16 Nisan 2014 Çarşamba

Markheim R.L Svenson-1

MARKHEIM "Evet," dedi satıcı, "buraya düşenler çeşit çeşit­tir. Bazı müşteriler cahil olur, o zaman üstün bil­gilerime değinirim biraz. Bazılarıysa namussuz­dur," elindeki mumu, karşısındaki ziyaretçinin üstüne kuvvetli bir ışık düşecek şekilde kaldırdı. "O zaman da," diye devam etti, "erdemlerim sa­yesinde kazanç sağlarım." Markheim, günışığıyla aydınlanmış sokaktan içe­ri henüz girmişti. Gözleri, dükkândaki parıltı ve karanlık karışımına henüz alışamamıştı. Satıcının kendisine hitap eden sözleri ve mumun yanı ba­şındaki varlığı karşısında sıkıntıyla gözlerini kı­sıp Öbür tarafa baktı. Satıcı hafifçe güldü. "Noel günü bana geliyorsu­nuz," diye özetledi, "evde yalnız olduğumu, bu­gün çalışmayacağımı göstermek için kepenkle-rimi indirdiğimi bilmenize rağmen. Bunun bedelini ödemeniz gerekecek; muhasebe defterlerimle uğraşmam gerekirken gelip planlarımı altüst edi­şinizin bedelini ödemeniz gerekecek; ayrıca, bu­gün sizde güçlü bir şekilde fark etliğim garip tu­tumun bedelini de ödemeniz gerekecek. Ben ihti­yat timsaliyim ve asla aptalca sorular sormam; ama müşterim gözlerimin içine bakamıyorsa, bu­nun bedelini ödemek zorundadır." Satıcı bir kez daha güldü; sonra ironik tonunu korumakla bera­ber her zamanki tüccar ifadesine dönerek: "Sal­mak istediğiniz şeye nasıl sahip olduğunuzu her zamanki gibi özetlemeyecek misiniz?" diye de­vam etti. "Yine amcanızın dükkânından bir parça mı? Hatırı sayılır bir koleksiyoncuydu, değil mi bayım?" Ufak tefek, soluk benizli ve yuvarlak omuzlu satı­cı, neredeyse parmaklarının ucunda durarak, al­tın çerçeveli gözlüklerinin üstünden bakıyor, inanmazlığını belirten her sözünden sonra başını sallıyordu. Markheim adamın bakışlarına, sonsuz bir merhamet isteği ve hafif bir korku ifadesiyle karşılık verdi. "Bu defa," dedi, "yanılıyorsunuz. Satmaya değil, satın almaya gelmiştim. Elimden çıkarmam gere­ken biblolarım yok artık; amcamın dükkânı duvar kaplamalarına kadar boşaldı. Menkul kıymetler borsasında başarılı oldum ve bundan sonra bir şeyler kaybetmektense, sahip olduklarıma yeni­lerini eklemeliyim artık. Şimdiki amacım tek keli­meyle sadelik. Bir hanım için Noel hediyesi arıyo­rum," diye devam etti, önceden hazırladığı ko­nuşmaya girerken akıcılık kazanarak; "haklısı-nız, bu kadar küçük bir şey yüzünden rahalsızlık verdiğim için size özür borçluyum. Ama dün bu konuyu ihmal ettim; bu akşam da yemek sıra­sında küçük bir iltifatta bulunmalıyım; ve sizin de bildiğiniz gibi, zengin bir kadınla yapılacak bir evlilik ihmale gelmez." Bir sessizlik oldu. Satıcı bu sırada son cümleyi şüpheli bir tavırla tartıp biçiyor gibiydi. Dük­kândaki garip eşya karmaşası arasında kaybol­muş saatlerin tiktakları ve yakınlardaki bir cad­deden gelen belli belirsiz trafik gürültüsü, sessiz kaldıkları bu zaman aralığını doldurdu. "Pekâlâ bayım," dedi satıcı, "dediğiniz gibi olsun. Ne de olsa eski bir müşterisiniz; ve eğer dediğiniz gibi iyi bir evlilik yapma şansınız varsa, buna en­gel olmak ne haddime. Bakın burada bir hanıma verilebilecek güzel bir şey var," diye devam etti, "bir el aynası: Onbeşinci yüzyıldan kalma, ga­rantili; üstelik iyi bir koleksiyonun parçasıydı; ama müşterimin menfaatleri açısından ismini giz­li tutmak zorundayım; çünkü o da, tıpkı sizin gibi, sevgili bayım, hatırı sayılır bir koleksiyoncunun yeğeni ve yegâne varisiydi." Satıcı, kuru ve rahatsız edici bir sesle konuşma­sını sürdürüp, bir yandan da sözünü ettiği şeyi yerinden almak için öne doğru eğildiğinde, Mark-heim'ın bedeninden bir şok dalgası geçti, hem elinde hem de ayağında ani bir hareket oldu, te­laşlı hiddet ifadeleri birdenbire yüzüne sıçradı. Bu durum, şimdi aynayı tutan elindeki belirgin titreklik dışında hiçbir iz bırakmadan, geldiği gi­bi süratle kaybolup gitti. "Ayna mı?" dedi boğuk bir sesle, sonra duralayıp, daha belirgin bir şekilde yineledi. "Bir ayna mı? Noel için mi? Ciddi değilsiniz herhalde." "Ama neden olmasın?" diye bağırdı satıcı. "Neden ayna olmasın?" Markheim ona tanımlanması zor bir ifadeyle ba­kıyordu. "Neden olamayacağını mı soruyorsunuz bana?" dedi. "Neden mi? Şuraya bakın —aynaya bakın-kendinize bakın! Gördüğünüz hoşunuza gidiyor mu? Hayır! Benim de gitmiyor— Hiç kim­senin gitmez." Markheim onu o kadar ani bir şekilde aynayla yüz yüze getirmişti ki adam bu hamle sırasında geriye doğru sıçramıştı; ama şimdi, elinde daha kötü bir şey olmadığını fark ederek güldü. "Müstakbel eşi­niz zor memnun edilen biri galiba, bayım," dedi. "Hayır," dedi Markheim, büyük bir inandırıcı­lıkla. "Ama size ne demeli? Sizden bir Noel hedi­yesi istiyorum ve bana bunu veriyorsunuz — geç­miş senelerin, günahların ve budalalıkların ha-tırlatıcısı olan bu lanet olası şeyi, bu el-belleğini! Bunu bilerek mi yaptınız? Kafanızda bir düşünce mi vardı? Söyleyin haydi. Söyleseniz daha iyi edersiniz. Haydi, bana kendinizden bahsedin. Durun da tahmin edeyim, yoksa aslında çok yar­dımsever biri misiniz?" Satıcı karşısındaki adama dikkatle baktı; çok ga­ripti, Markheim gülüyor gibi görünmüyordu; yü­zünde daha çok hevesli bir umut kıvılcımını andı­ran bir ifade vardı, ama neşeden eser yoktu. "Nereye varmaya çalışıyorsunuz?" diye sordu satıcı. "Yardımsever değil misiniz?" diye sordu öbürü, endişeli bir sesle. "Yardımsever değilsiniz; din­dar değilsiniz; dürüst değilsiniz; sevmeyen, sevil­meyen birisiniz; para almaya yarayan bir el, parayı saklamaya yarayan bir kasa. Hepsi bu mu? Tanrı aşkına be adam! Hepsi bu mu?"
"Ne olduğunu size anlatacağım" diye, sert sayıla­bilecek bir sesle başladı satıcı; ama sonra kendini tutamayıp yeniden gülmeye başladı. "Ama anla­dığım kadarıyla, sizinkisi bir aşk ilişkisi olmalı, çünkü o kadın için içmişsiniz galiba."
 "Ah!" dedi Markheim, garip bir ilgiyle. "Siz hiç aşık oldunuz mu? Anlatın bana haydi."
 "Ben mi?" dedi satıcı. "Ben ve aşık olmak! Buna hiç vaktim olmadı benim. Bugün de bütün bu saç­malığa vaktim olmadığı gibi. Aynayı alıyor musu­nuz, almıyor musunuz?" "Neden acele ediyorsunuz?" diye döndü Mark­heim. "Burada durup sizinle konuşmak çok zevk­liydi; ve hayat o kadar kısa ve güvensiz ki hiçbir zevki sona erdirmek için acele etmek istemem - ha­yır, bu kadar yetersiz bile kalsa, istemem. Tutun-malıyız, elimize geçen ne kadar az olursa olsun, ona tutunmalıyız. Uçurumun kenarında bir adam gibi. Her an bir uçurumdur, düşünsenize: Bir mil yüksekliğinde bir uçurum, yuvarlanıp düştüğümüz takdirde, insan olmamızı sağlayan her özelliğimizi dağıtıp yok edebilecek kadar yüksek bir uçurum­dur. İşte bu yüzden, en iyisi güzel güzel konuşmalı. Gelin birbirimizi konuşalım, neden bu maskeyi giymek zorunda olalım ki? Gelin gizli yönlerimiz­den bahsedelim. Kimbilir, belki de dost olabiliriz?" "Size söyleyecek sadece bir tek sözüm var," dedi satıcı. "Ya alışverişinizi yapın ya da dükkânım­dan defolup gidin!" "Doğru, doğru," dedi Markheim. "Yeterince oya­landık. Şimdi işe dönelim. Bana başka bir şey gös­terin." Satıcı, bu kez aynayı rafa geri koymak için, tek­rar eğildi. Eğilirken, zayıf, sarı saçları gözlerinin önüne düştü. Markheim, bir eli mantosunun ce­binde, ona doğru biraz yaklaştı. Sırtını dikleştirerek derin bir nefes aldı. Aynı zamanda, yüzün­de birbirinden farklı birçok ifade belirdi — şid­det, korku ve kararlılık, zevk ve fiziksel bir tik­sinti. Üst dudağını acı çeker gibi kaldırdığında dişleri göründü. "Bu belki işinizi görür," dedi satıcı; ve tam doğ­rulmak üzereyken Markheim, arkasından kurba­nının üstüne atladı. Uzun, şişe benzer hançer, ka­ranlıkta bir ışıltı çakarak aşağı doğru düştü. Satı­cı bir tavuk gibi çırpınırken, şakağını rafa vurdu ve sonra da yere yığılıp kaldı.
 Bu dükkânın içinde, zamana ait bir sürü küçük ses vardı; bazıları sanki ileri yaşlarından dolayı görkemli ve yavaş, diğerleriyse geveze ve acele­ciydi. Bütün bu sesler, birbirine karışan tiktaklardan oluşan bir koro halinde, saniyeleri sayı­yordu. Sonra bir delikanlıya ait ayakların kaldı­rımdan ağır adımlarla koşarak geçişi, bu daha küçük sesleri bölerek bastırdı ve Markheim’ı ür­küterek çevresindekilerin bilincine geri döndür­dü. Dehşet içinde etrafına bakındı. Mum tezgâhın üzerinde duruyordu, ucundaki alev, bir hava akımından etkilenerek vakur bir biçimde kıvrılıp bükülüyordu; alevin bu küçük devinimiyle oda­nın her yeri gürültüsüz bir telaşa boğuluyor, dal­galı bir deniz gibi kabarıp kabarıp iniyordu: Uzun gölgeler baş eğiyor; kalın karanlık lekeler, sanki soluk alır gibi şişip küçülüyor; portrelerin ve Çin tanrılarının yüzleri, su içindeki imgeler gibi değişiyor ve titreşiyordu, içerdeki kapı ara­lık duruyordu, aralıktan hayal meyal sızarak bu gölgeler kümesini yaran u/un günışığı şeridi, işa­ret eden bir parmağı andırıyordu.
 Markheim'ın bakışları, korkuyla ortalıkta dolaş­tıktan sonra, kamburu çıkmış ve yüzüstü kapak­lanmış halde yerde yatan kurbanının vücuduna döndü. Bu inanılmaz derecede küçük vücudun, ha­yattayken olduğundan daha aşağılık görünmesi çok garipti. Yerde yatan satıcı, sefil giysileri ve hantal duruşuyla, daha çok kereste talaşını andırı­yordu. Markheim'ın bakmaya bile korktuğu şey buydu işte; hiç de zor olmamıştı. Ama bakmaya devam ettlikçe, bu eski giysi yığını ve kan gölü an­lamlı sesler bulmaya başladı. Orada öylece yatma­lıydı. Uzuvlarının çalışmasını ve bedenindeki mu­cizevi hareket kabiliyetim tekrar kazanmasını artık hiç kimse sağlayamazdı — ceset, bulunana ka­dar orada öylece yatmalıydı. Bulunana kadar mı? Evet, ama ya o zaman ne olacaktı? O zaman bu ölü et yığını İngiltere'nin her yerinde yankılanacak bir haykırışla sesini yükseltip, dünyayı olayın pe­şini bırakmamaya mı çağıracaktı? Her neyse, ölü ya da diri, o hâlâ düşmanıydı. "Ölüm beynin sustu­ğu zamandır" diye düşündü; ve kafası son sözcüğe takılıp kaldı: Zaman. İş tamamlanmış olduğuna gö­re — kurban için biten zaman, katil için önem kazanmış ve hızla akmaya başlamıştı.
 Bu düşünce henüz aklındaydı ki, saatin öğleden sonra üçü gösterdiğini bildiren iki saat çanı bir­biri ardına çalmaya başladı. Hem hız hem de ses açısından birbirinden farklı olan bu çan sesle­rinden biri, bir katedral kulesinden geliyor-muşçasına derinken, diğeri bir vals uvertürünün tiz notalarını çalar gibiydi. O dilsiz odanın içinde birdenbire bu kadar çok lisanın aynı anda konuşmaya başlaması Markheim'ı af allatmıştı. Elinde mumla oradan oraya dolaşırken, hareket eden gölgelerle kuşatılmış, şans eseri oluşan yansımalardan ölesiye korka­rak, kendini toparlamaya çalıştı. Bazısı yerli ta­sarım, bazısı Venedik ya da Amsterdam'dan gel­me çok sayıda pahalı aynada kendi yüzünün tek­rarlanarak çoğalan yansımalarını sanki bir casus ordusuymuş gibi görüyor, kendi gözleriyle ken­disine yakalanıyor ve takip ediliyordu. Kendi ayak sesleri, yavaşça attığı her adımda, etraftaki sessizliği bozuyordu. Ceplerini doldurmaya de­vam ederken bile hâlâ, planındaki binlerce hatayı bıktırırcasına tekrarlayan aklı, onu suçluyordu. Daha sessiz bir saat seçmiş, kendisinden şüphelenilmesini engelleyecek bir mazeret hazırlamış ol­malıydı; bıçak kullanmamalıydı; daha dikkatli davranmalı, satıcıyı bağlayıp ağzını tıkamalı, ama öldürmemelîydi; daha cesur olup hizmetçiyi de öldürmesi, her şeyi öbür türlü yapmış olması ge­rekirdi: Rahatsız edici pişmanlıklar; aklın, değiştirilemezi değiştirmek, artık faydasız hale gelmiş planları yapmak, geriye döndürülemez geçmişin mimarı olmak için durmak bilmeyen çabası. Ak­lından bütün bunlar geçerken, vahşi korkular, bey­ninin daha uzak bölgelerine, terk edilmiş bir tavan arasında koşuşan fareler gibi üşüşüyordu: Polis memurunun eli omzuna ağır bir şekilde düşecekti; sinirleri, oltaya takılmış bir balık gibi sarsılacaktı. Bazı ürkünç sahneler gözlerinin önünden dörtnala geçiyordu: Mahkemedeki sanık sandalyesi, hapis­hane, idam sehpası ve kara tabut.
 Sokaktaki insanların korkusu, kuşatma yapan bir ordu gibi beynine çöreklendi. İmkânsız ama, diye düşünerek, orada olup biten mücadeleyle ilgili bir söylentinin dışarıdaki insanların kulaklarına ça­lınmış ve meraklarını cezbetmiş olduğu ve bu in­sanların şimdi komşu evlerde hareketsiz ve kulak­ları tetikte oturdukları kehanetinde bulundu. Yal­nız insanlardı bunlar, Noel'i geçmişe ait hatıralara tutunarak tek başlarına geçirmeye mahkûm in­sanlardı, ama yavaş yavaş bu müşfik durumların­dan sıyrılıyorlardı şimdi; mutlu aile eğlenceleri, yuvarlak masa etrafında hüküm süren bir sessizli­ğe dönüşüyor, annenin parmağı havada asılı kalı­yordu: Hangi sınıftan, hangi yaştan ve hangi mi­zaçtan olurlarsa olsunlar, hepsi de kalplerinin de­rinliklerinde, onun boğazını sıkacak olan ipi göz­lüyor, dinliyor ve dokuyorlardı. Bazen yeterince yumuşak hareket edemediğini sandığında, uzun Bohemya kadehlerinin1 şıngırtısı adeta bir zil gibi yüksek sesle çınlıyordu; tiktak seslerinin yoğun­luğu, paniğe kapılan Markheim'ı, bütün saatleri durdurmaya itiyordu. Ve sonra yine, korkuları sü­ratle şekil değiştirdiğinde, evin olağanüstü sessiz­liğini olası bir tehlike kaynağı, yoldan geçen her­hangi birini uyarıp durduracak bir işaret olarak görüyor; adımlarını daha cesurca almaya başlıyor, dükkândaki eşyalar arasında ses çıkartmaktan korkmadan, telaş içinde geziyor ve kendi evinde rahatça dolaşan meşgul bir adamın hareketlerini Özenli bir kabadayılık içinde taklit ediyordu. Ama onu etkisi altına alan tehlike çanları artık birbirinden o kadar farklıydı ki aklının bir bolü­mü hâlâ dikkatli ve kurnazken, bir diğer bölümü delilik uçurumunun kenarında sendeliyordu. Böylece her korkuya kolayca kapılır hale gelişi, sanrılarından Özellikle birine güçlü bir hakimiyet sağlamıştı: Beyaz yüzünü pencereye yaklaştırıp içeriyi dinleyen bir komşu ya da dükkânın Önün­den geçerken şiddetli bir şüpheye kapılan her­hangi biri sadece kuşkulanabilir, ama tuğla duvar­ların ve panjurları inik pencerelerin ardından hiçbir şeyi bilemezdi. Sadece sesler ulaşabilirdi onlara. Ama burada, evin içinde, yalnız mıydı? Yalnız olduğunu biliyordu; hizmetçinin, sevine sevine yola çıkışını seyretmişti; mümkün olan en iyi halini takınarak "günü yaşamaya gittiği", yü­zündeki tebessümde adeta yazılıydı. Elbette ki evde yalnızdı; ama yine de boş evin yukarıdaki bölmelerinde hafif bir çift ayak kıpırtısı duydu­ğuna emindi - bir çeşit varlığın, kesin ve açıkla­namaz bir şekilde bilincindeydi. Ah, elbette: Hayal gücü bu varlığı evin her odasında ve her köşe­sinde takip ediyordu; şu anda o, yüzü olmayan bir varlıktı, ama görmesini sağlayan gözleri var­dı; şimdi de Mark heimın bir gölgesi haline gel­mişti; ve bu defa da kurnazlığı ve nefreti sayesin­de yeniden ruh bulan ölü satıcının suretinden ba­kıyordu. Zaman zaman, zor da olsa cesaretini toplayabildi­ğinde, hâlâ bakışlarını geri püskürtmeyi sürdü­ren açık kapıya bakıyordu. Ev yüksek, çatıdaki pencere ise küçük ve kirliydi, dışarıdaki günışığı sis yüzünden körleşmişti. Zemin kata süzülen ışık son derece zayıftı ve dükkânın kapı eşiğini belli belirsiz aydınlatıyordu. Ama her şeye rağmen, bu şüphe uyandıran ışık dilimi içinde titrek bir gölge asılı değil miydi?
 Ansızın dışarıda, sokaktan gelen şen şakrak bir adam elindeki cisimle dükkân kapısına vurmaya başladı; bir yandan da, satıcıya takıldığında hitap etmek için adı yerine kullanmaya alışkın olduğu sözcükleri bağırarak ona sesleniyordu. Buza ça­kılmış gibi olan Markheim, ölü adama doğru bak­tı. Ama hayır, son derece sessiz bir biçimde yatı­yordu; kapıya inen darbeleri ve bağırışları işite-meyecek kadar uzak bir yerlere uçup gitmişti; sessizlik denizlerinin dibine çökmüştü; ve bir za­manlar kasırga uğultusu içinde bile ayrımsayabi-leceği kendi adı, artık boş bir ses haline gelmişti. Ve işle şen şakrak adam da kapıya vurmaktan vaz­geçerek oradan uzaklaşmıştı.
 Yapılması gereken ne kaldıysa bitirmek için elini çabuk tutması gerektiği konusunda açık bir uyarıydı bu. Bu tehditkâr bölgeden uzaklaşmalı, Londra kalabalığının ortasına dalmalı ve günün öbür yarısına girildiğinde, o güvenli ve masum görünüşlü sığmağına — yatağına ulaşmış olma­lıydı. Bir ziyaretçi gelmişti bile; her an bir diğeri daha gelebilir ve daha inatçı davranabilirdi. İşi bitirmiş olduğu halde ektiğim biçememek, fazla­sıyla nefret verici bir başarısızlık olurdu. Şimdi Markheim'ı para ilgilendiriyordu ve paraya ulaş­masını sağlayacak olan anahtarlar.
 Omzunun üstünden açık kapıya baktı, gölge hâlâ orada dolanıyor ve titriyordu; aklında bilinçli hiçbir tiksinti olmadan, ama karnında bir titre­meyle, kurbanının vücuduna doğru yaklaştı, in­san özü bedeni terk etmiş gibiydi; yarısına kadar kepekle doldurulmuş bir elbiseye benziyordu; kol ve bacaklar ortalığa yayılmış, gövde ikiye kat­lanmış, yerde yatıyordu; ama yine de, bu şey onu kendinden uzaklaştırıyordu. Göze böylesine renksiz ve önemsiz görünmesine rağmen, doku­nulduğunda çok şey ifade ediyor olabileceğinden korktu. Vücudu omuzlarından tutup sırtüstü çe­virdi. Tuhaf biçimde hafif ve esnekti, kollarla ba­caklar, sanki kırılmışlar gibi, en olmayacak du­rumlara giriyorlardı. Yüzü tüm ifadesini kaybet­mişti; ama mum gibi solgundu ve bir şakağının çevresi şaşırtıcı biçimde kana bulanmıştı. Bu, Markheim için hoş olmayan bir durumu ifade edi­yordu. Onu aniden geçmişe, bir balıkçı kasabası­na, herhangi bir şenlik gününe geri götürdü: Gri bir gün, uğuldayan rüzgâr, kalabalık cadde, bando sesleri, davulların gümbürtüsü, bir balad şarkıcısının genizden gelen sesi; ve bir oraya bir buraya gidip gelen bir erkek çocuğu, kalabalık içindeki kafalar arasında kaybolmuş ve merakla korku arasında bölünmüştü; ta ki, toplantı yerinin ön tarafına çıkarak, bir kulübe ve üstünde resimler olan büyük bir perde gördü; kasvetle tasarlan­mış, abartılı renklerle süslenmiş resimlerdi bun­lar: Yanında çırağıyla Brownrigg2, öldürülen misafirleriyle Manning1* ailesi, Thurtell'in4 ölüm pençesine yakalanmış Weare ve ayrıca ünlü cina­yetlerin bir çetelesi. Bu şey bir yanılsama kadar açık seçikti; ufalıp o küçük erkek çocuğunun içi­ne girmişti; bir kez daha, aynı fiziksel isyan duy­gusuyla, o iğrenç resimlere bakıyordu; davulla­rın tokmak sesleri onu hâlâ sersemletiyordu. O gün çalınan melodilerden biri hafızasında can­landı; bunun üzerine, ilk kez vicdan azabı duydu, midesi bulandı, eklemleri birdenbire güçsüzleşti, ki buna karşı hemen direnç göstermek ve bunu yenmek zorundaydı. Bu düşüncelerden kaçmak yerine onlarla yüzleş­menin daha tedbirli bir davranış olacağına karar verdi; ölü yüze daha dikkatli bakarken, işlediği suçun doğasını ve büyüklüğünü kavramaya zorluyordu aklını. Çok kısa bir süre önce bu yüz, her duygu değişimiyle birlikte devinmişti, bu renksiz ağız konuşmuştu, bu vücut kontrol altındaki enerji­lerle alev alev yanmıştı; ama şimdi, ve Markheim'm yaptığı şey yüzünden, o yaşam parçası durdurul­muştu; bir saatçinin, aniden uzattığı parmağıyla saatin tiktaklarını durdurması gibi. Sonunda, ça­resizlik içinde şu sonuca vardı: Pişmanlık dolu bir bilinçle başa çıkamazdı; o boyalı cinayet resimleri­nin Önünde tir tir titreyen aynı kalp, kendi gerçe­ğine kılı kıpırdamadan bakıyordu. Hissettiği şey, olsa olsa bir merhamet kırıntısı olabilirdi; dünyayı büyülü bir bahçe yapabilecek tüm bu güçlere boşu boşuna sahip olmuş biri için, hiç yaşamamış ve şimdi de ölmüş bîri için. Ama hayır, pişmanlıktan eser bile yoktu. Hemen ardından, kendisini bu düşüncelerden çe­kip çıkararak, anahtarları buldu ve dükkânın açık kapısına doğru ilerledi. Dışarıda şiddetli bir yağmur başlamıştı; yağmurun damdaki sesi ses­sizliği bölmüştü. Tavanından su damlayan büyük bir mağarada olduğu gibi, evin bölmelerine belli belirsiz, kesintisiz bir yankılanma musallat ol­muştu, kulağı dolduruyor ve saatlerin tiktaklarıyla karışıyordu. Markheim kapıya yaklaşırken, kendi ihtiyatlı ayak sesine cevap olarak, merdi­ven basamağını çıkan bir başka ayağın adımlarını duyar gibi oldu. Gölge hâlâ kapı eşiğinde salına salına titreşiyordu. Kararlılığının tüm ağırlığını kaslarına verip, kapıyı geriye doğru itti.
 Solgun, sisli günışığı, çıplak zemin ve merdivenle­rin üzerine donuk bir aydınlık yaydı; sahanlıkta, elinde baltalı harbesiyle duran zırhın parlak kos­tümüne, koyu renk tahta oymalara ve duvar kap­lamasının sarı tahtalarına asılmış çerçeveli re­simlerin üzerine vurdu. Yağmur damlalarının dü­şüşü evin içinde Öyle büyük bir gürültü çıkarı­yordu ki Markheim'm kulakları, bu gürültüyü birbirinden farklı birçok ses olarak ayırt etmeye başlamıştı. Ayak sesleri ve iç çekişler, uzakta uy­gun adım yürüyen üniformalıların yere basışları, sayılan paraların şıkırtısı ve gizlice aralanan kapıların gıcırtısı, damlaların tonoz üzerindeki pıtırtısına ve suyun borulardan fışkırışına karışı­yor gibiydi. Yalnız olmadığı hissi, içinde büyüyüp delilik sınırlarına dayandı. Dört bir yanda, var­lıklar tarafından avlanıyor ve tuzağa düşürülü-yordu. Bu varlıkların üst kattaki bölmelerde gizli gizli hareket ettiklerini duyuyordu; dükkânda, ölü adamın ayağa kalktığını duyuyordu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder