TOPLUMSAL CİNSİYETÇİLİĞİN ÖZGÜRLEŞTİRİLMESİ
Demokratikleşmenin
özünü teşkil etmekle birlikte, kendi başına ele alınması gereken olguların
başında kadın ve etrafında oluşan ilişki ve çelişkiler düzeni gelmektedir.
Komünal ve demokratik duruş dengeleri sosyal bilimlerin alanına ne kadar geç ve
yetersiz girmişse, ondan daha fazlasını kadın olgusuna yaklaşımda görmekteyiz.
Sanki kadının yaşadıkları doğallığın gerekleriymiş gibi bir anlayış tüm
bilimsel yaklaşımlarda, ahlaki ve siyasi tutumlarda ön varsayım olarak kabul
görür. Daha hazin olanı, kadının kendisi de bu paradigmayı doğal kabul etmeye
alışmıştır. Binlerce yıllık halklara dayatılan statülerin doğallığı,
kutsallığı, birkaç kat fazlalığıyla kadının tüm zihniyet ve davranışlarına da
adeta kazınmıştır. Halklar kadınlaştırıldığı oranda, kadın da
halklaştırılmıştır. Hitler “Halklar kadın gibidir” derken bu gerçeği kast eder.
Kadın olgusuna daha derinlikli yaklaşıldığında, biyolojik bir cins olmanın
ötesinde adeta bir soy, sınıf, ulus muamelesi gördüğü anlaşılacaktır. Ama en
çok ezilen soy, sınıf veya ulus olarak. Hiçbir soy, sınıf veya ulusun kadınlık
kadar sistemli bir köleliğe tabi tutulmadığını iyi bilmek gerekir.
Kadınlığın
kölelik tarihi daha yazılmamıştır. Özgürlük tarihi ise yazılmayı bekliyor.
Kadın köleliğinin derinliği kadar karanlıkta bırakılması, toplumda yükselen
hiyerarşik ve devletçi iktidarla yakından bağlantılıdır. Kadının köleliğe
alıştırılmasıyla hiyerarşiler -ayrıcalıklı kutsal yönetimler- kurulmuş,
toplumun diğer kesimlerinin kölelik yolu açılmıştır. Erkeklerin köle olması
kadının köleliğinden sonradır. Cins köleliğinin sınıf ve ulus köleliğinden
farklı yönleri de vardır. Meşrulaştırılması ince ve yoğun baskılarla birlikte
duygu yüklü yalanlarla sağlanır. Biyolojik farklılığı sanki köleliği için
gerekçeymiş gibi kullanılır. Yaptığı tüm işler değeri olmayan ‘kadınca işler’
diye hafife alınır. Toplumun kamusal alanında bulunması dince yasak, ahlaken
ayıp olarak sunulur. Giderek tüm önemli toplumsal etkinliklerden
uzaklaştırılır. Siyasal, toplumsal, ekonomik etkinliklerin hakim gücü erkeğin
eline geçtikçe kadının zayıflığı daha da kurumlaşır. ‘Zayıf cins’ bir inanç
olarak paylaştırılır.
Tüm
maddi ve manevi güç olanakları erkeğin elinde biriktikten sonra kadın artık
erkek eline bakan, bazen yalvaran, bazen tüm onurunu çiğneyerek kaderine razı
olan ve sıkça yaşama küserek derin bir sessizliğe bürünen bir varlık haline
gelir. Bir anlamda yaşayan ölü demek de mümkündür. Birkaç benzetmeyle olguyu
daha da belirgin kılabiliriz. Birinci benzetme kafeste kuştur. Kuş bazen
kanarya gibi süslü kılınır. Bazen bülbül gibi güzel sesli kılınır. Herkes
kendine göre bir kuşa benzetir. Çokça serçe denilir. Diğer benzetme, dipsiz bir
kuyuya bırakılan kedi gibi sürekli miyavlatıldığıdır. Yiyecek artıklarıyla
beslenerek sahibi için iyice ehlileştirilebilir. Belki biraz kaba görülebilir,
ama köleliğin derinliğini yakalamak için bilimsel, edebi çok yönlü çabaların
gereği açıktır. Muazzam cinsiyetçi bir toplum oluşturulmuştur. Gerçek kabalık
şuradadır ki, erkeğin tek taraflı kadın tecavüzü bir kahramanlık gibi
görülürken, erkek bundan son derece keyif ve gurur alırken, kadın taşlanarak
öldürülmekten geneleve kapatılmaya, toplum içine bir daha çıkmamaya kadar her
tür acımasızlıklarla karşı karşıyadır. Yine en kabasından erkek cinsel
organıyla gururlanırken, kadın için cinsiyet organları bir utanç kaynağıdır. En
basit fiziki farklılıkları bile kadın aleyhine kullanılmaktan çekinilmemiştir.
Kadın olmanın kendisi bir utanç konusu haline getirilmiştir. Sözde kutsal bir
duygu olan aşkta bile kadının yaşadığı gözü kara bir erkek dayatmasıdır. Kız
çocuklar her zaman hor görülmüştür.
Sorulması
gereken soru, neden bu kadar derin bir kölelik? Cevabı kesinlikle iktidar
olgusu ile bağlantılıdır. İktidarın doğası kölelik ister. Eğer iktidar sistemi
erkeğin elindeyse, sadece insan türünün bir kısmı değil, bir cinsin tümü bu
iktidara göre şekillenmelidir. İktidar sahipleri devlet sınırlarını nasıl hane
sınırları gibi görüp her uygulamayı bu sınırlar dahilinde bir hak olarak
görürlerse, onun mikro modeli olan ailede de erkek iktidarının sahibi olarak
her uygulamaya –gerekli görürse öldürme dahil- kendini hak sahibi görür. Evdeki
kadın o kadar eski ve derinlikli bir mülktür ki, sınırsız bir mülkiyet
duygusuyla erkek ‘kadın benimdir’ der. Kadın için -evlilik bağı adı altında
bağlı bulunulan- erkek üzerinde en ufak bir hak iddiasında bulunulamaz. Ama
erkeğin kadın ve çocuklar üzerindeki hak sahipliği sınırsızdır. Mülkiyetin en
temel kaynağı yine ailede, kadın üzerindeki kölece tasarrufta aranmalıdır.
Mülkiyetin kaynağında köleleştirilmiş kadın yatar. Kadın üzerine yayılmış
kölelik ve mülkiyet dalga dalga tüm toplumsal düzeye yayılır. Böylelikle de
toplum ve bireyin zihniyet ve davranış yapısına mülkiyetçi ve köleci her duygu
ve düşünceyi yerleştirir. Toplum her tür hiyerarşik ve devletçi yapılanmalara
uygun hale getirilir. Bu ise, uygarlık denen sınıflı her tür yapılanmanın
rahatça ve meşruiyet kazanmış olarak sürdürülmesi demektir. Böylece kaybeden
sadece kadın olmuyor. Bir avuç hiyerarşik ve devletçi güç dışında tüm toplum
oluyor.
Kadın
için özel kriz dönemleri pek önemli değildir. Zaten sürekli bir krizi
yaşamaktadır. Kadın demek krizli bir kimlik demektir. Günümüzde yaşanan
kapitalist sistem kaosunda tek umut vaat eden, kadın olgusunun sınırlı da olsa
aydınlatılmış olmasıdır. Feminizm yetersiz de olsa kadınlık gerçeğini son
çeyrek yüzyılda oldukça görünür kılmıştır. Kaosta her olgunun değişme şansı
yüksek bir aydınlanmayla daha da arttığı için, özgürlük lehinde atılacak
adımlar niteliksel sıçramalara yol açabilir. Güncel krizden kadın özgürlüğü
büyük kazanarak çıkabilir.
Kadın
özgürlüğü olgu tanımlamasına uygun olarak kapsam bulmak durumundadır. Genel
toplumsal özgürlük ve eşitlik kadın için de direkt özgürlük ve eşitlik
olmayabilir. Özgün çaba ve örgütlülük esastır. Yine genel demokratikleşme
hareketi kadın için olanaklar açabilir. Fakat kendiliğinden demokrasi getirmez.
Kadının bizzat kendi demokratik amaç, örgüt ve çabasını sergilemesi gerekir.
Kadına içerilmiş bulunan köleliği karşılayacak bir özgürlük tanımına öncelikle
ihtiyaç vardır. Kapitalist sistemin muazzam vizyon geliştirme ve sanallığı
gerçeğin yerine koyma gücü o denli gelişmiştir ki, kadını en çok alçaltan bir
etkinliği (örneğin pornografi) bile özgürlükle özdeşleştirebilir.
Feministlerin
çabalarında birçok önemli öğe varsa da, hala Batı merkezli demokrasilerin
ufkunu aşmaktan uzaktır. Temelinde kapitalizmin oluşturduğu yaşam biçimini
değil aşma, tam kavramasını bile sağladığı söylenemez. Durum Lenin’in sosyalist
devrim anlayışını çağrıştırıyor. Onca büyük çabaya rağmen ve kazanılan birçok
mevzi savaşına karşılık, sonuçta kapitalizme soldan en değerli katkıyı
sunmaktan kurtulamamıştır. Feminizmin başına da benzer sonuçlar gelebilir.
Güçlü örgütsel temelden yoksunluk, felsefesini tam geliştirememe, kadın
militanlığına ilişkin zorluklar iddiasını zayıflatmaktadır. Kadınlar cephesinin
‘reel sosyalizmini’ bile sağlamayabilir. Fakat soruna dikkat çekmek açısından
ciddi bir adım olarak değerlendirmek en doğrusudur.
Şüphesiz
her cinsiyet türünün olduğu gibi kadının da bir doğası vardır. Toplumsallıktan
öte biyolojik cins olarak kadının daha merkezi öğe olduğunu, biyoloji bilimi
her geçen gün artan kanıtlarla desteklemektedir. Özcesi kadın fiziği erkeği
kapsamakla birlikte, erkek fiziği kadını kapsayamamaktadır. Kutsal kitapların
tersine, kadının erkekten değil, erkeğin kadından türediği anlaşılmaktadır.
Kadının kromozomları erkekten fazladır. Kadın için dezavantaj olarak düşünülen
aylık kanamalar bile kadının doğayla daha nazik bağının göstergesi olarak
anlaşılmalıdır. Rahim kanaması bitmemiş, devam eden doğal bir yaşam akıntısı
olarak görülmelidir. Yaşamın kök damarı bitmemiştir, devam etmesi iradesinin
bir göstergesi olarak anlaşılmalıdır. Kadın hastalıkları denilen hususlar
aslında yaşam olgularıdır. Kadının yaşam merkezini temsil etmesinden
kaynaklanmaktadır. Yaşamın karmaşık sorunları kadının rahminde, karnında
cereyan etmektedir. Kendinden doğan çocuk ve göbek bağı yaşam zincirinin son
halkası gibidir. Bu gerçeklik karşısında erkek sanki kadının bir eki, bir
uzantısı gibi görünmektedir. Bu olguyu doğrulayan bir husus da erkekteki aşırı
ve anlamsız kıskançlık duygusudur. Kadın doğası kendine karşı daha güvenli
dururken, erkek adeta yerinde duramaz. Kadın etrafında dönen bir bela gibidir.
Tüm bu gözlemler kadın fiziğinin zaaf yüklü değil, daha merkezi olduğunu
kanıtlıyor. Bu nedenle kadın öncelikle erkek egemen kültürün dayattığı
‘eksikli, hastalıklı’ tanımını derhal reddetmelidir. Tersinin doğru
olabileceğini erkeğe hissettirebilmelidir. Kadın fiziğine ilişkin kendine
güvenmeli derken bu önemli gerçeği kast ediyoruz.
Bu
fiziksel oluşumun doğal sonucu kadındaki duygusal zekânın daha güçlü olmasıdır.
Duygusal zekâ yaşamdan kopmayan zekâdır. Empati ve sempatiyi güçlü taşıyan
zekâdır. Kadında analitik zekâ geliştiğinde bile güçlü duygusal zekâsından
dolayı daha dengeli, yaşamla bağlantılı ve tahripkâr olmaktan uzak durmaya daha
yeteneklidir. Erkek kadın kadar yaşamın ne olduğunu anlamaz. Yaşamın kendisi
olan (Aryen dil grubundan olan Kürtçe’de Jîn, yaşam demektir. Aynı zamanda
kadın anlamına gelir) kadın, yaşamın bütün yönlerini riyakârlıktan uzak, saf ve
yalın haliyle görme yeteneğidir. Bu yeteneği güçlüdür. Bunu şahsi yaşamımızda
da çok iyi bilmekteyiz.
Entrikacı,
yozlaştırıcı, fahişe vs. sıfatlı kadın gerçeğinin acımasız sorumlusu erkektir.
Hiçbir kadın kendi halinde kaldıkça entrikacılık, fahişelik yapma gereği
duymaz. Fiziği, biyolojik varlığı buna uygun da değildir. Entrikacılığın ve
fahişeliğin gerçek yaratıcısı erkektir. Bilinen ilk genelevi Sümer başkenti
Nippur’da M.Ö 2.500’lerde ‘musakkatin’ adıyla açanın erkek iktidarı olduğunu
biliyoruz. Buna rağmen utanmadan sanki fahişelik kadın yaratımıymış gibi bir yaklaşımı
sürekli canlı tutar. Kendi eserini, doğurduğu suçluluğu kadına mal ederek,
sahte bir namus anlayışı geliştirerek olmadık lanetlenme ve dayağı, katliamı
kadından eksik etmez. Bu ilave tanımlamadan çıkarabileceğimiz sonuç, erkeğin
öncelikle ideolojik saldırısına karşı yetkin durmadır. Erkek egemen ideolojiye
karşı kadın özgürlük ideolojisiyle, feminizmi ve kaynaklandığı kapitalizmi
aşarak silahlanıp mücadele edilmelidir. Erkek egemen iktidarcı zihniyete karşı
kadının özgürlükçü doğasal zihniyetini yetkin kılıp öncelikle ideolojik alanda
kazanmayı iyi bilmek, tam sağlamak gerekir. Unutmamak gerekir ki, geleneksel
kadınsı teslimiyet fiziki değil toplumsaldır. İçerilmiş kölelikten gelir. O
halde öncelikle ideolojik alanda teslimiyet düşünce ve duygularını yenmek
gerekir.
Kadın
özgürlüğü politik alana yönelirken, savaşımın en çetin yanıyla karşı karşıya
olduğunu bilmelidir. Politik alanda kazanmayı bilmeden, hiçbir kazanım kalıcı
olamaz. Politik alanda kazanmak demek, kadının devletleşmesi hareketi değildir.
Tersine, devletçi ve hiyerarşik yapılarla mücadele, devlet odaklı olmayan,
demokratik, cins özgürlüğünü ve ekolojik toplumu hedef alan siyasal oluşumları
yaratmak demektir. Hiyerarşi ve devletçilik en çok kadın doğasıyla uyuşmazdır.
Dolayısıyla anti-hiyerarşik ve devlet dışı siyasal oluşumlar uğruna kadın
özgürlük hareketi öncü rol oynamak durumundadır. Köleliğinin politik alanda
yıkılması özünde bu alanda kazanmayı bilmesiyle mümkündür. Bu alan mücadelesi
kapsamlı demokratik kadın örgütlenmesini ve mücadelesini gerektirir. Her tür
sivil toplum, insan hakları, yerel yönetimler demokratik mücadelenin örgütlenip
geliştirileceği alanlardır. Tıpkı sosyalizmde olduğu gibi, kadın özgürlüğü ve
eşitliğine giden yol en kapsamlı ve başarılı demokratik mücadeleden geçer.
Demokrasiyi kazanmayan kadın hareketi özgürlüğü ve eşitliği kazanamaz.
Sosyal
alanda özgürlük açısından en önemli sorun aile ve evlilik gerçeğidir. Bunlar
dipsiz bir kuyu gibi durum arz ederler. Kadın için kurtuluş gibi gelen bu
kurumlar, mevcut toplum zihniyetiyle bir kafesten diğerine geçmekten başka
anlam içermez. Üstelik diri gençliğini de bir kasap zihniyetine terk etmek
zorunda kalarak. Aileyi üst toplumun -iktidar toplumu- halk içindeki yansıması,
ajan kurumu olarak görmek gerekir. Erkek toplumdaki iktidarın aile içindeki
temsilcisi, yoğunlaşmış ifadesidir. Kadın evlenirken aslında köleleşiyor.
Evlilik kadar köleleştiren başka kurum tasavvur etmek zordur. Gerçek anlamda en
kapsamlı kölelikler bu kurumla kurulur ve ailede kökleşerek sürer. Genel
anlamda eş olarak beraberliklerden, ortak yaşamdan bahsetmiyoruz. Bu herkesin
özgür ve eşitlik anlayışına göre anlam kazanabilecek bir husustur. Yerleşmiş
klasik anlamıyla evlilik ve aileden bahsediyoruz. Kadın aleyhine kesin
mülkleşme, tüm siyasal, zihni, sosyal, ekonomik alandan çekilme, bir daha kolay
kolay kendine gelememe anlamını taşır. Radikal bir sorgulamadan geçirilerek
demokratik, özgür, cins eşitliğini hedefleyen ortak yaşama esasları sağlanmadan
bireysel, güdüsel sıkıntılardan ve geleneksel aile anlayışından kaynaklanan
evlilikler, ilişkiler özgür yaşam yolunda en tehlikeli sapmalar olarak rol
oynayabilir. İhtiyaç bu tür birliklerde değil, zihniyet, demokratik ve politik
alanı çözerek cinsiyet özgürlüğünü tam sağlamak ve buna uygun ortak yaşam iradelerini
gerçekleştirmektir.
Günümüz
dünyasının en çok ağızlarda sakız edilen aşk konusu tarihin en rezil, içeriksiz
dönemini yaşamaktadır. Tarihin hiçbir döneminde aşk bu denli ayağa düşmedi.
Anlık aşklardan tutalım, açık cinayet yaklaşımlarına kadar en yavan ve
tehlikeli ilişki tarzlarına bile aşk deniliyor. Bundan daha iyi kapitalist
sistemin yaşam anlayışını sergileyecek ilişki düşünülemez. Dönemimizin aşkları
hakim sistemin insan ve topluma dayattığı zihniyetin en kutsal alanda bile ne
hallere düştüğünün açık bir itirafıdır. Aşkı canlandırmak en zor devrimci
görevlerden biridir. Büyük emek, zihniyet aydınlığı, insanlık sevgisi ister.
Aşkın en önemli şartlarından biri, çağın bilgeliği sınırlarında seyretmeyi
gerektirir. İkincisi, sistemin çılgınlıklarına karşı büyük duruşu dayatır.
Üçüncüsü, kurtuluşsuz, özgürlüksüz birbirlerinin yüzüne bile bakılamayacağını
bir ahlaki tutum olarak benimsemeyi gerektirir. Dördüncüsü, cinsel güdüyü üç
hususun gereklerine tutsak etmeyi gerektirir. Yani cinsel güdü bilgeliğe,
özgürlük ahlakına ve politik-askeri mücadele gerçekliğine bağlanmadan, atılacak
her adımın aşkın inkârı olduğunu bilmeyi gerektirir. Bir kuş kadar bile özgür
yuva kurma olanağı olamayanların aşktan, ilişkiden, evliliklerden bahsetmeleri,
aslında sosyal düzen köleliğine teslimiyeti ve özgürlük mücadelesinin
soylulaştırıcı değerini bilmediklerini gösterir.
Eğer
çağımızın aşk gerçeğinden bahsedilecekse, bu herhalde Leyla ile Mecnun’ları çok
geride bırakan, nice tasavvuf ehlini aşan, bilim adamı titizliğini gerektiren,
güncel kaostan toplumsal özgürlüğe yol açan, yiğitliği, fedakârlığı, başarıyı
yakalamakla kanıtlayan kişilikleri kazanmakla mümkündür.
Kadının
ekonomik, sosyal eşitlik sorunları da öncelikle politik iktidarın
çözümlenmesiyle, demokratikleşmede başarıyla cevap bulabilir. Demokratik
siyaset yapılmadan, özgürlükte ilerleme olmadan, kuru hukuki bir eşitliğin
fazla anlam kazanamayacağı açıktır.
Kadına
yaklaşımı bir kültürel devrim gibi ele almak en doğrusudur. Mevcut kültürle ne
kadar iyi niyetli de olunsa, çaba da harcansa, olgudaki sorun ve ilişki
yapısından ötürü anlamlı özgürlükçü bir çözüm sağlanamaz. En radikal özgürlükçü
kimlik, kadına yaklaşımla veya bir bütün olarak kadın-erkek ilişkilerindeki
düzeni kavrayıp aşmakla mümkündür. Bir yandan baş bağlamayı gelenekle, pornoyu
çağdaşlıkla karıştırarak zırnık kadar yol alınamayacağını iyi bilmek gerekir.
Alandaki kölelik derinliği kadar özgürlük derinliğini de kavrayıp
iradeleştirmek gereği vardır. Kadın özgürlüğünde, dolayısıyla kendini özgürleştirmede
mesafe alamayanların hiçbir toplumsal ve siyasal özgürlük alanında çözümleyici
ve dönüştürücü olamayacaklarını anlamaları gerekir. Erkek egemen-köle kadın
ikilemini aşamayan hiçbir özgürlük çabasının gerçek bir özgür kimlik
sağlamayacağını da en temel özgürlük kriteri olarak almak gerekir. Kadın
üzerindeki mülkiyet ve iktidar ilişkisi yıkılmadan, özgür kadın-erkek ilişkisi
gerçekleştirilemez.
Yüzyılımızı
da özgür kadın iradesinin yükseleceği bir toplumsal zaman olarak görmek
gerçekçidir. Kadınlar için belki de yüzyıl gerekebilecek kalıcı kurumlar
düşünüp oluşturmak gerekir. Kadın Özgürlük Partilerine ihtiyaç olabilir.
Özgürlüğün temel ideolojik ve politik ilkelerini sağlayıp pratikleşmesini
yürütmek, denetlemek, bu partilerin hem gerekçeleri hem temel görevleri
olmalıdır.
Kadın
kitleleri için özellikle kentlerde düşünülen sığınma evleri değil özgürlük
alanları oluşturmak gerekir. En uygun bir biçim de özgür Kadın Kültür Parkları
olabilir. Ailelerin kız çocuklarını eğitemedikleri, düzen okullarının da
bilinen yapıları nedeniyle Özgür Kadın Kültür parkları ihtiyaç duyulan, uygun
kız çocuklar ve kadınlar için temelinde eğitim, üretim ve hizmet birimlerini
kapsayacak alanlar olarak çağdaş kadın tapınakları rolünü de oynayabilir.
Kadınsız
yaşanamaz denilir. Ama mevcut kadınla da yaşanamaz. Gırtlağına kadar köleliğe
batmış bir kadınlı-erkekli ilişki herhalde en çok batıran ilişkidir. O halde
kapitalist sistemin sonul kaos’undan gerçek aşklardan beklenen büyük gücü özgür
kadın etrafında yaratarak çıkış yapmak, aşka gönül vermiş ve baş koymuş gerçek
kahramanların en soylu ve kutsal işlerinden olsa gerek!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder