29 Nisan 2014 Salı

ANARŞİST KOMÜNİZM-1

ANARŞİST KOMÜNİZM
Temelleri ve İlkeleri
 1

Peter Kropotkin
(1891)
Sosyalizmin hükümetsiz sistemi [olan] anarşizmin ikili bir kökeni vardır. Özellikle ikinci yarısında olmak üzere, 19. yüzyılı ekonomik ve siyasi alanlarında tanımlayan iki düşünce hareketinden gelişmiştir. Tüm sosyalistlerle ortak olarak anarşistler toprak, sermaye ve makinalar üzerindeki özel mülkiyetin zamanını doldurduğunu; yani [artık] ortadan kalkmaya mahkum olduğunu; ve üretim için gerekli olan tüm şeylerin toplumun ortak mülkiyetinde olması gerektiğini ve [böyle] olacağını, ve [bunların] refahın üreticilerince ortaklaşa yönetileceklerini savunurlar. Ve siyasi radikalizmin ilerici temsilcilerinin çoğu ile ortak olarak [anarşistler], toplumun ideal siyasi örgütlenmesinin hükümetin fonksiyonlarının en aza indirgendiği; ve sayısız çeşitlilikteki bütün insan gereksinimlerini sağlamak amacıyla --özgürce-- oluşturulmuş özgür grup ve federasyonlar yardımıyla [vasıtasıyla], bireyin insiyatifte bulunma ve faal olma hürriyetini tam anlamıyla eline geçirdiği bir durumda [olabileceğini] savunmaktadırlar.
Sosyalizm bağlamında, anarşistlerin çoğu onun nihai sonucuna ulaşırlar; yani ücret-sisteminin tamamen yadsınmasına ve komünizme. Siyasi örgütlenmeye referans olarak ise, radikal programın yukarıda bahsedilen kısmını daha da geliştirerek, hükümet işlevlerinin sıfıra indirgenmesinin --yani, hükümetsiz bir topluma, anarşiye-- toplumun nihai hedefi olduğu sonucuna ulaşırlar. Bunun da ötesinde anarşistler toplumsal ve siyasi örgütlenme ideali böyleyken, bunun gelecek yüzyıllara ertelenmemesi gerektiğini savunurlar. Toplumsal örgütlenmemizde, sadece yukarıda [bahsedilen] ikili idealle uyumlu ve ona yakınlaşmayı sağlayacak olan değişiklikler yaşama şansı bulacaktır ve ortak refaha faydası olacaktır.
Anarşist düşünür tarafından izlenen yönteme gelince, ütopistler tarafından izlenenden tamamı ile farklıdır. Anarşist düşünür, kendi görüşüne göre insanlığın en büyük mutluluğunu gerçekleştirmenin en iyi koşullarını oluştururken, ("doğal haklar", Devletin görevleri" ve benzeri) metafiziksel kavramlara başvurmaz. Aksine anarşist düşünür modern evrim felsefesinin yolunu takip eder. Şimdiki ve geçmişteki insan toplumlarını inceler; ve ne bir bütün olarak ne de ayrı ayrı bireyler olarak, onlara sahip olmadıkları üstün nitelikler atfetmeden; toplumu, bireylerin arzularıyla türlerin refahı için [gerekli] işbirliğini en iyi şekilde biraraya getirmenin [uyumlandırmanın] yollarını bulmaya çalışan organizmaların bir bütünü olarak değerlendirir. [Anarşist düşünür] toplumu inceleyerek, [toplumun] geçmişteki ve bugünkü eğilimlerini, giderek çoğalan entelektüel ve ekonomik gereksinimlerini ortaya çıkarmaya çalışır; ve idealinde yanlızca evrimin hangi yönde gittiğine işaret eder. [Anarşist düşünür], insan bütünlerinin gerçek arzu ve eğilimleriyle, bu eğilimlerin gerçekleşmesini engelleyen kazaları (bilgi noksanlığı, göçler, savaşlar, fetihler) birbirinden ayırt eder. Ve çoğu kez bilinçsizce olsa da, tarihimiz boyunca [ortaya çıkan] en mühim iki eğilimin şunlar olduğu sonucuna varır: ilk olarak, en sonunda farklı bireylerin ortak üretim sürecindeki paylarını birbirinden ayırt etmenin imkansız hale geleceği, bütün zenginliklerin üretimi için [kullanılan] emeğin bütünleşmesine doğru olan eğilim; ve ikinci olarak, hem kendisi hem de genelde toplum için faydalı olan tüm amaçlarının ilerlemesinde bireyin azami özgürlüğüne [ulaşma] eğilimi. Böylece anarşistin ideali, evrimin bir sonraki aşaması olarak tasarladığı şeylerin basit bir toplaması [haline gelir]. Bu artık bir inanç sorunu değildir; bilimsel bir tartışmanın sorunudur.
Aslında, bu yüzyılın en önde gelen özelliklerinden birisi sosyalizmin büyümesi ve sosyalist görüşlerin emekçi sınıflar arasında hızla yayılmasıdır. Başka türlü nasıl olabilirdi ki? Sonuçta en umutlu [iyimser] beklentilerin ötesine geçen bir refah birikimine yol açan, üretim güçlerimizin benzersiz ani bir artışına şahitlik yaptık. Ama ücret sistemimiz nedeniyle, --bilim adamlarının, yöneticilerin ve emekçilerin ortak çabalarının sonucu olan-- refahtaki bu artış; büyük kısmı emekçiler üzerine düşmek üzere, büyük bir çoğunluk için sefaleti ve tüm herkes için yaşama [hayatta kalma] belirsizliğini çoğaltırken, refahın ise daha önce eşi benzeri görülmemiş bir şekilde sermaye sahiplerinin ellerinde birikmesine yol açtı. Durmaksızın iş arayan niteliksiz işçiler, hiç işitilmemiş bir sefaletin eşiğinde bulunuyor. Ve sürekli ve kaçınılmaz olan endüstrideki dalgalanmalar ve sermayenin kaprisleri sonucunda, devamlı olarak kovulma tehdidi altında kalan en iyi ücretli zanaatkarlar ve nitelikli işçi emeği bile, niteliksiz bir dilencinin [muhtaç olan, sefalet içinde yaşayan, ing. pauper] koşullarına indirgendi.
İnsan emeğinin ürününü şatafatlı ve boş lüks şeyler için çarçur eden modern bir milyonerle, sefil ve güvenli olmayan bir varoluşa mahkum edilen bir dilenci arasındaki uçurum bizzat toplumun birliğini --[toplumsal] yaşamın uyumunu-- parçalayacak ve onun ileriye doğru gelişme sürecini tehlikeye düşürecek şekilde giderek genişlemektedir.
Aynı zamanda, işçiler modern endüstrinin refah üretici gücünün, refah üretiminde emek tarafından oynanan rolün, kendi örgütlenme kapasitelerinin daha fazla farkına vardıkça, [işçiler] toplumun bu şekilde iki sınıfa bölünmesine sabırla katlanmaya giderek daha az meyilli oluyorlar. Toplulukta yer alan tüm sınıflar gibi, oransal olarak [işçiler de] kamusal işlere daha canlı bir katılım gösteriyorlar ve bilgi kitleler arasında yayılıyor, eşitliğe olan özlemleri giderek güçleniyor; ve yeniden toplumsal yapılanma talepleri daha sesli bir hale geliyor. Artık daha fazla gözardı edilemezler. İşçi ürettiği zenginlikten kendi payına düşeni istiyor; o üretimin idaresinden kendi payına düşeni istiyor; ve o yanlızca bir miktar ek refah [ing. well-being] istememekte, aynı zamanda bilim ve sanatın yüksek eğlencesinden de tüm haklarını talep etmektedir. Daha önce yanlızca toplumsal reformcular tarafından dile getirilen bu talepler, bugün artık fabrikalarda ve tarlalarda çalışan, gün ve gün büyüyen bir azınlık tarafından yapılmaktadır. Ve böylece bizzat ayrıcalıklı sınıfların kendi içinde gün ve gün artan bir destek bulan [bu talepler], adalet duygularına da uyum sağlar. Sosyalizm böylece ondokuzuncu yüzyılın düşüncesi haline gelir; ve ne baskı ne de sahte-reformlar onun büyümesini engelleyemez.
Siyasi hakların çalışan sınıflara da sağlanmasına tabii ki fazlasıyla iyileşme umudu bağlanmıştır. Ama ekonomik ilişkilerdeki ilgili [karşılık gelen] değişimlerle desteklenmeyen bu tavizlerin aldatmaca olduğu kanıtlanmıştır. Bunlar işçi insanların büyük bir kısmının maddi koşullarını iyileştirmemiştir. Bu nedenle sosyalizmin düsturu [şudur]: "Siyasi özgürlüğün yegane güvenilir temeli olması nedeniyle ekonomik özgürlük". Ve bugünkü ücret sistemi tüm kötü sonuçlarıyla birlikte değiştirilmeden kaldıkça, sosyalist düstur işçi insanlara esin kaynağı olmaya devam edecektir. Sosyalizm programını gerçekleştirene kadar büyümeye devam edecektir.
Ekonomik meselelerdeki bu büyük düşünce hareketinin hemen yanıbaşında; siyasi haklar, siyasi örgütlenme ve hükümet fonksiyonları bağlamlarında da benzer bir hareket sürmektedir. Hükümet, sermayenin [karşılaştığı] aynı eleştirilere maruz kalmıştır. Radikallerin büyük bir kısmı evrensel oy kullanma hakkını ve cumhuriyetçi kurumları siyasi aklın [ing. wisdom] en son sözü [ulaşacağı hedef] olarak görürken, pek azınca daha ileriye adım atılmıştır. Bizzat hükümetin işlevleri ve Devlet, aynen bireyle olan ilişkileri gibi daha keskin ve derin bir eleştiriye maruz kalmıştır. Geniş bir alanda denenmiş temsili hükümetin kusurları giderek daha fazla göze batmaktadır. Bu kusurların sadece birer rastlantı olmadığı, aksine sisteme içkin oldukları [sistemden kaynaklandıkları] giderek daha belirginleşmiştir. Parlamentonun ve onun icrasını yürüten kişilerin topluluğun sayısız işlerini halletmeyi becermekte, ve Devlet'in farklı unsurlarının çeşitli ve sıklıkla da birbirine zıt çıkarlarını uzlaştırmakta kifayetsiz [yetersiz] olduğu ispatlanmıştır. Seçimin ulusu temsil edebilecek ve haklarında kanuni düzenlemeler [yasalar] yapmak zorunda oldukları işleri idare edebilecek --parti ruhundan daha farklı [bir şekildeki]-- kişileri bulup ortaya çıkaramadığı kanıtlanmıştır. Bu kusurlar o kadar çarpıcı bir hale gelmiştir ki, bizzat temsili sistem ilkelerinin kendileri eleştirilmiş ve adilliklerinden kuşkuya düşülmüştür.
Ve yine, bireyler arasındaki ekonomik ilişkilerin kapladığı uçsuz bucaksız alanı idare etmekte [hükümete] duydukları güven nedeniyle sosyalistler öne çıkarak hükümetin güçlerinin daha da arttırılmasını talep ettiklerinde, merkezi hükümetin tehlikeleri daha da dikkat çeker bir hale gelir. Burada sorulan soru, endüstri ve ticaretin idaresinde güven duyulan hükümetin hürriyet ve barış için devamlı bir tehlike olup olmayacağıdır, ve hatta onun iyi bir yönetici olup olamayacağıdır?
Bu yüzyılın ilk başlarında [yaşayan] sosyalistler bu sorunun [yarattığı] devasa güçlükleri tam anlamıyla kavrayamadılar. Ekonomik reformların bir gereği olarak kabullenmeye ikna olmuş bir halde, pekçoğu birey için özgürlük gereksinimini dikkate almadılar. Ve sosyalist anlamda reformları elde etmek maksadıyla, toplumu herhangi bir türdeki teokrasiye veya diktatörlüğe teslim etmeye hazır toplumsal reformcularımız var. Bu nedenle Britanya'da ve Anakıta'da [Avrupa'da] ilerici fikirlere sahip insanların siyasi radikaller ve sosyalistler olarak bölündüklerini gördük --birinciler bu ikincilere şüpheyle bakarlar; çünkü onları [sosyalistleri] uygar ulusların uzun mücadeleler sonucunda kazandıkları siyasi hürriyetler için birer tehlike görürler. Ve hatta tüm Avrupa'daki sosyalistlerin siyasi partilere dönüşüp, demokratik inançlarını beyan ettiklerinde bugün bile; refahın üretimi ve dağıtımı da dahil olmak üzere bütün toplumsal örgütlenmenin yönetiminin hükümete emanet edilmesi halinde, en tarafsız insanlar arasında bile --aynen otokrasinin herhangi bir biçiminde olduğu gibi-- hürriyete karşı en büyük tehlike olacak Volksstaat veya "halk Devleti"ne dair oluşan korkular mevcutiyetini devam ettiriyor.
Ama son gelişmeler, bireyi Devlet'in kölesi rolüne indirgemeden, daha yüksek bir toplumsal örgütlenme biçiminin gerekliliğini ve olasıliğını gösteren yolu hazırlamıştır. Hükümetin kökenleri dikkatlice araştırılmış, ve onun tüm kutsal veya "toplumsal sözleşme" türevi gibi metafizik kavramları bir kenara bırakılmıştır; öyle gözüküyor ki, görece modern kökenli bir şeydir, ve çağlar boyunca toplumun artan bir şekilde ayrıcalıklı ve ayrıcalıksız sınıflara bölünmesine tamamen oransal olarak onun güçleri de çoğalmıştır. Yine temsili hükümet gerçek değerine --yani özgür bir siyasi örgütlenme idealine değil, otokrasiye karşı mücadeleye hizmet eden bir araca-- indirgenmiştir. Devleti ilerlemenin önderi olarak kabul eden felsefe sistemi ise, Devlet'in müdehaleleriyle sınırlandırılmadıkça ilerlemenin azami derecede etkili olduğu daha belirgin hale geldikçe giderek daha fazla sarsılmaktadır. Böylece toplumsal yaşamdaki ileriye doğru gelişmelerin gücün ve düzenleme fonksiyonlarının hükümet edici yapının ellerinde daha fazla yoğunlaşması yönünde değil, aksine hem alansal hem de işlevsel merkezsizleşme [ing. decentralization] --hem faaliyetin alanı, hem de işlevlerinin tabiatına [özelliğine] göre kamu işlevlerinin kendi içinde bölünmesi-- yönünde yattığı belirgin hale geldi; [yani] halihazırda hükümetin işlevleri olarak kabul edilen bütün işlevlerin özgürce oluşturulmuş grupların inisiyatifine terk edilmesi.
Bu düşünce akımı ifadesini sadece edebiyatta değil, sınırlı olmak üzere yaşamda da bulmuştur. Paris Komün ve akabinde --tarihsel ilginin oldukça üstünkörü geçiştiirdiği bir hareket olan-- Cartagena Komünü tarihte yeni bir sayfa açmışlardır. Eğer biz bu hareketi sadece kendi içinde incelemeyip, komünal devrim sırasında kendini dışa vuran eğilimleri ve akıllarda geriye bıraktıklarını incelersek; gelecekte toplumsal gelişimlerinde daha ileri [düzeyde] olan insan yığınlarının bağımsız bir hayat başlatmaya çalışacaklarının; onların kendi görüşlerini yasa ve güç aracılığıyla empoze etmek veya kendilerini daima bir alaledelik-kuralı [ing. mediocracy-rule] demek olan çoğunluk-kuralına tabii kılmak yerine, ulusun daha geriye doğru olan sapaklarına [ing. more backward pares of nation] döndürmeye gayret edeceklerinin belirtilerini görebiliriz. Aynı zamanda, Komün'de [uygulanan] temsili hükümetin başarısızlığı, kendinden yönetimin [ing. self-government] ve kendinden idarenin [ing. self-administration] basitçe alansal bir anlamın ötesine geçirilmesinin gerektiğini göstermiştir. Etkili olabilmeleri için özgür topluluk içindeki yaşamın çeşitli işlevlerine de uygulanmaları gerekir. Hükümetin --aynen bir ulusta olduğu gibi bir şehirde de kusurlu olan temsili hükümetin-- faaliyetlerinin sadece alansal olarak kısıtlanması işe yaramayacaktır. Yaşam bize hükümetsizlik taraftarı olan ve anarşist düşünceye yeni itkiler sağlayan işaretler sunmaktadır.
Anarşistler yukarıda bahsedilen ekonomik ve siyasi özgürlüğe doğru olan eğilimlerin her ikisinin de adilliğinin farkındadırlar, ve [bu ikisinin] tarihde bahsedilen mücadelelerin asıl özünü oluşturan eşitlik gereksiniminin bizzat kendisinin iki farklı görünümü [ifade bulması, ing. manifestation] olduğunun da farkındadırlar. Bu nedenle, sosyalistlerle ortak olarak anarşistler siyasi reformculara şöyle derler: "Toplum birbirine düşman iki sınıfa bölünmüş oldukça, ve ekonomik olarak emekçiler patronunun kölesi oldukça; siyasi eşitlik bağlamında hiçbir önemli reform yapılamaz ve hükümetin gücü kısıtlanamaz." Ancak devlet[çi] sosyalistlere de şunu diyoruz: "Eş zamanlı olarak siyasi örgütlenmeyi kökten değiştirmedikçe, mülkiyetin varolan koşullarını değiştiremezsiniz. Hükümetin güçlerini kısıtlamalısınız ve parlamenter yönetimi reddetmelisiniz. Yaşamın her yeni ekonomik aşamasına yeni bir siyasi aşama karşılık gelir: mutlak monarşi serflik sistemine karşılık gelir. Temsili hükümet sermayenin yönetimine karşılık gelir. Ancak bunların her ikisi de sınıf yönetimidir. Ancak kapitalistlerle emekçiler arasındaki ayrımın ortadan kalktığı bir toplumda, bu tip bir hükümete gerek kalmayacaktır; bu [böyle bir hükümetin var olması] tarihsel bir hata, belalı bir şey olacaktır. Özgür işçilerin özgür örgütlere ihtiyacı olacaktır; ve bu da bireyin özerkliğini Devlet'in kapsayıcı müdahalesine kurban etmeden, özgür anlaşma ve özgür işbirliğinden başka bir temele sahip olamaz. Kapitalistin olmadığı bir sistem hükümetin olmadığı bir sistem demektir."
Böylece insanın kapitalizmin tahakkümcü güçlerinden ve hükümetten kurtulması demek olan anarşizm sistemi, yüzyılımızı niteleyen iki güçlü düşünce akımını bir sentezi haline gelir.
Bu sonuçlara ulaşmakla, anarşizm evrim felsefesince ulaşılan sonuçlarla uyumlu olduğunu ispatlar. Evrim felsefesi örgütlenmelerin esnekliğini ortaya çıkararak, bize organizmaların yaşam koşullarına mükemmel uyum sağlayabildiklerini gösterdi; ve [yine] hem bütünün [ing. aggregate] çevresindekilere, hem de bütünün her bir parçasının özgür işbirliğinin gereklerine uyum göstermesinin kendini daha bütüncül [eksiksiz] olarak gerçekleştirdikçe, [bunun] bu gibi yetenekleri [ing. faculty] daha ileri [düzeyde] geliştirdiğini gösterdi. [Evrim felsefesi] --organik doğanın içinde-- organizmalar bileeşik [ing. compound] bütünlerle daha fazla birleştikçe, ortak yaşam kapasitelerinin de oransal olarak giderek büyüdüğü durumu kavramamızı sağladı; ve böylece de toplumsal ahlakçıların insan doğasının mükemmelliğine dair zaten belirtmiş oldukları görüşleri daha da güçlendirdi. [Evrim felsefesi] var olmak [hayatta kalmak] için verilen uzun mücadelede, "en uygun olanların" [ing. the fittest] kendileri veya ataları bir anlık olarak en güçlü oldukları için zenginleşenler değil, entelektüel bilgisini refahın üretimi için gerekli bilgiyle birleştirenler olacağını bize gösterir.
"Var olmak için verilen mücadelenin" sadece bireyler arasında geçimlilik araçları üzerinde verilen bir mücadele şeklindeki kısıtlı anlamında algılanmaması gerektiğini; aksine, daha geniş bir anlamda, [yani çeşitli] türlerden bireylerin türlerin yaşaması için ve her bir tür için olası en büyük yaşam ve mutluluk toplamınının [elde edilmesi]  için en iyi koşullara uyum sağlanması anlamında [algılanması gerektiğini] bize göstererek; [evrim felsefesi] toplumsal gereksinimlerden ve insanoğlunun alışkanlıklarından [yola çıkarak] ahlâk biliminin yasalarını ortaya koymamıza imkan verdi. Böylece insanı iyileştirmek için; yaşam tam tersi yönde işlemekteyken, toplumsal reformcuların insan doğasının ahlâki eğitimle iyileştirilmesi yerine yaşam koşullarının değiştirilmesi gerektiği şeklindeki görüşünü daha da güçlendirdi. Nihayet, insan toplumunu biyolojik bir bakış açısıyla inceleyerek, --anarşistlerin tarihi ve mevcut eğilimleri inceleyerek ulaştıkları-- mümkün olan azami bireysel hürriyetle bütünlenen birleşik emeğin ve refahın toplumsallaşması çizgisinde bir ilerleme olacağı sonucuna ulaşıldı.
Uzun çağlar boyunca, insanın üretimini arttırmasına ve hatta devam ettirmesine imkan veren herşeye bir azınlık [ing. the few] tarafından el konuldu. Devamlı olarak artmakta olan nüfus için gerekli olması nedeniyle değerli olan toprak, topluluğun onu işlemesini engelleyebilecek bir azınlığa aittir. Değerini imalatçıların ve demiryolcuların isteklerinden, yapılan yoğun ticaretten ve nüfus yoğunluğundan alan --bir kuşağın emeğini simgesi olan-- kömür madenleri, sermayelerini başka bir kullanıma yönlendirmeyi seçmeleri durumunda kömürün çıkarılmasını dahi durdurma hakkına sahip bir azınlığa aittir. Günümüz mükemmelliğini temsil eden --Lancashire dokumacılarının üç kuşağının emeği olan-- dantel-makineleri [ing. lace-weaving machine] yine bir azınlığa aittir; ilk dantel-makinasını keşfeden dokumacının torunlarından birisi bu makinalardan birisini hareket ettirmek isterse, ona "Dokunma! Bu makina sana ait değil!" derler. Bugünkü yoğun nüfus, sanayi, ticaret ve trafik olmasa neredeyse tamamıyle bir demir yığınından başka bir şey olmayacak olan demiryolları da yine bir azınlığa --kendilerine ortaçağ krallarından daha fazlla yıllık gelir sağlayan demiryolunun nerede olduğunu bile bilmeyen seçkin hissedarlara-- aittir. Ve eğer tünellerin kazılması sırasında ölen binlerce kişinin evlatları biraya gelip, hissedarlardan aş veya iş isteseler süngü ve kurşunlarla karşılanırlar.
Bu tip bir örgütlenmenin adil olduğunu söylemeye cüret edecek sofist kimdir? Ama adaletsiz olan şey insanoğlu için faydalı olamaz, [faydalı] değildir. Bu canavarca örgütlenmenin sonucunda, bir işçinin evladı çalışabilecekken [çalışma yetisine sahipken], emeğini gerçek değerinin altında bir miktara satmaya razı olmadıkça ne ekecek bir dönüm bir toprak, ne de çalıştırabileceği tek bir makina bulabilir. Onun babası veya dedesi toprağa su getirmek veya fabrikayı kurmak için azami kapasiteleriyle --ki hiç kimse de bundan daha fazlasını yapamaz-- katkıda bulunmuşlardır, ama o [işçinin evladı] bir vahşiden daha yoksul olarak dünyaya gelir. Eğer tarıma yönelirse bir parça toprağı işlemesine müsade edilecektir, ama [kendi] ürününün bir kısmını toprak sahibine vermesi koşuluyla. Eğer sanayiye yönelirse çalışmasına izin verilecektir, ama ürettiği otuz şilinin on şilininin veya daha fazlasının makina sahibince cebe indirilmesi koşulu ile. Ürünün dörtte birini malikane beyine ödemedikçe toprağına hiç kimsenin yerleşmesine müsade etmeyen feodal baronlara veryansın ediyoruz, ama biz onların yaptıklarını yapmaya devam ediyoruz --onların sistemlerini daha da yaygınlaştırıyoruz. Biçimleri değişmiştir, ama özü aynı kalmıştır. Ve işçiler "özgür sözleşmeler" dediğimiz feodal koşulları kabul etmeye mahkum kalmaktadırlar, çünkü hiçbir yerde daha iyi koşulları bulamazlar. Her şeye birileri tarafından el konulmuştur; ya teklifi kabul edecektir ya da açlıktan ölecektir.
Bu koşullar nedeniyle üretimimiz yanlış bir yöne sapmıştır. Topluluğun gereksinimlerini dikkate almaz; tek amacı kapitalistlerin kârlarını çoğaltmaktır. Ve işte bu nedenle, sanayinin devamlı dalgalanmalarını, yaklaşık her on yılda bir düzenli olarak gerçekleşen krizleri; kanalizasyon kenarlarında büyüyen çocuklarının cezaevlerinin ve ıslah evlerinin [ing. workhouse] duayeni olmasına neden olacak, yüzbinlerce insanın tam bir sefalete itilmesine yol açacak işten atılmaları görürüz. İşçiler ürettikleri zenginlikleri ücretleriyle satın alamazken, sanayi başka yerlerde, diğer ulusların orta sınıfları içinde yeni pazarlar aramalıdır. Doğu'da, Afrika'da, her yerde pazarlar bulması gereklidir; ticatet vasıtasıyla Mısır'daki, Hindistan'daki, Kongo'daki serflerinin sayısını arttırması gerekir. Ama her yerde, aynı endüstriyel gelişme yoluna giren diğer uluslardan rakiplerle karşılaşılır. Ve savaşlar, sürekli savaşlar, dünya piyasalarının hakimiyeti için esinler --Doğu'nun sahip oldukları için yapılan savaşlar, denizlerin hakimiyeti için yapılan savaşlar, yabancı ticarete ağır vergiler koyabilme hakkı için yapılan savaşlar. Avrupa silahlarının gümbürtüsü hiç dinmez; zaman zaman tüm bir nesil boğazlanmıştır; ve Devletlerimizin gelirlerinin --ne güçlüklerle sağlandıklarını en iyi yoksulların bildiği gelirlerin-- üçte birini silahlanmak amacıyla harcıyoruz.
Ve son olarak, refahı adalaletsizce paylaşmamız en acınacak etkisini ahlâk üzerinde gösterir. Ahlâk ilkelerimiz bize "komşunu kendin gibi sev" der; ama farz edelim ki bir çocuk bu ilkeyi takip ederek, paltosunu çıkarıp titremekte olan bir yoksula versin, [o zaman] annesi ona ahlâk ilkelerini doğrudan [kelime kelime] anlamlarıyla anlamaması gerektiğini söyleyecektir. Eğer onlara uyarak yaşarsa, çevresindeki sefaleti hafiflet[eme]den çıplak olarak ortada kalacaktır! Ahlâklılık ağızlara hoş gelir, ama fiiliyatta hiç de değil. Vaizlerimiz "çalışan dua ediyordur" derler, ve [ama] herkes diğerlerini kendisi için çalıştırmaya çabalar. "Asla yalan söyleme!" derler, [ama] siyaset bir büyük yalandır. Ve biz kendimiz ve çocuklarımızı bu iki yüzlü ahlâkla beraber yaşamaya, ve bu ikiyüzlülüğümüzü sofistlikle [ing. sofistry, safsatacılıkla] yatıştırmaya alıştırırız; ki bu bir riyakârlıktır. Riyakârlık ve sofistlik yaşantımızın bizzat ana temeli haline geliyor. Ama toplum bu tip bir ahlâkla yaşayamaz. Bu böyle devam edemez: değiştirilmelidir, değiştirilecektir.
Sorun artık sadece ekmek sorunu değildir. Bu tüm insani faaliyetlerin alanını kapsar. Ama en altında [yatan neden] toplumsal ekonomi sorunudur, ve şu sonuca ulaşıyoruz: Tüm [toplumun] ortak çabasıyla yaratılan üretim araçları ve toplumun bütün gereksinimlerinin karşılanması [için kullanılan] araçlar herkesin kullanımına açık olmalıdır. Üretim gereklerinin [araçlarının] özel mülkiyete [tabi] olması ne adildir, ne de yararlıdır. Tüm esinlenici güç refahın üreticileri ve tüketicileri olarak eşit değerlendirilmelidirler. Toplumun yüzyıllardır [yaşanan] savaşlar ve baskılarla yaratılan kötü koşulları düzeltmesinin [temizlemesinin, ing. seep out] tek yolu bu olacaktır. Bu, açığa vurulmamış olsa da insanlığın her zaman gerçek amacı olan eşitlik ve özgürlük yolunda ilerleme sağlamasının tek garantisi olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder