ANARŞİST
KOMÜNİZM
Temelleri ve İlkeleri
Temelleri ve İlkeleri
1
Peter Kropotkin
(1891)
Sosyalizmin hükümetsiz
sistemi [olan] anarşizmin ikili bir kökeni vardır. Özellikle ikinci yarısında
olmak üzere, 19. yüzyılı ekonomik ve siyasi alanlarında tanımlayan iki düşünce
hareketinden gelişmiştir. Tüm sosyalistlerle ortak olarak anarşistler toprak,
sermaye ve makinalar üzerindeki özel mülkiyetin zamanını doldurduğunu; yani
[artık] ortadan kalkmaya mahkum olduğunu; ve üretim için gerekli olan tüm
şeylerin toplumun ortak mülkiyetinde olması gerektiğini ve [böyle] olacağını,
ve [bunların] refahın üreticilerince ortaklaşa yönetileceklerini savunurlar. Ve
siyasi radikalizmin ilerici temsilcilerinin çoğu ile ortak olarak
[anarşistler], toplumun ideal siyasi örgütlenmesinin hükümetin fonksiyonlarının
en aza indirgendiği; ve sayısız çeşitlilikteki bütün insan gereksinimlerini
sağlamak amacıyla --özgürce-- oluşturulmuş özgür grup ve federasyonlar
yardımıyla [vasıtasıyla], bireyin insiyatifte bulunma ve faal olma hürriyetini
tam anlamıyla eline geçirdiği bir durumda [olabileceğini] savunmaktadırlar.
Sosyalizm bağlamında,
anarşistlerin çoğu onun nihai sonucuna ulaşırlar; yani ücret-sisteminin tamamen
yadsınmasına ve komünizme. Siyasi örgütlenmeye referans olarak ise, radikal
programın yukarıda bahsedilen kısmını daha da geliştirerek, hükümet
işlevlerinin sıfıra indirgenmesinin --yani, hükümetsiz bir topluma, anarşiye--
toplumun nihai hedefi olduğu sonucuna ulaşırlar. Bunun da ötesinde anarşistler
toplumsal ve siyasi örgütlenme ideali böyleyken, bunun gelecek yüzyıllara
ertelenmemesi gerektiğini savunurlar. Toplumsal örgütlenmemizde, sadece
yukarıda [bahsedilen] ikili idealle uyumlu ve ona yakınlaşmayı sağlayacak olan
değişiklikler yaşama şansı bulacaktır ve ortak refaha faydası olacaktır.
Anarşist düşünür
tarafından izlenen yönteme gelince, ütopistler tarafından izlenenden tamamı ile
farklıdır. Anarşist düşünür, kendi görüşüne göre insanlığın en büyük
mutluluğunu gerçekleştirmenin en iyi koşullarını oluştururken, ("doğal
haklar", Devletin görevleri" ve benzeri) metafiziksel kavramlara
başvurmaz. Aksine anarşist düşünür modern evrim felsefesinin yolunu takip eder.
Şimdiki ve geçmişteki insan toplumlarını inceler; ve ne bir bütün olarak ne de
ayrı ayrı bireyler olarak, onlara sahip olmadıkları üstün nitelikler
atfetmeden; toplumu, bireylerin arzularıyla türlerin refahı için [gerekli]
işbirliğini en iyi şekilde biraraya getirmenin [uyumlandırmanın] yollarını
bulmaya çalışan organizmaların bir bütünü olarak değerlendirir. [Anarşist
düşünür] toplumu inceleyerek, [toplumun] geçmişteki ve bugünkü eğilimlerini,
giderek çoğalan entelektüel ve ekonomik gereksinimlerini ortaya çıkarmaya
çalışır; ve idealinde yanlızca evrimin hangi yönde gittiğine işaret eder.
[Anarşist düşünür], insan bütünlerinin gerçek arzu ve eğilimleriyle, bu
eğilimlerin gerçekleşmesini engelleyen kazaları (bilgi noksanlığı, göçler,
savaşlar, fetihler) birbirinden ayırt eder. Ve çoğu kez bilinçsizce olsa da,
tarihimiz boyunca [ortaya çıkan] en mühim iki eğilimin şunlar olduğu sonucuna
varır: ilk olarak, en sonunda farklı bireylerin ortak üretim sürecindeki
paylarını birbirinden ayırt etmenin imkansız hale geleceği, bütün
zenginliklerin üretimi için [kullanılan] emeğin bütünleşmesine doğru olan
eğilim; ve ikinci olarak, hem kendisi hem de genelde toplum için faydalı olan
tüm amaçlarının ilerlemesinde bireyin azami özgürlüğüne [ulaşma] eğilimi.
Böylece anarşistin ideali, evrimin bir sonraki aşaması olarak tasarladığı
şeylerin basit bir toplaması [haline gelir]. Bu artık bir inanç sorunu
değildir; bilimsel bir tartışmanın sorunudur.
Aslında, bu yüzyılın en
önde gelen özelliklerinden birisi sosyalizmin büyümesi ve sosyalist görüşlerin
emekçi sınıflar arasında hızla yayılmasıdır. Başka türlü nasıl olabilirdi ki?
Sonuçta en umutlu [iyimser] beklentilerin ötesine geçen bir refah birikimine
yol açan, üretim güçlerimizin benzersiz ani bir artışına şahitlik yaptık. Ama
ücret sistemimiz nedeniyle, --bilim adamlarının, yöneticilerin ve emekçilerin
ortak çabalarının sonucu olan-- refahtaki bu artış; büyük kısmı emekçiler
üzerine düşmek üzere, büyük bir çoğunluk için sefaleti ve tüm herkes için
yaşama [hayatta kalma] belirsizliğini çoğaltırken, refahın ise daha önce eşi
benzeri görülmemiş bir şekilde sermaye sahiplerinin ellerinde birikmesine yol
açtı. Durmaksızın iş arayan niteliksiz işçiler, hiç işitilmemiş bir sefaletin
eşiğinde bulunuyor. Ve sürekli ve kaçınılmaz olan endüstrideki dalgalanmalar ve
sermayenin kaprisleri sonucunda, devamlı olarak kovulma tehdidi altında kalan
en iyi ücretli zanaatkarlar ve nitelikli işçi emeği bile, niteliksiz bir
dilencinin [muhtaç olan, sefalet içinde yaşayan, ing. pauper]
koşullarına indirgendi.
İnsan emeğinin ürününü
şatafatlı ve boş lüks şeyler için çarçur eden modern bir milyonerle, sefil ve
güvenli olmayan bir varoluşa mahkum edilen bir dilenci arasındaki uçurum bizzat
toplumun birliğini --[toplumsal] yaşamın uyumunu-- parçalayacak ve onun ileriye
doğru gelişme sürecini tehlikeye düşürecek şekilde giderek genişlemektedir.
Aynı zamanda, işçiler
modern endüstrinin refah üretici gücünün, refah üretiminde emek tarafından
oynanan rolün, kendi örgütlenme kapasitelerinin daha fazla farkına vardıkça,
[işçiler] toplumun bu şekilde iki sınıfa bölünmesine sabırla katlanmaya giderek
daha az meyilli oluyorlar. Toplulukta yer alan tüm sınıflar gibi, oransal
olarak [işçiler de] kamusal işlere daha canlı bir katılım gösteriyorlar ve
bilgi kitleler arasında yayılıyor, eşitliğe olan özlemleri giderek güçleniyor;
ve yeniden toplumsal yapılanma talepleri daha sesli bir hale geliyor. Artık
daha fazla gözardı edilemezler. İşçi ürettiği zenginlikten kendi payına düşeni istiyor;
o üretimin idaresinden kendi payına düşeni istiyor; ve o yanlızca bir miktar ek
refah [ing. well-being] istememekte, aynı zamanda bilim ve sanatın
yüksek eğlencesinden de tüm haklarını talep etmektedir. Daha önce yanlızca
toplumsal reformcular tarafından dile getirilen bu talepler, bugün artık
fabrikalarda ve tarlalarda çalışan, gün ve gün büyüyen bir azınlık tarafından
yapılmaktadır. Ve böylece bizzat ayrıcalıklı sınıfların kendi içinde gün ve gün
artan bir destek bulan [bu talepler], adalet duygularına da uyum sağlar.
Sosyalizm böylece ondokuzuncu yüzyılın düşüncesi haline gelir; ve ne baskı ne
de sahte-reformlar onun büyümesini engelleyemez.
Siyasi hakların çalışan
sınıflara da sağlanmasına tabii ki fazlasıyla iyileşme umudu bağlanmıştır. Ama
ekonomik ilişkilerdeki ilgili [karşılık gelen] değişimlerle desteklenmeyen bu
tavizlerin aldatmaca olduğu kanıtlanmıştır. Bunlar işçi insanların büyük bir
kısmının maddi koşullarını iyileştirmemiştir. Bu nedenle sosyalizmin düsturu
[şudur]: "Siyasi özgürlüğün yegane güvenilir temeli olması nedeniyle
ekonomik özgürlük". Ve bugünkü ücret sistemi tüm kötü sonuçlarıyla
birlikte değiştirilmeden kaldıkça, sosyalist düstur işçi insanlara esin kaynağı
olmaya devam edecektir. Sosyalizm programını gerçekleştirene kadar büyümeye
devam edecektir.
Ekonomik meselelerdeki bu
büyük düşünce hareketinin hemen yanıbaşında; siyasi haklar, siyasi örgütlenme
ve hükümet fonksiyonları bağlamlarında da benzer bir hareket sürmektedir.
Hükümet, sermayenin [karşılaştığı] aynı eleştirilere maruz kalmıştır.
Radikallerin büyük bir kısmı evrensel oy kullanma hakkını ve cumhuriyetçi
kurumları siyasi aklın [ing. wisdom] en son sözü [ulaşacağı hedef]
olarak görürken, pek azınca daha ileriye adım atılmıştır. Bizzat hükümetin
işlevleri ve Devlet, aynen bireyle olan ilişkileri gibi daha keskin ve derin
bir eleştiriye maruz kalmıştır. Geniş bir alanda denenmiş temsili hükümetin
kusurları giderek daha fazla göze batmaktadır. Bu kusurların sadece birer
rastlantı olmadığı, aksine sisteme içkin oldukları [sistemden kaynaklandıkları]
giderek daha belirginleşmiştir. Parlamentonun ve onun icrasını yürüten
kişilerin topluluğun sayısız işlerini halletmeyi becermekte, ve Devlet'in
farklı unsurlarının çeşitli ve sıklıkla da birbirine zıt çıkarlarını uzlaştırmakta
kifayetsiz [yetersiz] olduğu ispatlanmıştır. Seçimin ulusu temsil edebilecek ve
haklarında kanuni düzenlemeler [yasalar] yapmak zorunda oldukları işleri idare
edebilecek --parti ruhundan daha farklı [bir şekildeki]-- kişileri bulup ortaya
çıkaramadığı kanıtlanmıştır. Bu kusurlar o kadar çarpıcı bir hale gelmiştir ki,
bizzat temsili sistem ilkelerinin kendileri eleştirilmiş ve adilliklerinden
kuşkuya düşülmüştür.
Ve yine, bireyler
arasındaki ekonomik ilişkilerin kapladığı uçsuz bucaksız alanı idare etmekte
[hükümete] duydukları güven nedeniyle sosyalistler öne çıkarak hükümetin
güçlerinin daha da arttırılmasını talep ettiklerinde, merkezi hükümetin
tehlikeleri daha da dikkat çeker bir hale gelir. Burada sorulan soru, endüstri
ve ticaretin idaresinde güven duyulan hükümetin hürriyet ve barış için devamlı
bir tehlike olup olmayacağıdır, ve hatta onun iyi bir yönetici olup
olamayacağıdır?
Bu yüzyılın ilk başlarında
[yaşayan] sosyalistler bu sorunun [yarattığı] devasa güçlükleri tam anlamıyla
kavrayamadılar. Ekonomik reformların bir gereği olarak kabullenmeye ikna olmuş
bir halde, pekçoğu birey için özgürlük gereksinimini dikkate almadılar. Ve
sosyalist anlamda reformları elde etmek maksadıyla, toplumu herhangi bir
türdeki teokrasiye veya diktatörlüğe teslim etmeye hazır toplumsal
reformcularımız var. Bu nedenle Britanya'da ve Anakıta'da [Avrupa'da] ilerici
fikirlere sahip insanların siyasi radikaller ve sosyalistler olarak
bölündüklerini gördük --birinciler bu ikincilere şüpheyle bakarlar; çünkü
onları [sosyalistleri] uygar ulusların uzun mücadeleler sonucunda kazandıkları
siyasi hürriyetler için birer tehlike görürler. Ve hatta tüm Avrupa'daki
sosyalistlerin siyasi partilere dönüşüp, demokratik inançlarını beyan
ettiklerinde bugün bile; refahın üretimi ve dağıtımı da dahil olmak üzere bütün
toplumsal örgütlenmenin yönetiminin hükümete emanet edilmesi halinde, en
tarafsız insanlar arasında bile --aynen otokrasinin herhangi bir biçiminde
olduğu gibi-- hürriyete karşı en büyük tehlike olacak Volksstaat veya "halk
Devleti"ne dair oluşan korkular mevcutiyetini devam ettiriyor.
Ama son gelişmeler, bireyi
Devlet'in kölesi rolüne indirgemeden, daha yüksek bir toplumsal örgütlenme
biçiminin gerekliliğini ve olasıliğını gösteren yolu hazırlamıştır. Hükümetin
kökenleri dikkatlice araştırılmış, ve onun tüm kutsal veya "toplumsal
sözleşme" türevi gibi metafizik kavramları bir kenara bırakılmıştır; öyle
gözüküyor ki, görece modern kökenli bir şeydir, ve çağlar boyunca toplumun
artan bir şekilde ayrıcalıklı ve ayrıcalıksız sınıflara bölünmesine tamamen
oransal olarak onun güçleri de çoğalmıştır. Yine temsili hükümet gerçek
değerine --yani özgür bir siyasi örgütlenme idealine değil, otokrasiye karşı
mücadeleye hizmet eden bir araca-- indirgenmiştir. Devleti ilerlemenin önderi olarak
kabul eden felsefe sistemi ise, Devlet'in müdehaleleriyle sınırlandırılmadıkça
ilerlemenin azami derecede etkili olduğu daha belirgin hale geldikçe giderek
daha fazla sarsılmaktadır. Böylece toplumsal yaşamdaki ileriye doğru
gelişmelerin gücün ve düzenleme fonksiyonlarının hükümet edici yapının
ellerinde daha fazla yoğunlaşması yönünde değil, aksine hem alansal hem de
işlevsel merkezsizleşme [ing. decentralization] --hem faaliyetin alanı,
hem de işlevlerinin tabiatına [özelliğine] göre kamu işlevlerinin kendi içinde
bölünmesi-- yönünde yattığı belirgin hale geldi; [yani] halihazırda hükümetin
işlevleri olarak kabul edilen bütün işlevlerin özgürce oluşturulmuş grupların
inisiyatifine terk edilmesi.
Bu düşünce akımı ifadesini
sadece edebiyatta değil, sınırlı olmak üzere yaşamda da bulmuştur. Paris Komün
ve akabinde --tarihsel ilginin oldukça üstünkörü geçiştiirdiği bir hareket
olan-- Cartagena Komünü tarihte yeni bir sayfa açmışlardır. Eğer biz bu
hareketi sadece kendi içinde incelemeyip, komünal devrim sırasında kendini dışa
vuran eğilimleri ve akıllarda geriye bıraktıklarını incelersek; gelecekte
toplumsal gelişimlerinde daha ileri [düzeyde] olan insan yığınlarının bağımsız
bir hayat başlatmaya çalışacaklarının; onların kendi görüşlerini yasa ve güç aracılığıyla
empoze etmek veya kendilerini daima bir alaledelik-kuralı [ing.
mediocracy-rule] demek olan çoğunluk-kuralına tabii kılmak yerine, ulusun
daha geriye doğru olan sapaklarına [ing. more backward pares of nation]
döndürmeye gayret edeceklerinin belirtilerini görebiliriz. Aynı zamanda,
Komün'de [uygulanan] temsili hükümetin başarısızlığı, kendinden yönetimin [ing.
self-government] ve kendinden idarenin [ing. self-administration]
basitçe alansal bir anlamın ötesine geçirilmesinin gerektiğini göstermiştir.
Etkili olabilmeleri için özgür topluluk içindeki yaşamın çeşitli işlevlerine de
uygulanmaları gerekir. Hükümetin --aynen bir ulusta olduğu gibi bir şehirde de
kusurlu olan temsili hükümetin-- faaliyetlerinin sadece alansal olarak
kısıtlanması işe yaramayacaktır. Yaşam bize hükümetsizlik taraftarı olan ve
anarşist düşünceye yeni itkiler sağlayan işaretler sunmaktadır.
Anarşistler yukarıda
bahsedilen ekonomik ve siyasi özgürlüğe doğru olan eğilimlerin her ikisinin de
adilliğinin farkındadırlar, ve [bu ikisinin] tarihde bahsedilen mücadelelerin
asıl özünü oluşturan eşitlik gereksiniminin bizzat kendisinin iki farklı
görünümü [ifade bulması, ing. manifestation] olduğunun da
farkındadırlar. Bu nedenle, sosyalistlerle ortak olarak anarşistler siyasi
reformculara şöyle derler: "Toplum birbirine düşman iki sınıfa bölünmüş
oldukça, ve ekonomik olarak emekçiler patronunun kölesi oldukça; siyasi eşitlik
bağlamında hiçbir önemli reform yapılamaz ve hükümetin gücü kısıtlanamaz."
Ancak devlet[çi] sosyalistlere de şunu diyoruz: "Eş zamanlı olarak siyasi
örgütlenmeyi kökten değiştirmedikçe, mülkiyetin varolan koşullarını
değiştiremezsiniz. Hükümetin güçlerini kısıtlamalısınız ve parlamenter yönetimi
reddetmelisiniz. Yaşamın her yeni ekonomik aşamasına yeni bir siyasi aşama
karşılık gelir: mutlak monarşi serflik sistemine karşılık gelir. Temsili
hükümet sermayenin yönetimine karşılık gelir. Ancak bunların her ikisi de sınıf
yönetimidir. Ancak kapitalistlerle emekçiler arasındaki ayrımın ortadan
kalktığı bir toplumda, bu tip bir hükümete gerek kalmayacaktır; bu [böyle bir
hükümetin var olması] tarihsel bir hata, belalı bir şey olacaktır. Özgür
işçilerin özgür örgütlere ihtiyacı olacaktır; ve bu da bireyin özerkliğini
Devlet'in kapsayıcı müdahalesine kurban etmeden, özgür anlaşma ve özgür
işbirliğinden başka bir temele sahip olamaz. Kapitalistin olmadığı bir sistem
hükümetin olmadığı bir sistem demektir."
Böylece insanın
kapitalizmin tahakkümcü güçlerinden ve hükümetten kurtulması demek olan
anarşizm sistemi, yüzyılımızı niteleyen iki güçlü düşünce akımını bir sentezi
haline gelir.
Bu sonuçlara ulaşmakla,
anarşizm evrim felsefesince ulaşılan sonuçlarla uyumlu olduğunu ispatlar. Evrim
felsefesi örgütlenmelerin esnekliğini ortaya çıkararak, bize organizmaların
yaşam koşullarına mükemmel uyum sağlayabildiklerini gösterdi; ve [yine] hem
bütünün [ing. aggregate] çevresindekilere, hem de bütünün her bir
parçasının özgür işbirliğinin gereklerine uyum göstermesinin kendini daha
bütüncül [eksiksiz] olarak gerçekleştirdikçe, [bunun] bu gibi yetenekleri [ing.
faculty] daha ileri [düzeyde] geliştirdiğini gösterdi. [Evrim felsefesi]
--organik doğanın içinde-- organizmalar bileeşik [ing. compound]
bütünlerle daha fazla birleştikçe, ortak yaşam kapasitelerinin de oransal
olarak giderek büyüdüğü durumu kavramamızı sağladı; ve böylece de toplumsal
ahlakçıların insan doğasının mükemmelliğine dair zaten belirtmiş oldukları
görüşleri daha da güçlendirdi. [Evrim felsefesi] var olmak [hayatta kalmak]
için verilen uzun mücadelede, "en uygun olanların" [ing. the
fittest] kendileri veya ataları bir anlık olarak en güçlü oldukları için
zenginleşenler değil, entelektüel bilgisini refahın üretimi için gerekli
bilgiyle birleştirenler olacağını bize gösterir.
"Var olmak için
verilen mücadelenin" sadece bireyler arasında geçimlilik araçları üzerinde
verilen bir mücadele şeklindeki kısıtlı anlamında algılanmaması gerektiğini;
aksine, daha geniş bir anlamda, [yani çeşitli] türlerden bireylerin türlerin
yaşaması için ve her bir tür için olası en büyük yaşam ve mutluluk toplamınının
[elde edilmesi] için en iyi koşullara uyum sağlanması anlamında
[algılanması gerektiğini] bize göstererek; [evrim felsefesi] toplumsal
gereksinimlerden ve insanoğlunun alışkanlıklarından [yola çıkarak] ahlâk
biliminin yasalarını ortaya koymamıza imkan verdi. Böylece insanı iyileştirmek
için; yaşam tam tersi yönde işlemekteyken, toplumsal reformcuların insan
doğasının ahlâki eğitimle iyileştirilmesi yerine yaşam koşullarının
değiştirilmesi gerektiği şeklindeki görüşünü daha da güçlendirdi. Nihayet,
insan toplumunu biyolojik bir bakış açısıyla inceleyerek, --anarşistlerin
tarihi ve mevcut eğilimleri inceleyerek ulaştıkları-- mümkün olan azami
bireysel hürriyetle bütünlenen birleşik emeğin ve refahın toplumsallaşması
çizgisinde bir ilerleme olacağı sonucuna ulaşıldı.
Uzun çağlar boyunca,
insanın üretimini arttırmasına ve hatta devam ettirmesine imkan veren herşeye
bir azınlık [ing. the few] tarafından el konuldu. Devamlı olarak
artmakta olan nüfus için gerekli olması nedeniyle değerli olan toprak,
topluluğun onu işlemesini engelleyebilecek bir azınlığa aittir. Değerini
imalatçıların ve demiryolcuların isteklerinden, yapılan yoğun ticaretten ve
nüfus yoğunluğundan alan --bir kuşağın emeğini simgesi olan-- kömür madenleri,
sermayelerini başka bir kullanıma yönlendirmeyi seçmeleri durumunda kömürün
çıkarılmasını dahi durdurma hakkına sahip bir azınlığa aittir. Günümüz
mükemmelliğini temsil eden --Lancashire dokumacılarının üç kuşağının emeği
olan-- dantel-makineleri [ing. lace-weaving machine] yine bir azınlığa
aittir; ilk dantel-makinasını keşfeden dokumacının torunlarından birisi bu
makinalardan birisini hareket ettirmek isterse, ona "Dokunma! Bu makina
sana ait değil!" derler. Bugünkü yoğun nüfus, sanayi, ticaret ve trafik
olmasa neredeyse tamamıyle bir demir yığınından başka bir şey olmayacak olan
demiryolları da yine bir azınlığa --kendilerine ortaçağ krallarından daha
fazlla yıllık gelir sağlayan demiryolunun nerede olduğunu bile bilmeyen seçkin
hissedarlara-- aittir. Ve eğer tünellerin kazılması sırasında ölen binlerce
kişinin evlatları biraya gelip, hissedarlardan aş veya iş isteseler süngü ve
kurşunlarla karşılanırlar.
Bu tip bir örgütlenmenin
adil olduğunu söylemeye cüret edecek sofist kimdir? Ama adaletsiz olan şey
insanoğlu için faydalı olamaz, [faydalı] değildir. Bu canavarca örgütlenmenin
sonucunda, bir işçinin evladı çalışabilecekken [çalışma yetisine sahipken],
emeğini gerçek değerinin altında bir miktara satmaya razı olmadıkça ne ekecek
bir dönüm bir toprak, ne de çalıştırabileceği tek bir makina bulabilir. Onun
babası veya dedesi toprağa su getirmek veya fabrikayı kurmak için azami
kapasiteleriyle --ki hiç kimse de bundan daha fazlasını yapamaz-- katkıda
bulunmuşlardır, ama o [işçinin evladı] bir vahşiden daha yoksul olarak dünyaya gelir.
Eğer tarıma yönelirse bir parça toprağı işlemesine müsade edilecektir, ama
[kendi] ürününün bir kısmını toprak sahibine vermesi koşuluyla. Eğer sanayiye
yönelirse çalışmasına izin verilecektir, ama ürettiği otuz şilinin on şilininin
veya daha fazlasının makina sahibince cebe indirilmesi koşulu ile. Ürünün
dörtte birini malikane beyine ödemedikçe toprağına hiç kimsenin yerleşmesine
müsade etmeyen feodal baronlara veryansın ediyoruz, ama biz onların
yaptıklarını yapmaya devam ediyoruz --onların sistemlerini daha da
yaygınlaştırıyoruz. Biçimleri değişmiştir, ama özü aynı kalmıştır. Ve işçiler
"özgür sözleşmeler" dediğimiz feodal koşulları kabul etmeye mahkum
kalmaktadırlar, çünkü hiçbir yerde daha iyi koşulları bulamazlar. Her şeye
birileri tarafından el konulmuştur; ya teklifi kabul edecektir ya da açlıktan
ölecektir.
Bu koşullar nedeniyle
üretimimiz yanlış bir yöne sapmıştır. Topluluğun gereksinimlerini dikkate
almaz; tek amacı kapitalistlerin kârlarını çoğaltmaktır. Ve işte bu nedenle,
sanayinin devamlı dalgalanmalarını, yaklaşık her on yılda bir düzenli olarak
gerçekleşen krizleri; kanalizasyon kenarlarında büyüyen çocuklarının
cezaevlerinin ve ıslah evlerinin [ing. workhouse] duayeni olmasına neden
olacak, yüzbinlerce insanın tam bir sefalete itilmesine yol açacak işten
atılmaları görürüz. İşçiler ürettikleri zenginlikleri ücretleriyle satın
alamazken, sanayi başka yerlerde, diğer ulusların orta sınıfları içinde yeni
pazarlar aramalıdır. Doğu'da, Afrika'da, her yerde pazarlar bulması gereklidir;
ticatet vasıtasıyla Mısır'daki, Hindistan'daki, Kongo'daki serflerinin sayısını
arttırması gerekir. Ama her yerde, aynı endüstriyel gelişme yoluna giren diğer
uluslardan rakiplerle karşılaşılır. Ve savaşlar, sürekli savaşlar, dünya
piyasalarının hakimiyeti için esinler --Doğu'nun sahip oldukları için yapılan
savaşlar, denizlerin hakimiyeti için yapılan savaşlar, yabancı ticarete ağır
vergiler koyabilme hakkı için yapılan savaşlar. Avrupa silahlarının gümbürtüsü
hiç dinmez; zaman zaman tüm bir nesil boğazlanmıştır; ve Devletlerimizin
gelirlerinin --ne güçlüklerle sağlandıklarını en iyi yoksulların bildiği
gelirlerin-- üçte birini silahlanmak amacıyla harcıyoruz.
Ve son olarak, refahı
adalaletsizce paylaşmamız en acınacak etkisini ahlâk üzerinde gösterir. Ahlâk
ilkelerimiz bize "komşunu kendin gibi sev" der; ama farz edelim ki
bir çocuk bu ilkeyi takip ederek, paltosunu çıkarıp titremekte olan bir yoksula
versin, [o zaman] annesi ona ahlâk ilkelerini doğrudan [kelime kelime]
anlamlarıyla anlamaması gerektiğini söyleyecektir. Eğer onlara uyarak yaşarsa,
çevresindeki sefaleti hafiflet[eme]den çıplak olarak ortada kalacaktır!
Ahlâklılık ağızlara hoş gelir, ama fiiliyatta hiç de değil. Vaizlerimiz
"çalışan dua ediyordur" derler, ve [ama] herkes diğerlerini kendisi
için çalıştırmaya çabalar. "Asla yalan söyleme!" derler, [ama]
siyaset bir büyük yalandır. Ve biz kendimiz ve çocuklarımızı bu iki yüzlü
ahlâkla beraber yaşamaya, ve bu ikiyüzlülüğümüzü sofistlikle [ing. sofistry,
safsatacılıkla] yatıştırmaya alıştırırız; ki bu bir riyakârlıktır. Riyakârlık
ve sofistlik yaşantımızın bizzat ana temeli haline geliyor. Ama toplum bu tip
bir ahlâkla yaşayamaz. Bu böyle devam edemez: değiştirilmelidir,
değiştirilecektir.
Sorun artık sadece ekmek sorunu değildir. Bu tüm
insani faaliyetlerin alanını kapsar. Ama en altında [yatan neden] toplumsal
ekonomi sorunudur, ve şu sonuca ulaşıyoruz: Tüm [toplumun] ortak çabasıyla
yaratılan üretim araçları ve toplumun bütün gereksinimlerinin karşılanması
[için kullanılan] araçlar herkesin kullanımına açık olmalıdır. Üretim
gereklerinin [araçlarının] özel mülkiyete [tabi] olması ne adildir, ne de
yararlıdır. Tüm esinlenici güç refahın üreticileri ve tüketicileri olarak eşit
değerlendirilmelidirler. Toplumun yüzyıllardır [yaşanan] savaşlar ve baskılarla
yaratılan kötü koşulları düzeltmesinin [temizlemesinin, ing. seep out]
tek yolu bu olacaktır. Bu, açığa vurulmamış olsa da insanlığın her zaman gerçek
amacı olan eşitlik ve özgürlük yolunda ilerleme sağlamasının tek garantisi
olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder