ULUS ÜSTÜ SİYASAL BİRLİKLER VE KÜRESELLEŞME
Oktay UYGUN*
Üç Büyük Küreselleşme Dalgası
“Küreselleşme” günümüzde
sosyal bilimlerin moda kavramıdır. 20. Yüzyılın son çeyreğinde, uluslararası
ekonominin yeni bir küreselleşme sürecine girdiğine tanık olduk. Bazıları bu
süreci, dünya ekonomisinin denetim dışı küresel piyasa güçleri tarafından baskı
altına alındığı, toplumsal yaşamın büyük bölümünün küresel güçler tarafından
kontrol edildiği geri dönüşü olmayan bir
aşama olarak değerlendirmektedir. Karşı görüşte olanlar ise, uluslararası
ekonominin gerçek anlamda küresel bir ekonomiye dönüşmediğini, bugün görülen
açıklık ve büyüme dönemini bir kapanış ve düşüş döneminin izlemesinin güçlü bir
olasılık olduğunu savunmaktadırlar.[1][1]
Geçmişte, ülkeler arasında
ticaretin büyük ölçüde arttığı, uluslararası ekonominin küresel özellikler
gösterdiği dönemler olmuştur. Bu dönemleri “küreselleşme dalgaları” olarak
adlandırıp şu şekilde sıralamak, konuyu tarihsel boyutuyla görmek bakımından
yararlı olacaktır.[2][2]
Birinci Dalga
Birinci küreselleşme
dalgası, Batı Avrupa’da kapalı tarım ekonomisinden (feodalizmden) ticari
kapitalizme geçiş süreci eş zamanlıdır. Avrupa’da, 15. Yüzyılın ikinci
yarısından itibaren, bir kaç Avrupa ülkesi tarafından deniz ticaretinin
geliştirilmesiyle ticaret coğrafi olarak yayılmaya başladı. Birinci
küreselleşme dalgasının siyasal boyutuna baktığımızda, feodal beyliklerin
yerini daha büyük ölçekli bir siyasal birime; “ulus devlet”e
bıraktığını görüyoruz. Gelişen ticaret, kent-devletlerinin ve feodal
beyliklerin üzerinde daha geniş ve
güvenli bir pazar gerektiriyordu. Ulus devlet bu ihtiyacı karşıladı. Yeni
siyasal birim, ülke üzerinde tek tip yasaların çıkartılması, bölgelere göre
değişmeyen vergi politikasının belirlenmesi, dil ve kültür yönünden homojenleştirme
politikalarının yürütülmesi ve hukuk güvenliğinin sağlanması gibi fonksiyonları
üstlenerek, ticaret burjuvazisinin ulusal pazar ölçeğinde faaliyet göstermesini
güvence altına aldı.
1648’de yapılan Westphalia
Barış Antlaşması ile ulus devletlerin uluslararası ilişkilerin baş aktörleri
olduğu tescil edildi. Birinci küreselleşme dalgasında Avrupa’da kurulan ulus
devletlerin dış politikasına egemen olan ilke sömürgeciliktir.
Sömürgecilik, Avrupa’da 16-18. Yüzyıllar arasında yaygın olarak benimsenen
merkantilist düşünce ve uygulamaların doğal sonucuydu. Merkantilist kurama
göre, güçlü devlet olmanın yolu çok sayıda koloniye sahip olmaktan geçiyordu.
15 ve 16. Yüzyıllarda İspanya ve Portekiz; 17. yüzyılda Hollanda ve 18.
Yüzyılda İngiltere ve Hollanda en büyük sömürgeci devletler olmuştur. [3][3]
İkinci Dalga
Sanayileşme ikinci küreselleşme dalgasının itici gücüdür. Sınai
üretim yalnızca uluslararası ticaretin genişlemesini hızlandırmakla kalmadı;
yapısını da dönüştürdü. 1880’lere gelindiğinde, kapitalizmde tekelleşme ve
finans kapitalin boy göstermesi olgularıyla karşılaşıldı. Sınai üretim, zaten
uzun süredir yetersiz hale gelmiş olan ulusal pazarların üzerinde daha geniş ve
güvenli pazarlar bulunmasını zorunlu kıldı. Bu zorunluluk nedeniyle, sömürgecilik
emperyalizm biçimine dönüşmeye başladı. Emperyalizm, Avrupa’nın
19. Yüzyılda sanayi devrimi sonucu karşılaştığı ekonomik ve sosyal sorunlara
çözüm getiren bir dış politika ilkesidir.[4][4]
Üçüncü Dalga
Üçüncü küreselleşme dalgası
20. Yüzyılın sonunda bilgi işlem, iletişim ve benzeri alanlardaki teknolojik
gelişmeler ve üretimin örgütlenmesindeki büyük değişim ile bağlantılıdır.
Dünyanın son 20 yılda geçirdiği değişim, sanayi devriminin yarattığı değişim
kadar köklüdür.[5][5] Birinci dalga, ulus devleti uluslararası
hukukun ve uluslararası ekonomik sistemin baş aktörü haline getirmişti. Ulus
devletin bu merkezi konumunda ikinci dalga önemli bir değişikliğe neden olmadı.
Ancak, üçüncü dalga, daha şimdiden ulus devletin konumunu büyük ölçüde
değiştirmiş bulunuyor. Günümüzde, ulus devletlerin kendi ekonomilerini
yönlendirecek politikalar izleme olanağını yitirerek uluslararası finans
piyasalarına bağımlı hale gelmeye başladığı bir süreci yaşıyoruz. Mevcut
veriler ışığında, üçüncü küreselleşme dalgasının siyasal sonuçlarının, birinci
dalga ile ortaya çıkan sonuçlar kadar derin ve sistematik olacağını söylemek
bir kehanet sayılmaz.
1970’lerde ortaya çıkan son
küreselleşme dalgası, henüz temel ekonomik kararların tamamen dünya piyasa
güçleri ve ulusötesi şirketler tarafından alındığı küresel bir ekonomi
yaratmamıştır. Bu bağlamda, şimdilik gerçek bir küresel ekonomiden çok, büyük
ölçüde uluslararasılaşmış bir ekonomik düzenden söz edilebilir. Nitekim, dünya
ekonomisine yön veren şirketlerin çoğunluğu uluslararasılaşmış bir yönetimi
bulunan, büyük ölçüde mobilizasyon yeteneği kazanmış, özel bir ulusal kimliği
olmayan ulusötesi şirketler değil; hâlâ ulusal politikaların
etkisi altında bulunan, birden fazla ulusal nüfuz sahasında şubeleri olan çokuluslu
şirketler niteliğindedir. Yeryüzü, bugüne kadar, hiç bir ulusal devlete
tabi olmayan uluslarötesi şirketler için güvenli bir mekan olmamıştır. Ancak,
bu durumun hızla değişmeye başladığını görüyoruz.
Ulus devlet, bir süreden
beri, uluslararasılaşmış piyasaların ve şirketlerin çıkarlarını koruyacak bir
kamusal iktidar odağı olma özelliğini yitirmeye başlamıştır. Şu an için
uluslararası sermayenin çıkarlarını küresel ölçekte karşılayacak bir siyasal
birim bulunmamaktadır. Yakın bir gelecekte, böyle “küresel” bir kamusal iktidarın
oluşabilmesi de mümkün gözükmüyor. Bugün için, sorun bir ara çözüm ile; ulus
devleti aşan ama küresel olmayan ekonomik ve siyasal alanlar yaratılarak
aşılmaya çalışılmaktadır.
2000’li yılların başındaki
dünya ekonomisi, Kuzey Amerika (NAFTA), Avrupa Birliği ve
Japonya sacayağı üzerine oturan bölgeselleşmiş bir ekonomidir.
Japonya’nın, yakın gelecekte, çevresindeki ülkelerle birlikte “Uzak Doğu
Bölgesi” şeklinde daha geniş bir blok oluşturması beklenebilir. 21. Yüzyılın
ilk çeyreği sona ermeden, bugünkü kalkınma hızıyla, Çin dünyanın dördüncü büyük ekonomik gücü
olacaktır. Rusya, dağılan Sovyetler Birliği’nin bazı üyeleriyle, belirli bir
süre sonra önemli bir ekonomik güç olarak sahneye çıkabilir. Tüm bu tahminler,
gelecekte dünya ekonomisinin ulus devleti aşan ekonomik ve siyasal bloklaşmalar
etrafında şekilleneceğini gösteriyor.
Bilgi ve iletişim
teknolojisindeki gelişmeler toplumsal yaşamın pek çok yönü üzerinde küresel
sonuçlar doğuran değişimlere yol açtıysa da, dünya ekonomisi üzerindeki etkisi
ulus devleti aşan ekonomik bloklarla sınırlı kalmıştır. Yakın gelecekte bu
bloklaşmanın daha da güçleneceği ve
oluşan blokların ulus devletlerle yarışan siyasal aktörler konumuna geleceği
kaçınılmaz gözüküyor. Bu bağlamda, üçüncü küreselleşme dalgası, birinci
küreselleşme dalgasına benzer biçimde, yeni ve daha büyük ölçekli bir siyasal
birim yaratmış olacaktır. Birinci dalga, o dönemin global toplum modeli olan
feodal beyliklerin üzerinde ulusu ve ulus devleti yaratmıştı. Üçüncü dalga,
ulus devletlerin üzerinde, konfederal ya da federal nitelikte yeni çokuluslu
siyasal oluşumlar yaratacaktır.
Küreselleşme ve Ulus Devlet
İçinde bulunduğumuz
küreselleşme sürecinin siyasal boyutu bakımından yanıtlanması gereken kritik
soru şudur: Ulus devleti bekleyen gelecek nedir? Başta ekonomi olmak üzere,
toplumsal yaşamın pek çok alanının hızla küreselleştiği bir ortamda, siyaset
ulusal kalmaya devam edebilecek midir?
Kapitalizmin bugünkü
aşamasında, ulus devlet, ekonominin gelişmesi için uygun bir ekonomik ölçek
değildir. Aslında, ulusal pazarın yetersizliği ve ulusüstü yeni ekonomik
bölgelerin ve pazarların oluşturulması gereksinimi çok eskilere uzanır. Sanayi
devrimi bu gereksinimi arttıran bir olgu olmuştur. Söz konusu gereksinim, yakın
zamanlara dek, ulus devlet modeli korunarak, emperyalist politikalarla
karşılanmaya çalışılmıştır. Ancak, günümüzde, ulus devleti aşan pazar
gereksiniminin 1880’lerden 1960’lara kadar sürdürülen emperyalist politikalarla
karşılanması olanağı kalmamıştır. Ulus devlet modelinin sürdürülmesinde iki
kutuplu dünya düzeni ve soğuk savaşın da önemli etkisi olmuştu. 1989’dan sonra
bu etkenin ortadan kalkması, ulus devlet modeli açısından sarsıcı bir
gelişmedir.
Günümüzde, uluslararası
şirketlerin, ulus devletlerin koruyuculuğu altında daha büyük pazarlar ve
ekonomik faaliyet sahaları yaratma çabaları bakımından kritik bir eşiğe
geldikleri söylenebilir. Hızlı küreselleşme süreci içinde, ulusal bağlılığını
yitirmeye başlayan sermaye, ekonomik avantajlar nerede bulunuyorsa oraya
yerleşir duruma gelmiştir. Uluslararası şirketler, giderek, belirli bir ulus devlette yerleşik çokuluslu
şirketlerden, hiç bir devlete bağlılık duymayan ulusötesi şirketlere
dönüşmektedirler. Bir süreden beri, uluslararası sermayenin çıkarları ile ulus
devletlerin politikaları çatışmaya başlamıştır. Bu çatışmanın yanı sıra, ulus
devletler, kendi ülkelerinde yerleşik uluslararası ekonomik güçlerin
çıkarlarını savunma olanakları bakımından her geçen gün dezavantajlı konuma
düşmektedir. Günümüzde sömürgecilik, emperyalizm, askeri işgal geçerli
yöntemler olmaktan çıktığından, uluslararası şirketler, çıkarlarını uluslararası hukuk aracılığıyla korumaya
çalışıyorlar. Bunun en tipik örneği Çok Taraflı Yatırım Antlaşması
(MAI) dır.
MAI, ülkemizde ve dünyanın
her köşesinde büyük tepkilere yol açmış, “küresel sermayenin anayasası”
olarak nitelendirilmiştir.[6][6] Bununla
birlikte, ilk tasarlandığı biçimiyle pratiğe aktarılsa bile ne MAI, ne de
uluslararası sermayenin Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel kurumları,
kapitalizmin bugünkü gelişmişlik düzeyinde ortaya çıkan sorunları çözme
kapasitesine sahip yapılanmalar değildir. Ulus devleti aşan bu tür
yapılanmaların arkasında, belirlenen politikaları gerekirse ulus devletlere
karşı zor kullanarak savunacak, işlerliği olan etkin bir siyasal güç
bulunmamaktadır. Uluslararası sermaye, küreselleşme sürecinin giderek
hızlanması ile birlikte ulusüstü siyasal birliklere gereksinim duymaktadır.
Oluşan yeni üçlü ekonomik bloklaşma (Kuzey Amerika, Avrupa Birliği, Japonya),
aynı zamanda siyasal bloklaşmaya dönüşmediği sürece, uluslararası sermayenin
çıkarlarının yeterince korunamayacağı anlaşılıyor. Ekonomik blokların siyasal
bloklara dönüşmesi ise, ulus devletin öneminin azalarak çözülmesi ve ulusüstü
ölçekte demokratik meşruiyeti olan yeni siyasal birimlerin kurulması anlamına
gelecektir. Avrupa Birliği, büyük olasılıkla, 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde bu
muazzam dönüşümü gerçekleştiren ilk blok olacaktır.
Birinci küreselleşme
dalgasında, ulus devlet olarak adlandırılan daha büyük siyasal birimin yaratılmasında
itici güç burjuvaziydi. Ticaret yoluyla zenginleşen ve giderek ekonomik
üstünlüğü ele geçiren bu yeni sınıfın ulusal ölçekte yapılandırılmış güvenli
bir pazar gereksinimi, küreselleşme dalgasının siyasal boyutu açısından
belirleyici oldu. Üçüncü küreselleşme dalgasının ardında da böyle bir itici güç
bulunmaktadır: Alvin Toffler’ın şemasını izlersek[7][7], tarım
toplumunda zenginliğin kaynağı topraktı; ekonomik ve siyasal gücü elinde
bulunduran sınıf toprak sahipleriydi. Sanayi toplumunda toprak ve dolayısıyla
tarımsal üretim zenginlik kaynağı olma
özelliğini yitirerek yerini sınai üretime bıraktı. Sanayiciler yeni hakim sınıf
konumuna geldiler. Günümüzde, bilgi toplumunda ise en büyük zenginlik kaynağı
bilgidir. Gelişmiş ülkelerde, bilgi ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler
sınai üretimi ve dolayısıyla sanayicilerin gücünü ikinci plana düşürecek düzeye
ulaşmak üzeredir. Dünyanın en zengin insanları, artık sanayiciler ya da
bankacılar değil bilgi ve iletişim sektörünün temsilcileridir. Dünyanın en büyük
şirketleri arasında, her geçen yıl yeni sektörün temsilcileri çoğalmaktadır.
Gelişmekte olan ülkelerin siyasal liderleri bir süreden beri “ağır sanayi
hamlesi” benzeri söylemlere programlarında yer vermemektedir. Artık, bilginin
gerçek sermaye ve zenginlik yaratan başlıca kaynak haline gelmeye başladığı bir
ekonomide yaşıyoruz.
1960’lara kadar çalışan
kesim içinde en büyük kitleyi oluşturan sanayi işçilerinin toplam işgücü
içindeki oranının 2010 yılında % 5 - 10 civarında olacağı tahmin edilmektedir.
Üretimde beden işçilerinin oranı hızla azalırken bilgi işçilerinin sayısı
çoğalmaktadır. Bu değişim, şimdilik, yeni bir sınıf savaşına yol açmadan
işleyen bir süreç gibi gözüküyor. Asgari eğitim olanaklarından yararlanamayan
kitle hariç, toplumun her kesiminden gelen kişilerin bu yeni sınıfa girme
olanağı bulunmaktadır. Bilgi toplumunda emek, sanayi toplumuna göre çok daha
fazla mobilize hale gelecektir. Bilgi işçileri ülke içinde sıklıkla iş
değiştirebilecekleri gibi, ülkeler arasında da kolayca hareket edebileceklerdir.
2020’li yıllarda, bilgi ve iletişim sektöründe çalışan eğitimli insanların
sermaye kadar hareket yeteneği kazanmasıyla birlikte emeğin de küreselleşmesine
tanık olacağız.[8][8]
Günümüzde bilgi ve iletişim
sektörü, bu alanda eğitim görmüş bir kaç üniversite mezunu gencin bir araya
gelerek çok kısa sürede en çok kar eden şirketleri kurabildiği bir alan haline
gelmiştir.[9][9] Bu alanda çalışanlar, sanayi ve tarım
toplumunun temsilcilerine oranla dünya görüşleri, kültürel yapıları ve yönetim
anlayışları bakımından daha fazla küresel eğilimlere sahiptirler. Yaşamı
küresel olarak algılayan bu yeni sınıfın 21. Yüzyılın ilk yarısına kadar önce
ekonomik sonra da siyasal üstünlüğü ele geçirmesi kuvvetle muhtemel gözüküyor.
Bu büyük değişimin geçmişteki proleterya/kapitalist benzeri bir sınıf
çatışmasına yol açmadan gerçekleşme olasılığı yüksek olmakla birlikte, sorunsuz
yürümeyeceği de açıktır. En liberal ülkelerde bile, sanayi toplumunun nüfuzlu
temsilcileri, bilgi toplumunun zenginleşen üyelerine engel olmaya, kendi
sektörlerinin çıkarlarını korumaya çaba göstereceklerdir. Bu çabanın etkisiz
kaldığı anda, yok olmamak için yeni sektöre geçmeye çalışacaklardır. ABD’de,
serbest rekabetin korunması ile ilgili kurallara aykırılık nedeniyle yakın
tarihte verilen Microsoft’un bölünmesine ilişkin yargı kararının, bir sonraki
kuşak tarafından sanayi uygarlığı ile bilgi uygarlığının çatışması olarak
yorumlanması şaşırtıcı olmamalıdır.
Ulusüstü Siyasal Birlikler
Yakın gelecekte uluslararası
ilişkilere egemen olacağı düşünülen ulusüstü siyasal birlikler ne tür
örgütlenmeler olacaktır? Bu soruya, günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyan üçlü
bir ayrımdan hareketle yanıt verilebilir. Ulusüstü siyasal birlikler federal,
konfederal ya da üniter siyasal yapılar olarak örgütlenebilir. Birden çok ulus
devletin birleşmesi bakımından konfederasyon en kolay ve hızlı, üniter yapı ise
en zor ve yavaş gerçekleştirilebilecek
örgütlenme modelleridir. Şimdi her üç modeli daha yakından görelim.
Üniter ve Federal Siyasal Sistemler
Üniter devlet sisteminde,
kamusal yetkiler tek bir merkezde toplanmıştır. Üniter yapı, en iyi
“merkez-çevre” modeli çerçevesinde anlaşılabilir. Buna göre, üniter devlet bir
merkezi yönetim ve ona bağlı çevre birimlerden oluşur. Merkezi yönetim
kırtasiyeciliğin önlenmesi, yerel sorunların yerel görevlilerce daha kısa
sürede ve etkin bir şekilde çözülmesi, halkın siyasal yaşama katılımının
arttırılması gibi çeşitli nedenlerle, yetkilerinden bir kısmını çevre birimlere
aktarabilir. Çevre birimler yerel yönetimler, bölge yönetimleri ya da özerk
bölgeler şeklinde örgütlenebilir. Burada önemli olan, çevre birimlerin
yetkisini merkezi yönetimden almasıdır.[10][10]
Federal sistemde devlet
fonksiyonları, üniter devletten farklı olarak, tek bir merkezde toplanmayıp,
oluşturulan iki yönetim alanı arasında bölüştürülür. Bu iki yönetim alanında,
yetkilerini doğrudan halktan alan çok sayıda iktidar merkezi vardır. Birinci yönetim alanı ulusal ölçekte
kurulmuştur. Burada, “genel yönetim”, “ulusal yönetim” veya “merkezi yönetim”
olarak da adlandırılan “federal yönetim” faaliyette bulunur.
Federal yönetimin yetki alanı, ülkenin tamamını ve yurttaşların bütününü
kapsar. İkinci yönetim alanı ulusaltı
ölçekte örgütlenmiştir. Bu alanda faaliyet gösteren yönetimler de, “eyalet
yönetimleri”, “bölgesel yönetimler” gibi adlarla anılan federe yönetimlerdir.
Federe yönetimlerin yetki alanı, ülkenin belirli bölgeleri veya yurttaşların
belirli bir kısmı ile sınırlıdır. Federe yönetimlerin (eyaletlerin) sayısı
ülkeden ülkeye değişir. Amerika Birleşik Devletleri’nde 50; Almanya’da 16;
Rusya’da 89; Hindistan’da 25 federe yönetim vardır.
“Çok merkezli model” ile
incelenen federal devlette, bütün iktidar merkezleri, hukuki bakımdan bir
birine eşit ve bağımsız siyasal birimlerdir. Bu modelde, yetkiler bir merkezden
diğerine aktarılmaz. Ulusaltı birimlerde oluşan merkezler, bir başka ve daha
üstün olan bir merkezin yetki aktarımı sonucu ortaya çıkmış değildirler. Aynı
özellik, ulusal ölçekte kurulan federal yönetim için de geçerlidir. Federal
siyasal sistemin kendisi, yetkilerin çok sayıda iktidar merkezi arasında
bölünmesinin kabul edilmesi ile ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, yetki
bölüşümüne ilişkin esaslar, federal sistemi kuran ve iktidar merkezleri
arasında gerçekleşen temel bir anlaşma ya da sözleşme niteliğindedir.[11][11]
Federal devlette, yasama,
yürütme ve yargı fonksiyonlarını yerine getirecek organlar hem ulusal, hem de
ulusaltı ölçekte kurulmuştur. Bir başka
anlatımla, federasyonlarda ülkenin tek anayasası, tek parlamentosu ve tek
hükümeti yoktur. Bir federal devlet olan Amerika Birleşik Devletleri’nde 51
anayasa, 51 parlamento ve 51 hükümet vardır. Diğer federal ülkelerde de, devlet
organları ve anayasalar, federal ve federe yönetimlerinin sayısı kadardır. Buna
karşılık, Türkiye ve Fransa gibi üniter devletlerin, kural olarak, tek
anayasası, tek parlamentosu ve tek hükümeti vardır.
Ulusal ölçekte kurulan
federal yönetim ve ulusaltı ölçekte kurulan federe yönetimler, kendi yetki
alanlarına giren konular bakımından nihai karar verme yetkisine sahiptirler.
İki ayrı faaliyet alanı yaratılarak, kamusal faaliyetlerin ve bu faaliyetleri
gerçekleştirecek devlet organlarının bu alanlar arasında bölünmesi üniter
siyasal yapı ile bağdaşmayan bir özelliktir.
Bir ulus devlet modeli
olarak federalizm, siyasal iktidarın, biri ulusal, diğerleri ulusaltı ölçekte
olmak üzere, çok sayıda iktidar merkezi arasında bölündüğü ve ulusaltı
birimlerin ulusal karar alma sürecine katıldığı bir siyasal örgütlenme
biçimidir.
Egemenliğin kullanılması
bakımından çağdaş üniter devlet ile federal devletin benzer yönü, her ikisinde
de birden çok organın görevli olması ve egemenliğin bu organlar arasında
bölünmesidir. Üniter devlette, egemenliği kullanan organlar, yetkileri bütün
ülkeyi kapsayacak şekilde yasama, yürütme ve yargı organları olarak ayrılırlar.
Federal devlette ise, egemenliği kullanan organlar yine yasama, yürütme ve yargı olarak
ayrılmakla birlikte, bu organlar hem ulusal ölçekte, hem de ulusaltı birimlerde
ayrı ayrı kurulmuşlardır.
Birden çok organın veya
yönetimin egemenliğin kullanılmasında söz sahibi olması, kaynağı bakımından
egemenliğin halka ait olduğunun kabul edilmesi ile mümkün olabilmiştir. 16 ve
17. Yüzyıllarda oluşturulan klâsik egemenlik anlayışında, egemenlik tek bir
kişi veya organda toplanıyordu. Bir başka kişi ya da organın egemenliğe ortak
olması, egemenliğin sınırlanması ve bölünmesi demekti. Oysa, egemenliğin
kaynağının halkta olduğu kabul edildiğinde, bölünmezlik ilkesi ihlâl edilmeden,
birden çok organın egemenliği kullanması mümkündür. [12][12]
Halk, kendisine ait
egemenliğin kullanılmasında, üniter devlette yasama, yürütme ve yargı
organlarını; federasyonda ise, bunların yanı sıra federal ve federe yönetimleri
yetkili kılabilir. Bu durum, kaynağı bakımından egemenliğin bölünmesi anlamına
gelmez. Egemenliğin kaynağı yönünden bir bölünme veya sınırlamadan söz
edebilmek için, halkın, yetkisini bir başka güç ile; askeri, dinsel, monarşik,
aristokratik ve benzeri herhangi bir otorite ile paylaşması gerekir
Üniter ve federal yapılı
devletlerde, demokratik ilke gereği, egemenlik kaynağı bakımından halka ait
olmakla birlikte, halkın iradesinin belirlenmesi bakımından, iki devlet biçimi
arasında önemli bir fark vardır. Üniter devlette, ülkenin yönetimi bakımından
bütün halkın iradesi göz önünde tutulur. Federal devlette, federe birimlerin
yetki alanına giren konular bakımından, yalnızca federe birimleri oluşturan
halkın iradesi dikkate alınır. Tüm ulusu ilgilendiren ve bu nedenle federal
yönetimin yetkisine giren konular bakımından, hem bütün halkın, hem de federe
birimler halklarının iradeleri ayrı ayrı değerlendirilir. İki irade
uyuşmadıkça, olumlu bir işlem yapılamaz. Federal devlette, ulusun bütününü
ilgilendiren konularda “ulusal çoğunluk kuralı” tek başına belirleyici
değildir. Ulusaltı (federe) birimlerde oluşan çoğunlukların da dikkate alınması
gerekmektedir. Bu durum, üniter siyasal yapı ile bağdaşmayan bir özelliktir.
Üniter devletlerde, ülke halkı ve onun iradesi bir bütün olarak
değerlendirilir. Bu özellik, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda, “devletin ülkesi
ve milleti ile bölünmez bütünlüğü” ilkesi ile ifade edilmiştir.[13][13]
Federal devletlerde, ülke
halkının çoğunluğunun iradesi ile, federe birimlerdeki halkların çoğunluğunun
iradesini ulusal karar alma sürecine yansıtan ve bu iki iradeyi uzlaştıran çeşitli
kurumsal mekanizmalar vardır. Bunlardan en yaygın olanı, federal parlamentonun,
biri bütün ülke halkını, diğeri ise federe birimler halkını temsil eden iki
meclisli yapısıdır. “Temsilciler Meclisi”, “Halk Meclisi”, “Milletvekilleri
Meclisi” gibi adlarla anılan “birinci meclis” halkın bütününü temsil eder. Bu
meclise, federe birimlerden nüfuslarıyla orantılı olarak temsilci seçilir.
Birinci meclisin yapısı ve işlevi, üniter devlet sistemini benimseyen
ülkelerdeki ulusal parlamento ile karşılaştırılabilir. Her iki durumda da, halk
bir bütün olarak temsil edilmektedir. İkinci meclis, federe birimleri temsil
eder. “Senato”, “Bundesrat”, “Federal Konsey” gibi çeşitli terimlerle
adlandırılan ikinci meclislerin kuruluşu, niteliği ve işleyişi bakımından, federal
ülkeler arasında büyük farklılıklar vardır. Federal siyasal sistem açısından
önem taşıyan nokta, bütün bu farklılıkların ötesinde, ortak bir özellik olarak temsilin
niteliğidir. Federal yapılı ikinci meclisler, bütün halkı değil, federe
birimleri temsil ederler.[14][14]
Konfederal
Siyasal Sistemler
Konfederasyon kavramı, biri
dar, diğeri geniş olmak üzere, iki farklı anlama sahiptir. Geniş anlamıyla ele
alındığında, egemen devletlerin oluşturduğu, federal devletten daha gevşek
nitelikteki tüm siyasal örgütlenmeleri ifade eder. Bu bağlamda, Avrupa Birliği
ve NATO gibi gelişmiş ortak kurumlara ve karar alma mekanizmalarına sahip
birliklerin yanı sıra, ikili ticaret anlaşmaları ile kurulan geçici nitelikteki
örgütlenmeleri de konfederasyon kavramı ile adlandırmak mümkündür.
Dar anlamıyla ele
alındığında ise, bu kavram, egemen devletlerin, egemenliklerini yitirmeksizin
oluşturdukları gelişmiş ortak kurumlara sahip birlikler için kullanılmaktadır.
Konfederasyonun yaygın ve genellikle benimsenen tanımı budur. Bu tür
özelliklere sahip olmayan daha gevşek örgütlenmeler, devletler ligi, ittifak
gibi çeşitli deyimlerle adlandırılırlar. Konfederasyonda, egemen devletler,
sınırlı amaçlara ulaşmak için süreklilik arz eden bir genel yönetim oluşturur.
Daha gevşek birliklerde ise, belirlenen amaçlar için sürekli bir yönetim değil,
bir sekreterya ya da kurul oluşturulur.
Uluslararası hukuk
bakımından, federal devleti oluşturan siyasal birimler (eyaletler) egemen
devlet statüsünde değildir. Egemen olan, federal ve federe yönetimlerden oluşan
bütün, yani federal devlettir. Konfederasyonda ise, üye devletler
egemenliklerini ve uluslararası kişiliklerini korurlar. Egemen devletler olarak
uluslararası ilişkilere girebilirler.
Federasyon uluslararası
hukuk yönünden tek bir devlettir. Konfederasyon ise bir devletler topluluğudur.
Konfederasyon ve federasyon türü örgütlenmelerde, sistemin iç işleyişi
bakımından temel bir farklılık vardır. Federal devlette, onu oluşturan
birimlerin hukuki yönden eşitliği söz konusudur. Buna karşılık,
konfederasyonda, üye devletler ile oluşturulan genel yönetim (ortak organlar)
arasında eşitlik yoktur. Konfederal organlar üye devletlere bağımlıdır. Eşitlik
değil, üye devletlerin üstünlüğü söz konusudur.
Avrupa anayasacılık
geleneğinde, federal devleti konfederal örgütlenmelerden kesin çizgilerle
ayıran bazı özelliklerin bulunduğu görüşü genellikle kabul edilir. Yazarlar
arasında farklılıklar olmakla birlikte, söz konusu örgütlenmeleri birbirinden
ayırdığı düşünülen özellikler sekiz başlık altında toplanabilir. [15][15]
- Konfederasyonda üye devletler egemenliklerini sürdürür. Federasyonda, kurucu siyasal birimler egemen devlet olma özelliklerini yitirir. Egemen olan, federal ve federe yönetimlerin oluşturduğu bütün, yani federal devlettir.
- Konfederasyonda kişiler yalnızca üye devletlere vatandaşlık bağıyla bağlıdır. Federal devlette ise, hem federal hem de federe vatandaşlık söz konusudur.
- Konfederasyonda, konfederal organlar yetkilerini üye devletlerden alır. Federal devlette, federal ve federe yönetimler yetkilerini birbirlerinden almaz. Yetkilerin kaynağı anayasadır. Konfederasyonda, konfederal organların yetkileri üye devletler tarafından tek taraflı olarak değiştirilebilir. Federasyonda ise, yetki bölüşümüne ilişkin değişiklik için federal ve federe yönetimlerin birlikte hareket etmeleri zorunludur.
- Konfederasyonda, kurucu antlaşma ya da anayasa değişikliği üye devletlerin oy birliği ile gerçekleşir. Federal devlette ise, anayasa değişikliği için ağırlaştırılmış çoğunluk yeterli görülür.
- Konfederasyonda, üye devletlerin ayrılma hakkı vardır. Federal devlette bu hak tanınmamıştır.
- Konfederasyonda, dış politika ve askeri güçlerin kontrolü esas olarak üye devletlerin elindedir. Federal devlette ise, dış ilişkiler ve ulusal güvenlik federal yönetimin yetki alanına girer.
- Konfederasyonda, vergilendirme yetkisi üye devletlere aittir. Federasyonda, bu yetki federal ve federe yönetimler tarafından kullanılır.
- Federal devlette, yönetimler arasında çıkabilecek uyuşmazlıkları çözmek üzere (genellikle yargısal nitelikte) bir organ kurulmuştur. Konfederasyonda bu tür bir organa gerek duyulmaz.
Angloamerikan
hukukunda, federal devleti konfederasyondan ayırmak için, bu tür ayrıntıya inen
kesin ölçütlere başvurulmaz. İki sistem arasında, ilke düzeyinde bir ayrım
yapılır. Bu bağlamda, anayasanın değiştirilmesinde oy birliği aranması veya
ortak bir yargısal organın kurulmamış olması, federal devleti konfederasyondan
ayıran yeterli bir ölçüt olarak değerlendirilmez. Bu özelliklerin, daha çok
konfederasyonlara özgü olduğu doğrudur. Fakat, federal devletin temel
ilkelerinin bulunduğu bir siyasal sistemin de aynı özellikleri taşıması
mümkündür. İki sistemin birbirinden ayrılmasında, önemli olan, yukarıda
belirtildiği gibi, birliği oluşturan siyasal birimlerin hukuki statülerinin ve karşılıklı
ilişkilerinin nasıl değerlendirildiğidir. Bu nedenle, yukarıda belirtilen sekiz
madde, iki sistemi birbirinden ayıran kesin ölçütler olarak değil; söz konusu
sistemlerde genellikle görülen özellikler olarak düşünülmelidir.
Konfederalizmin Altın Çağı
Konfederasyonlar, genellikle
“geçici” birlikler olarak düşünülür. Çoğu siyaset bilimci ya da politikacı
için, konfederasyon belirli bir süre sonra ya dağılarak egemen devletlere ya da
birleşerek tek bir devlete dönüşme eğiliminde olan istikrarsız bir birliktir.
İsviçre ve ABD’nin konfederasyondan federasyona dönüşmesi ve geçmişte kurulan
bir çok konfederasyonun kısa süre içinde dağılması bu yargıyı güçlendirmiştir.
Son iki yüzyıl içinde, konfederasyon zayıf ve geçici bir birlik olarak
görülmüş, buna karşılık federasyonun istikrarlı ve kalıcı bir siyasal model
olarak kendini kanıtladığı kabul edilmiştir.
19 ve 20. Yüzyıllar
“federalizm çağı” olarak adlandırılabilir. Bu dönemde imparatorlukların
parçalanması, askeri ve siyasal ittifakların dağılması sonucunda çok sayıda
yeni devlet kuruldu. Söz konusu devletlerde, geniş torakların kontrol altına
alınmasında ya da farklı sosyal grupların bir arada tutulmasında, federalizm
ulusal liderler için sihirli bir formül olmuştur. Bu dönemde kurulan 50’ye
yakın federasyondan pek azı başarılı ve uzun ömürlü oldu. Brezilya Birleşik
Devletleri (1891-1934), Büyük Kolombiya (1819-1830), Orta Amerika Federasyonu
(1824-1839) ve Şili (1826-1827) başarısız federasyonların 19. yüzyıla ait
örnekleridir. 20. yüzyılın örnekleri arasında Birleşik Arap Cumhuriyeti
(1958-1961), Endonezya (1949-1950), Etiyopya (1952-1962, Kıbrıs (1960-1974) ve
1990’larda dağılan sosyalist federal ülkeler (SSCB, Yugoslavya, Çekoslovakya)
sayılabilir.
Çok sayıda başarısız örneğe
karşılık, bu dönemde kurulan bazı federasyonlar siyasal yönden dünyanın en
istikrarlı ülkeleri konumuna gelmişlerdir. Bu tür ülkelerin ilk akla gelen
örnekleri ABD, Kanada, Avustralya ve İsviçre’dir.
Son iki yüzyıllık süreçte,
federalizmin popülaritesinin artmasıyla konfederal örgütlenmelerin gerileyişi
arasında bir paralellik olmuştur. Ancak, 20. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren konfederal örgütlenmelerin sayısında büyük bir artış gerçekleşti.
Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, egemen devletlerin oluşturduğu konfederal
örgütlerin toplam sayısı 37 idi. 1980’li yıllara gelindiğinde bu sayı 1000’in
üzerine çıktı. Aynı yıllarda, her devletin ortalama 60 uluslararası birliğe üye
olduğu görülmektedir.[16][16]
Yakın tarihte pek çok alanda
yaşanan hızlı küreselleşme süreci, konfederal örgütlenmeleri cazip hale
getirdi. Günümüzde, uluslararası ilişkilerin tek aktörleri ulus devletler
değildir. Bu alanda Avrupa Birliği, NAFTA, AGİT, NATO, APEC gibi konfederasyon
ya da daha gevşek örgütlerin önemli ağırlığı vardır. 21. Yüzyılda bu ağırlığın daha
da artarak konfederasyonların uluslararası ilişkilerin baş aktörleri haline
gelmesi beklenmedik bir gelişme olmayacaktır.
Avrupa Birliği’nin Geleceği
Avrupa Birliği, bugünkü
yapısıyla “federalleşme süreci içinde olan bir konfederasyon”dur.
Maastricht Antlaşmasından sonra Komisyon’un ve Parlamento’nun güçlendirilmesi,
Bakanlar Konseyi’nde daha çok konuda oy çokluğu kuralının getirilmesi ve ulusal
sınırların önemini azaltan politikaların benimsenmesi gibi özelliklerle Birliğe
yeni federal özellikler eklenmiştir. Mayıs 2000 tarihinde, Alman dışişleri
bakanı Birliğin federasyona dönüştürülmesi gerektiğini savunarak ciddi bir
tartışma başlatmıştır.
Avrupa Birliği’nin bir
devletler topluluğu olmaktan çıkarak uzak olmayan bir gelecekte tek bir federal
devlete dönüşmesi kaçınılmaz bir süreç olarak gözüküyor. Bu süreci zorunlu
kılan pek çok neden bulunmakla birlikte, en önemlisi ekonomik etkendir. Egemen
devletler olarak kalmaları halinde, Almanya hariç hiç bir Avrupa ülkesi bugünkü
ekonomik düzeyini koruyabilecek rekabet gücüne sahip değildir. Dünya
Bankası’nın projeksiyonlarına göre, 2010 yılında dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasında Avrupa’dan yalnızca
Almanya yer alacaktır.[17][17]
Günümüzde G7 ülkeleri
arasında bulunan Fransa, İngiltere ve İtalya’nın göreli olarak küçülecek
ekonomileri, ulaştıkları refah düzeyinin sürdürülmesini olanaksız kılacaktır.
Geçmişte Avrupa’nın ve dünyanın biçimlenmesine çok büyük etkisi olan, bir dönem
dünya imparatorluğu iddiasıyla ortaya çıkmış bazı Avrupa ülkelerinin çok yakın bir
tarihte dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girememesinin kendi devletleri
ve halkları bakımından ne denli vahim sonuçlara yol açacağını tahmin etmek zor
değildir. Avrupa böyle karamsar bir gelecekten ancak tek bir devlet çatısı
altında birleşerek kurtulabilir.[18][18]
Avrupa Birliği’nin bugünkü
yapısı, üçlü ekonomik bloklaşma içinde (Kuzey Amerika, AB, Japonya) istikrarlı
bir ekonomik büyümenin gerçekleştirilmesi açısından güven vermemektedir. Karar
alma süreci yavaş ve sürekli sorunlar üreten karmaşık bir konfederal örgütlenme
ile Avrupa’nın rekabet gücü sınırlı kalmaya mahkumdur. Dış ilişkiler, savunma
ve temel ekonomik konularda münhasır yetkisi bulunan, demokratik meşruiyete
sahip bir federal yönetimin kurulmasıyla, Avrupa Birliği karar alma süreçlerinde
çağın gerektirdiği hızı ve esnekliği yakalayacak; diğer bloklar ve ulus
devletler karşısında avantajlı konuma geçecektir. Bu durum, Avrupa’nın,
ekonomisiyle olduğu kadar kültürü, bilimi ve askeri gücüyle de dünya lideri
olmasını mümkün kılacaktır.
Avrupa Birliği’nin
konfederasyondan federasyona dönüşmesi, yalnızca Birlik organlarının
örgütlenmesiyle ilgili bir değişiklik olarak düşünülmemelidir. Federasyon,
kurucu devletlerin üstünde ortak bir ulusal kimliğin yaratılmasını
gerektirir. Bugün için bir Avrupa ulusu ya da halkı henüz yoktur. Nitekim,
Maastricht Antlaşması tek bir Avrupa Halkından değil, Avrupa Halkları
arasında kesintisiz ve daha sıkı bir birlik yaratılmasından söz eder. Amerika Birleşik Devletleri 1787
Anayasası’yla kurulduğunda da bir “Amerikan Halkı” yoktu. Amerika’da tüm kurucu
birimlerin vatandaşları için ortak bir ulus bilinci zaman içinde yaratılmıştır.
ABD’nin uluslaşma sürecinin benzerinin Avrupa’da da yaşanması mümkündür.
Konfederasyondan federasyona
geçiş sürecinin en önemli konularından biri, Birliğin demokratik meşruiyetinin
sağlanması olacaktır. Demokratik meşruiyet bakımından, Birlik, bugünkü haliyle
hem ulusüstü hem de ulusal düzeyde ciddi zafiyetler yaratmaktadır. Birliğin,
üyeleri doğrudan halk tarafından seçilen tek organı olan Parlamentosunun yasama
yetkisi yoktur. Bu yetki, çok büyük ölçüde, üye devletlerin temsil edildiği
Konsey’e aittir. Yürütme organı niteliğindeki Komisyon üzerinde Parlamento’nun
denetim yetkisi bulunmamaktadır. Üye ülkelerin hükümetleri, Birliğin çok geniş
bir alana yayılmış politikalarını uygulamak yükümlülüğü altında bulunmakla
birlikte, bu icraatlarından ötürü bir sorumluluk taşımamaktadırlar. Bu tablo,
Birliğin kuruluş ve gelişim sürecinde belirleyici etkisi olan demokratik
değerleri aşındırmaktadır. Federal siyasal yapı bu sorunun aşılması için
elverişli mekanizmaları içermektedir.[19][19]
Ulus Devletin Çözülmesi
Avrupa Birliği’nin
federasyona dönüşmesi, üye ülkeler açısından ulus devlet modelinin sonu
olacaktır. Bugünkü haliyle bile, bir ulusüstü yönetim olarak Birlik organları,
ekonomiden sosyal politikaya ve çevre konularına kadar geniş bir alanda ulus
devletin yetkisini aşındırmış, egemenlik alanını daraltmıştır. Ulus devletin
egemenlik alanının daralması yalnızca Avrupa’ya özgü değildir. Genel olarak
yeryüzünde ulus devleti eriten üç boyutlu bir sürecin yaşandığı görülmektedir:[20][20]
Birinci boyut yukarıdan
aşağıya doğru işlemekte ve ulus devleti ulusüstü siyasal yapılar içinde
eritmektedir. Avrupa Birliği bunun en gelişmiş örneğidir. Ayrıca, ulus
devletler tarafından kontrol edilemeyen uluslararası şirketlerin ve piyasaların
aşındırıcı etkisini de bu boyutun içinde değerlendirmek gerekir.
İkinci boyut, ulus devletin
kendi içinde yaşadığı süreçtir. Devletin küçültülmesi, özelleştirme, kamu sektörüne
güvensizlik, merkeziyetçiliğin azaltılması, sosyal haklarda gerileme gibi yeni
liberal ideolojiye dayanan reformlar ulus devletin klasik fonksiyonlarında
önemli bir azalmaya yol açmıştır.
Üçüncü boyut, aşağıdan
yukarıya doğru işlemekte ve bazı ülkeler bakımından ulus devleti eriten en
etkili süreç olarak kendini göstermektedir. Bu süreç “bölgeselleşme” olarak
adlandırılabilir. Bir çok ülkede, ulus devletin içinde yer alan tarihsel,
siyasal, etnik, kültürel ya da ekonomik özellikleriyle farklılaşan bölgeler 20.
yüzyılın ikinci yarısında devletin işleyişinde söz sahibi olmuştur. Belçika,
katı bir üniter devlet yapısından bölge ve topluluk esasına dayanan bir
federasyona dönüşmesi bakımından bu konuda uç örnektir.
Bölgeselleşme olgusu,
özellikle Avrupa Birliği açısında büyük önem arz ediyor. Birliğin, gelecekte,
ulus devletin erimesiyle birlikte bölgelere, topluluklara ve yerel yönetimlere
dayanan bir yapıya kavuşacağına dair öngörüler vardır.[21][21] Maastricht
Antlaşması ile oluşturulan Bölgeler Komitesi sayesinde, ulusaltı
birimler Birlik düzeyinde temsil edilmektedir. Komitenin yetkisi istişari
nitelikte olmakla birlikte, bugüne kadar ki performansı ve Birliğin bölgelere
ilişkin genel politikası dikkate alındığında, yakın gelecekte fiilen önemli
karar organlarından biri konumuna gelmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Avrupa Birliği’nin
bölgeselleşmeyi teşvik eden politikası, üye devletleri idari yapılarını gözden
geçirmeye zorlamaktadır. Örneğin, bölgeselleşme ya da merkeziyetçiliğin
azaltılması yönünde hiç bir eğilimin olmadığı Yunanistan’da hükümet, Birliğin
“Akdeniz Programları”nı uygulayabilmek için bölge düzeyinde idari birimler
oluşturmak durumunda kaldı. Aynı baskılarla karşılaşan İrlanda, 1994’te
bölgesel birimler oluşturdu.[22][22] Avrupa Birliği’nin bölgeler politikası,
kuşkusuz ulus devleti ortadan kaldıracak nitelikte değildir. Hatta bazı
fonksiyonlarını bölge yönetimlerine devretmekle, ulus devletin (merkezi
yönetimin) asli fonksiyonlarını yerine getirmekte daha güçlü ve etkili olacağı
bile söylenebilir. Ancak, ulus devletin
geleceğini yukarıda açıklanan üç boyutlu sürecin bütünü açısından görmek
gerekir. Olaya böyle bakıldığında, Avrupa bakımından, yakın bir gelecekte şekli
varlığını ve bazı fonksiyonlarını korumakla birlikte ulus devletin eridiği, vatandaşların
gözünde ulusüstü ve ulusaltı yönetimlerin daha çok önem kazandığı bir siyasal
sistem oluşacaktır.
Bölgeselleşme olgusu Türkiye’de bazı kesimler
tarafından kaygıyla izlenmektedir. Özellikle İtalya ve İspanya örnekleri
üzerinde durulmakta ve ülkemizle çeşitli yönlerden karşılaştırılmaktadır.
Tahmin edileceği gibi, konu daha çok devletin bölünmez bütünlüğü ve üniter
siyasal yapının korunması yönüyle ele alınmaktadır. Peki, bölgeselleşme olgusu
üniter ve federal siyasal yapılarla karşılaştırıldığında ne ifade ediyor?
Bölgeli Devlet
Günümüzde, bazı üniter
devletlerde, etnik, dilsel, dinsel, ekonomik veya tarihsel özellikleri
nedeniyle farklılaşan bölgelerin, değişik ölçülerde özerklikten yararlandıkları
görülüyor. Bu tür bölgelerin özerk statüleri, İtalya ve İspanya’da anayasal
güvenceye kavuşturulmuştur. Birleşik Krallık’ta ise, Kuzey İrlanda, İskoçya ve
Galler’in özerklikleri anayasa ile değil; yasalar ve güçlü siyasal gelenekler
ile korunmaktadır.
Her üç devlet bakımından,
oluşturulan özerk yönetimlerin önemli bir güvencesi de söz konusu toplumlarda
geçerli olan siyasal kültürün niteliğidir. Siyasal sistemler, çoğu kez,
toplumda egemen olan siyasal kültüre göre şekillenir. Buna göre, üniter,
federal ve konfederal siyasal sistemlerle örtüşen üç ayrı siyasal kültürün
varlığından söz edilebilir.[23][23]
Üniter devlette, yurttaşlar yersel (territorial) kimlik bakımından,
ulusal kimliklerini en üst sıraya koyma eğilimindedir. Bölgesel ve yerel
kimlikler ikinci sırada gelir. Bu özelliğe koşut olarak, merkezi (ulusal)
yönetim, en küçük sorunların çözülmesinde bile, başvurulan ilk yönetim birimi
konumundadır.
Federal devlette, yurttaşlar kendilerini iki ayrı kimlikle tanımlar.
Hem ulusal, hem de bölgesel veya topluluk kimlikleri önem taşır. Yurttaşlar,
federal yönetime de federe yönetime de bağlılık duyar. Bu özelliğin bir
uzantısı olarak, federal yönetim, sorunların çözümü için başvurulan
merkezlerden yalnızca biridir. Genellikle, büyük sorunların çözümü için federal
yönetime, diğerleri için federe yönetimlere başvurulur.
Konfederasyonda ise, üniter
devlette olduğu gibi, birinci kimlik ulusal kimliktir. Yurttaşlar, kendilerini,
öncelikle konfederal siyasal birliğe değil; ulusal devletlerine bağlı
hisseder. Çok istisnai durumlar dışında,
küçük-büyük tüm sorunların çözümünü kendi devletlerinden beklerler.
Birer üniter devlet olmakla
birlikte, İtalya, İspanya ve İngiltere’de federal siyasal kültürün izleri
görülebilir. Her üç devlette de, bazı bölgelerde etnisite, dil, din ve benzeri
öğelerin farklılaşmasına dayanan bölgesel kimlikler, ulusal kimliğin yanı sıra
varlıklarını ve önemlerini korumuşlardır. Halk, merkezi yönetimin yanında,
kendi bölgesel yönetimlerini de sorunların çözümünde önemli bir iktidar merkezi
olarak değerlendirmektedir.
İtalya ve İspanya’da uygulanan
sistem, bölgeli devlet
kavramı ile adlandırılıyor. Bu ülkelerdeki özerk yönetimler, yerel yönetimlerle
karşılaştırıldıklarında önemli yetkilere sahiptir. Fakat, daha da önemli olan,
yasama yetkisi ile donatılmalarının bir sonucu olarak, söz konusu yönetimlerin,
siyasal karar merkezleri haline gelmiş olmalarıdır. Bölgesel özerkliğin, hem
ulusal anayasa, hem de bu toplumlarda geçerli olan siyasal kültür ile
korunması, bölgeli devletin, üniter ve federal devlet ayrımında hangi
kategoriye gireceği sorusunu gündeme getirmiştir.[24][24]
Üniter bir devletin,
geleneksel yerel birimler olan il veya belediyelerden daha geniş bölgelere
ayrılması ve bu bölgelerde yasama yetkisine sahip özerk yönetimler kurulması,
bazı yazarları, bölgeli devletin federalizm anlamına gelip gelmeyeceğini
tartışmaya yöneltmiştir. Bu konuda, özellikle, bazı federal düzenlemelerden
yararlanan İtalya ve İspanya örnekleri dikkat çekicidir. Bununla birlikte,
federal devlet ile bölgeli devlet arasında çok önemli farklar vardır.
İtalyan Anayasası özerkliği
güvence altına almakla birlikte, merkezi yönetimin özerk yönetimlerin kuruluş
ve işleyişine müdahale imkânlarını açık tutmuştur. Örneğin, federal devletlerde
federe yönetimlerin anayasası ile karşılaştırılabilecek bir belge olan, İtalyan
bölgelerinin iç örgütlenmelerine ilişkin yasanın Bölge Kurulları tarafından
hazırlanacağı kabul edilmiş; fakat ulusal parlamentonun, bir yasayla bu kuruluş
yasasını uygun bulması koşulu getirilmiştir.[25][25] Buna karşılık, federal devlette, federe
birimler kendi anayasalarını, federal yönetimin hiç bir müdahalesi olmaksızın,
kendileri hazırlayıp yürürlüğe sokarlar.
Merkezi yönetim, özerk
yönetimlerin işleyişine de müdahale etmektedir. İtalya’da, bölge merkezlerinde
oturan bir görevli, merkezi yönetim tarafından verilen idari görevlerin özerk
yönetimlerce yerine getirilip getirilmediğini denetler.[26][26] Bölge kurullarının kabul ettiği yasalar
üzerinde, merkezi yönetimin geciktirici veto yetkisi vardır. Merkezi
yönetim, bu yasaları Anayasa Mahkemesi’ne veya Ulusal Parlamento önüne
getirerek geçersiz sayılmasını isteyebilir.[27][27]
İtalyan Anayasası’ndaki bu
hükümler, özerk yönetimlerin statüsünün merkezi yönetim ile eşit olmadığını;
merkezi yönetimin üstün olduğunu gösteriyor. Özerk yönetimler, federe
birimlerden farklı olarak, kendi yetki alanlarına giren konular bakımından
nihai karar verme yetkisine sahip değildir. Merkezi yönetim ile bölgesel
yönetimlerin eşitlik ve bağımsızlığı sağlanmamıştır.[28][28]
Üniter devletlerdeki özerk
yönetimler ile, federal devletin federe yönetimleri arasındaki önemli
farklardan biri de, yetkilerin güvencesidir. Federal sistemde, yetki bölüşümüne
ilişkin kurallar anayasa ile belirlenir ve yönetimlerden biri tarafından tek
yanlı olarak değiştirilemez. Buna karşılık, üniter devlette özerk yönetimlerin
yetkileri, genellikle yasa ile düzenlenir. İtalya ve İspanya örneklerinde
olduğu gibi, anayasal güvence söz konusu olsa bile, merkezi yönetim tek
yanlı bir işlemle yetki bölüşümüne ilişkin anayasa hükümlerini değiştirebilir.
İtalyan ulusal parlamentosunun her iki kanadının, anayasa değişikliğine ilişkin
bir düzenlemeyi, üç ay ara ile, iki kez görüşüp kabul etmesi yeterlidir. Karar
salt çoğunlukla alınır.[29][29] Özerk yönetimlerin bu değişikliği
onaylamaları koşulu aranmaz.
Burada, özerk yönetimlerin
yetkilerinin güvencesi bakımından önemli olan, ulusal parlamentonun anayasa
değişikliğini hangi çoğunlukla kabul edeceği değildir. 2/3 veya 3/4 gibi
nitelikli çoğunluklar aransa bile, anayasayı değiştirecek olan merkezi
yönetimdir. Bu nokta, özerk bölgelere ayrılmış üniter devleti federal devletten
ayıran temel bir özelliktir. Federal devlette, yetki bölüşümüne
ilişkin kuralları yönetimlerden biri tek başına değiştiremez. Anayasa
değişikliği, hem federal hem de federe yönetimlerin onayı ile gerçekleşir.[30][30]
Üniter yapılı bir
devlette, özerk bölgelere tanınan yetkiler anayasal güvenceye kavuşturulduğu
gibi, bir adım daha atılarak, yönetimlerin tek yanlı işlemleriyle bu yetkilerin
değiştirilemeyeceği esası da bir anayasa kuralı haline getirilmişse, devletin
artık üniter yapılı olmaktan çıktığı söylenebilir. Çünkü, bu durumda,
yetkilerinin azlığı ya da çokluğu önemli olmaksızın, özerk yönetimlerin merkezi
yönetimle hukuki bakımdan eşitliği büyük ölçüde sağlanmış olur. Ülkenin
yönetiminde ulusal çoğunluk kuralının yanı sıra, ulusaltı birimlerden oluşan
çoğunlukların iradeleri de göz önüne alınacaktır. Anayasa değişikliği gibi
önemli bir konuda, ulusal ölçekte oluşan çoğunluk iradesi, ulusaltı ölçekte
oluşan çoğunluk iradelerini bertaraf edemeyecek, onlardan üstün bir irade
olarak kabul edilmeyecektir.
Kuşkusuz, anayasa
değişikliğinde özerk yönetimlerin onayının aranması, tek başına bir siyasal
sistemi federal yapılı yapmaz. Bunun için federalizmin diğer koşullarının da
bulunması gerekir. Fakat, özerk birimlerde oluşan iradenin ulusal irade ile
eşit kılınması anlamına gelen bu düzenlemenin, federal siyasal sistemin varlığı
bakımından güçlü bir kanıt oluşturacağı açıktır.
Belçika’da bu durumu gözlemlemek mümkündür. Bu ülkede, 1970
yılında başlayan ve en son 1993 yılında gerçekleştirilen anayasa
değişiklikleriyle üniter yapı terk edilmiş; üçü topluluk, üçü coğrafi bölge
esasına dayalı, altı federe birimden oluşan bir federal siyasal sistem
kurulmuştur. Bu sürecin ilk önemli aşaması olan 1970 Anayasa değişikliğinde,
sınırlı ölçüde federal düzenlemelere yer verilmekle birlikte, oluşturulan
Fransız Kültür Konseyi ile Felemenk Dili Kültür Konseyi’nin yetkileri anayasal
güvenceye bağlanmıştı. Ulusal parlamentodaki Fransızca ve Felemenkçe konuşan
dil gruplarının onayı olmaksızın, bu yetkilerin değiştirilmesi veya geri
alınması fiilen mümkün değildi.[31][31]
İtalya, İspanya, Fransa ve
Birleşik Krallık gibi ülkelerde bölgesel birimlere özerklik verilmesi, bu
ülkelerin siyasal sistemlerini üniter olmaktan çıkararak federalizme dönüştürmüş
değildir. Söz konusu olan, üniter siyasal sistem içinde, sınırlı veya geniş bir
özerklik uygulamasıdır. Bu ülkelerin hiçbirinde, özerk yönetimlerin ulusal
yönetimle hukuki eşitliği sağlanmamıştır. Özerk yönetimlerin, federal
devletlerde olduğu gibi, ulusal karar alma sürecine etkin bir şekilde
katılmaları söz konusu değildir. Ulusal yönetimin üstünlüğü tartışmasız
kabul edilmiştir. Özerk yönetimler, yetkilerini ulusal (merkezi) yönetimden
alan ve bu anlamda ona bağımlı iktidar merkezleridirler. Bütün bu özellikler,
özerk yönetimlere sahip üniter devletler ile federal devletlerin, farklı
nitelikleri olan siyasal örgütlenmeler olduklarını gösteriyor.
*
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi.
[1][1] Bkz.: P. Hirst ve G. Thompson, Küreselleşme
Sorgulanıyor Ankara: Dost Kitabevi, 1998, s.26.
[2][2] Bkz. Miguel Angel Jimenez Godinez, “Küreselleşme Yeni
Bir Olgu mu?” (Çev. M. C. Yalçıntan, C. Demirbağ, N. Sanberk), Sosyal
Demokrat Değişim 12, 1999, ss.59-78 .
[3][3] Nazım Güvenç, Küreselleşme ve Türkiye,
İstanbul: BDS, 1998, s.119.
[4][4] Bkz. Oral Sander, Siyasi Tarih I, Ankara: İmge
Yayınevi, 1999, ss.201-207.
[5][5] Alvin Toffler, Üçüncü Dalga (Çev. Ali Seden),
İstanbul: Altın Kitaplar, 1996, s.25.
[6][6] İfade, Dünya Ticaret Örgütü Genel Başkanı Renato
Ruggerio’ya aittir. Bkz. Gaye Yılmaz, “Küresel Sermayenin Anayasası, Çok
Taraflı Yatırım Antlaşması (MAI)” Sosyal Demokrat Değişim 12, 1999,
s.82.
[7][7] Alvin Toffler, Üçüncü Dalga, s.43 vd.
[8][8] Peter F. Drucker, Yeni Gerçekler, Ankara:
Türkiye İş Bankası Yayını, 1996, ss.191-195.
[9][9] Forbes dergisinin araştırmasına göre, ABD’nin en
zengin 400 kişisi arasına 2000 yılında katılan 32 yeni ismin çoğu, İnternet ve
fiberoptik sektöründeki fırsatları değerlendiren genç girişimcilerden oluşuyor.
Bkz. Radikal, 23 Eylül 2000.
[10][10] Oktay Uygun, Federal Devlet: Temel İlkeler,
Kurumlar ve Uygulama, İstanbul: Çınar Yayınları, 1996, ss.158-163.
[11][11] Oktay Oygun, Federal Devlet: Temel İlkeler,
Kurumlar ve Uygulama,..., ss.163-166.
[12][12] Bkz. Daniel J. Elazar, American Federalism: A View
from the States, New York: Thomas Y. Crowell Co., 1969, s.46 vd.
[13][13] Oktay Uygun, “Üniter ve Federal Devlet Açısından
Egemenliğin Bölünmezliği İlkesi”, Cumhuriyetin 75. Yıl Armağanı,
İstanbul: İÜHF Yayını, 1999, ss.389-421.
[14][14] Oktay Uygun, Federal Devlet: Temel İlkeler,
Kurumlar ve Uygulama,..., ss.281-287.
[16][16] Bkz. Ivo D. Duchacek, The Territorial Dimensions of
Politics, Boulder: Westview Press, 1986, s.162 vd.
[17][17] Nazım Güvenç, Küreselleşme ve Türkiye,...,
s.167 vd.
[18][18] Avrupa’nın siyasal birliğini sağlamadan
gelişemeyeceğini tarihsel bir bakış açısıyla savunan, son derece aydınlatıcı
bir yazı için bkz. “Tarih Randevu Vermez: Jean - François Revel ile Söyleşi”, İdea
Politika, 2000/08, ss.8-17.
[19][19] Bkz. Vivien A. Schmidt, “European Federalism and its
Encroachments on National Institutions”, Publius 29:1, 1999, s.20.
[20][20] John Loughlin, “Europe of Regions and the
Federalization of Europe”, Publius 26:4, 1996, ss.159-160.
[21][21] Bu konuda değişik görüşler için bkz. J. Loughlin,
“Europe of Regions and the Federalization of Europe”,..., ss.141-162; Liesbet
HOOGHE, Gary MARKS, “Europe with Regions: Channels of Regional Representation
in the European Union”, Publius 26:1, 1996, ss.73-91.
[22][22] Loughlin, “Europe of Regions and ...”,..., s.161.
[23][23] Bkz. I. Duchacek, The Territorial Dimensions of
Politics,..., s.81 vd.
[24][24] Oktay Uygun, Federal Devlet: Temel İlkeler,
Kurumlar ve Uygulama,..., ss.172-176.
[25][25] İtalyan Anayasası, m.123.
[26][26] İtalyan Anayasası, m.124.
[27][27] İtalyan Anayasası, m.127.
[28][28] İtalyan bölgeleri ile federe birimleri karşılaştıran
bir yazar şöyle diyor: ‘Kuşkusuz, bu bölgesel düzenleme federalizm değildir.
Bölgeler Amerikan veya Alman federe yönetimlerinin yetki ve prestijlerine sahip
değildir. Fakat, yerel inisiyatifin engellendiği ve boğulduğu, bütün politik
yolların Roma’ya çıktığı geçmişin katı merkeziyetçiliğinden kesin bir ayrılış
söz konusudur’. Raphael Zariski, Italy: The Politics of Uneven Development,
Hinsdale: Dryden Press, 1972, s.138’den aktaran I. Duchacek, The Territorial
Dimension of Politics,..., s.76.
[29][29] Bu şekilde kabul edilen değişiklik, yayınlandığı
tarihten itibaren üç ay içinde, belirli koşullar altında referanduma
sunulabilir. Ancak, anayasa değişikliği parlamentoda 2/3 çoğunlukla kabul
edilmişse referanduma başvurulamaz. (İtalyan Anayasası, m.138).
[30][30] Bkz. William S. Livingston, Federalism and
Constitutional Change, London: Oxford University Press, 1956, s.297.
[31][31] Bkz. Andre ALEN, Treatise on Belgian Constitutional
Law, Deventer: Kluwer, 1992, s.15. vd.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder