İçeriye genç subay ve iriyarı, geniş omuzlu bir gardiyan girdi. Gardiyan çene-siz adamın karşısına geçti ve görevlinin bir işareti üzerine bedeninin tüm ağırlığıyla, adamın ağzına korkunç bir yumruk indirdi. Bu güç adamın ayaklarını yerden kesmişti. Bedeni hücre içinde savruldu ve tuvaletin taşlığına düştü. Bir süre kımıltısız yattı, ağzından ve burnundan kan boşalıyordu. Bilinçsiz bir inleme sesi çıkardı. Sonra yana yuvarlandı, elleri ve ayakları üzerinde doğruldu. Ağzından boşanan kan ve tükürükle birlikte takma dişleri iki parça halinde yere düştü.
Tutuklular, elleri dizlerinde, kıpırtısız oturuyorlardı. Çenesiz adam yeniden sırasına çıktı. Yüzünün bir yanı kararmaya başlamıştı. Ağzı, şişerek ortasında siyah bir delik olan, biçimsiz, kırmızı renkli bir nesneye dönüşmüştü. Arada sırada, ağzından tulumunun önüne kan damlıyordu. Gri gözlerini, bu aşağılanma sonucu ötekilerin onu ne kadar küçümsediklerini araştırır gibi, eskisinden daha suçlu, hücredekılerin üstünde dolaştırıyor-du.
Kapı açıldı. Subay sabit bir işaretle kurukafa adamı gösterdi.
"101 no'lu oda," dedi.
Winston'ın tarafında bir kargaşa oldu. Adam kendini yere atmış, dizleri üstüne çökmüş, ellerini kavuşturmuştu.
"Yoldaş, Sayın Subay!" diye haykırıyordu. "Beni o yere gö-türmeyin ne olur! Dün size her şeyi söylemedim mi? Daha başka ne öğrenmek istiyorsunuz? İtiraf edecek başka şeyim kalmadı! Söyleyin bana ne olduğunu, hemen itiraf edeyim. Bir kâğıda yazın, imzalarım her şeyi! 101 no'lu odaya götürmeyin, ne olur!"
"101 no'lu oda," dedi subay.
Adamın yüzü öylesine sarardı ki, Winston böyle bir rengin var olabileceğine inanamadı. Kuşku yoktu, yüzü yemyeşildi adamın.
"Bana istediğinizi yapın!" diye bağıdı. "Haftalardır beni aç bırakıyorsunuz. Bitirin artık, öleyim. Öldürün beni- Asın! Bana 25 yıl ceza verin. Ele vermemi istediğiniz başka biri var mı? Kim olduğunu söyleyin, size istediğiniz her şeyi anlatırım. Kim-
se beni ilgilendirmiyor, onlara istediğinizi yapabilirsiniz. Bir karım ve üç çocuğum var. En büyüğü altı yaşında. Hepsini toplayıp gözümün önünde boğazlarını bile kesseniz, durup izlerim. Ama ne olur 101 no'lu oda olmasın."
Adam umutsuzca çevredeki tutuklulara göz gezdirdi, kendi yerine geçecek bir kurban arıyordu. Çenesiz adama doğru atıldı.
"Almanız gereken kişi bu, ben değilim!" diye haykırdı. "Yüzünü parçaladığınız zaman neler söylediğini duymadınız. Bana bir şans tanıyın, size her sözcüğü söyleyeyim, Partiye karşı olan o, ben değilim." Gardiyanlar öne ilerlediler. Adamın sesi cıyak cıyaktı. "Onu duymadınız!" diye yinelemekteydi. "Tele ekranda bir bozukluk vardı. Sizin istediğiniz o. Onu götürün, beni değil."
İki iriyarı gardiyan, onu kollarından yakalamak için eğilmişlerdi. Adam bu sırada, kendisini yere attı ve sıranın demir bacağını yakaladı. Bir havyan gibi uluyordu. Gardiyanlar adama ellerini gevşetmek için asıldılar, ama o inanılmaz bir güçle karşı koyuyordu. Belki yirmi saniye kadar bu boğuşma sürdü. Tutuklular sessiz, elleri dizlerinde, önlerine bakarak oturmaktaydılar. Uluma dinmişti; adam asılmaktan soluksuz kalmıştı. Değişik bir haykırış duyuldu. Gardiyanlardan birinin çizmesinden gelen tekme, elinin parmaklarından birini kırmıştı. Onu ayaklarından sürüklediler.
"101 no'lu oda," dedi subay.
Adam dışarı çıkarıldı; başı önde dengesizce yürüyor, elini ovuşturuyordu. Mücadele edecek hali kalmamıştı.
Uzun bir zaman geçti. Kurukafa adam götürüldüğü zaman geceyarısıysa, şimdi sabah olmuştu; eğer sabahsa şimdi öğleden sonra olmuştu. Winston uzun süredir yalnızdı. Dar sırada oturmanın acısıyla arada sırada kalkıp tele ekrandan uyan almaksızın hücrede dolaşıyordu. Çenesiz adamın attığı ekmek yerde durmaktaydı. Önceleri ona bakmamak için büyük bir çaba gösteriyordu, ama şimdi açlığı susuzluğa dönüşmüştü. Ağzında yapış yapış ve garip bir tat vardı. Uğultu ve hiç sönmeyen beyaz ışık, kafasını bomboş hissetmesine neden olmuş, zayıf bir yorgunluk aşılamıştı ona. Ayağa kalkması gerekti, kemiklerinin acısına dayanamaz olmuştu. Ama ayağa kalktıktan kısa bir süre
sonra, başı döndüğü için yerine oturması gerekiyordu. Fiziksel duyumlarını denetleyebildiği zamanlarda, dehşet hissi geri geliyordu. Bazen zayıf bir umutla O'Brien'ı ve jileti düşünüyordu. Kendisini besleseler, jiletin yemeğin içine gizlenmiş olarak geleceğini düşünüyordu. Julia'yı daha da az düşünüyordu. Bir yerlerde kendisinden daha çok acı çekiyor olabilirdi. Şu anda acıyla bağırıyordu belki. "Eğer acımı iki katına çıkarıp Julia'yı kurta-rabilsem, bunu yapar mıydım? Evet, yapardım," diye düşünüyordu. Böyle bir şeyi yapması gerektiğini düşündüğü için alınmış bir karardı bu. Yoksa böyle bir şeyi hissettiği için yapmazdı. Böyle bir yerde acı ve acının gelmeden önceki duyumlarından başka tüm duygularınız yok oluyordu.
Acaba gerçekten acının içinde olunca insan acının iki katına çıkarılmasını gerçekten kabullenebilir miydi? Henüz bu sorunun karşılığı yoktu. Çizmeler yeniden yaklaşıyordu. Kapı açıldı. O'Brien içeri girdi.
Winston ayağa kalktı. Şaşkınlığı tüm önlemleri kafasından silmişti. Yıllardır ilk kez, tele ekranın varlığını unutmuştu.
"Sizi de mi yakaladılar?" diye bağırdı.
"Beni yakaladıkları çok oluyor," diye yanıtladı O'Brien. Sesinde yumuşak, pişmanlık dolu bir alaycılık vardı. Yana çekildi. Arkasından, elinde kalın, siyah bir cop olan, geniş göğüslü bir gardiyan belirdi.
"Bunu biliyordun, Winston," dedi O'Brien. "Kendini aldatma. Biliyordun, her zaman da bilmiştin."
Evet şimdi görüyordu, her zaman biliyordu. Ama hiçbir zaman düşünecek zamanı olmamıştı. Gözlerini gardiyanın elindeki coptan alamıyordu. Her yerine inebilirdi; kafasına, kulağının ucuna, koluna, dirseğine...
Dirseğine... Eliyle dirseğini yakalayıp felç inmiş gibi dizlerinin üzerine bıraktı. Her şey sarı bir ışık altındaydı. İnanılmazdı, bir vuruşun bunca acıya neden olması inanılmazdı! Işık geçti, kendisine bakan iki kişiyi gördü. Gardiyan kasıklarını tutarak gülmekteydi. Ama bir sorusu yanıtlanmıştı. Hiçbir zaman, neden ne olursa olsun, acınızın artırılmasını isteyemezdiniz. Acı içinde, tek şey isteyebilirdiniz; durmasını. Dünyadaki hiçbir şey fiziksel acıdan daha kötü olamazdı. Acının karşısında
kahramanlık yoktu, yerde işe yaramaz sol kolunu tutarken defalarca düşündü bunu.
2
Kamp yatağına benzer, ama daha yüksekçe bir yatakta uzanıyordu, kıpırdayamayacak gibi sıkıca bağlanmıştı. Her zamankinden güçlü bir ışık yüzünü aydınlatıyordu. O'Brien yanında durmuş, dikkatle ona bakmaktaydı. Onun öteki yanında, elinde şırınga tutan beyaz önlüklü bir adam vardı.
Gözlerini açtıktan sonra, çevresini ancak yavaş yavaş algılayabildi. Başka bir dünyadan, bir sualtı dünyasından bu dünyaya yüzerek çıkıyormuş gibi bir duygu vardı içinde. Ne zamandır aşağılardaydı, bilmiyordu. Onu tutukladıklarından bu yana, gü-nışığı görmemişti. Üstelik anıları sürekliliğini yitirmişti. Bilincinin kimi kez uyuduğu ya da öldüğü ve boş bir aralıktan sonra tekrar canlandığı oluyordu. Ama bu aralıkların günler mi, yıllar mı, yoksa saniyeler mi sürdüğünü bilemezdi.
Dirseğine indirilen ilk darbeyle, kâbus başlamıştı. Sonraları, bunun ancak bir soruşturma başlangıcı olduğunu kavrayabildi. Herkesin açığa vuracağı bir suçlar zinciri - ihanet, sabotaj gibi suçlar vardı, işkenceler gerçek olsa da itiraflar formalite gereğiydi. Kaç kez dayak yediğini, ne kadar süreyle dayak attıklarını anımsayamıyordu. Her zaman beş ya da altı siyah üniformalı adam vardı. Bazen yumruklarıyla, bazen coplarla, bazen çelik sopalarla, bazen çizmeleriyle dövmüşlerdi. Tekmelerinden kaçmak için, bitmez tükenmez, boş gayretlerle bir hayvan gibi yerlerde kıvranmış, ama bu kaburgalarına, karnına, dirseklerine, bacaklarına ve kuyruk sokumuna daha fazla tekmenin inmesine neden olmuştu. Bazı zamanlar dayak öylesine uzun sürüyordu ki, en iğrenç, en kötü şey, gardiyanların ona attığı dayak değil de, bilincini yitirememesi oluyordu. Sinirlerinin son derece yıprandığı zamanlarda, dayak başlamadan acıma dilendi ve ilk darbeyi yer yemez, işlemediği bir yığın suçu itiraf etti. Hiçbir şey söylememek amacıyla başladığı zamanlar oluyor, o zamanlar
ağzından bir tek sözcüğü bile bin bir işkenceyle söküp almak gerekiyordu. Bazen zayıf bir uzlaşmaya gittiği oluyordu, kendi kendine; "İtiraf edeceğim, ama henüz değil. Acının dayanılmaz olduğu bir zamana kadar bekleyeceğim. Uç tekme daha, iki tekme daha, sonra onlara istediklerini söyleyeceğim," diyordu. Bazen ayakta duramayacak kadar dayak yiyor ve hücrenin taş zeminine bir patates çuvalı gibi düşüyor, birkaç saat kendine gelmesi bekleniyor ve yeniden dövülmeye başlanıyordu. Kendine gelmesi için çok uzun zaman geçtiği oluyordu. Ama onları uykuyla ya da yarı baygın olarak geçirdiği için, bulanık bir biçimde hatırlıyordu. Duvara yapışık bir sıra gibi, kalastan bir yatağı olan hücreyi; çinko lavaboyu, soğuk çorba, ekmek ve bazen kahveden oluşmuş yemekleri anımsıyordu. Sakalını ve saçlarını kesmek için gelen asık suratlı berberi, nabzını ve reflekslerini ölçen, gözkapaklarını inceleyen, kırılan kemiklerini muayene eden ve kendisini uyutmak için iğneler vuran, işadamına benzer, sevimsiz, beyaz gömleklileri hatırlıyordu.
Dayaklar azalmaya başlamıştı. Verdiği yanıtlar yetersiz olduğu zamanlarda başvurulan bir dehşet aracı olmuşlardı. Artık kendisini sorguya çekenler siyah üniformalılar değil, on-on iki saatlik vardiyalarla çalışan ufak tefek, çevik, parıltılı gözlükleri olan Parti aydınlarıydı. Sürekli hafif bir acı içinde olmasına özen gösteriyorlardı, ama istedikleri derin bir acı değildi. Yüzünü tokatlıyor, kulaklarını büküyor, saçını çekiyor, onu tek ayak üzerinde durdurtuyor, çişe gitmesine izin vermiyor, gözleri kan içinde kalıncaya dek gözüne beyaz ışık tutuyorlardı. Bunlardaki amaç, onu aşağılamak, tartışma ve neden bulma konusundaki direncini ve yeteneğini kırmaktı. Gerçek silâhları, saatlerce süren sorgulamalardı. Sinir yorgunluğu ve ve utançtan ağlamaya başlayıncaya dek onu şaşırtıyorlar, tuzaklar kuruyorlar, her söylediğini başka anlama çekiyorlar, kendisiyle çelişkiye düşürüyorlardı. Bazen bir oturumda beş altı kez ağladığı oluyordu. Her duraksamasında hakaretler yağdırıyor ve onu gardiyanlara teslim etmekle gözdağı veriyorlardı; bazen tutumları değişip ona, "Yoldaş," diye sesleniyorlar ve yaptığı kötülükleri onaracak kadar Partiye bağlı olup olmadığını soruyorlardı. Sinirleri öylesine yıpranmıştı ki, bu bile onun burnunu çeke çeke ağlamasına yetiyordu. Sonunda kafasında dırdır edip duran bu
sesler, gardiyanların tekmeleriyle yumruklarından daha etkin bir biçimde direncini kırdı. Artık kendisinden istenileni mırıldanan bir ağız, imzalayan bir el durumuna gelmişti. Tek derdi kendisinden ne söylemesini istediklerini bulmak ve yeni bir dayağa başlamalarından önce, bunu açıklamaktı. Yüksek Parti üyelerini katlettiğini, bildiriler dağıttığını, askeri sırları kaçırdığını, zimmetine para geçirdiğini, «abotaj yaptığını itiraf etti. 1968'den beri Doğu Asya devletinin casusu olarak çalıştığını itiraf etti. Dine inandığını, kapitalizmin hayranlarından olduğunu ve cinsel sapık olduğunu itiraf etti. Kendisinin de, sorguya çekenlerin de, karısının yaşamakta olduğunu çok iyi bildikleri halde, onu öldürdüğünü itiraf etti. Yıllardır Goldstein'la kişisel görüşmeler içinde olduğunu ve tanıdığı herkesi içine alan gizli bir örgütün üyesi olduğunu itiraf etti. Her şeyi itiraf etmek, herkesi içine almak çok kolay oluyordu. Bir bakıma hepsi doğruydu da... Partiye düşman olduğu doğruydu ve Partinin görüşüne göre, düşünce ve eylem arasında fark yoktu.
Başka tür anıları da vardı. Çevresi karartılmış resimler gibi, belleğinde, bağlantısız yerlerde duruyorlardı.
Belki karanlık, belki aydınlık bir hücredeydi, bir çift gözden başka bir şey göremiyordu. Yakında bir yerde bir alet, yavaş ve düzenli, tıkırdıyordu. Gözler büyüdü, büyüdü ve Winston ansızın oturduğu yerden havalandı, gözlerin içine daldı ve orada yutuldu.
Göz kamaştıran ışıklar altında, etrafı çeşitli kadranlarla çevrili bir koltuğa sıkı sıkı bağlanmıştı. Beyaz önlüklü birisi kadranları okuyordu. Dışarıdan sert ayak sesleri geldi; kapı açıldı ve ardında iki gardiyanla soluk yüzlü bir subay içeri girdi.
"101 no'lu oda," dedi, subay.
Beyaz önlüklü adam geriye dönmedi, Winston'a da bakmadı. O yalnız önündeki kadranlara bakıyordu.
Bir kilometre eninde, altın renkli yumuşak ışıklarla aydınlatılmış uzun bir koridorda kahkahalar atarak, avaz avaz itiraflarda bulunarak ilerliyordu. Her şeyi açığa vuruyordu, işkence sırasında saklamayı başardığı şeyleri bile. Bütün hayat öyküsünü, onu zaten en ince ayrıntısına dek bilen bir izleyici grubuna aktarıyordu. Gardiyanlar, kendisini sorgulayanlar, beyaz gömlekliler, O'Brien, Julia ve Bay Charrington onunla birlikte geli-
yor ve kahkahalarla gülüyorlardı. Gelecekte kendisini bekleyen o şey olmamıştı. Her şey yoluna girmiş, acılar sona ermiş, hayatının en son ayrıntısını da açıklamış ve bağışlanmıştı.
O'Brien'ın sesine benzer bir ses duymuş olduğu için yatakta doğruldu. Her şeyi yöneten O'Brien'dı. Gardiyanları Wins-ton'ın üzerine gönderen ve öldürmelerine engel olan oydu. Winston'ın ne zaman acıyla çığlıklar atacağına, ne zaman uyuyacağına, koluna ne zaman iğne yapılacağına karar veren oydu. Sorulan soran ve yanıtları öneren oydu. İşkenceci oydu, koruyucu oydu, sorgulayıcı oydu, arkadaş oydu. Hatta bir kez, ilaçla uyutulduğu zaman mı, doğal uykusunda mı olduğunu Winston hatırlamıyordu, bir ses kulağına, "Kaygılanma Winston," diye fısıldamıştı. "Benim kanadım altındasın, yedi yıldır seni gözlü-yordum. Dönüm noktası geldi. Seni kurtaracağım, seni yetkin-leştireceğim!" O'Brien'ın sesi olup olmadığını bilemiyordu, ama ona, "Karanlığın var olmadığı yerde buluşacağız," diyen sesle aynıydı.
Sorgulamanın ne zaman son bulduğunu hatırlamıyordu. Karanlık bir dönemden sonra, kendini bir odada ya da hücrede buldu. Sırtüstü yatmıştı, kıpırdayamıyordu. Bedeni her tarafından bağlanmıştı. Başı bile arkadan bağlanmıştı. O'Brien ona eğilmiş, hüzünlü bir ifadeyle bakmaktaydı. Yüzü alttan bakılınca, gözlerinin altındaki torbalardan, buradan da çenesine doğru ilerleyen yorgun çizgiler nedeniyle yıpranmış ve berbat görünüyordu. Winston'm düşündüğünden de yaşlıydı, kırk sekiz ya da elli yaşlarında olmalıydı. Önünde, üzerinde sayılar bulunan, bir kadranı olan bir kol tutmaktaydı.
"Yine buluşursak sana burada olacağını söylemiştim," dedi O'Brien.
"Evet," dedi Winston.
Önceden uyarılmadan, O'Brien'ın küçük bir hareketiyle bedenine bir ağrı dalgası yayıldı. Korkunç bir şeydi bu, çünkü bedenine öldürücü ağrılar saplanmasına karşın, ne yapıldığını göremiyordu. Bunun gerçekten kendisinde var olduğunu mu, yoksa etkinin elektriksel olarak mı yaratıldığını bilmiyordu, ama bedeni bu acıyla biçimini yitiriyor, eklemleri yavaş yavaş birbirinden ayrılıyordu. Ağrıdan alnını boncuk boncuk ter kaplamıştı, ama en kötüsü, belkemiğinin kopmak üzere olduğu
korkusuydu. Bağırmamak için dişlerini sıkarak burnundan solumaya başladı.
"Bir an gelip," dedi, O'Brien onun yüzünü inceliyordu, "bir şeylerin kırılacağından korkuyorsun. Özellikle bunun belkemiğinin olmasından korkuyorsun. Omurgalarının ayrılıp içinden sıvısının akacağını düşünüyorsun, öyle değil mi Winston?"
Winston karşılık vermedi. O'Brien kadranın göstergesini indirdi. Acı ansızın, geldiği hızla kayboldu.
"Bu kırktı," dedi, O'Brien. "Gördüğün gibi, kadrandaki sayılar yüze kadar çıkıyor. Konuşmamız sırasında sana istediğim anda, istediğim ölçüde acı çektirebileceğimi lütfen unutma. Eğer bana yalan söylersen ya da kaçamak yanıtlar vermeye kalkışırsan, ya da normal zekâ düzeyinin altına inersen, acı içinde kıvranırsın. Anlıyor musun?"
"Evet," dedi Winston.
O'Brien'ın tutumu ciddiliğini biraz yitirmişti. Gözlüklerini düzeltti ve aşağı yukarı birkaç adım attı. Sonra sabırlı ve nazik bir tutumla konuşmaya başladı. Bir doktorun, bir öğretmenin, hatta bir rahibin havası vardı üzerinde; cezalandırmaktan çok açıklamak ve inandırmak istiyor gibiydi: "Senin için büyük güçlüklere katlanıyorum, Winston," dedi. "Çünkü bu zorluklara değersin, sen! Sorununun ne olduğunu çok iyi biliyorsun. Bunu yıllardır bilmene karşın, bilgine karşı yıllarca savaştın. Zayıf bir belleğin var. Gerçek olayları hatırlayamıyorsun ve olmamış olayları hatırladığına kendini inandırıyorsun. Neyse ki tedavi edilebilirsin. Kendini iyileştiremedin, çünkü istemiyordun. Ufak bir çaba bile göstermen yeterliydi, ama sen bundan kaçındın. Erdem adı altında, bu hastalığa sıkı sıkı sarılıyorsun. Bir örnek ele alalım; söyle bakalım, Okyanusya şu anda kiminle savaşmaktadır?"
"Tutuklandığım zaman, Okyanusya, Doğu Asya'yla savaşıyordu."
"Doğu Asya'yla. Güzel. Okyanusya her zaman Doğu Asya'yla savaş durumundaydı, öyle değil mi?"
Winston soluğunu tuttu. Konuşmak için ağzını açtı, ama bir şey söylemedi. Gözünü kadrandan alamıyordu.
"Gerçeği, lütfen, Winston. Senin gerçeğini. Bana hatırladığını söyle."
"Tutuklanmadan bir hafta önce Doğu Asya'yla savaşmadığımızı hatırlıyorum. Müttefikimizdi. Avrasya'yla savaşıyorduk o zamanlar. Bu savaş tam dört yıl sürmüştü."
O'Brien elinin bir hareketiyle onu susturdu.
"Başka bir örnek verelim. Yıllar önce çok ciddi bir yanılsaman olmuştu. Uzun itiraflardan sonra yurdunu satma ve sabotaj suçlarıyla idam edilen üç eski Parti üyesinin, Jones, Aaron-son, Rutherford'un aslında suçsuz olduklarına inanıyordun. İtiraflarının doğru olmadığını kanıtlayan bir belgenin eline geçtiğine inanıyordun. Bir fotoğrafı ellerinde tuttuğun düşüne kapıldın. Bunun gibi bir fotoğraftı..."
O'Brien parmakları arasında bir gazete parçası tutuyordu. Beş saniye kadar bunu Winston'ın görüş alanında tuttu. Bir fotoğraftı, besbelliydi. O fotoğraftı bu. On bir yıl önce bir rastlantı sonucu eline geçen ve hemen yok ettiği fotoğraf. Kısa bir süre için, gözleri önünde durmuş, sonra kaybolmuştu. Ama kuşku yoktu, görmüştü onu. Bedeninin üst bölümünü bağlardan kurtarabilmek için umarsız bir atılımda bulundu, ama kı-pırdayamadı. Kadranı unutmuştu. Fotoğrafı bir kez daha elinde tutabilmeyi, hiç olmazsa bir kere daha görebilmeyi istiyordu.
"Bu fotoğraf var olan bir şey," diye bağırdı.
O'Brien, "Hayır," dedi.
Odanın öbür yanına gitti. Karşı duvarda bir bellek deliği vardı. O'Brien kapağını kaldırdı. Kâğıt sıcak hava akımıyla taşındı ve derinliklerdeki alevlerle yitip gitti. O'Brien ansızın arkasını döndü.
"Küller," dedi. "Tanınmaz durumda olan küller. Toz. Fotoğraf var olan bir şey değil. Hiçbir zaman var olmadı."
"Evet var olmuştu! Hâlâ var. Anılarda yaşıyor. Ben hatırlıyorum, sen de hatırlıyorsun."
"Ben hatırlamıyorum," dedi O'Brien.
Winston'm içine umutsuzluk çöktü. Çiftdüşündü bu. Kendisini çaresiz hissetti. Eğer O'Brien'ın yalan söylediğine inana-bilse, o zaman sorun kalmazdı. Ama O'Brien fotoğrafı gerçekten de unutmuş olabilirdi. Eğer öyleyse, onu hatırladığını, yadsıdığını da unutmuş demekti. Bütün bunların bir sahtekârlık ol-
duğuna nasıl inanabilirdi insan? Belki de istenirse, akıl hastala-rındaki gibi akılla oynanabilirdi.
O'Brien ona izler gözlerle bakıyordu. Yetenekli, ama dik-kafalı bir öğrencisiyle konuşan bir öğretmen havası vardı üzerinde.
"Geçmişin denetimiyle ilgili bir Parti sloganı vardır. Onu lütfen yineler misin?"
"Geçmişi denetleyen geleceği de denetler; şu ânı denetleyen geçmişi de denetler," dedi Winston.
"Şu ânı denetleyen geçmişi de denetler," dedi O'Brien. Başını onaylar bir tutumla salladı. "Geçmişin gerçekten var olduğuna inanıyor musun Winston?"
Yeniden bir umutsuzluk duygusu çöktü Winston'm içine. Gözleri kadrana doğru kaydı. "Evet" ya da "hayır" karşılığından hangisinin onu kurtaracağını ve bunlardan hangisinin gerçekliğine inandığını bilmiyordu.
O'Brien hafifçe gülümsedi. "Sen bir metafizikçi değilsin, Winston," dedi. "Bugüne dek varoluşun ne demek olduğunu hiç düşünmedin. Şöyle açıklayayım. Geçmiş, uzayda somut olarak var mıdır? Bir yerde, başka bir yerde, somut nesnelerin dünyasında geçmiş hâlâ yaşıyor mu?"
"Hayır."
"Öyleyse geçmiş nerededir?"
"Kayıtlarda yazılıdır."
"Kayıtlarda. Ve?"
"İnsan aklında. İnsan belleğinde."
"İnsan belleği. Çok iyi. Öyleyse, biz Parti olarak kayıtları ve insan belleğini denetliyoruz. Öyleyse geçmişi de denetleriz, öyle değil mi?"
"Ama insanların olayları anımsamamalarını nasıl ortadan kaldırabilirsiniz?" diye bağırdı Winston. Bir an için kadranı unuttu. "İnsanın elinde değildir bu, isteği dışındadır. Belleği nasıl denetleyebilirsiniz? Benimkini denetleyemediniz."
O'Brien yeniden ciddileşti. Elini kadranın üzerine koydu.
"Tersine, onu sen denetlemedin. İşte bu nedenle, şimdi buradasın. Çünkü alçakgönüllülükten ve kendini denetlemekten uzaklaştın. Bir deli, bir kişilik, bir azınlık olmayı seçtin. Yalnız denetim altında olan bir kafa gerçeği görebilir, Winston; sen
gerçeğin, nesnel dış ve kendi başına var olan bir olgu olduğunu düşünüyorsun. Ayrıca gerçeğin açıklığına inanıyorsun. Bir şey gördüğüne kendini inandırdığın zaman herkesin de seninle aynı şeyi gördüğünü kabul ediyorsun. Ama Winston, söyleyeyim, gerçek dışsal bir olay değildir. Gerçek insan aklında yaratılır, başka yerde yoktur. Bireylerin akıllarında değil, çünkü bireyler yanlış yapabilirler. Gerçek, yalnız ortak ve ölümsüz olan Partinin aklındadır. Partinin inandığı ne varsa, gerçektir. Partinin gözleriyle bakılmadıkça, gerçek görülemez. Öğrenmen gereken olay budur, Winston. Benliğini değiştirmelisin, istemek için çaba göstermelisin. Doğru düşünebilmek için kendini alçakgönüllü kılmalısın."
Söylediklerinin iyice bellenmesini ister gibi birkaç saniye durakladı.
"Hatırlıyor musun?" diye sürdürdü konuşmasını. "Günlüğüne şöyle yazmıştın: Özgürlük, iki kere ikinin dört ettiğini söyleyebilmektir."
"Evet."
O'Brien dört parmağını göstererek sol elini Winston'a doğru kaldırdı.
"Kaç parmak görüyorsun?"
"Dört."
"Eğer Parti dört değil, beş olduğunu söylerse o zaman kaç tane görürsün?"
"Dört."
Sözü acıyla attığı çığlıkla son buldu. Kadranın ibresi elli beşe kadar yükselmişti. Winston'ın her yanını ter bastı. Dolan hava, ciğerlerini parçalıyor gibiydi, soluk verirken, dişlerini sıkması bile işe yaramıyordu; acıyla bağırmaktaydı. O'Brien dört parmağı havada onu izliyordu. İbre düştü. Bu kez acı biraz hafiflemişti.
"Kaç parmak, Winston?"
"Dört."
İbre altmışa çıktı.
"Kaç parmak Winston?"
"Dört! Dört! Dört! Başka ne diyebilirim? Dört!"
İbre yükselmiş olmalıydı, ama Winston bakmıyordu. Ciddi, koca bir yüz ve dört parmak görüyordu yalnızca. Parmaklar
gözlerinin önünde kocaman, bulanık sütunlar gibi duruyor, titreşiyorlardı; ama kuşku yoktu, dört taneydiler.
"Kaç parmak, Winston?"
"Dört. Durdurun şunu. Durdurun! Yapamazsınız bunu. Dört! Dört!"
"Kaç parmak Winston?"
"Beş! Beş! Beş!"
"Hayır Winston, yararı yok. Yalan söylüyorsun. Hâlâ dört olduğunu düşünüyorsun. Kaç parmak, lütfen?"
"Dört! Beş! Dört! İstediğiniz gibi olsun. Yalnızca durdurun şunu, acımı durdurun!"
Birden, O'Brien'in kolları omzunda, dik oturur halde buldu kendini. Birkaç saniye için bilincini yitirmişti. Bedenini tutan kayışlar gevşetilmişti. Çok üşüyor, titremesini denetleyemi-yordu. Dişleri birbirine çarpıyor, yanaklarından aşağıya yaşlar süzülüyordu. Bir süre bir bebek gibi kendini o ağır kolların arasında rahat hissederek, O'Brien'e sarıldı. O'Brien koruyucusuy-muş, duyduğu acı dışarıdan, bir başka kaynaktan geliyormuş ve sanki O'Brien kendisini kurtaracakmış gibi bir duygu vardı içinde.
"Yavaş öğreniyorsun, Winston," dedi O'Brien; nazikti.
"Elimden başkası gelmiyor," diye hüngür hüngür ağlıyordu Winston. "Gözümün önünde dururken nasıl görmem? İki kere iki dört eder."
"Bazen, Winston. Bazen beş eder. Daha çok çaba göstermelisin. Akıllı bir insan olmak kolay değildir."
Winston'i yatağa yatırdı. Onu yeniden bağladı; titremesi geçmiş, acısı yitmişti, ama kendisini zayıf hissediyordu, üşü-müştü. O'Brien başıyla, sorgu boyunca, karışmadan beklemiş olan adama işaret etti. Beyaz gömlekli adam eğildi, yakından Winston'm gözlerini inceledi, nabzını ölçtü, göğsünü dinledi, bedenini muayene ettikten sonra O'Brien'a işaret etti.
"Yineleyin," dedi O'Brien.
Winston'm bedeni acıyla doldu. İbre yetmişe, yetmiş beşe yükselmiş olmalıydı. Bu kez gözlerini yummuştu. Parmakların orada olduğunu biliyordu, hâlâ dört taneydiler. Önemli olan, spazm geçene dek yaşamaktı. Ağlayıp ağlamadığını bilmiyordu
artık. Acı yeniden hafifledi. Gözlerini açtı. O'Brien ibreyi indirmişti.
"Kaç parmak, Winston?"
"Dört, sanırım dört tane var. Çalışırsam beş görebilirim. Beş görmeye çalışıyorum."
"Ne yapmak istiyorsun? Beni beş gördüğüne inandırmak mı, yoksa gerçekten onları beş olarak görmek mi?"
"Yineleyin," dedi O'Brien.
"Onları gerçekten görmek."
İbre sekseni ya da doksanı gösteriyordu. Winston acının nedenini arada sırada hatırlayabiliyordu. Gözünün önünde parmaklardan oluşmuş bir tür orman, bir tür dans yapıyor, dalgalanıyor, kaybolup yeniden ortaya çıkıyordu. Onları saymaya çalışıyordu, ama nedenini artık hatırlayamıyordu. Yalnız onları saymanın olanaksız olduğunu ve beşle dört arasındaki gizemli farkın bunu etkilediğini biliyordu. Acı yeniden dindi. Gözlerini açtığında, aynı şeyleri gördüğünü anladı. Sayısız parmak, birçok yönde kıpırdanıyor, oynuyordu. Yeniden gözlerini kapadı.
"Kaç parmak görüyorsun, Winston?"
"Bilmiyorum. Bilmiyorum. Bir daha yinelerseniz beni öldürürsünüz. Dört, beş, altı, içtenlikle söylüyorum bilmiyo-
rum.'
"İlerleme gösteriyorsun," dedi O'Brien.
Bir iğne Winston'ın derisinin altına kaydı. Aynı anda, rahatlık ve huzur veren bir sıcaklık, içine yayıldı. Ağrısını unutmuş gibiydi. Gönül borcuyla O'Brien'a baktı. Bu kocaman, çizgilerle dolu, çirkin, ama zeki yüzün görünüşü gönlünü okşuyordu. Bağlı olmasa, elini uzatıp O'Brien'ın omzuna koyacaktı. O'Brien'ı şimdiye dek hiç bu kadar çok sevmemişti. Ama bu, yalnız acı çekmesine son verdiği için değildi. Eski, dipte yatan duygusu açığa çıkmıştı; O'Brien'ın dost mu yoksa düşman mı olduğu önemli değildi. O'Brien konuşulabilecek bir kişiydi. Belki de insan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu. O'Brien ona delirebileceği bir sınıra kadar işkence etmişti ve bir süre sonra onu ölüme göndereceği ortadaydı. Ama fark etmezdi. Bu, arkadaşlıktan daha derin bir şeydi; onlar sırdaştılar; burada ya da şurada, asıl sözcükler hiç konuşulmamış olsa bile, bir gün karşılaşıp konuşabilirlerdi. O'Brien, yüzünde onun bu düşünce-
sine katıldığını belirten bir anlatımla, ona bakıyordu. Konuştuğu zaman tutumu olağandı.
"Nerede olduğunu biliyor musun, Winston?" diye sordu.
"Bilmiyorum. Tahmin edebilirim. Sevgi Bakanlığında."
"Ne kadar zamandır buradasın, biliyor musun?"
"Bilmiyorum. Günler, haftalar, aylar, sanırım aylardır."
"Neden insanları böyle bir yere getiriyoruz sanıyorsun?"
"İtiraf etmeleri için."
"Hayır, neden bu değil. Yeniden dene!"
"Onları cezalandırmak için."
"Hayır!" diye bağırdı O'Brien. Sesi çok değişmiş, yüzü ciddileşmiş, tanınmaz olmuştu. "Hayır! Ne sana itiraf ettirmek, ne de cezalandırmak için. Seni buraya neden getirdiğimizi söyleyeyim. Seni iyileştirmek için. Seni akıllandırmak için! Anlıyor musun Winston? Buraya giren hiç kimse iyileşmeden çıkmaz. O işlediğin aptalca suçlar ilgilendirmiyor bizi. Parti, eylemlerinle değil, düşüncelerinle ilgileniyor. Biz düşmanlarımızı yok etmeyiz. Onları değiştiririz. Bununla ne demek istediğimi anlıyor musun?"
Winston'm üzerine eğilmişti. Yüzü çok yakın olduğu için çok büyüktü, aşağıdan bakıldığı için de çok çirkin görünüyordu. Garip, çılgınca bir anlatım kaplamıştı yüzünü. Winston'm yüreği hopladı. Yatağa biraz daha gömülebilir miydi acaba? O'Brien'ın yeniden ibreyi çevireceğinden kuşkusu yoktu. O sırada O'Brien uzaklaştı. Birkaç kez odada dolaştı. Ve sonra daha az hiddetle sürdürdü konuşmasını:
"Anlaman gereken ilk şey, burada şehit diye bir olay olmadığıdır. Geçmişteki dinsel kıyımları okumuşsundur. Ortaçağlarda Engizisyon vardı, ama başarılı olamadı. Doğru yoldan ayrılanları yok etmek amacıyla işe başladı. Ama sonunda yok olan kendisi oldu. Çünkü kazığa bağlayıp yaktığı her adamın yerine binlercesi çıktı. Neden böyle oldu? Çünkü Engizisyon, düşmanlarını herkesin önünde tövbe etmeden öldürüyordu. Öldürme nedeni zaten suçluların tövbe etmemeleriydi. İnsanlar gerçek inançlarından vazgeçemedikleri için ölüyorlardı. Aslında tüm onur suçlunun, tüm utanç ise onu yakan Engizisyonun oluyordu. Daha sonraları, yirminci yüzyılda totaliterler vardı. Alman Nazileri ve Rus Komünistleri. Ruslar doğru yoldan ayrı-
lanları, Engizisyondan daha şiddetli cezalandırdılar. Geçmişteki yanlışlardan öğrenmişlerdi; şehitler yaratılmamalıydı. Kurbanlarını mahkeme önüne çıkarmadan önce insanlık onurlarını öldürüyor, aç bırakarak, işkence ederek, tüm dirençlerini kırıyorlardı. Sonuçta kendilerine ne söylenirse kabul ediyorlar, birbirlerini ele veriyor, birbirlerinin ardına gizleniyorlar, acıma dileniyorlardı. Âmâ birkaç yıl sonra aynı şeyler yinelendi. Ölenler şehit oldular; alçaldıkları unutulmuştu. Neden böyle olmuştu? Çünkü, itiraflarının düzmece olduğu ve işkence yoluyla elde edildiği anlaşılmıştı. Biz bu tür yanlışlar yapmıyoruz. Buradaki tüm itiraflar doğrudur. Onları biz doğru yapıyoruz. En önemlisi, ölülerin bize karşı çıkmak için dirilmelerini önlüyoruz. Sonraki kuşakların seni savunacağını sakın düşünme, Winston. Sonrakiler senin adını bilmeyecek, seni tarih zincirinden söküp atacağız. Seni gaz haline sokup atmosfere salacağız. Senden geriye hiçbir şey kalmayacak; ne bir ad, ne bir kayıt, ne de beyinlerde bir anı. Geçmişten olduğu gibi, gelecekten de silineceksin. Sen hiç yaşamamış olacaksın."
Winston anlık bir buruklukla, öyleyse neden bana işkence ediyorlar, diye düşündü. O'Brien, sanki Winston düşüncelerini yüksek sesle söylemiş gibi adımlarını değiştirdi ve gözleri kısık, o çirkin yüzüyle yaklaştı.
"Seni yok edeceksek, neden bu sorgulama zahmetine katlanıyoruz diye merak ediyorsun. Öyle değil mi?"
"Evet," dedi Winston.
O'Brien gülümsedi. "Sen bir yanlışsın. Silinmesi gereken bir lekesin. Sana biraz önce geçmiştekilerden farklı olduğumuzu söylemiştim. Biz, zorla boyun eğilmesinden hoşlanmayız. Bize kendi isteğinle uymalısın. Biz bize başkaldıranları yok etmeyiz. Akıllarını ele geçirip değiştirir, yeniden biçimlendiririz. Ondaki tüm kötülüğü yok eder, onu yalnız görünüşte değil, tüm gönlü ve tüm ruhuyla kendi tarafımıza çeker, sonra öldürürüz. Katlanamayacağımız tek şey, ne kadar güçsüz ve gizli olursa olsun, dünyada yanlış bir düşüncenin var olmasıdır. Ölüm anında bile, doğru yoldan sapma söz konusu olmamalıdır. Geçmişte, doğru yoldan sapanlar, ölüme aynı düşünceleri taşıyarak giderlerdi. Rusya'da bile kurban kurşuna dizilmeye giderken kafatasının içinde başkaldırısını korurdu. Ama biz, beyni parçalamadan önce, onu yetkinleştiriyoruz. Eski despotların
emri, "Olmamalısın,"dı; totaliterlerin emri, "Olmalısın"dı. Bizim emrimiz ise, "Öylesin"dir. Buraya getirdiğimiz hiç kimse bize karşı dayanamaz. Herkes temizlenir. Bir zamanlar suçsuz olduklarına inandığın o üç sefil hain, Jones, Aaronson ve Rutherford bile, sonunda yola gelmişti. Sorgulamalarında ben de bulunmuştum. Yavaş yavaş dirençlerinin kırılıp, ağlayan, yalvaran, sürünen birer yaratık olduklarını gözlerimle gördüm. Sonunda korkudan ya da acıdan değil, pişmanlıktan bu duruma gelmişlerdi. Onlarla işimiz bittiğinde artık insan kabuklarıydılar. İçlerinde yalnız, yaptıklarından dolayı bir hüzün ve Büyük Biradere olan sevgileri kalmıştı. Onu ne kadar çok sevdiklerini görmek çok etkileyiciydi. Henüz kafalarının içi temizken ölebilmek için, kendilerini hemen kurşuna dizmemizi istiyorlar ve yalvarıyorlardı."
Sesi hülyalanmıştı. Hâlâ yüzünden coşkusu ve çılgınca isteği okunuyordu. Winston onun rol yapmadığını biliyordu, ikiyüzlü değildi, söylediklerinin her sözcüğüne inanıyordu. Zihinsel yeteneklerinin yetersiz olması, Winston üzerinde bir baskı oluşturuyordu. Bu ağır bedenin bir ileri, bir geri yürüyüşünü izledi. O'Brien kendisinden her bakımdan büyüktü. Kendisinin inandıklarını ya da inanabileceklerini O'Brien daha önceden biliyordu; onları incelemiş ve yadsımıştı. Onun zihni Wins-ton'ınkini de içeriyordu. Öyleyse, O'Brien'ın deli olduğunu nasıl söyleyebilirdi? Deli olan kendisi olmalıydı. O'Brien durdu ve Winston'a baktı. Sesi ciddileşmişti:
"Bize boyun eğerek canını kurtarabileceğini sanma sakın, Winston. Bir kere bozulmuş olanlar asla bağışlanmazlar. Ömrünün sürmesine izin versek bile, elimizden kaçamazsın. Sana olanlar, ölümsüzdür. İlk önce bunu anlamalısın. Seni dönüşü olmayacak noktaya kadar değiştireceğiz. Bin yıl yaşasan bile iyi-leşmeyecek değişiklikler olacak sende. Asla, olağan insanca duygularına kavuşamayacaksın. İçindeki her şey ölmüş olacak. Sevgi, arkadaşlık kurabilme yeteneklerin, yaşama sevincin yitmiş olacak, gülmeyeceksin, merak duymayacaksın, cesaret gösteremeyeceksin, onur duyamayacaksın. Bomboş olacaksın. Seni boşaltıp yerine kendimizi dolduracağız."
Durdu ve beyaz gömlekli adama işaret etti. Winston başının arkasına kocaman bir aletin dayandığını hissetti. O'Brien
yatağın yanına oturmuştu; yüzü Winston'ınkiyle aynı yükseklikteydi.
Winston'ın başının gerisinde duran beyaz gömlekli adama, "Üç bin," dedi.
Hafif bir ıslaklık bırakan iki küçük yastığı Winston'm şakaklarına yerleştirdiler. Winston ürperdi, yeni bir acı gelmek üzereydi. O'Brien cesaret verici bir hareketle onun kolunu tuttu.
"Bu kez canın yanmayacak," dedi. "Gözlerimin içine bak."
O anda korkunç bir patlama ya da ona benzer bir şey oldu. Ses çıkıp çıkmadığını hatırlamıyordu, ama gözleri kör edici bir ışıkla dolmuştu. Winston yaralanmamış, ama kötü bir biçimde sersemlemişti. Patlama olduğu zaman, sırtüstü yattığı halde, sanki onun etkisiyle devrilmiş gibiydi. Korkunç patlama onu yerle bir etmiş gibiydi. Başının içinde bir şeyler olmuştu. Işığın etkisi geçip de gözleri yeniden görmeye başlayınca, kim olduğunu, nerede bulunduğunu hatırlamış, karşısındaki yüzü tanımıştı. Ama yine de beyninden bir parça koparılmış gibi, bir taraflarında bir boşluk vardı.
"Uzun sürmez!" dedi, "Gözlerime bak! Okyanusya kiminle savaşıyor?"
Winston düşündü. Okyanusya'nın ne olduğunu ve kendisinin bir Okyanusyalı olduğunu biliyordu. Avrasya ve Doğu Asya'yı da hatırlıyor, ama kimin kiminle savaştığını bilmiyordu. Aslında bir savaş olup olmadığından bile emin değildi.
"Hatırlamıyorum."
"Okyanusya Doğu Asya ile savaşıyor. Senin ömrünün başlangıcından, Partinin başlangıcından, tarihin başlangıcından bu yana, savaş kesintisiz sürüyor. Bunu hatırlıyor musun?"
"Evet."
"On bir yıl önce yurtlarını sattıkları için idamlarına karar verilen üç adam hakkında bir efsane yaratmıştın. Onların suçsuz olduklarını kanıtlayan bir kâğıt parçası gördüğünü sandın. Aslında böyle bir kâğıt parçası yok. Onu sen kafanda yarattın ve buna inandın. Onu ilk ne zaman yarattığını hatırlıyor musun?"
"Evet."
"Şimdi elimin parmaklarını kaldırıyorum. Beş parmağımı görüyorsun değil mi?"
"Evet."
O'Brien parmaklarından birini içeri aldı.
"Şimdi beş parmak var, beş parmağımı görüyor musun?"
"Evet."
Ve gerçekten gördü, bir an için... Sonra her şey eski haline döndü, eski korkuları, şaşkınlıkları geri geldi. Ne kadar uzunlukta olduğunu bilmiyordu, belki otuz saniye kadar sürmüştü, ama apaçık görmüştü, işte! O'Brien'ın sözleri somut gerçek olmuştu. Eğer gerekirse iki kere iki beş edebilirdi. O'Brien elini indirmeden önce bu görüntü kayboldu. Hayatının bir başka kesitinde capcanlı bir deneyim olarak hatırlayacağı bu olay belleğinde iyice yer etti.
"Görüyorsun işte, demek olabiliyormuş," dedi O'Brien.
O'Brien hoşnut bir havayla ayağa kalktı. Winston solundaki beyaz gömlekli adamın bir ampul kırarak şırıngasını doldurduğunu gördü. O'Brien yüzünde bir gülümsemeyle Winston'a döndü. Eski davranışıyla gözlüklerini yerleştirdi.
"Günlüğüne, seni anlayan ve konuşabileceğin bir insan olduğum sürece, düşman ya da dost olmamın önemli olmadığını yazmıştın, hatırlıyor musun? Haklıydın. Seninle konuşmak hoşuma gidiyor. Düşünce yapın ilgimi çekiyor. Bana benimkini hatırlatıyor, yalnız bir fark var: Seninkinin deli olması. Sorgulama bitmeden önce bana birkaç soru sorabilirsin, istersen eğer."
"İstediğin her soruyu mu?"
"İstediğini."
Winston'm gözlerinin kadranda olduğunu gördü. "Kapatıldı. İlk sorun ne?"
"Julia'ya ne yaptınız?" diye sordu Winston.
O'Brien yeniden gülümsedi. "Seni sattı, Winston. Hemen! Bu kadar çabuk tarafımıza geçen bir insan seyrek görülür. Onu görsen tanıyamazsın. Bütün başkaldırıcılığı, bütün çılgınlığı, kirli düşünceleri ondan sökülüp alındı. Yetkin bir dönüştürme işlemiydi, kitaplara geçecek kadar."
"Ona işkence ettiniz mi?"
O'Brien bunu yanıtlamadı. "Başka soru?" diye sordu.
"Büyük Birader diye bir şey var mı?"
"Elbette ki var. Parti var. Büyük Birader Partinin bütünüdür."
"O da benim var olduğum gibi mi var?" "Sen yoksun," dedi O'Brien.
Yine umutsuzluk çöktü üzerine. Ona kendisinin var olmadığını tartışmalar sonucu kanıtlayabilirdi. Ama bunlar sözcük oyunlarıydı. 'Sen yoksun" tümcesi içinde mantıksal bir saçmalık yatmıyor muydu zaten? Ama bunu söylemesinin bir yararı yoktu. Yanıtsız bırakılan çıkmaz tartışmalarda O'Brien'ın kendisini alt edeceği düşüncesiyle sarsıldı.
Yorgun bir sesle, "Ben var olduğumu sanıyorum," dedi. "Kimliğimin bilincindeyim. Doğdum ve öleceğim. Kollarım ve bacaklarım var. Uzayda belirli bir yer kaplıyorum. Bir başkası aynı anda benim kapladığım yerde bulunamaz. Bu anlamda Büyük Birader var mıdır?"
"Önemli bir şey değil bu. Büyük Birader vardır."
"Büyük Birader ölecek mi?"
"Elbette ki hayır. Nasıl ölebilir? Başka soru?"
"Kardeşlik diye bir şey var mı?"
"Bunu, Winston, hiçbir zaman öğrenemeyeceksin. Seninle işimiz bittiği zaman, seni serbest bırakmayı uygun görsek ve doksan yaşına kadar yaşasan, bu sorunun yanıtını yine öğrenemeyeceksin. Yaşadığın sürece bu senin için bir sır olarak kalacak."
Winston suskun, uzanıyordu. Göğsü biraz hızlı inip kalkmaya başlamıştı. İlk düşündüğü soruyu henüz sormamıştı. Sorması gerekiyordu, ama dili dönmüyor gibiydi. O'Brien'ın yüzünde, eğlendiğini gösterir bir anlatım vardı. Gözlükleri bile alaycı bir parıltıyla yanmaktaydı. Birden Winston, ne soracağımı biliyor, diye düşündü. Ve düşüncesi, sözcüklere döküldü:
"101 no'lu odada ne var?"
O'Brien'ın yüzündeki anlatım değişmedi. Kuru bir sesle karşılık verdi:
"101 no'lu odada ne olduğunu biliyorsun Winston. Herkes 101 no'lu odada ne olduğunu bilir."
Parmağıyla beyaz gömlekli adama işaret etti. Belli ki, sorgulama son bulmuştu. Winston'ın koluna bir iğne girdi. Hemen, anında uykuya daldı.
3
"Yeniden oluşumunda üç aşama var," dedi, O'Brien. "Öğrenme, anlama ve kabullenme. Şu anda ikinci aşamadasın."
Winston, her zamanki gibi sırtüstü yatıyordu. Ama kendisini tutan kayışlar gevşetilmişti. Hâlâ yatağa bağlı olmasına karşın, dizlerini ve başını sağa sola oynatabiliyor, kollarını dirseğinden itibaren kaldırabiliyordu. Kadran eskisi kadar ürkütücü değildi. Eğer akıllıca davranırsa, bunun verdiği acılardan kurtu-labiliyordu, çünkü O'Brien kolu ancak aptalca bir şey söylediği zaman çekiyordu. Bazen, kadranı kullanmadıkları sorgulamalar da oluyordu. Kaç sorgulamadan geçmişti, hatırlamıyordu. Tüm işlem, sonu gelmez bir biçimde sürmekteydi, belki haftalar geçmişti. Sorgulamalar arasındaki süreler bazen birkaç gün, bazen iki saat oluyordu.
"Uzandığın yerde Sevgi Bakanlığının senin için neden bu kadar sıkıntıya girdiğini merak etmişsindir, hatta bunu daha önce bana sormuştun. Serbest olduğun zaman da seni şaşkınlığa düşüren aynı sorundu. İçinde yaşadığın toplumun işleyişini anlıyor, ama bunun derinindeki güdüleri kavrayamıyorsun. Günlüğüne, "Nasıl olduğunu anlıyorum, ama niçin olduğunu anlamıyorum," diye yazdığını hatırlıyor musun? İşte bu 'niçin'i sorgulamaya başladığın zaman, aklını yitirmeye başlamıştın. Goldstein'ın 'kitabı'nı ya da en azından bazı bölümlerini okudun. 'Kitap' sana bilmediğin bir şey öğretti mi?"
Winston, "Kitabı okudunuz mu?" diye sordu.
"Onu ben yazdım. Doğrusunu söylemek gerekirse, yazılmasında katkım oldu. Hiçbir kitap bireysel olarak yazılmaz, bilirsin."
"Yazılanlar doğru mu?"
"Betimlemeler doğru. Gizli bilgi birikimi, bunun el altından yayılması —bir proleter başkaldırısı— Partinin devrilmesi gibi öne sürdüğü çözümler saçma. Bunları önereceği önceden belli. Hepsi saçma! Proleterler asla başkaldırmayacaklar, ne bin yıl, ne de bir milyon yıl sonra. Yapamazlar. Sana nedenini söylemem gerekmez; çünkü biliyorsun. Eğer aklına kanlı çatışmalar falan geliyorsa, sil, at kafandan! Partiyi devirmenin hiçbir yolu
yoktur. Partinin egemenliği sonsuza dek var olacaktır. Bunu kafana iyice yerleştir."
Yatağın yanına yaklaştı, "Sonsuza dek," diye yineledi. "Şimdi yeniden 'nasıl' ve 'niçin' sorusuna dönelim. Partinin gücünü nasıl koruduğunu iyi biliyorsun. Şimdi bana niçin iktidarı elimizden bırakmadığımızı söyle. Güdülerimiz nedir? Neden güçlü olmayı istiyoruz?"
Winston konuşmuyordu. O'Brien, "Haydi, konuş!" diye ekledi.
Ama Winston bir süre daha konuşmadı. Her yanını yorgunluk sarmıştı. O'Brien'ın yüzüne coşkunun delice pırıltıları yerleşmişti. Winston, onun ne söyleyeceğini biliyordu. Parti gücü kendisi için değil, çoğunluk için istiyordu. Çünkü insanlar özgürlüğün kendilerine yaramadığı, gerçeklerle yüz yüze gelemeyen, yönetilmek isteyen, kendilerinden güçlüler tarafından her an kandırılmaya hazır, güçsüz yaratıklardır. İnsanoğlu için seçim, mutluluk ve özgürlük arasındadır. Büyük çoğunluk için gerekli olan mutluluktur. Parti güçsüzlerin sonsuz koruyucusu-dur; iyiye kavuşmak için kötülük yapan, başkalarını mutlu etmek için kendisini harcayan bir sınıftır. Winston, işin korkunç yanı O'Brien bunları inanarak söyleyecek, diye düşündü. Yüzünden okunuyordu bu. O'Brien her şeyi biliyordu. Dünyanın gerçekte nasıl olduğunu, insanoğlunun yaşadığı kötü koşulları, Partinin onları o koşullarda tutmak için söylediği yalanları, giriştiği barbarlıkları çok iyi biliyordu. Her şeyi öğrenmiş, tartmış ve amacın her şeyi haklı gösterdiği sonucuna varmıştı. Winston, senden daha zeki olan, senin söylediklerini dinleyip gene kendi bildiğini okuyan bir deliye karşı ne yapabilirsin, diye düşündü.
"Bizleri kendi iyiliğimiz için yönetiyorsunuz," dedi, zayıf bir sesle, "İnsanların kendilerini yönetemeyeceklerine inanıyorsunuz. Ve bunun için..."
Acı bir çığlık attı. Bedenini bir acı dalgası kaplamıştı. O'Brien ibreyi otuz beşe çıkarmıştı.
"Saçmalama, Winston. Aptalca bu sözlerin. Daha İyi bir yanıt verebilirdin."
Kolu geri çekti ve konuşmasını sürdürdü.
"Şimdi sana sorumun yanıtını söyleyeceğim: Parti yalnızca kendisi için güç ister. Bizi ilgilendiren başkalarının iyiliği değil, yalnız ve yalnız iktidardır. Servet, lüks, uzun ömür ya da mutluluk değil, yalnızca iktidardır. Geçmişteki tüm oligarşilerden farklıyız, çünkü biz ne yaptığımızı biliyoruz. Tüm diğerleri, bize benzeyenler bile ikiyüzlü ve korkaktılar. Alman Nazileri ve Rus komünistleri kullandıkları yöntemlerle bize çok yaklaşmışlardı. Ama hiçbir zaman, kendi dürtülerini tanıyabilecek kadar cesaret gösteremediler. Yönetime istekleri dışında, sınırlı bir süre için geldiklerine ve kısa bir süre sonra, tüm insanların eşit ve özgür oldukları bir cenneti kurabileceklerine inanıyorlardı. Biz böyle değiliz. Kimse yönetime onu bırakmak için geçmez. İktidar araç değil, amaçtır. Kimse bir devrime bekçilik etmek için diktatörlük kurmaz; devrim diktatörlüğü kurmak için yapılır. Baskı kurmanın amacı baskı kurmaktır. İşkencenin amacı işkencedir. İktidarın amacı iktidardır. Şimdi beni anlamaya başladın mı?"
Winston, daha önceleri de olduğu gibi, O'Brien'ın yüzünün yorgunluğundan etkilenmişti. Güçlü, etli ve acımasız bir yüzdü. Winston zekâ ve tutku dolu bu yüzün karşısında kendini güçsüz hissediyordu. Ama yorgundu bu yüz; gözlerinin altında torbalar oluşmuştu, yanakları sarkmıştı. O'Brien yıpranmış yüzünü daha da yaklaştırarak, üzerine eğildi.
"Yüzümün yorgun ve yaşlı olduğunu düşünüyorsun," dedi. "Güçlü olmaktan söz ederken kendi bedenimin çürümesini bile önleyemediğimi düşünüyorsun Winston, insanın yalnızca bir hücre olduğunu anlayabiliyor musun? Hücrenin yorgun olması, organizmanın dinç olması demektir. Tırnaklarını kestiğin zaman ölüyor musun?"
Yataktan uzaklaşarak elleri cebinde yeniden dolaşmaya başladı.
"Bizler iktidarın rahipleriyiz," dedi. "Tanrı iktidardır. Ama senin için iktidar henüz bir sözcükten başka bir şey değil. Onun için, bunun ne olduğunu öğrenme zamanın geldi. Önce gücün kolektif olduğunu anlamalısın. Birey, bireyselliğine son verdiği zaman güce kavuşabilir. Partinin sloganını biliyorsun. 'Özgürlük Köleliktir'. Bunun tersi hiç aklına geldi mi? Kölelik özgürlüktür. Yalnız ve özgür olan insan her zaman yenilir.
Çünkü insan baştan bir yenilgi olan ölüme boyun eğmiştir. Ama özgürlüğünü bir yana bıraktığı, Partiye kayıtsız şartsız boyun eğdiği, onunla bütünleştiği zaman sonsuzlaşır. Anlaman gereken ikinci bir nokta şudur: İktidar, insanlara hükmetmektir; bedenlerine ve özellikle kafalarına. Maddeye, senin deyiminle dışsal gerçeğe egemen olmak önemli değildir. Zaten şu anda, madde üzerindeki egemenliğimiz mutlak."
Bir an için, Winston ibreyi önemsemedi. Oturmak için ileri doğru atıldı, ama bedenine acı çektirmekten başka bir işe yaramadı bu hareketi.
"Maddeye nasıl egemen olabilirsiniz?" diye bağırdı. "Ne iklim koşullarını ne de yerçekimi yasalarını denetleyebilirsiniz. Sonra hastalıklar, acı ve ölüm var..."
O'Brien onu elinin bir hareketiyle susturdu. "Maddeye egemeniz, çünkü aklı denetliyoruz. Gerçek, insan kafasının içindedir. Adım adım öğreneceksin, Winston. Yapamayacağımız şey yoktur. Görülmezlik, havaya yükselme olayı, her şey. İstesem yerden bir sabun köpüğü gibi havalanabilirim. Doğa hakkındaki bu on dokuzuncu yüzyıl düşüncelerini bırakmalısın. Doğa yasalarını biz yaparız."
"Hayır, yapamazsınız! Bu gezegenin bile yöneticileri değilsiniz Peki, Avrasya ve Doğu Asya, onlar ne oluyor? Henüz onları bile ele geçiremediniz."
"Bu önemli değil. Bize uygun olduğu zaman onları ele geçireceğiz. Geçirmesek bile ne fark eder ki? Onlarla bağlantıyı kesebiliriz. Dünya Okyanusya'dır."
"Ama dünya bir toz zerresidir ancak. Ve insanlar küçücüktürler, güçsüzdürler. İnsanoğlu ne zamandır dünya üzerinde yaşıyor? Milyonlarca yıl boyunca yeryüzü bomboşu."
"Saçma. Dünya bizimle aynı yaştadır. Daha yaşlı nasıl olabilir? İnsan bilincinden önce hiçbir şey yoktu ortada."
"Ama kayalar hayvanların -mamut, mastodonlar ve adı duyulmamış bir yığın hayvanın- kemikleriyle dolu."
"Sen bu kemikleri gördün mü, Winston? Elbette ki, hayır. Onları on dokuzuncu yüzyıl biyologları uydurmuşlardı. İnsandan önce bir şey yoktu. İnsandan sonra -eğer onun sonu gelirse- bir şey var olmayacak. İnsan dışında hiçbir şey yoktur."
"Ama bizim dışımızdaki evrene ne olacak? Yıldızlara bakın. Bazıları bir milyon ışık yılı uzaktalar. Bizim ulaşamayacağımız uzaklıklarda duruyorlar."
O'Brien kayıtsızlıkla, "Yıldızlar da neymiş?" dedi. "Birkaç kilometre ötedeki ateş parçacıkları. İstersek onlara ulaşabiliriz ya da onları ortadan kaldırabiliriz. Evrenin merkezi dünyadır. Güneş ve yıldızlar onun çevresinde dönerler."
Winston konuşmak için davrandı, ama bu kez bir şey söylemedi. O'Brien, bir karşı çıkışı yanıtlarmış gibi konuşmaya başladı.
"Bazı durumlarda bu elbette doğru değildir. Okyanus'a açıldığımızda ya da bir güneş tutulmasını önceden saptadığımızda, dünyanın güneş çevresinde döndüğünü ve yıldızların milyonlarca ışık yılı uzakta olduğunu varsaymak işimize gelir. Ama ne fark eder? İkili bir gökbilim sistemi yaratmanın olanaksız olduğunu mu sanıyorsun? Yıldızlar isteğimize göre, uzak ya da yakın olabilirler. Matematik bilgimizin yetersiz olduğunu düşünüyorsun. Çiftdüşünü unuttun mu?"
Winston olduğu yerde büzüldü. Ne söylerse söylesin, O'Brien'ın yanıtları altında eziliyordu. Ama yine de biliyordu, kendisinin doğru düşündüğünü biliyordu. Kafanın içindekiler dışında hiçbir şeyin var olmadığı savını çürütecek bir şeyler olmalıydı. Bunun bir aldatmaca olduğu çok önceleri kanıtlanmamış mıydı? Bunun şimdi hatırlamadığı bir adı vardı. Ona tepesinden bakarken O'Brien hafifçe gülümsedi.
"Metafizik konusunda yetenekli olmadığını sana söylemiştim. Bulmaya çalıştığın sözcük, solipsizm. Ama yanılıyorsun. Bu solipsizm değil. Kolektif solipsizm diyebiliriz. Ama bu da farklıdır. Gerçekte, tam tersi!" Değişik bir sesle ekledi, "Ama bunların hepsi konu dışı. Gerçek güç, gece gündüz uğrunda çalıştığımız iktidar, madde üzerinde egemenlik kurmak değil, insan üzerinde egemenlik kurmaktır."
Durakladı ve yeniden bir öğretmenin, yetenekli bir öğrencisiyle konuşması havasında sürdürdü konuşmasını.
"Bir insan başkası üstünde nasıl iktidar kurabilir?"
Winston düşündü, "Ona acı çektirerek," dedi.
"Çok doğru. Ona acı çektirerek. Boyun eğmek yeterli değildir. Acı içinde olmadıkça, onun kendi isteğine değil, senin is-
teğine uyduğunu nasıl bilebilirsin? İktidar acı çektirmek ve küçük düşürmek demektir. İktidar insanın kafasını parçalamak ve istenen biçimde bir araya getirmektir. Nasıl bir dünya yaratmaya çalıştığımızı anlamaya başlıyor musun? Yaşamanın amacını zevk kabul eden aptal ütopyacıların tam tersi bir yer... Korkunun, acının, işkencenin dünyası. Kendini geliştirdikçe daha da acımasızlaşan bir yer... Dünyamızdaki gelişme, acıya doğru ilerleyen bir gelişme olacaktır. Eski uygarlıklar, sevgi ve adalet üzerine kurulduklarını ileri sürerlerdi. Bizimki nefret üzerine kurulu. Bizim dünyamızda korku, kin ve övünmeden başka duygulara yer yok. Bunun dışında her şeyi yok edeceğiz -her şeyi. Şimdiden. Devrimden önceki düşünce alışkanlıklarını parçalamaya başladık bile. Ana-babayla çocuk, insanla insan, kadınla erkek arasındaki bağlan kopardık. Kimse eşine ya da çocuğuna ya da arkadaşına güvenmiyor artık. Gelecekte, eşler ve arkadaşlar da ortadan kalkacak. Çocuklar, doğar doğmaz annelerinden alınacaklar. Yumurtanın kuluçkadan alınması gibi. Cinsel içgüdü ortadan kalkacak. Üreme, tayın kâğıdını yenileme gibi yıllık bir formalite olacak. Orgazmı ortadan kaldıracağız. Nörologlarımız şu anda bu konu üzerinde çalışıyorlar. Partiye karşı olandan başka bağlılık bulunmayacak. Büyük Biradere karşı duyulandan başka sevgi duyulmayacak. Bir düşmanın yenilgisine gülmekten başka kahkaha olmayacak. Sanat, edebiyat, bilim diye bir şey kalmayacak. Her şeye egemen olduğumuzda, bilime gerek kalmayacak. Güzellikle çirkinlik arasında bir ayrım bulunmayacak. Merak ve yaşama sevinci ortadan kalkacak. Tüm zevkler parçalanacak. Ama şunu hiçbir zaman unutma ki Winston, günden güne büyüyen ve kurnazlaşan, kendinden geçmiş iktidar, hep var olacak. Her an, zafer coşkunluğu ve zayıf bir düşmanın ezilmesi duyguları taşınacak. Geleceğin nasıl olacağını bilmek istiyorsan, bir insanın yüzünü aralıksız çiğneyen bir çizme düşle..."
Winston'ın konuşmasını bekliyormuş gibi durakladı. Winston yatağının içinde büzülmeye çalışıyordu. Hiçbir şey söyleyemedi, yüreği taş kesilmiş gibiydi. O'Brien konuşmasını sürdürdü.
"Şunu asla unutma; her zaman üzerine basılacak bir yüz bulunacaktır. Partinin düşmanı olan çılgın biri olacak ve o hep
aşağılanarak, defalarca yenilecektir. Elimize düştüğünden bu yana yaşadıkların, başkaları için de sürecek, daha da kötüleşecek-tir. Casusluklar, ihbarlar, tutuklanmalar, işkenceler, idamlar, ortadan kaybolmalar, asla son bulmayacak. Parti güçlendikçe acımasızlaşacak; muhalefet zayıfladıkça, despotluk güçlenecektir. Goldstein ve onun yolundan gidenler sonsuza dek var olacak. Her gün, her an yenilgiye uğrayacak, aşağılanacak, gülünç duruma düşürülecek, ama hep yaşayacaklardır. Seninle yedi yıldır oynadığım bu oyun kuşaklar boyu yinelenecek, her seferinde daha da ustalaşacak. Doğru yoldan ayrılanlar burada acınma dilenecek, kendilerini yitirecek, acıyla bağıracak, ayaklarımıza kapanacaklar. İşte hazırlamakta olduğumuz dünya bu. Zaferle olduğu kadar, dehşetle de dolu bir dünya olacak. Utkuların ve zaferlerin birbirini izleyeceği bir dünya... Görüyorum ki, dünyanın nasıl olacağını anlamaya başladın. Sonunda anlamaktan öte, kabullenecek ve onun bir parçası olacaksın."
Winston konuşabilecek kadar kendine gelmişti.
"Bunu yapamazsınız!" dedi, zayıf bir sesle.
"Ne demek istiyorsun, Winston?"
"Betimlediğiniz dünyayı yaratamazsınız. Bu bir düş. Olanaksız."
"Neden?"
"Korku, nefret ve kötülük üstüne bir uygarlık kurmak olanaksızdır. Yaşamaz."
"Neden?"
"Yaşayamaz. Parçalanır. Kendi kendini yok eder."
"Saçma. Nefretin sevgiden daha yorucu olduğu izlenimi var kafanda. Neden öyle olsun ki? Olsa bile ne fark eder? Diyelim ki biz daha çabuk yıpranıp daha çabuk tükenmeyi yeğliyoruz. Diyelim ki insan yaşam temposunu öylesine hızlandırdı ki otuzuna gelen herkes yaşlılık bunamasına girecek duruma geliyor. Ne fark edecek ki? Bireyin ölümü son değildir. Parti ölümsüzdür!"
Winston her zamanki gibi umutsuzluğa sürüklendi. Tartışmayı sürdürürse O'Brien yeniden ibreyi yükseltirdi. Ama konuşmadan da duramadı. Elinde, düştüğü bu dehşete karşı koyacak somut bir kanıt olmadığı halde, karşı çıkmaya başladı.
"Bilmiyorum - umurumda değil. Sonunda başarısız olacaksınız. Bir şey sizi yenecek. Hayata yenileceksiniz."
"Biz, hayatı her düzeyde denetliyoruz, Winston. Sen 'insanın doğası" diye bir şey olduğuna ve bunun bize başkaldıracağına inanıyorsun. Ama insan doğasını biz yaratıyoruz. İnsanlar uysaldır. Belki de proleterlerin başkaldırarak bizi devirecekleri varsayımına geri döndün. Bunu sil! Onlar güçsüz hayvanlar gibidirler. İnsanlık Partidir. Onun dışındakiler önemsizdirler."
"Umurumda değil. Sonunda sizi yenecekler. Eninde sonunda sizin ne olduğunuzu görecek ve sizi parçalara ayıracaklar."
"Bunun olacağına dair ortada bir kanıt var mı? Ya da olması için bir neden?"
"Hayır, ama inanıyorum. Yenileceğinizi biliyorum. Evrende bir şey var - bilmiyorum, ama bir ruh, bir ilke, onu asla yene-mezsiniz."
"Tanrıya inanır mısın, Winston?"
"Hayır."
"Öyleyse bizi yenecek olan ilke nedir?"
"Bilmiyorum. İnsan ruhu."
"Ve sen kendini insandan mı sayıyorsun?"
"Evet."
"Eğer sen insansan sonuncususun. Senin türün tükendi; mirasçılar bizleriz. Yalnızsın, anlıyor musun? Sen tarih dışısın, yoksun!" Tutumu değişmiş, yırtıcılaşmıştı. "Ve sen, yalanlarımızla, kötülüklerimizle bizden daha üstün olduğunu düşünüyorsun, öyle mi?"
"Evet. Üstün olduğumu düşünüyorum."
O'Brien konuşmadı. Odada iki kişinin konuşması duyuluyordu. Bunlardan birisi kendi sesiydi. Kardeşlik Örgütüne girdiği o gece, O'Brien'la yaptığı konuşma teybe alınmıştı. Yalan söylemeye, hırsızlık yapmaya, cinayet işlemeye, uyuşturucu maddenin, fuhuşun, zührevi hastalıkların yaygınlaştırılmasına yardımcı olmaya, çocukların yüzüne asit atmaya bile söz veren sesini dinledi O'Brien. Gösterinin gereksizliğini belirten sabırsız bir hareket yaptı. Sonra bir düğmeyi çevirdi. Sesler kesildi.
"Kalk o yataktan," dedi.
Kayışlar kediliğinden gevşemişti. Winston yere indi. Güçlükle ayakta durabiliyordu.
"Sen son insansın," dedi O'Brien. "Sen, insan ruhunun bekçisi, kendini olduğun gibi gör şimdi! Giysilerini çıkar!"
Winston tulumunu tutan bir sicimi çözdü. Fermuarı çoktan kopartılmıştı. Tutuklandığından bu yana giysilerini herhangi bir nedenle çıkarıp çıkarmadığını hatırlamıyordu. Önce tulumunu, sonra bir zamanlar iç çamaşırları olan sarı renkli paçavraları çıkarttı. Onları yere bırakırken, odanın öteki ucundaki üç kanatlı aynayı fark etti. Yaklaştı, ama birden durdu. Elinde olmaksızın bir çığlık attı.
"Yaklaş," dedi O'Brien. "Aynanın kanatlan arasında dur ve kendine yandan bak!"
Ürktüğü için durmuştu. Eğrilmiş, gri renkli iskelete benzer bir şey kendisine doğru gelmekteydi. Bunun yalnız, kendisi olduğu için değildi ürkmesi, görünüşü gerçekten çok korkunçtu. Aynaya doğru yaklaştı. Yaratığın yüzünde çıkıntılar oluşmuştu. Çıplak alnı, çıplak tepesiyle birleşmiş, eğrilmiş burnu, çıkık elmacık kemikleri, gözlerini korkunçlaştırman. Yanakları çökmüş, ağzı buruşmuştu. Bu belli ki kendi yüzüydü, ama görünüşündeki değişiklikler kafasının içindekilerden daha çoktu, kuşkusuz. Önceden duyduklarını duyamazdı, artık. Saçları yer yer dökülmüştü. Önce saçlarının gri bir renk aldığını düşündü, ama gri olan yalnızca kafa derişiydi. Elleri ve yüzü dışında bütün bedeni kirden gri bir renk almıştı. Bedeninin bazı yerlerinde, kirin altında kırmızı yara izleri gözüküyordu. Ayak bileğindeki varis şişmiş, derisi kat kat yüzülüyordu. Bacakları öylesine incelmişti ki, dizleri bacağının üst kısmından daha kalındı. O'Brien'ın neden kendisine yandan bakmasını istediğini anlamıştı. Belkemiği şaşılacak bir irilikteydi. Göğsü içeri çökmüştü. Boynu başının ağırlığı altında çöp gibi kırıhverecekti sanki. Öldürücü bir hastalığa tutulmuş altmış yaşlarında bir adam olduğunu sanırdı insan.
"Bazen benim yüzümün, bir İç Parti üyesinin yüzünün, yaşlı ve yıpranmış olduğunu düşündüğün zamanlar olmuştu. Peki, şimdi kendi yüzün hakkında ne düşünüyorsun?"
Winston'ı kolundan yakalayarak kendisine doğru döndürdü.
"Şu haline bak!" dedi. "Tüm bedenini kaplamış şu kir tabakasına bak. Ayak parmaklarının arasındaki kire bak! Bacağında-
ki iğrenç yaraya bak! Bir teke gibi koktuğunun farkında mısın? Belki değilsindir. Sıskalığına bak! Görüyor musun? Pazun avu-cumun içinde kayboluyor. İstersem boynunu çat diye kırabilirim. Elimize düştüğünden bu yana yirmi be§ kilo verdin, bunu biliyor muydun? Saçların bile tutam tutam dökülüyor. Bak!" Winston'ın saçına yapıştı, bir tutamı elinde kaldı. "Aç ağzını! Dokuz, on, on bir dişin kalmış. Buraya geldiğinde kaç tane vardı? Kalanlar da dökülüyorlar. Bak şuraya!"
Winston'm kalan ön dişlerinden birini güçlü parmaklarıyla yakaladı. Winston çenesinde bir acı duydu. O'Brien dişini kökünden söküp almıştı. Hücrenin bir köşesine savurdu onu.
"Çürümektesin," dedi. "Dökülüyorsun. Nesin sen? Bir torba pislik. Şimdi dön ve yeniden bak kendine. Şu gördüğün ken-dinsin. Son adam. Eğer sen insansan, insanlık budur, işte. Şimdi giyin!"
Winston ağır, tutuk hareketlerle giyinmeye başladı. Kafasında tek bir düşünce vardı: Bu yerde düşündüğünden uzun bir süredir bulunmaktaydı. Paçavra durumundaki iç çamaşırlarını giyerken, yıkıntıya dönüşmüş bedenine karşı bir acıma duygusuyla doldu. Yatağın kenarındaki tabureye yığıldı ve ağlamaya başladı. Çirkinliğinin, düşmüşlüğünün farkındaydı. Kirli iç çamaşırları içinde ağlayan bir kemik yığınıydı. Kendine engel olamıyordu. O'Brien elini onun omzuna koydu, şefkatli gibiydi.
"Uzun sürmez," dedi. "İstersen bu durumdan kurtulabilirsin. Her şey sana bağlı."
"Bunu sen yaptın!" diye ağlıyordu Winston. "Beni bu duruma sen düşürdün."
"Hayır, Winston. Bu duruma kendini sen getirdin. Partiye başkaldırdığın andan itibaren bunu kabullenmiştin. İlk eylemlerinde ortadaydı bu. Önceden bilmediğin hiçbir şey olmadı sana."
Durdu, sonra konuşmasını sürdürdü.
"Seni yendik, Winston. Seni parçaladık. Bedenine ne olduğunu gördün. Aklın da aynı durumda. Artık, gururunu yitir-din. Tekmelendin, aşağılandın, azarlandın, acıyla çığlık attın, kusmuk ve kan içinde yerlerde yuvarlandın, acınma dilendin, herkesi ve her şeyi sattın. Yaşamadığın bir tek rezillik kaldı mı?"
Winston artık hıçkırtmıyordu, ama gözyaşları henüz din-memişti. Başını kaldırıp O'Brien'a baktı.
"Julia'yı satmadım!" dedi.
O'Brien düşünceli düşünceli onun yüzüne baktı, "Hayır," dedi, "hayır, doğru söylüyorsun. Julia'yı satmadın."
O'Brien'a duyduğu, hiçbir şeyin silip götüremediği o saygı duygusu yeniden içini kapladı. Ne kadar zeki, diye düşündü, ne kadar zeki. Söylediği hiçbir şeyi anlamakta güçlük çekmiyordu. Başka birisi olsa, Julia'yı sattığını söylerdi ona. İşkence altında ona söyletmedikleri ne kalmıştı? Her şeyi anlatmıştı onlara, her şeyi, Julia'nın alışkanlıklarını, kişiliğini, geçmiş hayatını, her buluştuklarında neler olduğunu, karaborsa yemeklerini, zinalarını, Partiye başkaldırmalarını, her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmıştı. Ama yine de onu satmamıştı. Onu sevmekten vazgeçmemiş, ona karşı olan duyguları hep aynı kalmıştı. O'Brien açıklama istemeksizin onun ne demek istediğini anlamıştı.
"Beni ne zaman kurşuna dizeceksiniz?" diye sordu.
"Uzun bir zaman sonra olabilir," dedi O'Brien. "Sen zor bir davasın. Ama umudumuzu kesmiyoruz. Herkes eninde sonunda iyileşir. Seni iyileştikten sonra kurşuna dizeriz."
4
Çok daha iyiydi. Eğer günlerden söz etmek uygun olursa, her gün biraz daha kilo alıyor, güçleniyordu.
Beyaz ışık ve uğultu sesi öteki hücrelerinkiyle aynıydı, ama daha rahattı. Tahta yatakta bir yastık ve battaniye, köşede bir tabure vardı. Banyo yapmasına ve sık sık kendini çinko lavaboda yıkamasına izin vermişlerdi. Yıkanması için sıcak su bile sağlıyorlardı. Yeni iç çamaşırları ve temiz bir tulum vermişler, varis yarasını merhemle sarmışlar, kalan dişlerini söküp yerine takma diş takmışlardı.
Haftalar, aylar geçmiş olmalıydı. Eğer isteseydi, şimdi düzgün aralıklarla kendisine yemek getirdikleri için, bu yolla zama-
nı hesaplayabilirdi. Yirmi dört saatte üç öğün yemek verdiklerini sanıyordu. Yemekler çok iyiydi, üç öğünde bir, et veriyorlardı. Bir keresinde, bir paket sigara bile vermişlerdi. Kibriti yoktu, ama kendisiyle hiç konuşmayan gardiyan ona ateş verebilirdi. İlk içtiğinde midesi bulandı, ama inat etti ve her öğünde yarımşar tane içerek bir paketi uzun süre dayandırdı.
Ona, ucuna küçük bir kalem bağlı beyaz bir yazı tahtası vermişlerdi. Önce elini bile sürmedi. Uyanık olduğu zamanlarda bile uyuşukluğu üzerinden atamıyordu. Bazen bir öğünden öbürüne kadar, kimi zaman uykuda, kimi zaman gözlerini açma sıkıntısına bile katlanmadan, düşler içerisine dalmış olarak yatıyordu. Yüzünde güçlü bir ışık varken uyumaya alışmıştı, artık fark etmiyordu, ama düşleri daha canlılaşmıştı. Bütün zamanını düşler içerisinde geçiriyordu, gördükleri hep mutlu düşlerdi. Altın Ülkede oluyordu, güneşin aydınlattığı görkemli yıkıntılar arasında annesi, Julia ve O'Brien'la birlikte, bir şey yapmaksızın güneşin altında oturuyorlar, huzur veren konular üzerinde konuşuyorlardı. Uyanık olduğu zamanlarda da bu düşleri üzerinde düşünüyordu çoğunlukla. Kendisine verilen acılar dindiğinden bu yana, düşünme yeteneğini yitirmişti. Sıkılmıyordu, konuşmak ya da düşünmek için bir istek duymuyordu. Yalnızca kendi başına olmak, dövülmemek, sorgulanmamak istiyordu; yeterli besinin olması, temiz olması yetiyordu ona.
Zamanla uyku saatleri azaldı, ama yataktan kalkmak için bir itki, bir istek duymuyordu içinde. Tek istediği, kıpırtısız uzanmak ve gücün bedeninde toplandığını hissetmekti. Kaslarının güçlendiğini, derisinin gerginleştiğini hissetmek için parmaklarıyla bedenini yokluyordu. Şişmanladığı açıktı. Baldırları dizlerinden daha kalındı. Bundan sonra, önceleri gönülsüzce, düzenli bir şekilde beden hareketlerine başladı. Kısa bir süre içinde hücreyi kollarıyla ölçerek hesapladığı gibi, üç kilometre yürüyebiliyordu. Çökmüş omuzlan dikleşmekteydi. Daha güç hareketlere girişince, yapamadığı şeylerin sayısı kendisini şaşkınlığa düşürdü. Kollarını uzatmış durumda tabureyi tutamıyor, devrilmeden tek ayağının üzerinde duramıyordu. Çömel-dikten sonra ayağa kalkmak istediği zaman, bacak ve baldır kaslarını dayanılmaz acılar kaplıyordu. Yüzükoyun yatıp vücudunu elleriyle kaldırmayı denedi, ama boşunaydı çabası, bir san-
tim bile kıpırdanamıyordu. Ama birkaç gün sonra (birkaç yemekten sonra) bunu da yapabiliyordu, artık. Bir zaman sonra, bu hareketi üst üste altı kez yapabiliyordu. Bedeniyle gurur duymaya başlamıştı, belki yüzü de eski durumuna gelirdi. Ama elini saçsız kalan başında gezdirdiği zamanlar, aynadan kendisine bakan, yıkıntıya dönmüş yüzünü hatırlıyordu. Aklı canlanmaya başlamıştı. Sırtı duvara dayalı, tahta yatakta oturup dizlerine de yazı tahtasını dayayıp kendisini yeniden eğitmeye başladı.
Boyun eğmişti, bunu kabulleniyordu. Gerçekte bu kararı almadan çok önce boyun eğmeye hazır bulunduğunu fark etti. Sevgi Bakanlığından içeri adımını atar atmaz, hatta kendisine ve Julia'ya o demir gibi ses tele ekrandan seslendiği andan başlayarak, Partinin gücüne karşı çıkmanın boş ve anlamsız olduğunu anlamıştı. Yedi yıl boyunca Düşünce Polisi kendisini pertavsızın altında bir böcek gibi incelemişti. Hiçbir eylemi, hiçbir sözcüğü, hiçbir düşüncesi gözden kaçmamıştı. Günlüğünün kapağının kenarına koyduğu toz parçası bile. Banttan sesler dinletmişler, fotoğraflar göstermişlerdi ona. Hatta bazıları kendisinin ve Julia'nın fotoğraflarıydı. Evet... Partiye artık karşı koyamıyordu. Üstelik Parti haklıydı. Haklı olması gerekti; ölümsüz kolektif bir beyin nasıl yanılabilirdi? Onun yargılarını hangi dış ölçütle ölçebilirdi, insan? Sorun onların düşündükleri biçimde düşünmeyi öğrenmekti. Yalnız!..
Kalem eline kalın ve garip geliyordu. Kafasına gelen düşünceleri yazmaya başladı. Önce büyük harflerle şöyle yazdı:
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
Sonra durmaksızın altına ekledi: -
İKİ KERE İKİ BEŞ EDER
Ama bir an durdu. Bir şeyden çekiniyormuş gibi dikkatini toplamakta güçlük çekiyordu. Ardından ne geleceğini biliyor, ama o an için hatırlayamıyordu. Ancak mantığını kullanarak hatırlayabildi ve şöyle yazdı:
TANRI İKTİDARDIR
Her şeyi kabulleniyordu. Geçmiş değiştirilebilirdi. Geçmiş hiçbir zaman değiştirilmemişti. Okyanusya, Doğu Asya'yla sa-vaşıyordu. Okyanusya her zaman Doğu Asya'yla savaş durumunda olmuştu. Jones, Aaranson ve Rutherford, yargılandıkları suçlardan sorumluydular. Onları temize çıkaran fotoğrafı hiçbir zaman görmemişti. Öyle bir şey yoktu, kendisi uydurmuştu. Gerçekte her şey ne kadar basitti! Yalnızca teslim ol, gerisini düşünme! Ne kadar çabalarsan çabala, seni sürekli geriye atan bir akıntıya karşı yüzmek ve sonra geri dönüp akıntıyla birlikte yüzmeye karar vermek gibi bir şeydi bu. Sizin tutumunuzdan başka değişen bir şey yoktu. Olması kararlaştırılan şey nasıl olacaktı; neden başkaldırdığını bile bilmiyordu artık. Her şey kolaydı, yalnız!..
Her şey doğru olabilirdi. Doğa yasaları denen şeyler saçmaydı. Yerçekimi yasası saçmaydı. O'Brien, "İstesem bir sabun köpüğü gibi uçabilirim," demişti. Winston düşündü, "Eğer o uçtuğunu düşünürse, ben de aynı anda onun uçtuğunu gördüğümü düşünürsem, o zaman olay gerçek olur. Bir batığın ansızın su yüzüne çıkması gibi bir düşünce aklından fırladı. Olay gerçekten olmuyor, onu düşlüyoruz. Sanrı bu. Düşüncesini bastırdı. Hile ortadaydı. İnsanın kendi dışında bir yerde bir 'gerçek' dünyanın olduğunu, orada 'gerçek' olayların olduğunu varsayıyordu. Ama böyle bir dünya nasıl var olabilirdi? Her şey insanın kafasında yer alıyordu. Herkesin kafasında var olan olaylar, gerçek olaylardır.
Hileyi açığa çıkarmakta bir güçlük çıkmıyordu ve olayı benimseme tehlikesi yoktu. Yine de hileyi hiç düşünmemiş olması gerekirdi. İnsanın aklı, tehlikeli bir düşünce ortaya çıktığı anda kör bir nokta oluşturmalıydı. Bu işlem, otomatik, içgüdüsel olmalıydı. Yenikonuşta buna suçdurdurma deniyordu.
Suçdurdurma uygulaması için alıştırmalara başladı. Kendine, "Parti dünya düzdür der, Parti buz sudan daha ağırdır der," önermelerini verdi ve onlara karşıt olan düşünceyi görmezlikten ve anlamazlıktan gelmeye alıştırmaya çalıştı kendini. Kolay değildi bunu yapmak. Büyük bir mantık ve doğaçlama gücü gerektiriyordu. Örneğin, "İki kere iki beş eder," gibi matematik-
sel sorunlar, kavrayışının sınırlarını aşıyordu. Ayrıca, aklın çevikliğini, bir an en ince mantığı kullanma, öteki anda en belirgin mantık yanlışlarını görmeme yeteneği gerektiriyordu. Zekâ kadar aptallık da gerektiriyordu ve aptallığı edinmek, en az zekâyı edinmek kadar güçtü.
Bu arada, aklının bir kenarında, ne zaman kurşuna dizeceklerini düşünüyordu. "Her şey sana bağlı," demişti O'Brien. Ama bunu isteyerek hızlandıramayacağını biliyordu. Belki on dakika sonra olacaktı, belki on yıl sonra... Onu yalnız bir hücrede bırakabilirler, bir çalışma kampına gönderebilirler, bir süre için, bazen yaptıkları gibi serbest bırakabilirlerdi. Kendisini kurşuna dizmeden önce, bütün sorgulamaları ve işkenceyi yinelemeleri olasılığı da büyüktü. Kesin olan tek şey, ölümün beklenildiği anda gelmeyeceğiydi. Gelenek - sözü edilmeyen gelenek, insan bir yerlerden bilirdi, ama söylendiğini duymazdı - insanı arkadan vurmaktı. Her zaman enseden, uyarmaksızın, koridorda hücreden hücreye giderken.
Bir gün -ama 'bir gün' doğru bir tanım değildi; gecenin yarısı da olabilirdi- bir keresinde tuhaf, kendisini rahatlatan bir düş görmüştü. Kurşunun her an gelmesini bekleyerek koridorda yürüyordu, geleceğinden kuşkusu yoktu. Her şey yoluna girmiş, her konuda fikir birliğine varılmıştı. Kuşku, tartışma, acı çekme, korku kalmamıştı artık. Bedeni sağlam ve güçlüydü. Hareket etmekten zevk duyarak, güneş ışığında yürüyormuş gibi rahatça yürüyordu. Sevgi Bakanlığının bembeyaz dar koridorlarından çıkmış, iğnelerle uyutulduğu zaman gördüğü düşteki gibi, bir kilometre genişliğinde koskocaman, aydınlık bir geçitte yürüyordu. Altın Ülkede, tavşanların otları yolarak izler açtığı bir çayırda, bir patikada yürüyordu. Ayaklarının altında kısa, yumuşak çimleri, yüzünde tatlı güneşi hissediyordu. Rüzgârda hafif hafif sallanan karaağaçlar, hâlâ çitin yanındaydı. Onun gerisinde de içinde balıkların oynaştığı küçük yeşil havuzlar vardı.
Birdenbire bir dehşet duygusuna kapıldı. Sırtını ter kaplamıştı. Yüksek sesle bağırmaya başladı:
"Julia! Julia! Sevgilim! Julia!.."
Bir an için, onun varlığıyla dolup taşmıştı. Onu yalnız yanında değil, içindeymiş gibi hissetti. Julia teninin dokusuna işle-
misti sanki. Julia'ya karşı o anda, birlikte ve özgür oldukları zamankinden çok daha fazla sevgi duymuştu. Onun yaşadığını ve yardıma gereksinimi olduğunu da hissetmişti.
Yatağa uzanıp kendini toparlamaya çalıştı. Ama ne yapmıştı? Bu güçsüzlük anıyla köleliğine birkaç yıl daha eklememiş miydi?
Biraz sonra, dışarıdan ayak sesleri duyacaktı. Böyle bir davranışı cezasız bırakmazlardı. Eğer önceden bitmiyorlarsa bile, şimdi biliyorlardı artık, onlarla yaptığı anlaşmayı bozmuştu. Partiye boyun eğmişti, ama hâlâ Partiden nefret ediyordu. Görünüşteki bağlılığın gerisinde, doğru yoldan sapmış bir kafa taşıyordu. Şimdi bir adım daha geriye çekilmişti. Aklıyla yenilmişti, ama yüreğini boyun eğmemiş olarak korumayı umut ediyordu. Yanıldığını biliyordu, ama yanılmış olmayı seçiyordu. Bunu anlayacaklardı; O'Brien anlayacaktı. O aptalca çığlıkla her şeyi açığa vurmuştu.
Şimdi, en baştan başlaması gerekiyordu. Yıllarını alabilirdi bu. Kendisinin yeni biçimine alıştırmak için elini yüzünde gezdirdi. Yanaklarında derin izler oluşmuştu, elmacık kemikleri çıkıktı, burnu yassılaşmıştı. Üstelik, kendisini aynada son gördüğünden beri, takma dişleri görüntüsünü çok değiştirmişti. İnsan yüzünün nasıl olduğunu bilmezse, anlatımını denetleyemezdi. Ayrıca, çizgilerin denetlenmesi yeterli değildi. Eğer insan bir sırrı saklamak istiyorsa, onu kendisinden de saklamalıydı, bunu ilk kez düşünmüştü. Onun orada olduğunu her an bilmeli, ama gerekinceye kadar onun sözcüklere dökülebilecek herhangi bir biçimde bilincine yansımasına engel olmalıydı insan. Bundan sona yalnızca doğru düşünmesi yetmiyordu, doğru hissetmeli, doğru düşler görmeliydi. O arada nefretini içinde, bir ur gibi, kendisinin bir parçası olan, ama bedeninin geri kalan kısmıyla ilgisi bulunmayan bir yumak gibi saklayacaktı.
Günün birinde onu öldürmeye karar vereceklerdi. Ne zaman olacağını söyleyemezdi, ama olmadan birkaç saniye önce bilebilirdi. Her zaman koridorda yürürken arkadan vururlardı. On saniye yeterliydi. O zaman, içindeki dünya yüzeye çıkacaktı ve sonra bir anda tek söz söylemeden, adımlarında bir farklılık, yüzünün anlatımında bir değişiklik olmadan, birden o örtü kalkacak ve nefreti şiddetle dışarı vuracaktı. Nefret onu güçlü
bir alev gibi dolduracaktı. İşte o anda kurşun da patlayacaktı! Kurşun ya çok erken ya da çok geç bulacaktı onu, aklını yeniden denetleyebilmelerinden çok önce, beynini parçalamış olacaklardı. Yoldan sapmış düşünce, cezalandırılmadan kalacak, sonsuza dek ellerinden kaçmış olacaktı. Yetkinliklerinde bir delilik açılacaktı. Onlardan nefret ederek ölmek; işte özgürlük buydu.
Gözlerini yumdu. Bu, düşünce denetiminden daha güçtü. Kendisini alçaltmasıydı insanın. Pisliklerin en koyusuna dalması gerekiyordu. En korkunç, en iğrenç şey hangisiydi? Büyük Biraderi düşündü. O siyah bıyıklı, koskocaman yüzün görüntüsü (onu sürekli posterlerinde gördüğü için, yüzünün bir metre eninde olduğunu düşünüyordu), o insanı durmadan izleyen gözler, kafasında serbestçe dolaşıyordu. Büyük Biradere duyduğu gerçek duygular neydi?
Dışarıda çizme sesleri duyuldu. Çelik kapı gürültüyle açıldı. Hücreye O'Brien girdi. Onun arkasında balmumu yüzlü subay ve siyah üniformalı gardiyanlar vardı.
"Ayağa kalk," dedi O'Brien. "Buraya gel."
Winston onun karşısına geçti. O'Brien güçlü ellerini Wins-ton'ın omuzlarına koydu ve ona yakından baktı.
"Beni aldatmayı düşünüyordun," dedi. "Aptallıktı. Dik dur ve yüzüme bak."
Durakladı ve daha nazik bir tonla sürdürdü konuşmasını:
"İyileşiyorsun. Zihinsel olarak eksik bir yanın yok gibi. Ama duygusal açıdan henüz düzelemedin. Söyle Winston, unutma sakın, yalan yok: Bilirsin yalanı hemen anlarım. Büyük Biradere karşı neler duyuyorsun?"
"Ondan nefret ediyorum."
"Ondan nefret mi ediyorsun? Güzel. Öyleyse son adımımızı atma zamanımız geldi. Ona boyun eğmen yetmez, onu sevmelisin de."
Winston'i hafifçe gardiyanlara doğru itti.
"101 no'lu oda," dedi.
5
Tutuklandığından beri her gittiği yerde, penceresiz yapının neresinde olduğunu kabaca kestirebilmişti. Hava basıncında bazı değişmeler vardı. Gardiyanların kendisini dövdüğü hücreler yer düzeyinden aşağıda olmalıydı. O'Brien'ın kendisini sorguya çektiği oda çatıya yakın bir yerlerde olmalıydı. Burasıysa, yerin çok altındaydı, gidilebileceği kadar altında.
Şimdiye dek içinde bulunduğu çoğu hücrelerden büyüktü, ama çevresini pek seçemiyordu. Tek fark ettiği, tam önünde duran, üzerleri yeşil keçe kaplı iki küçük masaydı. Bir tanesi kendisinden bir ya da iki metre ötedeydi, ikincisi uzakta, kapının yanında duruyordu. Başını bile oynatamayacak kadar sıkı kayışlarla bir sandalyeye bağlanmıştı. Boynunun arkasına yerleştirilen bir tür yastık, onu dimdik önüne bakmaya zorluyordu.
Bir an yalnız kaldı, sonra kapı açıldı, O'Brien içeri girdi.
"Bana bir kez 101 no.'lu odada ne olduğunu sormuştun. Sana bunun karşılığını bildiğini söylemiştim. Herkes bilir bunu. 101 no'lu odada dünyanın en kötü şeyi vardır."
Kapı yeniden açıldı. İçeri bir gardiyan girdi. Elinde telden yapılmış bir kutu ya da sepet gibi bir şey vardı. Bunu uzaktaki masaya bıraktı. O'Brien önünde durduğu için Winston ne olduğunu göremedi.
"Dünyadaki en kötü şey, kişiden kişiye değişir. Diri diri gömülmek, ateşte yakılmak, boğulmak ya da kazığa sokulmak ya da sayısız ölüm biçimlerinden biridir. Bazı durumlarda öldürücü olmayan, sıradan bir şey bile olabilir."
O'Brien, Winston masada duran şeyi daha rahat görebilsin diye biraz kenara çekildi. Bu, etrafı demir çubuklarla kaplı, üstünde taşınabilmesi için bir sapı olan bir kafesti. Ön kısmında içeri dönük bir eskrim maskesine benzer bir şey vardı. Kendisinden üç dört metre ötede olmasına karşın, Winston kafesin boylamasına ikiye bölünmüş olduğunu ve her ikisinde de birer yaratığın bulunduğunu gördü. Bunlar fareydi.
"Senin durumunda," dedi O'Brien, "dünyadaki en kötü şey farelerdir."
Winston kafesi görür görmez içini bir dehşet duygusu kaplamıştı. Ama şimdi kafesin önündeki o maskenin ne anlama geldiğini anlamıştı. Eli ayağı kesildi.
Çatlak bir sesle bağırmaya başladı: "Yapamazsınız bunu! Yapamazsınız! Olamaz!"
"Düşlerinde kapıldığın o panik duygusunu hatırlıyor musun?" diye sordu O'Brien. "Önünde karanlık bir duvar, kulaklarında da bir uğultu olurdu. Duvarın öte yanında korkunç bir şey olurdu, onun ne olduğunu bilir, ama aydınlığa çıkarmaya cesaret edemezdin. İşte duvarın öbür yanındaki şeyler farelerdi."
"O'Brien!" dedi Winston, sesini denetlemeye çalışıyordu. "Bunun gerekli olmadığını biliyorsun. Yapmamı istediğiniz şey
nedir?"
O'Brien doğrudan yanıtlamadı bu soruyu. Konuştuğu zaman yine öğretmen havasındaydı. Gözlerini uzaklara dikip, Winston'm arkasında bir dinleyici kitlesine sesleniyormuş gibi
konuştu:
"Yalnız acı kendi başına yeterli olmayabilir. Bazı durumlarda insan, ölümle sonuçlansa bile acıya katlanabilir. Ama herkesin karşı koyamayacağı, düşünmek bile istemediği bir şeyler vardır. Böyle durumlarda korkaklık ya da cesaret söz konusu değildir. Yüksek bir yerden düşerken, bir ipi yakalamaya çalışmak korkaklık değildir. Su yüzüne çıkarken ciğerleri havayla doldurmak korkaklık değildir. Bunlar yok edilemeyecek basit içgüdülerdir. Aynı şey fareler için de geçerlidir. Senin için onlara karşı koymak olanaksızdır. Onlar senin için istesen de direnç gösteremeyeceğin bir baskıdır. Sonunda senden istenileni yapacaksın."
"Ama nedir benden istenilen? Eğer ne olduğunu bilmezsem
nasıl yapabilirim?"
O'Brien kafesi aldı; yakındaki masaya getirdi ve özenle yeşil çuhanın üzerine yerleştirdi. Winston kanın kulaklarına hücum ettiğini hissediyordu. Tam bir yalnızlık içinde olduğu duygusuna kapıldı. Güneş ışığıyla kavrulan koskocaman düz bir çölün ortasındaydı, çok uzaklardan gelen değişik bir yığın ses duyuyordu. Oysa, kafes kendisinden iki metre uzakta duruyordu. Bunlar çok büyük farelerdi. Ön dişlerinin körleştiği ve yırtıcı-
la§tığı, tüylerinin griden kahverengiye dönüştüğü bir yaştaydı bu fareler.
"Fareler," dedi O'Brien, hâlâ o görünmez dinleyici kitlesine sesleniyordu, kemirici olmakla birlikte, etoburdurlar. Bunu biliyorsun. Kentin yoksul kesimlerindeki olaylar kulağına gelmiştir. Bazı sokaklarda kadınlar, çocuklarını evde beş dakika bile yalnız bırakamazlar. Bıraksalar, fareler derhal saldıracaktır. Kısa bir süre içinde, geriye bir avuç kemik bırakırlar. Hasta ve ölmekte olan insanlara da saldırırlar. İnsanın korunmasız ve zayıf olduğu zamanı hissetmekte şaşılası bir zekâ yeteneği gösterirler."
Kafeste farelerin çığlıkları duyuldu. Winston'a uzaklardan geliyor gibiydi çığlıklar. Kavga ediyorlar, bölmenin arasından birbirlerine saldırıyorlardı. Birisinin derinden iç çektiğini duydu. Ses uzaktan gelir gibiydi.
O'Brien kafesi açtı, içine bir şey soktu. Trık' diye bir ses duyuldu. Winston kendisini sandalyeden kurtarmak için çılgınca bir çaba harcıyordu. Ama boşunaydı, bedenindeki her organ, başı bile, bir kıskaç içine alınmıştı. O'Brien kafesi yakına getirdi. Kafes Winston'ın yüzünden bir metre ötedeydi şimdi.
O'Brien, "İlk mandala bastım," dedi. "Kafesin yapısını anlıyorsun. Maske yüzüne oturacak. Öteki mandala bastığım zaman, kafesin kapısı açılacak ve günlerdir aç bırakılmış bu iki fare ok gibi fırlayıp yüzüne saldıracaklar. Bazen önce insanın gözlerine saldırırlar, bazen de yanaklarını oyup dilini yerler."
Kafes gittikçe yaklaşıyordu. Winston, çığlıkları üstünden geliyorlarmış gibi duyuyordu. Ama yine de kapıldığı paniğe karşı koymaya çalışıyordu. Düşünebilmek, düşünebilmek, saniyenin yarısı kadar zamanı kalsa bile düşünebilmek, tek umudu buydu. Birden farelerin ağır kokusu çarptı burnuna. Midesi altüst oldu, az kalsın kendini kaybediyordu. Gözleri karardı. Kısa bir süre için, bağırıp çağıran bir deliye döndü. Ama bir zaman sonra kafasında bir düşünce parladı. Kendisini kurtarmanın bir tek yolu vardı: O da kendisi ve fareler arasına bir başka insanın bedenini koymaktı.
Maske herhangi başka bir şeyi görmesine engel oluyordu. Tel kapak, yüzünden iki karış ötedeydi. Fareler neyin gelmekte olduğunu biliyordu. Birisi olduğu yerde sıçrayıp duruyor, öte-
ki, eski bir lâğım kurdu, parmaklıklara yaslanmış havayı koklu-yordu. Winston hayvanın bıyıklarını ve sarı dişlerini görüyordu. Yeniden kapkara bir panik sardı her yanını. Kördü, çaresizdi, aklı yerinde değildi. O'Brien her zamanki didaktik tavrıyla, "Bu, Çin İmparatorluğunda yaygın bir cezalandırma yöntemiydi," dedi.
Maske yüzüne doğru yaklaşıyordu. Teller yanağına deği-yordu. Ve sonra - hayır, ama heveslenmemeliydi, çok zayıf bir umuttu bu. Belki de çok geçti artık. Artık dünyada cezasını devredebileceği tek bir kişi olduğunu anlamıştı, farelerle kendisi arasına koyabileceği bir tek kişi vardı. Yeniden bağırmaya başladı.
"Julia'ya yapın! Julia'ya yapın! Bana değil, Julia'ya." Ona ne yaparsanız yapın! Umurumda değil! Yüzünü yırtın, etlerini parçalayın. Bana değil! Julia'ya! Bana değil!"
Geriye doğru, farelerden uzak bir yerlere, korkunç bir derinliğe düşmeye başladı. Hâlâ sandalyeye bağlıydı, ama zeminden içeri, yapının duvarlarından geçerek yerin içinden, okyanusların içinden, atmosferden, dış uzaya, yıldızlar arasındaki boşluklara, uzaklara, uzaklara düşmekteydi. Binlerce ışık yılı uzaktaydı, ama O'Brien hâlâ yanındaydı. Yanağında hâlâ kafesin soğukluğu vardı. Onu saran karanlık içinde ikinci bir mandal sesi duydu ve kafesin kapısının kapandığını anladı.
6
Kestane Ağacı kahvesi hemen hemen boş gibiydi. Pencereden içeri dolan güneş ışıkları, tozlu masaları aydınlatıyordu. Saat on beşti. Tele ekrandan teneke gibi bir müzik sesi gelmekteydi.
Winston her zamanki köşesinde oturmuş, önündeki boş kadehe bakıyordu. Arada sırada kafasını kaldırıp karşı duvarda asılı olan, kendisini izleyen koskocaman yüze bakıyordu. BÜYÜK BİRADERİN GÖZÜ SENDE, diyordu altındaki yazıda. Çağrılmadan bir garson gelip kadehini ağzına kadar Zafer Ci-
niyle doldurdu ve içine başka bir şişeden birkaç damla bir sıvı koydu. Bu, kahvenin bir özelliği olan karanfil tadı verilmiş, erimiş sakarindi.
Winston tele ekranı dinliyordu. Şu sırada yalnız müzik çalınıyordu, ama her an Barış Bakanlığından bir haber duyurabilirdi. Afrika cephesinden gelen haberler kötüydü. Bütün gün onun hakkında endişelenip durmuştu. Bir Avrasya ordusu (Okyanusya Avrasya'yla savaşıyordu: Okyanusya hep Avrasya'yla savaş durumunda olmuştu) güneye doğru inanılmaz bir hızla ilerlemekteydi. Öğle bülteninde belirli bir bölgeden söz edilmemişti, ama çarpışmadan Congo Irmağının ağzına kadar ilerlemiş olabilirdi. Brazzaville ve Leopoldville tehlikedeydi. İnsanın bunun anlamını anlaması için haritaya bakması gerekmiyordu. Sorun yalnızca Orta Afrika'yı yitirmek değildi. Bütün tarih boyunca ilk kez, Okyanusya bölgesinin kendisi de tehlikeye girmişti.
içinde korku değil, ama kayıtsız bir heyecan olan bir şiddet dalgası esti, sonra kayboldu. Savaşı düşünmeyi bıraktı. Bugünlerde, birkaç dakikadan fazla düşüncelerini tek bir noktada yo-ğunlaştıramıyordu. Bardağını kaldırıp bir dikişte içti. Cin hep titremesine neden olurdu, midesini burardı. İğrenç bir şeydi. Karanfil ve sakarin de iğrençti, üstelik cinin en berbat yanı olan o yağ kokusunu bastıramıyorlardı. Cinin kokusu gece gündüz içinde yer etmişti. Kafasındaki o kokuyla karışmıştı. O şeylerin kokusuyla...
Onların adını düşüncelerinde bile açığa vurmuyordu. Mümkün olduğu sürece onları gözünde canlandırmıyordu. Yarı yarıya farkında olduğu, yüzüne yakın bir yerden burnuna çarpan o koku... Cin midesinden geri döndü, mor dudakları arasından geğirdi. Onu bıraktıklarından bu yana şişmanlamıştı, rengi yerine gelmişti. Yüz çizgileri kalınlaşmış, yanaklarının ve burnunun derisi kırmızılaşmıştı, kel başının derisi bile koyu pembe bir renk almıştı. Garson -yeniden çağrılmaksızın- satranç tahtasını ve satranç sayfası açık olan Times'ın son sayısını getirdi. Winston'ın bardağının boşaldığını görünce, bir şişe cin getirerek bardağını doldurdu. Emir vermeye gerek yoktu. Alışkanlıklarını biliyorlardı. Satranç tahtası her zaman onu bekler, köşe masası her zaman kendisi için ayrılmış olurdu. Kimse ona
yakın oturmak istemediği için, kahve dolu bile olsa, yeri boş olurdu. İçtiklerinin sayısını tutmazdı. Arada sırada ona kirli bir hesap listesi verirlerdi. Kendisinden az para aldıkları izlenimi vardı Winston'da. Tersi olsa bile fark etmezdi zaten. Artık çok parası vardı. Eski işinden daha yüksek ücretli, rahat bir işte çalışıyordu.
Tele ekrandan gelen müzik kesildi, birisi konuşmaya başladı. Winston dinlemek için başını kaldırdı. Ne yazık ki, cepheden bir haber yoktu. Bolluk Bakanlığının birkaç duyurusu okundu yalnızca. Geçen üç ay süresince, onuncu üç yıllık planın ayakkabı bağı üretimindeki hedefi, yüzde doksan sekiz oranında aşılmıştı.
Satranç problemini inceledi, taşları yerleştirdi. İlginç bir bitişi vardı, iki at hareketiyle sonuçlanacaktı. "Beyazlar oynar, iki hareketle mat." Winston Büyük Biraderin posterine baktı. Bulutlu bir gizemcilikle, "Beyaz her zaman mat eder," diye düşündü. Her zaman, istisnasız, satranç problemlerinde siyahların kazandığı hiç görülmemiştir. Bu, İyinin Kötü üzerindeki değişmez, sonsuz zaferinin imgesi miydi? Kocaman yüz, dingin bir güçle dolu, ona bakmaktaydı. Beyaz her zaman mat eder.
Tele ekrandaki ses bir an durdu ve ciddi bir tonda devam etti: "Saat on beş otuzda çok önemli bir duyuru için tele ekranlarınızın başına geçmeniz için uyarlıyorsunuz. On beş otuzda!" Teneke müzik yeniden başladı.
Winston'ın yüreği çarpmaya başladı. Cepheden gelen haberler olmalıydı; içgüdüsü haberlerin kötü olduğunu söylüyordu. Gün boyunca, gidip gelen heyecan dalgasıyla Afrika'daki yenilgiyi düşünmüştü. Avrasya ordusunun cepheyi yarıp Afrika'nın ucuna bir karınca sürüsü gibi üşüştüğünü görür gibi oluyordu. Onları neden yan taraflarından sarmıyorlardı? Batı Afrika haritası gözünün önünde apaçık canlandı. Beyaz atı aldı ve oynadı. İşte doğru nokta huydu. Güneye doğru hızla akan siyah sürülerin ansızın gerisinde belirip bütün kara ve deniz bağlantısını kesen, gizlice toplanmış bir güç gördü. Ama hemen eyleme geçmek gerekiyordu. Eğer Afrika'nın bütününü ele geçirip güneyde hava ve deniz üsleri kurarlarsa, Okyanusya'yı ikiye bölmüş olacaklardı. Bunun ne demek olduğu ortadaydı! Yenilgi, dünyanın yeniden paylaştırılması ve Partinin ortadan kalkması
demekti! Derin bir iç çekti. Çok karışık duygular altındaydı. Daha doğrusu en üstte hangisinin olduğunu bilmediği duygu tabakaları içinde çarpışmaktaydı.
Spazm geçti. Beyaz atı eski yerine koydu. Bir süre bu ciddi satranç oyununa kendisini veremedi. Düşünceleri yeniden dolaşmaya başladı. Bilinçsiz bir biçimde, parmağını masanın tozları üzerinde gezdirdi ve;
2x2 =
diye yazdı.
"Senin içine giremezler," demişti Julia. Ama girebiliyorlardı işte. "Sende olan değişiklikler sonsuza dek kalacaktır," demişti O'Brien. Doğru olanı buydu. Öyle şeyler vardı ki, insanın kendi öz eylemleri, bunlar unutulamazdı. İçindeki bir şeyler öldürülmüştü, yakılmış, dağlanmıştı.
Julia'yı görmüş, konuşmuştu bile. Bir tehlike yoktu artık. Winston'ın yaptıklarına bir ilgi duymadıklarını içgüdüsel olarak biliyordu. Eğer ikisinden biri istemiş olsa, yeniden buluşabilirlerdi. Aslında bir rastlantı sonucu parkta karşılaşmışlardı. Toprağın kaskatı kesildiği, dondurucu bir Mart günüydü. Otlar ölmüştü, oradan buraya rüzgârla savrulan çalıların dışında sürgünler ortadan kaybolmuşlardı. Soğuktan elleri mosmor, gözleri yaşarmış, parkta yürüyordu ki, kendisinden on metre ötede duran Julia'yı gördü. Julia değişmişti, ama olumsuz bir değişimdi bu. Bir şey söylemeksizin yan yana geçtiler, sonra Winston geri döndü, isteksizce onu izlemeye başladı. Çekinecek bir şey olmadığını, kimsenin onlarla ilgilenmeyeceğini biliyordu. Julia konuşmadı. Winston'dan kurtulmak ister gibi hızlı hızlı yürümeye başladı, sonra yanında yürümesine izin verdi. O sırada kendilerini ne rüzgârdan ne de başka gözlerden saklayan, yapraksız bir çalı kümesinin arasına girmişlerdi. Durdular. Hava dondurucu soğuktu. Rüzgâr dalların arasından eserken sesler çıkartıyordu. Winston kolunu Julia'nın beline doladı.
Çevrede tele ekran yoktu, ama gizli mikrofonlar olduğu belliydi, üstelik görülebilirlerdi de. Ama fark etmiyordu, hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Eğer isteselerdi, toprağa uzanıp her şeyi yapabilirlerdi. Winston bunu düşününce iliklerine dek ürper-
di. Julia onun kolunu beline dolamasından etkilenmemişti, kendini kurtarmaya bile çalışmadı. Winston şimdi onda değişmiş olanın ne olduğunu anlamıştı. Julia'nın rengi solmuştu. Yüzünde saçıyla gizlemeye çalıştığı, alnından şakağına kadar uzanan bir yara izi vardı. Ama değişiklik bu değildi. Beli kalınlaşmış, garip ama sertleşmişti. Bir keresinde bir roket bombasının patlamasından sonra, yıkıntılar arasında çıkarılmasına yardım ettiği bir cesedi hatırladı. Ceset bir bedenden çok bir taşı andırıyordu. Julia'nın bedeni de böyleydi şimdi. Cildinin bile eskisinden farklı olduğunu düşündü, Winston.
Winston onu öpmeye kalkışmadı, konuşmuyorlardı. Otların üzerinde yürüyüp geri dönerlerken Julia, ilk kez ona baktı. Bu, aşağılama ve iğrenme dolu, bir anlık bir bakıştı. Winston, bunun geçmişten gelen bir sevgisizlik mi, yoksa şiş yüzünden ve rüzgârdan sulanmış gözlerinden mi olduğunu merak etti. Oradaki demir iskemlelere oturdular, birbirlerine yakın değillerdi. Winston Julia'nın konuşmak üzere olduğunu anladı. Ayağındaki kaba ayakkabılarla bir dalı ezdi. Ayaklan bile genişlemiş gibiydi.
"Seni sattım," dedi, kuru bir sesle.
"Seni sattım," dedi Winston da.
Julia ona yeniden hoşnutsuzlukla baktı.
"Bazen insanı, direnç gösteremeyeceği, aklına bile getiremeyeceği bir şeyle tehdit ediyorlar," dedi Julia. "İşte o zaman, 'Bana yapmayın, başkasına yapın, falancaya yapın,' diyorsun. Bunun sonradan bir hile olduğunu söyleyebilirsin kendine, onları durdurmak için yaptığını, gerçekte bunu düşünmediğini söyleyip kandırmak isteyebilirsin kendini. Ama doğru değildir. Olay yer aldığı zaman onu gerçekten istemişsindir. Kendini kurtarmanın başka yolu olmadığını düşünürsün ve bu yolla kendini korumaya dünden hazırsındır. Bu şeyin diğer kişiye olmasını gerçekten istersin. Onun acı çekmesi umurunda değildir. Tek düşündüğün kendinsindir."
"Tek düşündüğün kendinsindir," diye yineledi Winston.
"İşte ondan sonra, öbür kişiye karşı aynı duygulan duyamıyorsun artık."
"Doğru," dedi Winston, "duyamıyorsun."
Söylenecek bir şey kalmamıştı. Rüzgâr ince tulumlarını bedenlerine yapıştırıyordu. Bir anda orada suskun oturmaktan utanç duydular. Üstelik hava çok soğuktu. Julia metroya yetişeceğini söyleyerek ayağa kalktı.
"Yeniden görüşelim," dedi Winston.
"Evet," dedi Julia da, "yeniden görüşelim."
Bir süre Julia'nın bir adım gerisinden yürüdü. Bundan sonra konuşmadılar. Julia ondan gerçekten kurtulmaya çalışmadı, ama yan yana yürümelerini engelleyecek biçimde yürüyordu. Winston ona metro istasyonuna kadar eşlik etmeyi tasarlamıştı, ama bunu yapmayı bir anda saçma ve katlanılmaz buldu. Ansızın, Julia'dan kurtulmaktan çok, Kestane Ağacı kahvesine kavuşmak isteği sardı içini. Köşedeki masası, satranç takımı ve bol bol cin içmek burnunda tüttü; özellikle kahvenin tatlı sıcaklığını çok özlemişti! O sırada aralarından birkaç kişinin geçmesine izin verdi, yetişmek ister gibi yaptı, ama sonra yavaşladı, döndü ve ters yönde yürümeye başladı. Elli metre kadar gittikten sonra geri döndü ve baktı. Cadde çok kalabalık değildi, ama onu se-çemiyordu. Koşuşan o insanlardan biri Julia olabilirdi. Artık, sertleşmiş, kalınlaşmış o bedenini arkadan tanıyabilmesi olanaksızdı belki de.
"Olay yer aldığı zaman," demişti, "onu gerçekten istemiş-sindir." Evet gerçekten istemişti. Bunu yalnızca söylememişti, dilemişti de. Kendisinin değil de, onun üzerine gönderilmesini dilemişti, şeylerin...
Tele ekrandan gelen müzikte bir değişiklik oldu. Çatlak, alaycı, san bir nota başladı. Bir ses şarkı söylüyordu, belki de sesi, müziği kafasında canlandırıyordu.
"Kestane ağacının altında, Sen beni sattın, ben de seni"
Gözleri yaşlarla doldu. Yanından geçen garson bardağının boşaldığını görerek cin şişesiyle geri döndü.
Kadehini kaldırıp kokladı. Her aldığı yudumda bu sıvı daha da iğrençleşiyordu. Artık içinde yüzdüğü bir şeydi bu. Hayatı, ölümü, yeniden dirilişi olmuştu. Artık geceleri cinle sızıyor, sabahlan cinle kendine geliyordu. Çapaklı gözler, yapış yapış
bir ağız ve sırtında ağrılarla uyandığı zaman -bu genellikle on biri buluyordu- akşam başucuna yerleştirdiği cin şişesi olmasa, değil kalkmak, yataktan doğrulamazdı bile. Saat on beşe kadar elinde cin şişesi tele ekranı dinliyor, saat on beşten kapanma saatine kadar Kestane Ağacı kahvesinde oturuyordu. Artık ne yaptıklarıyla ilgilenen, ne de tele ekrandan ona bağıran vardı. Arada sırada, belki haftada iki kez, Doğruluk Bakanlığına giderek tozlu bir odada, biraz çalışıyordu; eğer yaptığı işe çalışmak denilebilirse elbette. Yenikonuş Sözlüğünün on birinci baskısının hazırlanmasında karşılaşılan güçlükleri çözümlemek için kurulmuş olan sayısız kuruldan birine yardımcı kurullardan birinin yardımcı kuruluna atanmıştı. Geçici Rapor adlı bir şeyin ortaya çıkarılması için uğraşıyorlardı, ama rapor ettikleri şeyin ne olduğunu henüz bulabilmiş değillerdi. Virgüllerin parantezin içine mi, yoksa dışına mı konulması gerektiği sorunuyla ilgili bir şey olabilirdi. Kurulda çalışan dört kişi daha vardı, onlar da kendisine benzer kişilerdi. Bazı günler buluşup sonra yapacak bir işin bulunmadığını açık gönüllülükle birbirlerine söyleyerek ayrılıyorlardı. Ama bazı günler istekle işlerinin başına geçiyorlar, tanımlar hakkında tartışıp uzun yazılar hazırlıyorlardı. Sonra bir anda cansızlaşıp, hayaletler gibi, ilgisiz gözlerle birbirlerine bakakalıyorlardı.
Tele ekran bir süredir suskundu. Winston başını kaldırdı. Bülten! Ama hayır, yalnızca müziği değiştirmişlerdi. Gözkapak-larının ardında Afrika haritası vardı. İlerleyen orduların şekilleri çizilmişti; bir siyah ok dikey olarak güneye, bir beyaz ok yatay olarak doğuya doğru ilerliyordu. Emin olmak ister gibi, duvardaki koskocaman portreye baktı. "O ikinci ok olmayabilir miydi acaba?"
Yeniden ilgisini yitirdi. Cinden bir yudum aldı, beyaz atı alarak oynattı, inceledi. Ama doğru bir hareket değildi bu.
İsteği dışında bir anısını hatırladı. Mumla aydınlatılmış, beyaz battaniyeyle örtülü geniş bir yatağın olduğu odadaydı. Do-kuz-on yaşlarında bir çocuktu. Yere oturmuş, zarlar atıyor, coşkuyla, kahkahalarla gülüyordu. Annesi de karşısına oturmuştu, o da gülüyordu.
Bu, annesi kaybolmadan bir ay önce olmalıydı. Yeniden barıştıkları bir zamandı herhalde, açlığını unutmuş, ona karşı
duyduğu şefkat canlanmış olmalıydı içinde. O günü çok iyi hatırlıyordu. Yağmurlu bir gündü, sular camlardan süzülüyordu, içerisi soluk bir ışıkla aydınlatılmıştı. Her iki çocuğun bu karanlık, karışık odadaki can sıkıntısı katlanılmaz olmuştu. Winston mızmızlanıyor, yiyecek bir şeyler istiyor, orayı burayı kurcalıyor, komşuların duvarlarını tekmeleyerek onları rahatsız ediyordu. Küçük kız ise sürekli ağlıyordu. Sonunda annesi, "Şimdi uslu durun bakalım. Size oyuncak alacağım. Çok hoşunuza gidecek," demişti. Sonra o yağmurun altında dışarı çıkmış, her zaman açık olan bir dükkâna gitmiş ve elinde bir karton kutuyla geri dönmüştü. Winston hâlâ kartonun nemli kokusunu hatırlıyordu. Berbat bir şeydi. Karton yırtıktı. Küçük tahta zarı çok kötü hazırlanmıştı, bir kenarı üstünde güçlükle durabiliyordu. Winston bu şeye ilgisizce bakmıştı. Annesi bir mum yakarak oynamak için yere oturmuştu. Sonra Winston deli gibi bir coşkuya kapıldı, oynadıkça kahkahadan kırılıyordu. Her ikisi de dört kez kazanarak sekiz oyun oynadılar. Oyunu anlamayacak kadar küçük olan kızkardeşi oturmuş onlara bakıyor, onlar gülüyor diye o da neşeli kahkahalar atıyordu. Bütün öğleden sonra, ilk çocukluk yıllarında olduğu gibi mutluluk içinde geçmişti.
Winston bu görüntüyü aklından silmeye çalıştı. Yanlış bir anıydı bu. Bu tür yanlış anıları sık sık hatırlar olmuştu. Ama onların ne olduğunu bildiği sürece önemleri yoktu. Bazı şeyler olabilirdi. Yeniden satranç tahtasına döndü ve beyaz atı aldı. Ama onu gürültüyle tahtanın üzerine düşürdü. Sanki tüm bedeni iğnelenmişti.
Tiz bir borazan sesi yardı havayı. Bültendi bu! Zafer! Haberlerden önce borazan çalması zafer olduğuna işaretti. Kahvede bir tür elektriklenme oldu. Garsonlar bile kulak kabarttılar.
Borazan korkunç bir ses yaymıştı ortalığa. Tele ekranda coşkulu bir ses konuşmaya başlamıştı bile. Dışarıdan gelen bağ-rışmalar onu bastırdı. Haber caddelerde yıldırım hızıyla yayılmıştı. Duyduğu kadarıyla olaylar, önceden kestirdiği gibi gelişmişti. Büyük bir filo, gizli olarak hazırlanmış ve düşmana arkasından bir darbe indirilmişti; beyaz okun başı siyahınkini parçalamıştı. Gürültüler arasından zafer sözcükleri duyuluyordu. "Görkemli bir stratejik manevra -yetkin bir eşgüdüm- -kesin bir
bozgun- yarım milyon tutsak -bütün Afrika'nın denetim altına girmesi- savaşın sonunun iyice yaklaştığı -zafer, insanlık tarihindeki en büyük zafer-zafer-zafer!"
Masanın altında Winston'ın bacakları titriyordu. Yerinden kıpırdamamıştı, ama kafasının içinde, dışarıdaki kalabalığa karışmış, koşuyor, koşuyor, sağır olabilecek kadar yüksek sesle naralar atıyordu. Başını kaldırıp yeniden Büyük Biraderin posterine baktı. Tüm dünyaya hükmeden bir anıt! Asyalı sürülerin boş yere bindirdikleri bir kaya! On dakika önce -evet, on dakika önce- yüreğinde sonucun yenilgi mi yoksa zafer mi olacağına dair kuşkular taşıdığını düşündü. Bu, yok olan Avrasya ordusundan da ötede bir olaydı. Sevgi Bakanlığına götürüldüğü ilk günden beri içinde çok şey değişmişti, ama son, kaçınılmaz, onu tümden iyi eden değişiklik işte o anda oldu!
Tele ekrandaki ses hâlâ ele geçirilen tutsak, malzeme ve öldürülenler hakkındaki duyurularını sürdürüyordu, ama sokaktaki sesler azalmıştı. Garsonlar işlerine geri dönmüşlerdi. Aralarından birisi bir cin şişesiyle yaklaştı. Düşlerinin içine gömülmüş oturan Winston, onun bardağını dolduruşuna hiç aldırış etmedi. Artık sokaklarda koşup çığlıklar atmıyordu. Sevgi Bakanlığına geri dönmüştü. Her şey bağışlanmıştı, ruhu kar gibi bembeyazdı. Halk mahkemesindeydi, itiraf ediyor, herkesi ele veriyordu. Beyaz fayans kaplı koridorda güneş altındaymış gibi arkasında silâhlı bir gardiyanla yürüyordu. Uzun süredir beklenen kurşun beynine giriyordu.
Başını kaldırıp, o koskocaman yüze baktı. O siyah bıyığın altındaki gülümsemenin ne anlama geldiğini öğrenmesi kırk yılını almıştı. Ah! Kötü, gereksiz anlaşmazlık! Ah! Kendisini koruyan o şefkatli kucaktan kovulan inatçı kafa! İki cin kokulu gözyaşı, yanaklarından süzüldü. Ama olsun, her şey yolundaydı, çekişme son bulmuştu. Kendisine karşı zafer kazanmıştı. Büyük Biraderi seviyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder