30 Nisan 2014 Çarşamba

ÇAĞDAŞ SOSYAL DEVLET ANLAYIŞI

SOSYAL DEVLETİN DÜŞÜNSEL TEMELLERİ VE ÇAĞDAŞ SOSYAL DEVLET ANLAYIŞI
Yrd. Doç. Dr. Nihat Bulut*

I-GİRİŞ

Vatandaşların sosyal durumlarıyla ilgilenen ve onlara asgari bir yaşam düzeyi sağlamakla görevli olan devlet[1] diye tanımlanan sosyal devlet, özellikle 80’li yıllarda yeniden yükselen ve bugün de etkisini sürdüren liberal akım çerçevesinde ve bilhassa devletin ekonomiye gereğinden fazla müdahalesine izin verdiği gerekçesiyle, yoğun bir biçimde eleştirilmiştir.
Diğer taraftan, yine yukarıda sözü edilen liberal akım dolayısıyla uygulamaya konan serbest piyasa ekonomisi ve özelleştirme uygulamaları da, uzun bir süre geniş bir kamu hizmeti demetiyle varlığını sürdüren sosyal devlet ilkesinin geleneksel anlamını zorlamıştır. Doğrusu, sosyal devlet ilkesine yapılan eleştiriler ve buradan yola çıkılarak yapılan uygulamalar, bu ilkenin zayıfladığı ve giderek gözden düştüğü izlenimini vermektedir.
Bu durum ister istemez, sosyal devletin vazgeçilebilir ya da ihmal edilebilir bir ilke olup olmadığı sorununu gündeme getirmektedir. Acaba sosyal devlet, kolaylıkla vazgeçilebilecek ya da ihmal edilebilecek bir ilke midir? Kuşkusuz bu soruyu sağlıklı bir biçimde cevaplamak, sosyal devletin düşünsel temellerini ve özellikle güttüğü amacı ortaya koymak ve dikkate almakla mümkündür.
II-TARİHSEL GELİŞİM ÇERÇEVESİNDE SOSYAL DEVLETİN DÜŞÜNSEL TEMELLERİ
A-Hukuk Devleti Anlayışı
1-Hukuk Devletinin Düşünsel Arka Planı: Doğal Hukuk Doktrini
a-Doğal Hukuk Doktrininin Doğuşu
Özünü kişisel özgürlüğün korunmasında, devlet gücünün hukuka bağlanmasında ve ölçülü kılınmasında bulan hukuk devleti, kavram olarak ilk kez 19.yüzyılda Almanya’da kullanılmış olsa da[2], düşünsel kökeni antikçağa kadar uzatılmakta ve özgürlük düşüncesi kadar egemenin hukuka boyun eğmesi gerektiğinin antikçağdan beri siyasal düşüncenin temel öğelerinden sayılması, buna kanıt olarak gösterilmektedir[3].
Kuşkusuz antikçağı hukuk devletinin düşünsel temelleri açısından önemli kılan, o çağlarda doğmuş olan doğal hukuk öğretisidir. Bu öğreti, esas olarak, doğuştan kazanılan haklar varsayımına dayanmış ve bu haklara adalet kavramı içinde yer vererek, onları eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ilkeleri üzerine temellendirmiştir[4]. Antikçağda özellikle Stoa Okulu tarafından sistematize edilen[5] doğal hukuk anlayışı ortaçağ boyunca, Hıristiyanlığın ilkeleri çerçevesinde kavranmış[6] ve daha önemlisi kilisenin baskısı altında kalmıştır. Aslında çağdaş anlamda olmasa bile, insan onuru ve eşitlik gibi ilkelere dayanan Hıristiyanlığın siyasal iktidarı sınırlandırıcı bir rol oynaması beklenirdi. Fakat kilise ortaçağda maddi açıdan güçlenip, siyasal anlamda halk üzerinde baskı kurarak, bu beklentileri boşa çıkarmıştır.
b- Doğal Hukuk Doktrininin Laikleşmesi ve Modern İnsan Hakları Teorisinin Ortaya Çıkışı
Doğal hukuk doktrini ortaçağda kilisenin baskısı altında kaldıktan sonra, laikliğe ancak 17. yüzyılın koşulları içinde Grotius’la başlayıp, esas itibarıyla Locke, Rousseau ve Kant’tan geçen bir çizgi içinde kavuşabilmiştir[7]. Acaba neydi 17.yüzyılın koşulları?
Bir kere 16.yüzyılda Rönesansın etkisiyle toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel ölçüleri değişikliğe uğramış, kapalı ekonomik düzenden, kentler dışına taşan açık ekonomi düzenine geçilmiştir. 17.yüzyıla gelince, ticaretin daha da gelişmesi sanayiin kurulması sonucunu doğurmuş ve böylece toplumdaki üretim güçleri, yürürlükteki feodal mülkiyet biçimi ile çelişkiye düşmüştür[8]. Yüzyıla damgasını vuran burjuvazi, bu çelişkiyi ortadan kaldırmak ve kendi düzenini kurmak istemiştir.
Sosyo-ekonomik yapıdaki bu değişiklikler ve pozitif bilimlerdeki gelişmeler, daha önce kilisenin baskısı altında kalan doğal hukuk öğretisinin laikleşmesi sonucunu doğurmuş, Alman Puffendorf ile Hollandalı Grotius, doğal hukuku ilahi hukuktan ayırarak, bu alandaki laikleşmenin öncüleri olmuşlardır[9].
Bu aşamadan sonra Locke, Rousseau ve Kant’ın doğal yaşama ve sosyal sözleşme varsayımları ortaya çıkmış ve böylece doğal hukukla ilahi hukuk arasındaki ayrılık daha bir keskinlik kazanmıştır. Kişisel haklar ve özgürlükler teorisini doğuran anlayışın, daha çok bu laik ve rayonelleşmiş doğal hukuk anlayışı olduğu kabul edilmektedir[10].
Doğal yaşama ve sosyal sözleşme varsayımından hareket eden düşünürlere göre, insanlar ”doğa durumu” adı verilen dönemde tüm hak ve özgürlüklerine sahiptiler. Bazılarına göre ideal[11], bazılarına göre ise ideal olmayan[12] bir yaşamın sürdüğü bu dönemde mutlak bir özgürlüğe sahip olan insanlar, sonunda haklarından bir kısmını, yapmış oldukları bir sözleşme ile topluma devrederek, düzenli bir yaşama kavuşmak istemişler ve böylece devleti kurmuşlardır. Amaç, doğal yaşama dönemindeki hakları güvence altına almaktır. Böyle olunca devletin amacı da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır; doğal yaşama dönemindeki özgürlükleri korumak[13].
Dikkat edilirse bu noktada insan hakları teorisiyle karşılaşılmaktadır. Buna göre insan, doğuştan bir takım haklara sahiptir. Devletin görevi ise bu hakları tanımak ve garanti altına almaktır. Bu aynı zamanda hukuk devleti olgusu ile de karşı karşıya gelindiğinin bir göstergesidir. Çünkü hukuk devleti, insan hakları devletidir[14]. Gerçi hukuk devleti bir kavram olarak henüz kullanılmış değildir. Fakat dönem iyice incelendiğinde, özellikle Kant’ta hukuk devleti anlayışının somutlaştığı söylenebilir[15].
2- Doğal Hukuk Doktrininin Belgelere Yansıması
Düşünsel gelişimini bu şekilde sürdürmüş olan hukuk devleti anlayışı 18.yüzyılın sonlarından itibaren siyasal belgelere damgasını vurmuştur. Bunun ilk ve en yetkin örnekleri Amerikan Bildirileri ile 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisidir.
Söz konusu bildiriler egemenliği halka vermişler, güçler ayrılığı ilkesini benimsemişler, insanın doğuştan bir takım haklara sahip olduğunu ve topluma katılmakla bu haklardan yoksun bırakılamayacaklarını kabul etmişler, iktidarı bu haklarla sınırlamışlardır. Özetle bu bildirilerle yapılan şey, kişilerin özgürlük içinde gelişmeleri ile birlikte, hukuka bağlı, hukuka göre düzenlenmiş bir devlet sistemini benimsemek olmuştur[16].
Ne var ki bu bildirilere damgasını vuran özgürlük anlayışı, çok önemli olmakla birlikte, soyut bir özgürlük anlayışıdır. Özgürlüğü insanın doğuştan sahip olduğu bir veri olarak kabul eden ve devleti sadece insanda varolan bu özgürlüğü tanımak ve güvence altına almakla yükümlü kılan bu anlayış, insanı da çevresinin etkilerinden uzak, ihtiyaçlarının zorlamasına aldırmayan, soyut bir varlık olarak ele almıştır[17]. Kuşkusuz böyle bir özgürlük anlayışı çağa damgasını vuran burjuvazi açısından anlamlı olsa da, yoksul insanlar için pek tatminkar bulunmayacaktır.
Öte yandan şunu da ifade etmek gerekir ki, 1789’dan sonra Avrupa’da hızlı bir ”anayasacılık” hareketi başlamıştır. Bu hareket çeşitli açılardan, türlü sınıflamalara tabi tutulmuş olsa da[18], bu dönemde yapılmış olan tüm anayasaların temelindeki felsefenin, kuvvetler ayrılığı yolu ile siyasal özgürlüklerin korunması olduğu kabul edilmektedir[19].
B- Sosyal Devlet Anlayışının Doğuşu
1- Sanayi Devrimi ve Hukuk Devleti Anlayışının Yetersizliğinin Anlaşılması
Düşünsel kökenini geçmişte bulan ve 18.yüzyılın sonları ile 19.yüzyılın başlarında uygulamaya geçen hukuk devleti, insan haklarını ön plana çıkarıp, devleti hukuka bağlı kılmada başarılı olmuş ise de, kurulan bu yeni düzen sosyal ve ekonomik haklara yer vermemiş, başka bir deyişle, kişileri ekonomik alanda serbest bırakmıştır.
Gerçi 1789 Bildirisinin ilanından hemen sonra bile, getirilen ilkelerin sosyal ve ekonomik haklarla tamamlanması gerektiğini savunanlar olmuş, fakat bu savunma gerekli karşılığı bulamamıştır. Çünkü insanlar, egemen gücün sadece konusu oldukları mutlak monarşi dönemini unutmamışlar ve Burdeau”nun ifadesiyle, ”kağıt üzerinde bir takım haklara sahip olmayı ve oy pusulasıyla da olsa egemen kudretin kullanılmasına katılmayı tatlı bir şey olarak kabul etmişlerdir”[20].
Ne var ki değişen toplumsal koşullar, 1789 Bildirisi ekseninde kurulan yeni düzenin yetersiz olduğu gerçeğini ortaya koymuştur. Nasıl ticaret devrimi burjuva sınıfını yaratmışsa, sanayi devrimi de işçi sınıfını yaratmıştır. Gerçekten bu dönemde köylüler fabrikalarda çalışabilmek için kentlere akın etmeye başlamışlar ve bu durum işsizliği artırırken, ücretleri düşürmüş ve çalışma koşullarını kötüleştirmiştir[21].
Bu arada devlet yapısı ve işlevi gereği olup bitenlere karışmayıp, pasif kalmayı yeğlemiştir. Çünkü o çağın liberal anlayışına göre, ticaret ve sanayiin gelişmesi için devletin ekonomik yaşama karışmaması gerekmektedir. Bireyin mutlak özgürlüğüne inanan ve dolayısıyla sanayi devriminin doğurduğu toplumsal tezatlara aldırmayan bu anlayışa karşı getirilen eleştiriler, sosyal devletin düşünsel ve maddi temelleri açısından önemlidirler. Bu çalışmada söz konusu eleştiriler, Marx öncesi ve Marx sonrası eleştiriler olmak üzere ikiye ayrılarak incelenecektir.
2- Sosyal Devletin Düşünsel Arka Planı
a- Marx Öncesi Düşünceler
Çalışmanın bu noktasında önemle vurgulanmalıdır ki, 19.yüzyılda kurumsallaşan hukuk devleti ilkesine karşı eleştiriler yönelten düşünürler, esas olarak hukuk devletinin öngörmüş bulunduğu, özgürlüklerin korunması ve devletin hukuka bağlanması fikrine saygı duymuşlardır. Onların karşı çıktıkları nokta, devletin ekonomik yaşama karışmayarak, toplumdaki güçsüzleri yalnız bırakması ve sonuçta hukuk devletinin öngördüğü özgürlükleri kağıt üzerinde bırakmasıydı.
Bu tespitten sonra Marx öncesi düşünürlerin hukuk devleti eleştirilerine bakılacak olunursa, görülür ki bu eleştiriler bir yandan ”Toplumcu Hıristiyan” öte yandan ise ”Sosyalist Düşünce” bağlamında ortaya çıkmışlardır.
Bunlardan toplumcu Hıristiyan anlayış, Hıristiyanlığın kişiye vermiş olduğu değerden yola çıkıp, toplu temel hakların tanınması gerektiğini savunurken, 1789 anlayışını biçimsel bulmuş ve sonuç olarak devletin özgürlükleri korumak için bir şeyler yapması gerektiğine inanmıştır. Sosyalist düşünce ise, 1789 Bildirisinde tanınan hakların küçük bir azınlığa yönelik olduğundan hareketle, devletin ezilen işçi sınıfı lehine müdahalesini gerekli görmüştür[22].
Bu fikirler 1789 Bildirisinden hemen sonra ortaya çıkmaya başlamıştır. Jakobinler, bugün insan hakları belgelerinde sosyal haklar olarak yer alan birçok hususu ileri sürmüşler, Babuvistler, açlık ve sefaletin yerine sosyal dayanışmanın getirilmesini istemişler[23], daha sonra R. Owen, S.Simon, C.Frourler ve diğer sosyalistler, kurulu düzenin yetersizliklerini eleştirerek, klasik liberal sistemin acımasız yönlerine karşı mücadele etmişlerdir. Fakat tüm bu düşünürler, temelde üretim ve üretim araçları sorunuyla uğraşmayarak, bilimsel dayanaktan yoksun düzenler öngörmüşler ve sonuçta ütopik kalmakla suçlanmışlardır[24].
b- Marxist Özgürlük Anlayışı ve Sosyal Devlete Etkisi
Marx’ın özgürlük kavramına özgürleştirmeyi getirerek 19. yüzyılda ortaya çıkan sosyal devlet anlayışına katkıda bulunduğu kabul edilmektedir[25]. Bu yüzden marxist düşüncenin özgürlük anlayışını ve bu anlayışa ışık tutan yabancılaşma teorisini ele almak gerekmektedir.
Marxist çerçevede yabancılaşma hem sosyo-ekonomik, hem de felsefi bir sorun olma özelliğine sahiptir. Zaten Marx da sorunu ikili düşünce sistemi içinde ele almış ve felsefe ile sosyo-ekonomiyi birlikte yürütmüştür[26]. Bu çalışmada soruna daha çok sosyo-ekonomik açıdan yaklaşılacaktır.
Marx, ana görüşlerine paralel olarak, yabancılaşmayı da tarihsel kimlikle ele almış ve yabancılaşmanın kölelikten kapitalizme kadar tüm özel mülkiyet sistemlerinin özelliği olan, emeğin yabancılaşmasından doğduğunu ifade etmiştir[27]. Marx’a göre, tarihin ilk dönemlerinde ihtiyaçlar vardı; yeme, içme ve barınma gibi... Bu ihtiyaçların karşılanması ilk tarihsel olgudur. İlkel toplumlarda kolektif mülkiyet bulunduğundan, o dönemin geçerli ilkesi, üretilen malın üreticide kalmasıydı. Fakat işbölümünün ortaya çıkması ile birlikte, üretilen mal üreticiden alınmış ve böylece kişi kendi emeğine yabancılaşmıştır[28].
Öyle ise yabancılaşma, insan elinin ve aklının ürününün, sahibinden uzaklaşması, giderek ona karşı gelmesi ve egemen olması gerçeğini anlatır. Daha yalın bir deyişle, özgürlüğün karşıtı bir durum olarak yabancılaşma, insanın kendi emeğinin kendisine karşı gelmesi ve böylece insanın kendisi olmaktan uzaklaştırılmasıdır[29].
Marxizme göre birbiriyle bağlantılı üç tür yabancılaşma vardır. Bunlardan ilki, diğer yabancılaşma türlerinin de altyapısını oluşturan ”ekonomik yabancılaşma”, ikincisi ekonomik yabancılaşmayı izleyen ”sosyal yabancılaşma”, üçüncüsü ise, sosyal yabancılaşmanın yarattığı ”siyasal yabancılaşma”dır[30].
Fakat marxizme göre yabancılaşma insanlığın kaçınılmaz ve şifasız bir felaketi değildir. Yabancılaşma biçimleri insanın doğa ve toplum güçleri karşısındaki zayıflığının ürünüdür. Dolayısıyla da sonsuza değin kalıcı değildir. İnsan bilimsel bilginin arttığı ölçüde bu engelleri aşabilecektir. Sınıflı toplumda yabancılaşma emekçilerin sömürülmelerinden ve mülksüzleştirilmelerinden kaynaklandığına göre, onların emeklerinin ürünleriyle birleştirilmeleri, yabancılaşmanın yok olması sonucunu doğuracaktır[31]. Ancak bu durum ilkelliğe geri dönüşle değil, bilim, teknik ve endüstrinin en yüksek aşamalarını toplumsallaşmış bir üretim tarzında birleştirmekle mümkün olacaktır. Bu da, sadece sosyalist devrim yoluyla gerçekleşebilecek bir durumdur[32].
Kısacası marxizme göre özgürlük, yabancılaşmanın aşılması ve ortadan kaldırılması demektir. İşçi sınıfı yabancılaşmaya neden olan etkenleri kavrayınca, bu etkenleri kontrol altına alıp kaldıracak, kapitalist mülkiyete son verip, kolektif mülkiyeti getirince, artık emeğinin ürünü kendisinde kalacak ve böylece özgürlüğünü kazanmış olacaktır[33].
Dikkat edilirse marxizm özgürlüğü kazanılması gereken bir durum olarak ele almakta ve bu yönüyle liberal düşüncenin özgürlük anlayışından ayrılmaktadır. Liberal düşünce özgürlüğü bir veri olarak kabul etmekte ve sosyo-ekonomik koşullarla irtibatlı görmemekteydi. Oysa marxist anlayış, özgürlüğü yaratılması, artan ve gitgide daha iyi dağılan bir üretim sayesinde oluşturulması gereken bir durum olarak görmekte[34] ve özgürlüğün ancak kolektif bir biçimde gerçekleştirilebileceğine inanmaktadır[35].
Klasik demokrasinin soyut özgürlük kavramına karşılık, marxist anlayış özgürleştirme kavramını çıkarmakta ve böylece insanın özgür olup olmamasını, doğuştan kişiliğinde taşıdığı varsayılan hakların güvence altına alınmasına değil, içinde yaşadığı koşulların değiştirilmesine bağlamaktadır[36]. Tam bu noktada devletin fonksiyonu giriyor işin içine. İşçi sınıfı elindeki devlet gücünü kullanarak özgürlüğün işleyebileceği gerçek koşulları hazırlayacak, yani bir şeyler yaparak, kişinin özgürlüğünü sağlayacaktır.
Görüldüğü gibi, marxizm de esas olarak insanın devredilemez hakları olduğuna inanır[37]. Fakat hakları insanın doğasında değil, toplum içindeki durumunda, özellikle sosyal üretim sürecinde görür. Buna göre, insan hakları devletin sosyo-ekonomik çerçevesinde gelişir, olgunlaşır ve bu gelişmeye bağlı olarak ürününü oluşturur. Bu bağlamada marxizm çerçevesinde hakların temel kaynağının sosyal yaşamın maddi koşullarında saklı olduğunu belirtmek gerekmektedir.
Marxizme göre devletin hakları açıklaması yetmez, gerçekleşmesi için şartların hazırlanması gerekir. Gerçekten marxizm bir yandan insan hakları ve ödevlerini bir bütün halinde toplarken, öte yandan devletin görev alanını işaretler. Bu aşamada insanın her türlü sömürüden kurtarılıp özgürleştirilmesi söz konusudur[38].
Bu anlayış marxist ülkelerin anayasalarına yansımış, değişik özgürlükler yurttaşların hakları olmaktan çok devletin görevi sayılmıştır. Sözgelimi 1936 ve 1977 tarihli Sovyet Anayasaları, rejimi güçlendirmek için vatandaşlara söz ve basın özgürlüğü tanımışlar ve bu özgürlüğün kullanılabilmesi için gerekli ortamı sağlamayı devlete görev olarak yüklemişlerdir[39].
Marxist özgürlük anlayışı çeşitli açılardan eleştirilmekte ise de[40], marxizmin özgürlük kavramına özgürleştirmeyi getirerek, sosyal devlet anlayışına katkıda bulunduğu bir gerçektir. Fakat bunu sadece bir katkı olarak anlamak ve asıl gelişim çizgisinin 1848 hareketinden geçerek kimliğini bulduğunu ve günümüze uzandığını kabul etmek gerekmektedir[41]. Çünkü marxist özgürlük anlayışı ile liberal ve özünde liberal anlayışa dayanan[42] sosyal devletin özgürlük anlayışı arasında bağdaşması güç bir karşıtlık vardır. Bunun nedeni, marxist anlayışın gerçek özgürlüğün ancak komünizm ve sosyalizm yolu ile sağlanabileceğine inanmasıdır[43].
Sosyal devleti tam olarak ortaya çıkaran düşünce, 18. yüzyılda özellikle, l789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile somutlaşan liberal anlayışın ya da hukuk devleti ilkesinin, sosyal haklarla tamamlanmasını savunan reformcu düşüncedir.
3- Sosyal Devlet Anlayışının Belgelere Yansıması
Sosyal devlet anlayışının anayasal düzeyde kendini gösterdiği ilk siyasal belge 1848 Fransız Anayasası olmuştur. 1848 ‘de başlayan işçi hareketinin işçi-işveren uzlaşması ile sona ermesinin ardından hazırlanan anayasa, getirdiği düzenleme ile 19.yüzyılda ilk defa klasik hakların yanı sıra sosyal ve ekonomik haklara da yer vermiştir[44].
1848 Anayasası aile, çalışma, mülkiyet ve kamu düzenine dayalı bir toplumda; özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin egemenliğini öngörmüş; eğitim hakkı, yoksullara yardım... gibi düzenlemeler getirmiş ve insan hakları teorisinde önemli bir değişikliğe yol açarak, sosyal hukuk anlayışının ifadesi olmuştur[45]. Bu anlayış çerçevesinde devlet, artık özgürlükler konusunda pasif kalmakla yetinmeyecek, yani vatandaşlara kişisel ve siyasal haklar tanıyarak bir yana çekilmeyecek, aksine sosyal ve ekonomik haklar dolayısıyla bir takım faaliyetlerde bulunmak zorunda kalacaktır.
Bu arada 19.yüzyılda sosyal haklar alanında yapılan yasal düzenlemelere de rastlanmaktadır. 1871 yılında Almanya’da demiryolu, maden ocakları, fabrika vb. işyerlerinde doğacak kaza ve ölümlere karşı işverenlerin tazminat ödemesine ilişkin yasa çıkarılmış, Avusturya’da ise iş kazaları ve hastalık sigortası ile ilgili düzenlemeler yapılmıştır. İngiltere ve Fransa’da da aynı yönde gelişmeler olmuştur[46].
20. yüzyıla ise sosyal devlet düşüncesinin ağırlığını iyice artırdığı görülmektedir. Almanya’da Weimar Anayasası, daha 1919 yılında, getirmiş olduğu hükümlerle bu alanın en yetkin örneğini teşkil etmiştir. Gerçekten Weimar Anayasası, bir yandan getirmiş olduğu koruma rejimi ile sağlık, çalışma, aile ve meslek grupları ile eğitim hakkını güvence altına almış, diğer taraftan çalışma şartlarının işçi ve işveren arasında beraberce araştırılması ve çalışanların işletme içindeki komitelerde görev almaları çerçevesinde, orta sınıfın korunmasına özen gösterilmesini sağlamış ve de mülkiyet hakkını mutlak bir hak olmaktan çıkararak, borç yükler bir duruma getirmiştir[47]. Dahası, bu anayasa ”ekonomik hayatın adalet esaslarına göre ve herkese insanlığına yaraşır bir şekilde düzenlenecektir” hükmünü kabul ederek, dayandığı görüşü çok açık bir biçimde formüle etmiştir[48].
Hemen belirtmek gerekir ki, aynı eğilim, ikinci dünya savaşından sonra yürürlüğe giren 1947 İtalyan Anayasası, 1949 Alman Anayasası ve 1958 Fransız Anayasası tarafından da aynen benimsenmiştir[49].
Bu arada söz konusu eğilimin bizim anayasal sistemimizi de etkilediği görülmektedir. 1961 Anayasası, Cumhuriyetin sosyal bir hukuk devleti olduğu hükmünü getirmiş ve sosyal devlet ilkesinin içeriğini oluşturan geniş bir hak ve ödevler listesi öngörmüştür. Aynı anayasa, 10. maddesinin 2. fıkrasında ”Devlet kişinin temel hak ve hürriyetlerini fert huzuru, sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasi ve sosyal bütün engelleri kaldırır; insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlar” diyerek, devleti tam bir özgürlük ortamı yaratmak açısından görevli kılmıştır.
1982 Anayasasının da temelde 1961 Anayasası ile aynı eğilimi paylaştığı söylenebilir. Gerçekten Cumhuriyetin sosyal niteliği ve geniş bir sosyal haklar demeti bu anayasa tarafından da benimsenmiştir[50]. 1961 Anayasasının 10. maddesinin karşılığı ise 1982 Anayasasının 5. maddesinde ”Devletin Temel Amaç ve Görevleri” başlığı altında düzenlenmiştir. Maddeye göre, ” Devletin temel amaç ve görevleri... kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır”.
Görüldüğü gibi bu hüküm, 1961 Anayasasının 10/2. maddesiyle bir paralellik arz etmektedir. Yine de, iki maddeyi karşılaştırırken 5. maddenin anayasa sistematiği içindeki yerinden hareket eden Akad, 1961 Anayasasından farklı olarak, 1982 Anayasasının konuya ”Genel Esaslar” başlığı altında ve ”Devletin Temel Amaç ve Görevleri” kenar başlığı altında eğildiğine ve siyasal iktidarlara doğrudan bir direktif verdiğine dikkat çektikten sonra, bu direktifin niteliği ve bağlayıcı gücü bakımından 1961 Anayasasının 10/2. maddesine oranla daha bir açıklık ve berraklık kazanmış olduğunu vurgulamaktadır[51].
III- ÇAĞDAŞ SOSYAL DEVLET ANLAYIŞI
Çalışmanın bu aşamasında çağdaş sosyal devlet anlayışına özellikle güttüğü amaç açısından yaklaşılacaktır. Fakat böyle bir bakış açısı ister istemez hukuk devletinin amacını da gündeme getirmektedir. Çünkü, tarihsel gelişim ele alınırken de vurgulandığı gibi, hukuk devleti ile sosyal devlet arasında çok sıkı bir ilişki vardır ve sosyal devleti anlamak büyük ölçüde hukuk devletini anlamakla mümkündür.
A- Hukuk Devletinin Amacı
Hukuk devletinin düşünsel kaynaklarına değinilirken de belirtildiği gibi, hukuk devleti özünü kişi özgürlüğünün korunmasında, devlet gücünün hukuka bağlanmasında ve ölçülü kılınmasında bulan bir devlet türüdür. Bir süre salt biçimsel açıdan ele alınmış veya öyle anlaşılmış olsa bile, bugün hukuk devleti, biçimsel yönü de göz ardı edilmeyerek, içerikli bir hale gelmiştir[52]. Öyle ki, günümüzde hukuk devleti, anayasal devletten, bireyin devlete karşı korunmasına; güçler ayrılığı ilkesinden, yasallık ilkesine; bütün yurttaşların eşit muameleye tabi tutulmasından, hak arama yollarının açık tutulmasına kadar, bir dizi öğe ile birlikte anılmaktadır[53].
Kuşkusuz çağımızda hukuk devleti, temel aldığı öğelerle birlikte, insanı esas almakta ve onun güvenlik, özgürlük ve eşitlik ihtiyacını karşılamayı amaçlamaktadır. Bunu yaparken yola çıktığı kavram ise insan onurudur[54].
Gerçi hukuk devleti anlayışının sanayi devrimi zamanında toplumsal realiteyi göz ardı ettiği de bir gerçektir[55]. Fakat unutulmamalıdır ki, hukuk devleti anlayışı zamanla kendini dönüştürebilmiş ve sanayi devrimi ile birlikte ortaya çıkan toplumsal realiteyi de dikkate alarak, sosyal bir açılım sağlamıştır[56].
B- Sosyal Devletin Amacı
Hukuk devletinin tarihsel yeri nasıl devlet ile burjuva sınıfı arasındaki karşıtlık ise, sosyal devletin yeri de devlet ile endüstri toplumu ve işçi sınıfı arasındaki karşıtlıktır. Başka bir ifade ile, nasıl hukuk devleti burjuva devriminin sonucu ise, sosyal devlette sanayi devriminin ürünüdür[57].
Daha önce de vurgulandığı gibi, sanayi devrimi sosyal mücadelelerin yoğunlaşmasına yol açmış ve sosyal düşüncelerin gelişmesine neden olmuştur. Bu düşüncelerin en etkini sayılan marxizimin, işçi sınıfının devleti ele geçirmesini amaçlayan bir devrim öngördüğü bilinmektedir. Fakat marxistlerin bu yaklaşımlarının karşısında, işçi sınıfının devletin içine nüfuz etmesini ve onu değiştirmesini savunan ”sosyal reform” taraftarları vardı[58]. Günümüz sosyal devlet düşüncesini anlamak açısından bizi ilgilendiren, daha çok bu reformcu düşünce çizgisidir[59]. Çünkü bu düşünce sanayi toplumundaki zıtlıkların devletin müdahalesi ile giderilmesini istemekte, daha önemlisi, geleneksel devlet kavramı ile endüstriyel sınıf toplumu arasındaki karşıtlığı gidermeye çalışmaktadır[60].
Buraya kadar ki çözümlemelerin ardından sosyal devletin amacını şu şekilde saptamak mümkündür: Sosyal devlet, burjuva devriminin sonunda ortaya çıkan hukuk devletinin korumayı hedeflediği ama sanayiin gelişmesi ile birlikte, tek başına başaramadığı, insan onurunun korunmasını amaçlayan bir devlet türüdür.
İnsan onuru, insanın ne durumda, hangi şartlar altında bulunursa bulunsun, sırf insan oluşunun kazandırdığı değerin tanınmasını ve sayılmasını anlatır. Bu öyle bir davranış çizgisidir ki, ondan aşağı düşünce, muamele ona muhatap olan insanı insan olmaktan çıkarır[61]. Kuşkusuz insan onurunun korunması insan haklarını ayrım gözetmeksizin uygulamaya taşımakla, insanı toplumsal koşulların meydana getirdiği her türlü baskıdan kurtarmakla mümkündür.
Şüphesiz özünde insan onuru kavramına dayanan hukuk devleti, insanı sadece devlet gücünün dış baskılarına karşı korumayı amaçlamıştır. Oysa endüstrinin gelişmesi insanın sırf devlet gücüne karşı korunmasının fazla bir anlamı olmadığını göstermiştir. Çünkü gelişen sanayi insanı bir nesne, güdülebilir bir şey haline getirmiş ve hukuk devletinin insan onurunu koruyamayacağı anlaşılmıştır. Böylece hukuk devleti kavramının yanında, sosyal devlet kavramı da uygulamaya taşınmıştır.
Girişte, sosyal devletin genellikle, yurttaşların sosyal durumlarıyla ilgilenen, onlara asgari bir yaşam düzeyi sağlamayı görev bilen bir devlet olarak tanımlandığını belirtmiştik. Kuşkusuz sosyal devlet bu görevlerini bir takım sosyal güvenlik ve sosyal adalet önlemleriyle gerçekleştirecektir. Fakat bu önlemler hiçbir zaman başlı başına bir amaç olarak görülmezler. Asıl amaç, tıpkı hukuk devletinde olduğu gibi, insan onurunun korunmasıdır.
Zaten sosyal adalet ve sosyal güvenlik önlemleri de nihai amaç olmayıp, toplumda yaşayan herkese, ama özellikle ve öncelikle yoksul insanlara, insan onuruna yaraşır bir yaşam düzeyinin sağlanmasının araçları olarak kabul edilmekte ve bu iki kavram, sosyal hukuk devletini oluşturan temel taşlar olarak görülmektedir[62].
Bu yolu izlenir ve sosyal devlet için önemli olan amaçtır denirse, bu devlet sistemine karşı yöneltilen, devletin ekonomiye müdahalesine gereğinden fazla izin vermektedir savı da boşa çıkarılmış olur. Gerçekten sosyal devlet için önemli olan, bölüşümde adaletin sağlanması, geniş kitlelerin yaşam düzeyinin yükseltilmesi ve böylece insan onurunun korunmasıdır. Yoksa özel malları kimin ürettiği [63] ve hatta kamu hizmetlerinin kim tarafından yerine getirildiği[64] sosyal devletin temel problemi değildir.
C- Hukuk Devleti İle Sosyal Devlet Arasındaki Birliktelik
  1. Tarihsel Çatışma
Çalışmanın bu aşamasında hukuk devleti ile sosyal devlet arasında bir yakınlık, daha doğrusu bir amaç birliği bulunduğu söylenebilir. Fakat şunu da kabul etmek gerekir ki, bu iki kavram arasında ortaya çıkışları açısından bir karşıtlık vardır[65].
Kuşkusuz tarihsel gelişim dikkate alındığında bu zıtlık daha ziyade, hukuk devletinin kişisel özgürlük alanını dokunulmaz kılmayı amaçlamasına karşın, sosyal devletin toplumun refahını garanti altına almak istemesinden[66] ve gerçek özgürlük ortamının sağlanması için devletin müdahalesini öngörmesinden kaynaklanmıştır.
2- Çağdaş Uyum : Sosyal Hukuk Devleti
Demek ki hukuk devleti ile sosyal devlet arasında ortaya çıkışları açısından bir karşıtlık vardır. Fakat bu karşıtlık zamanla aşılmış ve hukuk devletinin amacı olan kişinin korunması, günümüz toplumlarında ancak sosyal devlet ilkesinin kabulüne bağlanmıştır[67]. Bu bağlamda denilebilir ki, günümüzde hukuk devleti aynı zamanda sosyal devlet ise anlam kazanır hale gelmiştir[68]. Şüphesiz aynı şeyi sosyal devlet için de ileri sürülebilir ve günümüzde sosyal devletin ancak bir hukuk devleti ise anlamlı olacağı söylenebilir.
Sorunu biraz daha özele, insan hakları kavramına taşıyarak da aynı sonuca ulaşmak mümkündür. Gerçekten insan hakları teorisi, hakları (kişisel, siyasal, sosyal, ekonomik) birbirinin ”olmazsa olmaz” şartı saymakta ve hepsinin ayrım gözetmeksizin uygulamaya taşınmasından söz etmektedir[69]. Buna göre, hakların birbirini tamamlamadığı ortamda özgürlükten söz etmek mümkün değildir. Örneğin, kişisel hakların tanındığı ama sosyal hakların tanınmadığı bir yerde kitlelerin özgür olduklarını savunmak güçtür[70].
İşte nasıl hakların bütünlüğünden ve ayrım gözetilmeden uygulamaya taşınmasının gerekliliğinden söz edilebiliyorsa, aynı şekilde sosyal devlet ve hukuk devleti kavramlarının da birbirini tamamladığından da söz edilebilir. Zaten 1982 Anayasası da 2. maddesinde bu iki ilkeyi bir solukta ”sosyal hukuk devleti” şeklinde formüle etmiş ve ikisinin bir bütünün parçaları olmasını şart koşmuştur[71].
Öte yandan Anayasa Mahkemesi de 1988 yılında vermiş olduğu bir kararda ”Hukuk devletinin amaç edindiği kişinin korunması, toplumda sosyal güvenliğin ve sosyal adaletin sağlanması yoluyla gerçekleştirilebilir...” diyerek, sosyal devlet ile hukuk devleti arasındaki bu sıkı ve ayrılmaz ilişkiye dikkat çekmiştir[72].
IV- SONUÇ
Görüldüğü gibi, sosyal devleti anlamak, hukuk devletinin doğup geliştiği koşulları anlamakla doğrudan ilişkilidir. Çünkü sosyal devlet, özünü kişi özgürlüğünün korunması ve devletin hukuka bağlı kılınmasında bulan hukuk devletinin toplumsal alanda bırakmış olduğu boşluğu doldurmayı amaçlayan bir devlet sistemidir.
19.yüzyılın hukuk devleti anlayışı, sanayi devriminin sonucu olarak ortaya çıkan sınıfsal zıtlaşmaya çözüm bulamayınca, toplumcu düşünceler gelişmiş ve bu gelişmenin ardından iki türlü çözüm önerisi doğmuştur. Bunlardan ilki, son tahlilde işçi sınıfının devrim yoluyla devleti ele geçirmesini hedefleyen ve gerçek özgürlüğün bu şekilde sağlanacağına inanan marxizmdir.
Özünde liberal eksene bağlı olan sosyal devlet anlayışının, devrimci karakteri ve öngörmüş olduğu proleterya diktatörlüğü nedeni ile marxizmle bağdaşması mümkün değildir. Fakat marxist düşüncenin, getirdiği özgürlük anlayışı (özgürleştirme) ile sosyal devletin gelişmesine katkı yaptığı da bir gerçektir.
Sanayi devriminden sonra ortaya çıkan ikinci çözüm önerisi ise, endüstri toplumundaki zıtlıkların devletin sosyo-ekonomik alana müdahalesi[73] ile giderilmesini savunan ve geleneksel devlet (hukuk devleti) kavramı ile endüstriyel sınıf toplumu arasındaki karşıtlığı gidermeye çalışan sosyal reformcu öneridir.
Hukuk devleti ile sanayi toplumunun gereklerini bir arada değerlendirip, sosyal hukuk devletine varan bu görüş, çağımızın egemen görüşüdür. Öyle ise, hukuk devleti ile sosyal devlet, insan onuru kavramına dayanmaları nedeni ile, birbirini tamamlayan iki kavramdır. Bu bağlamda günümüz devleti aynı zamanda hem hukuk devleti, hem de sosyal devlet olmak zorundadır. Sosyal devlet ilkesi ihmal edildiği zaman bütünlük bozulur ve insan onuru zedelenir.
Çünkü devleti hukuka bağlayıp, vatandaşların kişisel ve siyasal haklarını garanti altına almak, insan onurunu korumak için şart olmakla beraber, yeterli değildir. İnsanı maddi ve manevi yönüyle bir bütün olarak ele almak ve ona öylece değer atfetmek gerekmektedir. Bu ise, toplumda yoksul ve muhtaç insanlara devletçe yardım edilerek, onlara insan onuruna yaraşır asgari bir düzeyinin sağlanması ve böylece sosyal devlet ilkesinin gerçekleştirilmesi ile mümkündür.

[]*AÜ. Erzincan Hukuk Fakültesi
1 Mümtaz Soysal, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek y., İstanbul, 1986, s.224
[2] Bkz. Hayrettin Ökçesiz, Sivil İtaatsizlik, Afa y., İstanbul, 1994, s.84; Hüseyin Hatemi, Hukuk Devleti Öğretisi, İşaret y., İstanbul, 1989, s.7
[3] Ökçesiz, s.85
[4] Doğal hukukun temel kavramları için bkz. Niyazi Öktem, Felsefe Sosyoloji, Hukuk ve Devlet, Der, y., İstanbul, 1999, s. 71 vd.
[5] İbid, s.128
[6] Vecdi Aral, Toplum ve Adaletli Yaşam, 1988, s.119
[7] Öktem, s.137 vd.
[8] Murat Sarıca, !00 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi, Gerçek, y., İstanbul, 1983, s.67
[9] Bahri Savcı, ”Vedel’den Özetle Kişi Haklarının Tarihte Kuruluşu,” AÜSBFD, C. XXV, sy.1, 1970, s.98
[10] İbid, s.99
[11] Sözgelimi Locke, doğal yaşama döneminden, kimsenin kimse üzerinde baskı kurmadığı, insanların eşit ve özgür bir biçimde yaşadıkları bir dönem olarak bahsetmektedir. Locke’a göre bu dönemdeki tek sorun ya da eksiklik herkesin doğal cezalandırma yetkisini kendisinin kullanmasıydı. İnsanlar bu eksikliği gidermek için sözleşme yapmış ve devleti kurmuşlardır. Bkz. Mehmet Akad- Bihterin Dinçkol, Genel Kamu Hukuku, Der y., İstanbul, 2000, s.105-107
[12] Locke’un aksine Rousseau, doğal yaşama dönemini tam bir huzur ortamı olarak görmemektedir. Bkz. İbid, s.112-113
[13] Münci Kapani, Kamu Hürriyetleri, AÜHF, y., Ankara, 1981, s.30-38
[14] Ökçesiz, ”İnsan ve Hukuk Devleti,” Kamu Hukuku Bülteni, sy., 1, Ocak 1990, s.1; Kaboğlu, ”Türkiye’de Hukuk Devletinin Gelişimi,” İnsan Hakları Yıllığı, 1990, s.145
[15] Ökçesiz, Sivil İtaatsizlik, s.87
[16] Amerikan Bildirileri ile Fransız Bildirilerinin hukuk devleti açısından kısa bir değerlendirmesi için bkz. Adil İzveren, ”Sosyal Devlet,” Danıştay Dergisi, sy.18-19, s.36
[17] Ayferi Göze, Liberal Marksist Faşist ve Sosyal Devlet Sistemleri, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1980, s.167
[18] Gisbert H. Flanz, XIX. Asır Avrupası’nda Anayasa Hareketleri, Ankara, 1956, s.17 vd.
[19] İbid, s.19
[20] George Burdeau, Demokrasi, (Çev. B.Nuri Esen), AÜHF. y., Ankara, 1963, s.13
[21] Sanayi devriminin beraberinde getirmiş olduğu sosyo-ekonomik koşulların güçlüğü ile ilgili olarak bkz. Leo Huberman, Feodal Toplumdan 20. Yüzyıla, (Çev. Murat Belge), İletişim y., İstanbul, 1991, s.198 vd.
[22] Bkz. Tekin Akıllıoğlu, ”Temel Hakların Gelişimi Üzerine Bazı Düşünceler,” AÜSBFD, C.XLIV, sy.1-2, 1989, s.172
[23] Marx tarafından bilimsel sosyalizmin habercisi olarak kabul edilen Babuef, düşüncesine temel olarak eşitliği almış ve siyasal eşitliğe karşı sosyal eşitliği savunmuştur. Bkz. Sarıca, s.106
[24] Marx öncesi (ütopik) sosyalistler içinbkz. Ayferi Göze, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta y., İstanbul, 1989, s.261-276
[25] Bkz. Niyazi Öktem, Özgürlük Sorunu ve Hukuk, İÜHF y., İstanbul, 1977, s.110; Soysal, s.18 ve 202
[26] Öktem, Özgürlük Sorunu ve Hukuk, s.91
[27] Ernest Mandel, Marxist Yabancılaşma Kuramı, (Çev. O. Göçmen), Yücel y., İstanbul, 1975, s.11
[28] Öktem, Özgürlük Sorunu ve Hukuk, s.92
[29] Karl Marx, 1844 Felsefe Yazıları, (Çev. Murat Belge), Verso y., İstanbul, 1986, s.74
[30] Yabancılaşma türleri için bkz. Göze, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, s.294-295
[31] Öktem, Özgürlük Sorunu ve Hukuk, s.106
[32] Mandel, s.13
[33] Marx, s.110
[34] Sosyal, s.18
[35] Karl Marx-Friedrich Engels, Devlet ve Toplum, (Derleyen: Rona Serozan), May y., İstanbul, 1977, s.101; Öktem, Özgürlük Sorunu ve Hukuk, s.103
[36] Mandel, s.43
[37] Nitekim geçmişte çeşitli ülkelerde uygulamaya konulan Marxist anayasalar, sosyal haklarla beraber kişisel haklara da yer vermişlerdir.
[38] Mehmet Akad, Teori ve Uygulama Açısından 1961 Anayasasının 10. Maddesi, İÜHF y., İstanbul, 1984, s.74
[39] Kapani, s.159
[40] Öktem, Özgürlük Sorunu ve Hukuk, s.106 vd. Öktem, marxist özgürlük anlayışını bilhassa, özgürlüğün gerçekleşmesini proleterya diktatörlüğüne bağlaması, sanayileşme süreci içinde işçi sınıfı ile birlikte gelişen diğer sosyal kategorileri bu sınıfın baskısı altına sokması ve evrensel zorunluluk yasalarını kabul etmesine rağmen, bu yasaları kuran güç karşısında kayıtsız kalması açısından eleştirmektedir.
[41] Akad, 1961 Anayasasının 10. Maddesi, s.71
[42] Göze, Liberal Marksist Faşist ve Sosyal Devlet Sistemleri, s.165-166. Gözee’ye göre, sosyal devlet anlayışı, liberal devletin birey-devlet ilişkisi ve özgürlük anlayışını değiştirmiş olsa da, özünde ona sadık kalan ve bireyi amaç olarak gören bir anlayıştır
[43] Akad, 1961 Anayasasının 10. Maddesi, s.75
[44] Bkz. Mehmet Akad, Teori ve Uygulamada sosyal Güvenlik Hakkı, Kazancı hukuk y., İstanbul, 1992, s.15
[45] Kapani, s.54
[46] 19.yüzyılda Avrupa’da sosyal haklar alanında yapılmış olan yasal düzenlemeler için bkz. Akad, Sosyal Güvenlik Hakkı, s.18 vd.
[47] Bkz. Akad-Dinçkol, s.175
[48] Kapani, s.55
[49] Bkz. Akad-Dinçkol, s.176 vd.
[50] Şüphesiz sosyal haklar konusunda bu iki anayasa arasında büyük bir benzerliğin olmasına rağmen bazı farklılıklar da vardır. Sözgelimi, 1982 Anayasası 1961 Anayasasından farklı olarak, mülkiyet hakkını sosyal ve ekonomik haklar arasından çıkarıp, kişisel haklar ve ödevler bölümünde düzenlemiştir. Gerçi mülkiyet hakkının içeriği açısından iki anayasa arasında fark bulunmamaktadır. Fakat konuya akanlar Kurulunun KHK ile düzenleme yapma yetkisi açısından bakınca, 1982 Anayasasının mülkiyet hakkını daha güvenceli bir rejime yerleştirdiği sonucuna varılabilir. Çünkü Bakanlar Kurulu, KHK ile sosyal ve ekonomik hakları düzenleme yetkisine sahip olduğu halde, kişisel haklar yönünden böyle bir yetkisi bulunmamaktadır. (Bkz.İbrahim Kaboğlu, Özgürlükler Hukuku, Afa y., İstanbul, 1994, s.248) Ancak anayasanın bu tutumuna karşın, Anayasa Mahkemesi 1982 Anayasası döneminde de mülkiyet hakkını sosyal bir hak olarak nitelemiştir. (E: 88/34, K: 89/26, KT: 21.6.1989, AMKD, sy.25, s.289)
[51] Mehmet Akad, ”1982 Anayasasının 5. Maddesi Üzerine Bir Karşılaştırma ve İnceleme Denemesi,” Adalet Dergisi, Yıl:81, Mart-Nisan 1990, s.53. Hemen belirtmek gerekir ki, Akad’ın bu yaklaşımına karşın Soysal ve Kili, 5. maddenin kullandığı anlatımla, emredicilikten ve kesin tavır almaktan uzaklaştığı görüşündedirler. (Bkz. Soysal, s.204; Suna Kili, ”Hak ve Özgürlükler Yönünden 1961 ve 1982 Anayasaları,” Anayasa Yargısı, Ankara, 1984, s.26)
[52] Ökçesiz, Sivil İtaatsizlik, s.88 vd.
[53] Hukuk devletinin temel ögeleri için bkz. İbid, s.95-96
[54] İbid, s.98; Ernest Huber, Modern Endüstri Toplumunda Hukuk Devleti ve Sosyal Devlet,” AÜHFD, C.XXVII, sy. 3-4, 1970, s.32
[55] Niyazi Öktem, ”Sosyal Devletin Kurumsal Kökeni ve Dünya ve Türkiye’deki Durum,” Dış Politika, sy.1, Mart, 1988, s.79
[56] İbid, s.79
[57] Huber, s.34
[58] İbid, s.35
[59] İzveren, s.38. Kuşkusuz burada Marxizmin katkısı tümden yadsınamaz. Ama sosyal devletin asıl gelişim çizgisinin sosyal reformcu çizgi olduğu da bir gerçektir. Doktrinde de belirtildiği gibi, bu çizgi 1848 haraketinden geçerek kimliğini bulmuş ve günümüze kadar uzanmıştır. Bkz. Akad, 1961 Anayasasının 10.Maddesi, s.71. Nitekim Öktem de aynı doğrultuda, sosyal devletin Marxist kökenli olmadığı görüşündedir. Bkz, Öktem, Sosyal Devletin Kurumsal Kökeni, s.77
[60] Huber, s.36
[61] Anayasa Mahkemesi Kararı, E: 66/132, K: 66/29, KT: 28.6.1966, AMKD, sy.4, s.157
[62] Sosyal adalet, sosyal güvenlik ve dolayısıyla sosyal devlet ile insan onuru ilişkisi için bkz. Akad, Sosyal Güvenlik Hakkı, s.5 vd.
[63] Ercan Eren, ”Sosyal Demokrasi Kamu Girişimciliği ve Özelleştirme,” Sosyal Demokrat Dergisi, sy.57, Ocak 1993, s.38
[64] Nihat Bulut, ”Özelleştirme Uygulamaları Karşısında Sosyal Devlet İlkesini Yeniden Düşünmek,” Erzincan Hukuk Fakültesi Dergisi, C.III, sy.,1, s.36-37
[65] Sosyal, s.224 vd.
[66] Zafer Gören, ”Sosyal Devlet İlkesi ve Anayasa Hukuku Açısından Yaşam Kalitesi,Anayasa Yargısı 14, Ankara, 1997, s.118
[67] Akad, Sosyal Güvenlik hakkı ,s.48
[68] Huber, s.49
[69] Kapani, s.6
[70] İbid, s.7.
[71] Gören, s.118
[72] E:88/33, Karar Tarihi : 26.10.1998, AMKD. sy. 24,s.451.

[73] Şüphesiz bugün bu müdahaleyi, devletin bir takım işletmeler kurarak ekonomik yaşamda fiilen yer alması şeklinde anlamamak gerekir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder