HİTİTLER
Hititler
ile ilgili bilgilerimiz daha bu yüzyılın başlarına dayanır. Ondokuzuncu
yüzyılın sonlarına kadar, Hititlerin tarihiçindeki konumu bilinmiyordu. Gerçi
Mısır metinleri ve Tevrat bir kavimden söz ediyordu ama bu kavmin Anadolu
kökenli olabileceği kimsenin aklına gelmemişti.
İç Anadolu’nun İlk Çağ tarihi ile ilgili yapılan araştırmalar, On dokuzuncu yüzyılda buraları gezen Charles Texier, William Hamilton gibi gezginlerin izlenimlerinden öteye gitmemiştir.
Daha sonra “Yozgat Tabletleri” adı verilen , Boğazköy arşivine ait eserle bulunmuş ve ünlü Çek bilgini Hronzy tarafından 1917 yılında çözülmüştür.
Bu tabletlerde Anadolu’nun bu bölgesinden Hatti Ülkesi diye sözedildiği görüldüğünden bu uygarlığı yaratanlara , Tevrat’taki isimle de uyuşturarak Hititler denmiştir.
Hititleri tanımak Anadolu uygarlığını, hatta Anadolu’nun bugününü tanımak demektir.
Anadolu toprakları üzerinde Hittiler’in mirasçısı olan bizler , bu kültürü tanıdıkça, inançlarını öğrendikçe, bugünkü kültürümüzü daha iyi anlayabiliriz.
M.Ö. yaklaşık 1750'den sonra Orta Anadolu'da bir krallık, M.Ö. XIV. ve XIII. yy'larda da Yakındoğu'nun büyük bölümünü egemenliği altına alan güçlü bir imparatorluk kurmuş olan Hint-Avrupa kökenli eski halktır. Başlangıçta Karadeniz'in kuzeyinde göçebe hayvancılıkla geçinen bir halk olan Hititler, M.Ö.2300'de Anadolu'ya göçerek, daha önce bölgeye yerleşmiş olan Hattilerle kaynaştılar. M.Ö.1640'a doğru kral Labarna l (ya da Tabarna), krallığını Akdeniz'e kadar genişletti (Tabarna adı, sonraki bütün hükümdarlar tarafından krallık unvanı olarak benimsendi; eşi Tavanana'nın adı da kraliçelerin unvanı oldu). Bu arada Suriye'de ve Mezopotamya'nın bir bölümünde, Hint-Avrupa kökenli başka devletler de kurulmuştu. Aralarından en güçlüleri, Mitanniler ile Halepliler'di. Labarna'nın oğlu Hattuşili l, krallığın merkezini Hattuşaş'a (Boğazköy) aktararak, Eski Krallık Dönemini başlattı. Halep'e savaş açtıysa da, büyük başarı sağlayamadı. Oğlu Murşil l'se, Halep'i ele geçirip, Hammurabi'nin kurmuş olduğu Babil sülalesine son vermeyi başardı. Hitit Krallığı, M.Ö. XVIII. yy'ın ikinci yarısından, M.Ö. XVI. yy'a kadar sık sık iç ve dış savaşlarla çalkalandı. Ünlü krallarından Telipinu, imparatorluğu yeniden düzenlemeye çalıştıysa da, başarıya ulaşamadı. Tuthalya II'yse, Hurri-Mitanni ve Halep krallıklarına büyük bir darbe indirip, M.Ö.1440'a doğru Yeni Krallık Dönemini başlattı.
M.Ö.1371 'e doğru tahta çıkan Hititlerin en büyük hükümdarı Şuppiluliuma, bazen kaba kuvvete, bazen de diplomasi oyunlarına başvurarak yurdunu askerlik ve siyaset açısından Ortadoğu'nun en güçlü ülkesi haline getirmeyi başardı, Hurri-Mitanni Krallığı'nı da parçaladı. Ayrıca Mısır'a bir sefer düzenleyerek, ilk Hitit-Mısır çatışmasını başlattı. Yerine geçen oğlu Murşil II (M.Ö.1344'e M.Ö.1315), babasının izinden yürüyüp, birçok başarılı sefer düzenleyerek egemenliğini yaygınlaştırdı. Murşili'nin oğullarından Muvatallis'in, Ramses lI'yle Suriye'yi paylaşarak, Mısır tehlikesini önlemesinden sonra öbür oğlu Hattuşili III'de, Ramses II'yle M.Ö.1283'te, her iki krallığın saygınlık ve etkisini artıracak bir antlaşma (tarihte bilinen en eski yazılı antlaşma olan Kadeş Antlaşması) imzaladı. Yerine geçen oğlu Tuthalya IV, çeşitli savaşlarla topraklarını batıya doğru genişletti. Bütün bu başarılara karşın, Hitit imparatorluğu M.Ö.1190'a doğru "Deniz Halkları" adı verilen halklar tarafından ortadan kaldırıldı ve yerinde küçük krallıklar kuruldu. Zaman içinde yıkılan bu Hitit kent devletlerinin sonuncusu olan Kargamış devleti de, M.Ö.717'de Asur kralı Sargon lI'ye boyun eğmek zorunda kaldı.
Hitit uygarlığında şiddet yerine hoşgörü egemendi. Adalet işleri kısasa kısas yerine, cezayı ödeme ilkesine göre işlerdi. Kadınları, yarı kölelikten kurtulmuş, büyük saygınlık kazanmıştı. Akkad, Sümer ve Hitit dilinde yazılmış tabletler yardımıyla uzun çalışmalardan sonra çözülen Hitit hiyeroglifleri, eski Hattuşaş'ta (Boğazköy) pek çok metnin anlaşılmasını sağlamıştır. Gene belgelerden öğrenildiğine göre Hitit halkı, bir tapınağa, bir saraya ya da beylik topraklarına bağlı, ama özgürdü. Soylu diye adlandırılabilecek kesim, genellikle krallık soyundan gelenlerden oluşuyordu ve üyeleri, sarayda askeri ve yönetici işlerle görevliydiler.
Tanrının "sevgili kulu" sayılan kral, hem siyasal önder, hem de din adamıydı. Kralın yanı sıra kraliçenin de dinsel törenlerde önemli görevleri vardı. Hükümdarlar öldükten sonra tanrılaştırılırdı. Hititlerin dini, yabancı tanrılara da açık, bağdaştırıcı nitelikte bir dindi, imparatorluk döneminde, ilkel tanrılar (verimlilik, fırtına, güneş ve cehennem tanrıları) ile büyük önem taşıyan eski totemlere (boğa, aslan, geyik) aynı derecede saygı gösterilirdi
İç Anadolu’nun İlk Çağ tarihi ile ilgili yapılan araştırmalar, On dokuzuncu yüzyılda buraları gezen Charles Texier, William Hamilton gibi gezginlerin izlenimlerinden öteye gitmemiştir.
Daha sonra “Yozgat Tabletleri” adı verilen , Boğazköy arşivine ait eserle bulunmuş ve ünlü Çek bilgini Hronzy tarafından 1917 yılında çözülmüştür.
Bu tabletlerde Anadolu’nun bu bölgesinden Hatti Ülkesi diye sözedildiği görüldüğünden bu uygarlığı yaratanlara , Tevrat’taki isimle de uyuşturarak Hititler denmiştir.
Hititleri tanımak Anadolu uygarlığını, hatta Anadolu’nun bugününü tanımak demektir.
Anadolu toprakları üzerinde Hittiler’in mirasçısı olan bizler , bu kültürü tanıdıkça, inançlarını öğrendikçe, bugünkü kültürümüzü daha iyi anlayabiliriz.
M.Ö. yaklaşık 1750'den sonra Orta Anadolu'da bir krallık, M.Ö. XIV. ve XIII. yy'larda da Yakındoğu'nun büyük bölümünü egemenliği altına alan güçlü bir imparatorluk kurmuş olan Hint-Avrupa kökenli eski halktır. Başlangıçta Karadeniz'in kuzeyinde göçebe hayvancılıkla geçinen bir halk olan Hititler, M.Ö.2300'de Anadolu'ya göçerek, daha önce bölgeye yerleşmiş olan Hattilerle kaynaştılar. M.Ö.1640'a doğru kral Labarna l (ya da Tabarna), krallığını Akdeniz'e kadar genişletti (Tabarna adı, sonraki bütün hükümdarlar tarafından krallık unvanı olarak benimsendi; eşi Tavanana'nın adı da kraliçelerin unvanı oldu). Bu arada Suriye'de ve Mezopotamya'nın bir bölümünde, Hint-Avrupa kökenli başka devletler de kurulmuştu. Aralarından en güçlüleri, Mitanniler ile Halepliler'di. Labarna'nın oğlu Hattuşili l, krallığın merkezini Hattuşaş'a (Boğazköy) aktararak, Eski Krallık Dönemini başlattı. Halep'e savaş açtıysa da, büyük başarı sağlayamadı. Oğlu Murşil l'se, Halep'i ele geçirip, Hammurabi'nin kurmuş olduğu Babil sülalesine son vermeyi başardı. Hitit Krallığı, M.Ö. XVIII. yy'ın ikinci yarısından, M.Ö. XVI. yy'a kadar sık sık iç ve dış savaşlarla çalkalandı. Ünlü krallarından Telipinu, imparatorluğu yeniden düzenlemeye çalıştıysa da, başarıya ulaşamadı. Tuthalya II'yse, Hurri-Mitanni ve Halep krallıklarına büyük bir darbe indirip, M.Ö.1440'a doğru Yeni Krallık Dönemini başlattı.
M.Ö.1371 'e doğru tahta çıkan Hititlerin en büyük hükümdarı Şuppiluliuma, bazen kaba kuvvete, bazen de diplomasi oyunlarına başvurarak yurdunu askerlik ve siyaset açısından Ortadoğu'nun en güçlü ülkesi haline getirmeyi başardı, Hurri-Mitanni Krallığı'nı da parçaladı. Ayrıca Mısır'a bir sefer düzenleyerek, ilk Hitit-Mısır çatışmasını başlattı. Yerine geçen oğlu Murşil II (M.Ö.1344'e M.Ö.1315), babasının izinden yürüyüp, birçok başarılı sefer düzenleyerek egemenliğini yaygınlaştırdı. Murşili'nin oğullarından Muvatallis'in, Ramses lI'yle Suriye'yi paylaşarak, Mısır tehlikesini önlemesinden sonra öbür oğlu Hattuşili III'de, Ramses II'yle M.Ö.1283'te, her iki krallığın saygınlık ve etkisini artıracak bir antlaşma (tarihte bilinen en eski yazılı antlaşma olan Kadeş Antlaşması) imzaladı. Yerine geçen oğlu Tuthalya IV, çeşitli savaşlarla topraklarını batıya doğru genişletti. Bütün bu başarılara karşın, Hitit imparatorluğu M.Ö.1190'a doğru "Deniz Halkları" adı verilen halklar tarafından ortadan kaldırıldı ve yerinde küçük krallıklar kuruldu. Zaman içinde yıkılan bu Hitit kent devletlerinin sonuncusu olan Kargamış devleti de, M.Ö.717'de Asur kralı Sargon lI'ye boyun eğmek zorunda kaldı.
Hitit uygarlığında şiddet yerine hoşgörü egemendi. Adalet işleri kısasa kısas yerine, cezayı ödeme ilkesine göre işlerdi. Kadınları, yarı kölelikten kurtulmuş, büyük saygınlık kazanmıştı. Akkad, Sümer ve Hitit dilinde yazılmış tabletler yardımıyla uzun çalışmalardan sonra çözülen Hitit hiyeroglifleri, eski Hattuşaş'ta (Boğazköy) pek çok metnin anlaşılmasını sağlamıştır. Gene belgelerden öğrenildiğine göre Hitit halkı, bir tapınağa, bir saraya ya da beylik topraklarına bağlı, ama özgürdü. Soylu diye adlandırılabilecek kesim, genellikle krallık soyundan gelenlerden oluşuyordu ve üyeleri, sarayda askeri ve yönetici işlerle görevliydiler.
Tanrının "sevgili kulu" sayılan kral, hem siyasal önder, hem de din adamıydı. Kralın yanı sıra kraliçenin de dinsel törenlerde önemli görevleri vardı. Hükümdarlar öldükten sonra tanrılaştırılırdı. Hititlerin dini, yabancı tanrılara da açık, bağdaştırıcı nitelikte bir dindi, imparatorluk döneminde, ilkel tanrılar (verimlilik, fırtına, güneş ve cehennem tanrıları) ile büyük önem taşıyan eski totemlere (boğa, aslan, geyik) aynı derecede saygı gösterilirdi
HATTİLER
Hititler’i
incelemeye başlamadan önce, Hitit göçlerinden önce aynı yerlerde uygarlık
kurmuş olan ve Hititler’i büyük ölçüde etkilemiş olan Hatti uygarlığını
incelemek gerekmektedir.
Yaklaşık MÖ 2500-1700 yılları arasında Anadolu’da büyük bir uygarlık oluşturmuş Hattiler hakkında bilgilerimiz oldukça sınırlıdır.
Hattiler Anadolu’nun yerli halkı olarak kabul edilmekle beraber, göçlerle geldiklerini – hatta Türk kökenli olduklarını- savunanlar da vardır.
Yapılan araştırmalar Hititler’in uygarlık ve inanç/mitoloji bakımından Hattiler’den oldukça etkilendiklerini ortaya koymuştur.
Hititler kendilerini başka isimle anmalarına rağmen, ülkelerine Hatti ülkesi demeleri ve din ile ilgili tabletlerde rahibin Hatti dilinde konuştuğunu belirtmeleri bu etkiyi göstermektedir. Ayrıca özel isimlerin bir çoğu da Hatti dilinden gelmektedir.
Hatti uygarlığına ait en önemli eserler Alacahöyük’te bulunmuştur. 1935’de Atatürk’ün himayesinde başlayan kazılarda bugün Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenen güneş kursları, heykelcikler, altın kupalar bir çok eser bulunmuştur.
Yapılan kazılarda ölülerin hocker pozisyonunda bulunması (ana rahminde olduğu gibi, cenin vaziyetinde) , toprak ve yeniden dirilme kültlerini varlığını, dolayısıyla da ana tanrıça kültünün varlığını göstermektedir.
Bir başka buluntu yeri de Tokat Horoztepe’dir. Burada da ana tanrıçaya ait idoller ve tören zilleri bulunmuştur. Ancak buluntuların büyük bölümü yurt dışına kaçırılmıştır.
Hattiler’e ait süsleme ve bezeme şekillerinin Anadolu’nun bir çok yerinde görülmesi bu uygarlığın ne kadar yayılmış olduğunu ve önemini göstermektedir.
Hatti halkı, hayvan biçimli tanrıların kültünü geliştirmiş, özellikle de boğa en önemli simge olmuştur. Boğa ile gök/güneş kurslarının birlikteliği boğa/gök ilişkisini düşündürtmüştür. Buna göre boğa en büyük gök tanrıyı temsil etmektedir.
Hattiler Hititler’le kaynaşmış, Hatti uygarlığı Hitit uygarlığı içinde yaşamaya devam etmiştir.
Yaklaşık MÖ 2500-1700 yılları arasında Anadolu’da büyük bir uygarlık oluşturmuş Hattiler hakkında bilgilerimiz oldukça sınırlıdır.
Hattiler Anadolu’nun yerli halkı olarak kabul edilmekle beraber, göçlerle geldiklerini – hatta Türk kökenli olduklarını- savunanlar da vardır.
Yapılan araştırmalar Hititler’in uygarlık ve inanç/mitoloji bakımından Hattiler’den oldukça etkilendiklerini ortaya koymuştur.
Hititler kendilerini başka isimle anmalarına rağmen, ülkelerine Hatti ülkesi demeleri ve din ile ilgili tabletlerde rahibin Hatti dilinde konuştuğunu belirtmeleri bu etkiyi göstermektedir. Ayrıca özel isimlerin bir çoğu da Hatti dilinden gelmektedir.
Hatti uygarlığına ait en önemli eserler Alacahöyük’te bulunmuştur. 1935’de Atatürk’ün himayesinde başlayan kazılarda bugün Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenen güneş kursları, heykelcikler, altın kupalar bir çok eser bulunmuştur.
Yapılan kazılarda ölülerin hocker pozisyonunda bulunması (ana rahminde olduğu gibi, cenin vaziyetinde) , toprak ve yeniden dirilme kültlerini varlığını, dolayısıyla da ana tanrıça kültünün varlığını göstermektedir.
Bir başka buluntu yeri de Tokat Horoztepe’dir. Burada da ana tanrıçaya ait idoller ve tören zilleri bulunmuştur. Ancak buluntuların büyük bölümü yurt dışına kaçırılmıştır.
Hattiler’e ait süsleme ve bezeme şekillerinin Anadolu’nun bir çok yerinde görülmesi bu uygarlığın ne kadar yayılmış olduğunu ve önemini göstermektedir.
Hatti halkı, hayvan biçimli tanrıların kültünü geliştirmiş, özellikle de boğa en önemli simge olmuştur. Boğa ile gök/güneş kurslarının birlikteliği boğa/gök ilişkisini düşündürtmüştür. Buna göre boğa en büyük gök tanrıyı temsil etmektedir.
Hattiler Hititler’le kaynaşmış, Hatti uygarlığı Hitit uygarlığı içinde yaşamaya devam etmiştir.
Hitit Krallıklar Dönemi
|
||||||||||||||||||||||||||||
|
DEVLET YÖNETİMİ
Hititlerin
başında büyük kral ünvanını taşıyan bir hükümdar bulunuyordu. Krallık babadan
oğula geçmekteydi. Kral aynı zamanda başkomutan, baş yargıç ve baş rahipti.
Kralın yanında Pankuş denilen bir tür asiller meclisi de yönetimde söz
sahibiydi. İlk zamanlarda kralın yetkileri meclis tarafından
sınırlandırılmıştı. Ancak imparatorluk döneminde meclisin yetkileri azalmıştır.
Kraldan sonra devlet yönetiminde en yetkili kişi Tavananna denilen kraliçeydi. Tavananna, kral sefere çıktığı veya oğlu küçük yaşta kral olduğu zaman devlet işlerini yürütür, dini törenlere başkanlık ederdi.
Hitit devlet yönetiminin temelini feodal tımar sistemi oluşturmaktaydı. ilk zamanlarda fethedilen toprakların yönetimi prenslere verilmiş, böylece küçük krallıklar ortaya çıkmıştır. Yeni krallık zamanında feodal beylikler kaldırılmış, yerine valiler gönderilmiştir. Böylece devletin merkezi otoritesi güçlenmiştir.
Kraldan sonra devlet yönetiminde en yetkili kişi Tavananna denilen kraliçeydi. Tavananna, kral sefere çıktığı veya oğlu küçük yaşta kral olduğu zaman devlet işlerini yürütür, dini törenlere başkanlık ederdi.
Hitit devlet yönetiminin temelini feodal tımar sistemi oluşturmaktaydı. ilk zamanlarda fethedilen toprakların yönetimi prenslere verilmiş, böylece küçük krallıklar ortaya çıkmıştır. Yeni krallık zamanında feodal beylikler kaldırılmış, yerine valiler gönderilmiştir. Böylece devletin merkezi otoritesi güçlenmiştir.
ORDU
Hititlerin
ilk zamanlarında daimi ordu yoktu. Eli silah tutan bütün erkekler asker
sayılırdı. Ancak Hititlerin dört tarafından düşmanla sarılmış olması ve
beyliklerin sık sık ayaklanmaları sonucunda imparatorluk döneminde sürekli ordu
kurulmuştur.
Hitit ordusunun büyük kısmı yaya askerlerden oluşuyordu. Yaya askerlerin yanı sıra savaş arabalarını kullanan askerler de bulunuyordu. Ayrıca asiller kendilerine verilen toprakların gelirleriyle asker beslemek ve savaşa katılmak zorundaydı. Hititler bazı savaşlarda ücretli askerlerden de faydalanmışlardır.
Hitit ordusunun büyük kısmı yaya askerlerden oluşuyordu. Yaya askerlerin yanı sıra savaş arabalarını kullanan askerler de bulunuyordu. Ayrıca asiller kendilerine verilen toprakların gelirleriyle asker beslemek ve savaşa katılmak zorundaydı. Hititler bazı savaşlarda ücretli askerlerden de faydalanmışlardır.
HUKUK
Hitit hukuk sistemi Sümer kanunlarından etkilenerek hazırlanmıştır. Eski Mısır
ve Mezopotamya gibi Hititler de adalet kavramını güneşle sembolize etmiştir.
Sümerlerde olduğu gibi Hititlerde de mülkiyet hakkı güvence altına alınmıştır.
Hititler aile hukukuna ve ceza hukukuna büyük önem vermişlerdir. Yaptıkları
medeni kanunla evlilik resmi bir sözleşme olarak kabul edilmiştir.
HİTİT MİTOLOJİSİ
Hititlerde özgün bir mitolojiden söz etmek oldukça güçtür. Hitit efsaneleri çok
güçlü o bir şekilde Hurri, Hatti ve Mezopotamya etkisinde kalmıştır.
Hititlerden günümüze gelen efsanelerde bu etki açıkça görülmektedir. Ancak bir
başka gerçek de Hitit efsanelerinin Yunan mitolojisine kadar sürekliliğini
koruduğudur.
Günümüze gelen belli başlı Hitit mitoslarına göz atarsak bu etkileri daha iyi görebiliriz.
Kaybolan Tanrı Efsaneleri
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Hititler bir çok doğa olayını tanrılara bağlamakta, ancak onları, insan şekilli (antropomorfik) olarak düşünmekteydiler.
Buna göre bir tanrı canı isterse çekip gidebiliyordu. Ancak tanrının gitmesiyle ona bağlı olan doğa olayları da etkileniyordu.
Ele geçen metinlerden biri de Fırtına tanrısının oğlu Telipinu’nun kaybolması ile ilgili olandır. Hatti kökenli bu efsanenin kahramanı Telipinu aslında bir tarım tanrısıdır. Tohum ekmek, tarla sürmek, sulamak, ürünü yetiştirmek ve toplamak gibi tarım işleri ile ilgilidir. Doğal olarak bu tanrının kaybolması bütün hayatı etkilemiştir. Farklı versiyonlardan derlenen efsanenin ilginç bir konusu vardır.
Tanrı o kadar sinirlidir ki elbisesini ve ayakkabılarını ters giyecek kadar sinirlenmiştir ve fırlar gider. Tanrının gitmesiyle beraber ülkede her şey değişir. Sıkıntılar başlar :
“ Pencereleri sis doldurdu, evi duman doldurdu. Ocakta odunlar boğuldu, ağılda koyunlar boğuldu. Koyun kuzusunu istemedi, inek buzağısını istemedi.[…] Arpa ve buğday yetişmez oldu, sığırlar koyunlar ve insanlar gebe kalmadılar, gebe kalanlar ise doğurmadılar. Dağlar kurudu, ağaçlar kurudu ve çiçek açmaz oldu; otlaklar kurudu, kaynaklar kurudu.”
Tanrının gidişi o kadar etkili olmuştu ki diğer tanrılar da bundan etkilenmişti, hatta bütün tanrıların katıldıkları bir ziyafette yiyip içmelerine rağmen açlık ve susuzlukları geçmemişti. Bu pasajın açıklaması şu şekilde olabilir , burada tanrıların yemesi ve içmesi kendilerine sunulan sunular olabilir, ancak bu sunuların fayda etmedikleri görülmektedir.
En sonunda Fırtına tanrısının aklına oğlu Telipinu gelir ve iyi olan herşeyi alıp götürdüğünü söyler, ve yüksek dağlarda Telipinu’yu araması için kartalı gönderir. Ancak kartal Telipinu’yu bulamaz. O zaman bütün tanrıların annesi tanrıça Hannahanna Fırtına tanrısı’na bizzat aramasını söyler. Ancak fırtına tanrısı da başarılı olamaz. Hannahanna en sonunda bir arı gönderir. Arı sonunda tanrıyı bulur ve onu sokarak uyandırır (bu bölüm değişik versiyonlarda farklıdır). Telipinu daha da öfkelenir . En sonunda bir ayin yaparak öfkesini dindirmeye karar verilir. Bu işi büyü tanrıçası Kamrušepa yapar:
“ Ey tanrılar gidin! Şimdi tanrı Hapantali için Güneş Tanrısı’nın koyunlarını güdün. Telipinu’nun Karaš-hububatlarını[1] iyileştirebilmem için on iki koç seçin. Bin küçük deliği olan bir sepeti kendim için aldım. Ve onun üstüne ben karaš-hububatı ve Kamrušepa’nın koçlarını döktüm. Ve ben Telipinu’nun üzerinde, şurasında burasında ateş yaktım. Ve onun kötülüğünü Telipinu’nun vücudundan aldım. Onun günahını aldım. Onun kızgınlığını aldım. Onun hiddetini aldım. Onun dargınlığını aldım. Onun küskünlüğünü aldım. […] Telipinu hiddeti bırak. Öfkeyi bırak. Küskünlüğü bırak. Ve kanaldaki su nasıl geriye akmazsa, Telipinu’nun hiddeti, öfkesi ve küskünlüğü aynı şekilde geri gelmesin. […] Telipinu’nun hiddeti, öfkesi, günahı ve küskülüğü gitsin. Ev onu bıraksın. İçindeki...ondan kurtulsun. Pencere ondan kurtulsun. Menteşe[ondan kurtul]sun. İç avlu ondan kurtulsun. Şehir kapısı ondan kurtulsun. Kapı ondan kurtulsun. Kral yolu ondan kurtulsun. Meyve bahçesine, tarlaya ya da ormana o girmesin. (Karanlık) toprağın Güneş tanrısının yoluna o gitsin. Kapıcı yedi kapıyı açtı. Yedi (kapı) sürgüsünü çekti. Karanlık toprağın altında bronzdan palhi kapları durur. Kapakları kurşundandır. Tutamakları ise demirdendir. İçlerine giren bir şey, bir daha geri çıkamaz. İçlerinde mahvolur. Bundan dolayı onlar Telipinu’nun hiddeti, öfkesi, günahı ve küskünlüğünü yakalsın ve onlar (buraya) geri dönmesin.”
Sonuçta bu büyü etkili olur . (Başka versiyonda bu büyüyü bir insan yapmıştır.) Telipinu’nun öfkesi diner ve evine döner. Böylece ortaklık yatışır ve eski haline döner.
Bu efsanaye çok benzeyen bir de Fırtına Tanrısı’nın kaybolması efsanesi vardır. Ancak ikisini aynı efsanenin değişik anlatımları olarak kabul edebiliriz.
Bu efsanelerin dışında Güneş Tanrısı’nın, Hannahanna’nın ve başka tanrıların da kayboluş mitosları vardır. Ancak bunları aynı efsanelerin farklı yorumları olarak düşünebiliriz.
Bu konuya dahil edebilceğimiz ilginç bir motif de Ay’ın düşme mitosudur. Hatti kökenli bu mitosun bir ay tutulmasını mı anlattığı yolksa farklı bir ritüelden mi bahsettiği bilinmemektedir :
“ Kaşku (Ay tanrısı) gökten düştü. Şimdi o Kilammar (tapınak) üstüne düştü. Ancak onu kimse görmedi. Şimdi tanrı (Gök/Fırtına tanrısı) onun arkasından yağmur saldı. Ve arkasından yağmur sağanakları gönderdi.Onu korku aldı. Hapantalli aşağıya onun yanına gitti, o zaman onunla konuştu. Gidiyor musun? Ne yapıyorsun? “
İlluyanka Efsanesi
Hatti kökenli en önemli mitoslardan biri de Fırtına tanrısı ile yılan arasındaki savaştır. Bu mitosun izleri daha sonra kendini Apollon ya da Saint George mitoslarında da gösterir. Belki de izleri daha da derindir . Bu konuda İsmet Zeki Eyüboğlu şöyle yazmaktadır:
“ Bugün Anadolu halk masalları içinde, İlluyanka ile devlerin savaşını işleyen bir çok öyküler, gerçeküstü olaylar vardır. Yılanlarla kartalların savaşını içeren bütün masalların kaynağı budur. Kimine göre çok büyük bir devdir İlluyanka. Yalnız adı değişmiş, Anadolu türkçesinde ejder olmuştur. Halk ona ejderha diyor. […] İlluyanka başka başka ülkelerin halk anlaışlarına, dini inanışlarına göre nitelikler kazanmış. Anadoluda büyük bir yılan olarak nitelendirilen Şahmeran, onunla ilgili olalar, boğuşmalar bu eskiçağ anadolu masalının değişikliğe uğramış kalıntılarıdır. “
Bazı yorumcular bu efsanede sözü geçen yılanın öldürülmesi motifinin baharın, kışı yenmesi şeklinde yorumlanması gerektiğini belirtmişlerdir. Bütün kültürlerde hemen hemen tanrının yılanı öldürmesi motifi olması bize bu sembolün ezoterik bir açıklaması da olabileceğini düşündürtmektedir.
Bu efsane, bahar bayramı olan Purulliyaş törenleri sırasında da anlatılıyordu. Ele geçen tabletlerde efsane şöyle başlar :
“ Nerik şehri Fırtına Tanrısı [Merhemli rahibi] Kella’ya göre (bu) göğün Fırtına Tanrısı’nın […] için Purulli (festivali) metnidir (sözleridir). Onlar şöyle konuştuklarında : “Ülkede büyüme (bolluk) ve gelişme (bereket) olsun. Ve eğer (gerçekten ülkede) büyüme ve gelişme olursa, onlar Purulli festivalini kutlar. “
Efsane bu sözlerden sonra dev yılan Illuianka/İlluyanka ile Fırtına tanrısının savaşı ile başlar ve Fırtına tanrısı yenilir. Bunun üzerine Fırtına tanrısı bütün tanrıları toplar ve yardım ister.
Tanrıça İnara buna bir çözüm düşünür ve bir festival düzenler. Daha sonra tanrıça Ziggarata şehrine giderek burada Hupašiia adında bir ölümlü ile anlaşır ve planın anlatır. Hupašiia, karşılığında tanrıça ile yatmak koşulu ile bunu kabul eder.
İnara daha sonra süslenerek yılan İlluianka’nın deliğine gider ve onu festivale çağırır. Deliğinden çocukları ile çıkan İlluianka oradaki içkilerin çoğunu içer ve sarhoş olur, hatta deliğine de geri dönmek istemez. Hupašiia yılanı bir ip ile bağlar. Fırtına tanrısı da İlluianka’yı öldürür. Böylece Fırtına tanrısının sorunu çözüme bağlanır.
İnara ise Hupašiia için Tarukka şehrinde kaya üzerine bir ev inşa eder ve onu oraya yerleştirir. Ancak karısını ve çocuklarını görmemesi için Hupašiia’nın pencereden bakmasını yasaklar. Ancak yirmi gün geçince Hupašiia pencereden bakarak karısını ve çocuklarını görür ve İnara’ya eve dönmek istediğini söyler. İnara da Hupašiia’ı öldürür.
Bu efsanenin ele geçen bir veriyonu daha vardır.
Bu versiyonda da efsane, İlluianka’nın Fırtana tanrısını yenmesi ile başlar. Ancak bu kez İlluianka Fırtına tanrısının kalbini ve gözlerini de alır.
Fırtına tanrısı daha sonra fakir bir adamın kızı ile evlenir ve bir oğlu olur. Oğlan büyüdüğünde İlluianka’nın kızını alır. Fırtına tanrısı öcünü almanın peşindedir :
“ Fırtına tanrısı ona (oğluna) sürekli olarak şöyle emreder : «Karının evine (yaşamaya) gittiğinde (başlık parası olarak) kalbi(mi) ve gözleri(mi) onlardan iste.» “
Oğlu Fırtına tanrısının istediğini yapar ve gözleri ile kalbini geri alır. Bunun üzerine yeniden İlluianka ile döğüşe tutuşur. Ancak bu kez oğlu da yılandan yanadır.
Fırtına tanrısı İlluianka’yı ve kendi öz oğlunu öldürür.
Bu iki versiyonda da ortak nokta Fırtına tanrısının yılanı öldürmesidir. Bu efsane daha da önce belirttiğimiz gibi farklı kültürlerde farklı şekillerde yaşamıştır.
Kumarbi Efsanesi
Hurri kökenli bu efsane, daha sonra Yunan mitolojisinde de izleri görülecek ilginç bir efsanedir.
Bu destan bir kaç kompozisyon halinde işlenmiştir. Ancak tablelerin çoğunda büyük kırıklar olduğu için parça parça günümüze gelmiştir.
Bu efsane , Hesiodos’un Theogonia’sını andıracak biçimde tanrı soyarından bahsetmektedir.
“ İlk (eski) tanrılar, […] kuvvetli tanrılar işitsinler : […] Geçmiş yıllarda Alalu (gökyüzünde) kral idi. Alalu tathta oturuyordu. Ve tanrıların önde geleni, güçlü Anu, (hizmetçi olarak) onun huzurunda duruyordu. O, (Alalu’nun) ayaklarına kapanıyor ve içki kaplarını, içmek için, onun eline veriyordu. “
Ancak bu durum çok uzun sürmez. Alalu gökte dokuz yıl krallık yapar. Anu, Alalu’ya karşı ayaklanır ve onu yenerek aşağıya, karanlık toprağa gönderir ve tahta geçer. Bu kez Kumarbi ona hizmet etmeye başlar.
Anu da dokuz yıl boyunca tahtta kalır. Dokuzuncu yılda bu kez Kumarbi Anu’ya karşı ayaklanır ve Onunla savaşmaya başlar. Anu, Kumarbi’ye karşı koyamaz , kaçar :
“ Anu, Kumarbi’nin el ve ayaklarından kendini sıyırdı ve kaçtı. Anu, gökyüzüne çıktı. (Fakat) Kumarbi onun arkasından koştu. Anu’nun ayaklarından yakaladı ve Anu’yu gökyüzünden aşağıya çekti. (Kumarbi Anu’nun) dizini (bel altını) ve bronza benzer Kumarbi’nin karnına bitişik erkeklik organını ısırdı. Kumarbi, Anu’nun erkekliğini yutunca, o sevinde ve yüksek sesle güldü. Anu döndü ve Kumarbi’ye (şöyle) söylenmeye başladı : « Erkekliğimi yuttuğun için kendi içinden seviniyor musun? Kendi kendine sevinme! Ben sana yük (tohum) yükledim. İlk olarak soylu Fırtına Tanrısı ile seni aşıladım (gebe bıraktım). İkincisi dayanılmaz Aranzah nehriyle seni aşıladım. Üçüncüsü soylu Tašmišu ile seni aşıladım. Üç dehşet tanrıyı ben sana bir yük olarak yerleştirdim. “
Anu böyle diyerek gökyüzüne gizlenir. Kumarbi ise hemen tükürür ve daha sonra da Nippur şehrine gider. Kumarbi burada doğum için ayları sayar ve tanrıları dünyaya getirir. Metinin buraları çok kırık olduğundan efsanenin bu bölüm hakkında ayrıntılı bilgimiz yoktur. Ancak çıkan tanrılar da savaşa tutuşurlar. En kuvvetlisi Teşup’tur. Hatta Teşup boğası Šeri’ye şöyle der :
“ [Artık kim benim] karşıma kavga etmeye gelebilir? [Şimdi beni kim] yenebilir? Kumarbi bile [bana karşı çıkamaz(?)] “
Kırık parçalardan Anu’nun Kumarbi’nin öldürülmesini istemediğini öğreniyoruz. Ayrıca yeryüzü de hamiledir ve ay saymaktadır ve tabletin sonunda iki çocuk doğurur.
Tabletlerin kırık olması yüznden efsanenei tam bir versiyonu elimizde yoktur. Yalnız anlaşıldığı kadar, efsane Mezopotamya kökenlidir. Hitiler’e Hurriler yoluyla girmiştir.
Metinin Hesiodos’un Theogonia’sıyla benzerliği dikkat çekicidir. Hesiodos’un bu efsaneleri Anadolu’dan aldığı düşünlebilinir. Güterbock ise bunların Hesiodos’a Fenikeliler yoluyla da geçebileceğne dikkat çekmektedir.
Güterbock Kumarbi ismini ise şöyle açıklamaktadır :
“ Bu tanrının adı hakikî Hurricedir: sondaki –bi, Hurrice aidiyet eki –ve’dir. Kumar sözcüğünün cins ismi mi yoksa yer adı mı olduğu ve Kumar adlı şehrin nerede aranacağı bilinmiyor. “
Güterbock aynı zamanda Allau-anu ve Anu-Kumarbi, arasında baba oğul ilşkisi olabileceğinin de altını çizmektedir.
Köken ne olursa olsun bu efsane Hihitlerde, daha doğrusu anadolu’da bir nalam kazanmış ve belki de “Yunan Mucizesi” denilen safsatanın doğuşunda rol oynamıştır.
Ullikummi Şarkısı
Ullikummi Şarkısı , konu olarak Kumarbi efsanesinin devamında Teşup’un krallığında geçmektedir.
Burada bir parantez açıp, “şarkı” sözcüğü üzerinde durmak gerekmektedir. Dinçol bunu şöyle açıklamaktadır :
“ Yabancı kökenli metinlerin bir özelliği, onların anadolu kökenliler gibi ayinler içinde yer almaması, baş bölümlerinde belirtildiği gibi birer bağımsız şarkı sayılmasıdır. Şarkı terimi bu tür edebiyat ürünleri için Ortaçağ’a kadar kullanılmış bir sözcüktür. Germen efsanelerinden en ünlüsüne Neibelungen Şarkısı denildiği akıldan çıkarılmamalıdır. Bu bakımdan, şarkı sözcüğünün destan anlamında kullanılmış olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. “
Şarkı sözcüğünü de açıkladıktan sonra efsanenin konusuna bakabiliriz :
Anlaşıldığına göre Kumarbi yenilmiş ve tahtta Teşup oturmaktadır. Ancak Kumarbi bunu hazmedemez :
“ Kumarbi aklını toparlar (düşünür). Uğursuz bir günde kötü bir insan yetiştirir. O Teşup’a karşı kötülük planlar. O Teşup’ a karşı bir asi çıkarır. […] (Kumarbi) eline bir asa aldı. [Ayaklarına ayakkabı olarak] hızlı rüzgarları koydu. O Urkiš şehrine yola çıktı ve Soğuk Pınar’a vardı. Şimdi Soğuk Pınar’da bir kaya bulunur : onun boyu üç fersah ve genişliği […] ve yarın fersahtır. Onun vaginası ise […fersahtır. Onu görünce] aklı başından fırladı ve o kaya ile sevişti. Erkeklik organını onun içine batırdı. O beş kez oldu. O on kez oldu. “
Tabletteki kırıklardan metnin devamı tam anlaşılamamktadır ancak, Deniz tanrısının yardım ettiğini ve çocuğun doğduğunu öğrenebiliyoruz.
Kumarbi bu çocuğa Ullikummi adını verir :
“ Kumarbi kendi kendine söylenmeye başladı : Kader tanrıçaları ve ana tanrıçaların bana verdiği çocuğa ne isim koyacağım. […] Varsın onun ismi Ullikummi olsun. O krallığa gökyüzüne gitsin. Güzel Kummiia şehrini sıkıştırsın. Teşup’a vursun. Onu saman gibi doğrasın. Onu bir karınca [gibi] ayakları ile ezsin. “
Ullikummi sözcük olarak Kummiia’nın yıkıcısı anlamına gelmektedir. Kummiia ise Fırtına Tanrısının kentidir. Metinden de anlaşılacağı gibi Kumarbi bu doğan çocuğun Teşup’tan kendi intikamını almasını beklemektedir.
Kumarbi, bu çocuğun Teşup’un haberi olmadan yetişmesi için gizler, nacak güneş tanrı vbu süratle büyüyen ve canavarlaşan çocuğu görür ve Teşup’a haber verir.
Teşup erkek kardeşi Tašmišu ve kız kardeşi Šaušga ile Hazzi dağına gider ve canavarı bulur. Ancak Ullikummi alt edilebilecek gibi değildir.
Kırık tabletlerden anlaşılabildiği kadarı ile Teşup savaş hazırlıkların başlamıştır. Savaşa tutuşur, ancak başarılı olamaz. Taş canavar Ullikummi Teşup’u ve yanındaki yetmiş tanrıyı yener.
Teşup’un kardeşi Tašmišu yenilginin haberibi Teşup’un karısı Hepat’a bildirir ve yeniden Teşup’un yanına döner. Tašmišu, Teşup’a tanrı Ea’dan yardım istemesini söyler. İki kardeş Ea’ya gederler. Tablet buralarda kırıktır. Ancak onları Ubelluri ile konuşurken buluruz. Ubelluri Atlas gibi dünyayı sırtında taşıyan bir devdir. Ullikummi de onun omuzunda büyümüştür. Ubelluri sağ omzunda bir şey olduğunu söyleyince Ullikummi’nin orada büyüdüğü anlaşılır ve Ea eski tarılara seslenir :
“ Eski sözleri bilen ilk tanrılar sözümü duyun. Eskiden, babadan, büyükbabadan olan mühür evlerini tekrar açın. Ecdadımın mühürlerini getirsinler. Onu orada mühürlesinler. Yeryüzü ve gökyüzünü ayırdıkları(kestikleri) bakırdan eski kesici aleti getirsinler. Biz, Kumarbi’nin bir asi olarak tanrılara karşı yüceltiği (büyüttüğü) bazalt Ullikummi’nin ayaklarını keseceğiz. “
ullikummi’nin ayakları kesilince güçsüz kalır. Teşup ve tanrılar Ullikummi ile savaşmaya başlar. Metnin sonu kırıktır, ama burada Teşup’un zaferinin anlatıldığı düşünülmektedir.
Bu efsane de Yunan mitolojisindeki bazı motifleri anımsatmaktadır.
Hitit mitolojisinide kırık tabletlerle günümüze ulaşan başka efsaneler de vardır. Biz burda en önemlilerini aldık. İleride bunlara da yer verebileceğimizi ummaktayız.
[1] yulaf ya da çavdar olabilir
Günümüze gelen belli başlı Hitit mitoslarına göz atarsak bu etkileri daha iyi görebiliriz.
Kaybolan Tanrı Efsaneleri
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Hititler bir çok doğa olayını tanrılara bağlamakta, ancak onları, insan şekilli (antropomorfik) olarak düşünmekteydiler.
Buna göre bir tanrı canı isterse çekip gidebiliyordu. Ancak tanrının gitmesiyle ona bağlı olan doğa olayları da etkileniyordu.
Ele geçen metinlerden biri de Fırtına tanrısının oğlu Telipinu’nun kaybolması ile ilgili olandır. Hatti kökenli bu efsanenin kahramanı Telipinu aslında bir tarım tanrısıdır. Tohum ekmek, tarla sürmek, sulamak, ürünü yetiştirmek ve toplamak gibi tarım işleri ile ilgilidir. Doğal olarak bu tanrının kaybolması bütün hayatı etkilemiştir. Farklı versiyonlardan derlenen efsanenin ilginç bir konusu vardır.
Tanrı o kadar sinirlidir ki elbisesini ve ayakkabılarını ters giyecek kadar sinirlenmiştir ve fırlar gider. Tanrının gitmesiyle beraber ülkede her şey değişir. Sıkıntılar başlar :
“ Pencereleri sis doldurdu, evi duman doldurdu. Ocakta odunlar boğuldu, ağılda koyunlar boğuldu. Koyun kuzusunu istemedi, inek buzağısını istemedi.[…] Arpa ve buğday yetişmez oldu, sığırlar koyunlar ve insanlar gebe kalmadılar, gebe kalanlar ise doğurmadılar. Dağlar kurudu, ağaçlar kurudu ve çiçek açmaz oldu; otlaklar kurudu, kaynaklar kurudu.”
Tanrının gidişi o kadar etkili olmuştu ki diğer tanrılar da bundan etkilenmişti, hatta bütün tanrıların katıldıkları bir ziyafette yiyip içmelerine rağmen açlık ve susuzlukları geçmemişti. Bu pasajın açıklaması şu şekilde olabilir , burada tanrıların yemesi ve içmesi kendilerine sunulan sunular olabilir, ancak bu sunuların fayda etmedikleri görülmektedir.
En sonunda Fırtına tanrısının aklına oğlu Telipinu gelir ve iyi olan herşeyi alıp götürdüğünü söyler, ve yüksek dağlarda Telipinu’yu araması için kartalı gönderir. Ancak kartal Telipinu’yu bulamaz. O zaman bütün tanrıların annesi tanrıça Hannahanna Fırtına tanrısı’na bizzat aramasını söyler. Ancak fırtına tanrısı da başarılı olamaz. Hannahanna en sonunda bir arı gönderir. Arı sonunda tanrıyı bulur ve onu sokarak uyandırır (bu bölüm değişik versiyonlarda farklıdır). Telipinu daha da öfkelenir . En sonunda bir ayin yaparak öfkesini dindirmeye karar verilir. Bu işi büyü tanrıçası Kamrušepa yapar:
“ Ey tanrılar gidin! Şimdi tanrı Hapantali için Güneş Tanrısı’nın koyunlarını güdün. Telipinu’nun Karaš-hububatlarını[1] iyileştirebilmem için on iki koç seçin. Bin küçük deliği olan bir sepeti kendim için aldım. Ve onun üstüne ben karaš-hububatı ve Kamrušepa’nın koçlarını döktüm. Ve ben Telipinu’nun üzerinde, şurasında burasında ateş yaktım. Ve onun kötülüğünü Telipinu’nun vücudundan aldım. Onun günahını aldım. Onun kızgınlığını aldım. Onun hiddetini aldım. Onun dargınlığını aldım. Onun küskünlüğünü aldım. […] Telipinu hiddeti bırak. Öfkeyi bırak. Küskünlüğü bırak. Ve kanaldaki su nasıl geriye akmazsa, Telipinu’nun hiddeti, öfkesi ve küskünlüğü aynı şekilde geri gelmesin. […] Telipinu’nun hiddeti, öfkesi, günahı ve küskülüğü gitsin. Ev onu bıraksın. İçindeki...ondan kurtulsun. Pencere ondan kurtulsun. Menteşe[ondan kurtul]sun. İç avlu ondan kurtulsun. Şehir kapısı ondan kurtulsun. Kapı ondan kurtulsun. Kral yolu ondan kurtulsun. Meyve bahçesine, tarlaya ya da ormana o girmesin. (Karanlık) toprağın Güneş tanrısının yoluna o gitsin. Kapıcı yedi kapıyı açtı. Yedi (kapı) sürgüsünü çekti. Karanlık toprağın altında bronzdan palhi kapları durur. Kapakları kurşundandır. Tutamakları ise demirdendir. İçlerine giren bir şey, bir daha geri çıkamaz. İçlerinde mahvolur. Bundan dolayı onlar Telipinu’nun hiddeti, öfkesi, günahı ve küskünlüğünü yakalsın ve onlar (buraya) geri dönmesin.”
Sonuçta bu büyü etkili olur . (Başka versiyonda bu büyüyü bir insan yapmıştır.) Telipinu’nun öfkesi diner ve evine döner. Böylece ortaklık yatışır ve eski haline döner.
Bu efsanaye çok benzeyen bir de Fırtına Tanrısı’nın kaybolması efsanesi vardır. Ancak ikisini aynı efsanenin değişik anlatımları olarak kabul edebiliriz.
Bu efsanelerin dışında Güneş Tanrısı’nın, Hannahanna’nın ve başka tanrıların da kayboluş mitosları vardır. Ancak bunları aynı efsanelerin farklı yorumları olarak düşünebiliriz.
Bu konuya dahil edebilceğimiz ilginç bir motif de Ay’ın düşme mitosudur. Hatti kökenli bu mitosun bir ay tutulmasını mı anlattığı yolksa farklı bir ritüelden mi bahsettiği bilinmemektedir :
“ Kaşku (Ay tanrısı) gökten düştü. Şimdi o Kilammar (tapınak) üstüne düştü. Ancak onu kimse görmedi. Şimdi tanrı (Gök/Fırtına tanrısı) onun arkasından yağmur saldı. Ve arkasından yağmur sağanakları gönderdi.Onu korku aldı. Hapantalli aşağıya onun yanına gitti, o zaman onunla konuştu. Gidiyor musun? Ne yapıyorsun? “
İlluyanka Efsanesi
Hatti kökenli en önemli mitoslardan biri de Fırtına tanrısı ile yılan arasındaki savaştır. Bu mitosun izleri daha sonra kendini Apollon ya da Saint George mitoslarında da gösterir. Belki de izleri daha da derindir . Bu konuda İsmet Zeki Eyüboğlu şöyle yazmaktadır:
“ Bugün Anadolu halk masalları içinde, İlluyanka ile devlerin savaşını işleyen bir çok öyküler, gerçeküstü olaylar vardır. Yılanlarla kartalların savaşını içeren bütün masalların kaynağı budur. Kimine göre çok büyük bir devdir İlluyanka. Yalnız adı değişmiş, Anadolu türkçesinde ejder olmuştur. Halk ona ejderha diyor. […] İlluyanka başka başka ülkelerin halk anlaışlarına, dini inanışlarına göre nitelikler kazanmış. Anadoluda büyük bir yılan olarak nitelendirilen Şahmeran, onunla ilgili olalar, boğuşmalar bu eskiçağ anadolu masalının değişikliğe uğramış kalıntılarıdır. “
Bazı yorumcular bu efsanede sözü geçen yılanın öldürülmesi motifinin baharın, kışı yenmesi şeklinde yorumlanması gerektiğini belirtmişlerdir. Bütün kültürlerde hemen hemen tanrının yılanı öldürmesi motifi olması bize bu sembolün ezoterik bir açıklaması da olabileceğini düşündürtmektedir.
Bu efsane, bahar bayramı olan Purulliyaş törenleri sırasında da anlatılıyordu. Ele geçen tabletlerde efsane şöyle başlar :
“ Nerik şehri Fırtına Tanrısı [Merhemli rahibi] Kella’ya göre (bu) göğün Fırtına Tanrısı’nın […] için Purulli (festivali) metnidir (sözleridir). Onlar şöyle konuştuklarında : “Ülkede büyüme (bolluk) ve gelişme (bereket) olsun. Ve eğer (gerçekten ülkede) büyüme ve gelişme olursa, onlar Purulli festivalini kutlar. “
Efsane bu sözlerden sonra dev yılan Illuianka/İlluyanka ile Fırtına tanrısının savaşı ile başlar ve Fırtına tanrısı yenilir. Bunun üzerine Fırtına tanrısı bütün tanrıları toplar ve yardım ister.
Tanrıça İnara buna bir çözüm düşünür ve bir festival düzenler. Daha sonra tanrıça Ziggarata şehrine giderek burada Hupašiia adında bir ölümlü ile anlaşır ve planın anlatır. Hupašiia, karşılığında tanrıça ile yatmak koşulu ile bunu kabul eder.
İnara daha sonra süslenerek yılan İlluianka’nın deliğine gider ve onu festivale çağırır. Deliğinden çocukları ile çıkan İlluianka oradaki içkilerin çoğunu içer ve sarhoş olur, hatta deliğine de geri dönmek istemez. Hupašiia yılanı bir ip ile bağlar. Fırtına tanrısı da İlluianka’yı öldürür. Böylece Fırtına tanrısının sorunu çözüme bağlanır.
İnara ise Hupašiia için Tarukka şehrinde kaya üzerine bir ev inşa eder ve onu oraya yerleştirir. Ancak karısını ve çocuklarını görmemesi için Hupašiia’nın pencereden bakmasını yasaklar. Ancak yirmi gün geçince Hupašiia pencereden bakarak karısını ve çocuklarını görür ve İnara’ya eve dönmek istediğini söyler. İnara da Hupašiia’ı öldürür.
Bu efsanenin ele geçen bir veriyonu daha vardır.
Bu versiyonda da efsane, İlluianka’nın Fırtana tanrısını yenmesi ile başlar. Ancak bu kez İlluianka Fırtına tanrısının kalbini ve gözlerini de alır.
Fırtına tanrısı daha sonra fakir bir adamın kızı ile evlenir ve bir oğlu olur. Oğlan büyüdüğünde İlluianka’nın kızını alır. Fırtına tanrısı öcünü almanın peşindedir :
“ Fırtına tanrısı ona (oğluna) sürekli olarak şöyle emreder : «Karının evine (yaşamaya) gittiğinde (başlık parası olarak) kalbi(mi) ve gözleri(mi) onlardan iste.» “
Oğlu Fırtına tanrısının istediğini yapar ve gözleri ile kalbini geri alır. Bunun üzerine yeniden İlluianka ile döğüşe tutuşur. Ancak bu kez oğlu da yılandan yanadır.
Fırtına tanrısı İlluianka’yı ve kendi öz oğlunu öldürür.
Bu iki versiyonda da ortak nokta Fırtına tanrısının yılanı öldürmesidir. Bu efsane daha da önce belirttiğimiz gibi farklı kültürlerde farklı şekillerde yaşamıştır.
Kumarbi Efsanesi
Hurri kökenli bu efsane, daha sonra Yunan mitolojisinde de izleri görülecek ilginç bir efsanedir.
Bu destan bir kaç kompozisyon halinde işlenmiştir. Ancak tablelerin çoğunda büyük kırıklar olduğu için parça parça günümüze gelmiştir.
Bu efsane , Hesiodos’un Theogonia’sını andıracak biçimde tanrı soyarından bahsetmektedir.
“ İlk (eski) tanrılar, […] kuvvetli tanrılar işitsinler : […] Geçmiş yıllarda Alalu (gökyüzünde) kral idi. Alalu tathta oturuyordu. Ve tanrıların önde geleni, güçlü Anu, (hizmetçi olarak) onun huzurunda duruyordu. O, (Alalu’nun) ayaklarına kapanıyor ve içki kaplarını, içmek için, onun eline veriyordu. “
Ancak bu durum çok uzun sürmez. Alalu gökte dokuz yıl krallık yapar. Anu, Alalu’ya karşı ayaklanır ve onu yenerek aşağıya, karanlık toprağa gönderir ve tahta geçer. Bu kez Kumarbi ona hizmet etmeye başlar.
Anu da dokuz yıl boyunca tahtta kalır. Dokuzuncu yılda bu kez Kumarbi Anu’ya karşı ayaklanır ve Onunla savaşmaya başlar. Anu, Kumarbi’ye karşı koyamaz , kaçar :
“ Anu, Kumarbi’nin el ve ayaklarından kendini sıyırdı ve kaçtı. Anu, gökyüzüne çıktı. (Fakat) Kumarbi onun arkasından koştu. Anu’nun ayaklarından yakaladı ve Anu’yu gökyüzünden aşağıya çekti. (Kumarbi Anu’nun) dizini (bel altını) ve bronza benzer Kumarbi’nin karnına bitişik erkeklik organını ısırdı. Kumarbi, Anu’nun erkekliğini yutunca, o sevinde ve yüksek sesle güldü. Anu döndü ve Kumarbi’ye (şöyle) söylenmeye başladı : « Erkekliğimi yuttuğun için kendi içinden seviniyor musun? Kendi kendine sevinme! Ben sana yük (tohum) yükledim. İlk olarak soylu Fırtına Tanrısı ile seni aşıladım (gebe bıraktım). İkincisi dayanılmaz Aranzah nehriyle seni aşıladım. Üçüncüsü soylu Tašmišu ile seni aşıladım. Üç dehşet tanrıyı ben sana bir yük olarak yerleştirdim. “
Anu böyle diyerek gökyüzüne gizlenir. Kumarbi ise hemen tükürür ve daha sonra da Nippur şehrine gider. Kumarbi burada doğum için ayları sayar ve tanrıları dünyaya getirir. Metinin buraları çok kırık olduğundan efsanenin bu bölüm hakkında ayrıntılı bilgimiz yoktur. Ancak çıkan tanrılar da savaşa tutuşurlar. En kuvvetlisi Teşup’tur. Hatta Teşup boğası Šeri’ye şöyle der :
“ [Artık kim benim] karşıma kavga etmeye gelebilir? [Şimdi beni kim] yenebilir? Kumarbi bile [bana karşı çıkamaz(?)] “
Kırık parçalardan Anu’nun Kumarbi’nin öldürülmesini istemediğini öğreniyoruz. Ayrıca yeryüzü de hamiledir ve ay saymaktadır ve tabletin sonunda iki çocuk doğurur.
Tabletlerin kırık olması yüznden efsanenei tam bir versiyonu elimizde yoktur. Yalnız anlaşıldığı kadar, efsane Mezopotamya kökenlidir. Hitiler’e Hurriler yoluyla girmiştir.
Metinin Hesiodos’un Theogonia’sıyla benzerliği dikkat çekicidir. Hesiodos’un bu efsaneleri Anadolu’dan aldığı düşünlebilinir. Güterbock ise bunların Hesiodos’a Fenikeliler yoluyla da geçebileceğne dikkat çekmektedir.
Güterbock Kumarbi ismini ise şöyle açıklamaktadır :
“ Bu tanrının adı hakikî Hurricedir: sondaki –bi, Hurrice aidiyet eki –ve’dir. Kumar sözcüğünün cins ismi mi yoksa yer adı mı olduğu ve Kumar adlı şehrin nerede aranacağı bilinmiyor. “
Güterbock aynı zamanda Allau-anu ve Anu-Kumarbi, arasında baba oğul ilşkisi olabileceğinin de altını çizmektedir.
Köken ne olursa olsun bu efsane Hihitlerde, daha doğrusu anadolu’da bir nalam kazanmış ve belki de “Yunan Mucizesi” denilen safsatanın doğuşunda rol oynamıştır.
Ullikummi Şarkısı
Ullikummi Şarkısı , konu olarak Kumarbi efsanesinin devamında Teşup’un krallığında geçmektedir.
Burada bir parantez açıp, “şarkı” sözcüğü üzerinde durmak gerekmektedir. Dinçol bunu şöyle açıklamaktadır :
“ Yabancı kökenli metinlerin bir özelliği, onların anadolu kökenliler gibi ayinler içinde yer almaması, baş bölümlerinde belirtildiği gibi birer bağımsız şarkı sayılmasıdır. Şarkı terimi bu tür edebiyat ürünleri için Ortaçağ’a kadar kullanılmış bir sözcüktür. Germen efsanelerinden en ünlüsüne Neibelungen Şarkısı denildiği akıldan çıkarılmamalıdır. Bu bakımdan, şarkı sözcüğünün destan anlamında kullanılmış olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. “
Şarkı sözcüğünü de açıkladıktan sonra efsanenin konusuna bakabiliriz :
Anlaşıldığına göre Kumarbi yenilmiş ve tahtta Teşup oturmaktadır. Ancak Kumarbi bunu hazmedemez :
“ Kumarbi aklını toparlar (düşünür). Uğursuz bir günde kötü bir insan yetiştirir. O Teşup’a karşı kötülük planlar. O Teşup’ a karşı bir asi çıkarır. […] (Kumarbi) eline bir asa aldı. [Ayaklarına ayakkabı olarak] hızlı rüzgarları koydu. O Urkiš şehrine yola çıktı ve Soğuk Pınar’a vardı. Şimdi Soğuk Pınar’da bir kaya bulunur : onun boyu üç fersah ve genişliği […] ve yarın fersahtır. Onun vaginası ise […fersahtır. Onu görünce] aklı başından fırladı ve o kaya ile sevişti. Erkeklik organını onun içine batırdı. O beş kez oldu. O on kez oldu. “
Tabletteki kırıklardan metnin devamı tam anlaşılamamktadır ancak, Deniz tanrısının yardım ettiğini ve çocuğun doğduğunu öğrenebiliyoruz.
Kumarbi bu çocuğa Ullikummi adını verir :
“ Kumarbi kendi kendine söylenmeye başladı : Kader tanrıçaları ve ana tanrıçaların bana verdiği çocuğa ne isim koyacağım. […] Varsın onun ismi Ullikummi olsun. O krallığa gökyüzüne gitsin. Güzel Kummiia şehrini sıkıştırsın. Teşup’a vursun. Onu saman gibi doğrasın. Onu bir karınca [gibi] ayakları ile ezsin. “
Ullikummi sözcük olarak Kummiia’nın yıkıcısı anlamına gelmektedir. Kummiia ise Fırtına Tanrısının kentidir. Metinden de anlaşılacağı gibi Kumarbi bu doğan çocuğun Teşup’tan kendi intikamını almasını beklemektedir.
Kumarbi, bu çocuğun Teşup’un haberi olmadan yetişmesi için gizler, nacak güneş tanrı vbu süratle büyüyen ve canavarlaşan çocuğu görür ve Teşup’a haber verir.
Teşup erkek kardeşi Tašmišu ve kız kardeşi Šaušga ile Hazzi dağına gider ve canavarı bulur. Ancak Ullikummi alt edilebilecek gibi değildir.
Kırık tabletlerden anlaşılabildiği kadarı ile Teşup savaş hazırlıkların başlamıştır. Savaşa tutuşur, ancak başarılı olamaz. Taş canavar Ullikummi Teşup’u ve yanındaki yetmiş tanrıyı yener.
Teşup’un kardeşi Tašmišu yenilginin haberibi Teşup’un karısı Hepat’a bildirir ve yeniden Teşup’un yanına döner. Tašmišu, Teşup’a tanrı Ea’dan yardım istemesini söyler. İki kardeş Ea’ya gederler. Tablet buralarda kırıktır. Ancak onları Ubelluri ile konuşurken buluruz. Ubelluri Atlas gibi dünyayı sırtında taşıyan bir devdir. Ullikummi de onun omuzunda büyümüştür. Ubelluri sağ omzunda bir şey olduğunu söyleyince Ullikummi’nin orada büyüdüğü anlaşılır ve Ea eski tarılara seslenir :
“ Eski sözleri bilen ilk tanrılar sözümü duyun. Eskiden, babadan, büyükbabadan olan mühür evlerini tekrar açın. Ecdadımın mühürlerini getirsinler. Onu orada mühürlesinler. Yeryüzü ve gökyüzünü ayırdıkları(kestikleri) bakırdan eski kesici aleti getirsinler. Biz, Kumarbi’nin bir asi olarak tanrılara karşı yüceltiği (büyüttüğü) bazalt Ullikummi’nin ayaklarını keseceğiz. “
ullikummi’nin ayakları kesilince güçsüz kalır. Teşup ve tanrılar Ullikummi ile savaşmaya başlar. Metnin sonu kırıktır, ama burada Teşup’un zaferinin anlatıldığı düşünülmektedir.
Bu efsane de Yunan mitolojisindeki bazı motifleri anımsatmaktadır.
Hitit mitolojisinide kırık tabletlerle günümüze ulaşan başka efsaneler de vardır. Biz burda en önemlilerini aldık. İleride bunlara da yer verebileceğimizi ummaktayız.
[1] yulaf ya da çavdar olabilir
HİTİT İNANÇLARI
Hititler, belki
de Anadolu’nun o dönemdeki mozaiğinden olsa gerek, her topluluğun Tanrısını
benimsemiş, çok geniş bir panteon yaratmıştır. Bu yüzden olsa gerek tabletlerde
“Hatti Ülkesi’nin bin tanrısı” deyimi geçer. Yazılıkaya’daki tanrılar geçidi de
bu konu hakkında oldukça iyi bilgi vermektedir. Ancak tanrı isimlerinin bir
çoğu bize yapılan anlaşmalarda tanrıların tanıklığı bölümlerinden ulaşmaktadır.
Hititler, Eski Krallık döneminde Hint-Avrupa ve Hatti kökenli tanrıları benimserlerken, daha sonraları Hurri, hatta Mezopotamya kökenli tanrıları da benimsemişlerdir. Hititler’de Mezopotamya tanrıçası İştar da çeşitli adlarla anılmakta ve büyük önem taşımaktaydı. Bununla birlikte aynı kökenden suların tanrısı Ea ve Damnika, Güneş tanrısı Şamaş ve karısı Aya ve Ay tanrısı Sin, Hitit panteonunda yer almışlardır. Bu tanrılar ayrıca şahiliğin gerektiği yerlerde yer almışlardır.
Hititler’de tanrılar tamamen insanlar gibi düşünülmüştür; buna göre tanrılar insanlara ait duyguları yaşayabilmekte, hatta acıkmakta, susamakta ve hastalanmaktadırlar.
Bu tanrılardan büyük bölümü yerel ve çeşitli topluluklara ait tanrılardır. Bu dönemde Hurri, Luwi, Pala, Hatti ve Mezopotamya tanrıları çoğunluktadır. Tanrılar ne kadar çok olurlarsa olsunlar aslında belli özellikleri ortak olan tanrılardır. Diğer bir deyişle, farklı isimlerde aynı özellikleri taşırlar. Bu bağlamda belli başlı tanrı özelliklerini ortaya koyabiliriz.
Hititler, Eski Krallık döneminde Hint-Avrupa ve Hatti kökenli tanrıları benimserlerken, daha sonraları Hurri, hatta Mezopotamya kökenli tanrıları da benimsemişlerdir. Hititler’de Mezopotamya tanrıçası İştar da çeşitli adlarla anılmakta ve büyük önem taşımaktaydı. Bununla birlikte aynı kökenden suların tanrısı Ea ve Damnika, Güneş tanrısı Şamaş ve karısı Aya ve Ay tanrısı Sin, Hitit panteonunda yer almışlardır. Bu tanrılar ayrıca şahiliğin gerektiği yerlerde yer almışlardır.
Hititler’de tanrılar tamamen insanlar gibi düşünülmüştür; buna göre tanrılar insanlara ait duyguları yaşayabilmekte, hatta acıkmakta, susamakta ve hastalanmaktadırlar.
Bu tanrılardan büyük bölümü yerel ve çeşitli topluluklara ait tanrılardır. Bu dönemde Hurri, Luwi, Pala, Hatti ve Mezopotamya tanrıları çoğunluktadır. Tanrılar ne kadar çok olurlarsa olsunlar aslında belli özellikleri ortak olan tanrılardır. Diğer bir deyişle, farklı isimlerde aynı özellikleri taşırlar. Bu bağlamda belli başlı tanrı özelliklerini ortaya koyabiliriz.
Boğazköy (Hattuşaş) Örenyeri
Boğazköy
(Hattuşaş) örenyeri, Çorum İli'nin 82 km . güneybatısında yer almakta olup
Ankara'ya uzaklığı ise 208 km 'dir.
Hitit devletinin eski çekirdek bölgesinin merkezinde bulunan Boğazköy
(Hattuşaş) örenyeri Budaközü Çayı vadisinin güney ucunda, ovadan 300 m . yükseklikteki sayısız
kaya kütleleri ve dağ yamaçlarının bölünmesiyle çevrili olarak kuzey ve batıda
derin yamaçlarla sınırlandırılmıştır. Şehir kuzeye doğru açık olup kuzey kısmı
dışında diğer kısımları surla çevrilidir.
Hattuşaş örenyeri ilk kez 1834 yılında Charles Texier tarafından gezilmiş ve dünyaya tanıtılmıştır. Bu kalıntılarla Hitit devleti arasında ilk kez bir bağ kuran kişi Sayce'tır. Bu zamana kadar Hitit'lerin merkezinin Suriye olduğu sanılmaktaydı. 1882'de Carl Human, Otto Puchstein ile Boğazköy'e birlikte gelmiş ve ilk kez toplu bir plan çalışması yapmıştır. Halen Pergamon Müzesinde bulunan Yazılıkaya'nın kalıplarını da çıkarmışlardır. E. Chantre ilk test kazısını 1893-1894'te gerçekleştirmiş, 1905 yılında ise Makridi ve H. Winckler Boğazköy'ü gezmişler ve 1917 yılına kadar devam eden kazı çalışmalarını yürütmüşlerdir. 1932 yılında ise Alman Arkeoloji Enstitüsü adına Kurt Bittel tarafından başlanılan sistemli kazılara II. Dünya savaşı sırasında bir süre ara verildikten sonra, yeniden başlanmış ve 1978 yılına kadar çalışmalar aralıksız sürdürülmüştür. 1978 yılından 1993 yılına kadar Dr. Peter Neve başkanlığında yürütülen kazı çalışmalarını, 1994 yılından itibaren Dr. Jurgen Seeher üstlenmiştir.
Boğazköy (Hattuşaş) örenyerinde M.Ö. III. binden itibaren yerleşim görülmektedir. Bu dönemdeki küçük ve müstahkem yerleşmenin Büyükkale ve çevresinde olduğu tespit edilmiştir. M.Ö. 19. ve 18. yüzyıllarda Aşağı Şehir'de Asur Ticaret Kolonileri Çağı yerleşmeleri görülmektedir ve şehrin adına ilk kez bu çağa ait yazılı belgelerde rastlanmıştır.
Hattuşaş'taki ilk gelişme dönemi büyük bir yangınla sona ermiştir; bu yangının sorumlusu Kuşşara kralı Anitta olmalıdır. Belgelere göre hemen bu tahripten sonra yaklaşık M.Ö. 1700 yıllarında yeniden yerleşime açılan Hattuşaş 1600'lerde Hitit devletinin başkenti olmuştur; kurucusu tıpkı Anitta gibi Kuşşara kökenli olan I. Hattuşili'dir.
Hattuşaş başkent olduktan sonra şehrin gelişmesinin en uç noktasında anıtsal bir yapılaşmayla karşılaşılmaktadır;2 km . genişliğindeki şehir
saray, tapınak ve mahalleleriyle M.Ö 13. yüzyıldaki haline kavuşmuştur.
Hattuşaş'ın ikinci gelişme döneminde imparatorluğun son yıllarında hem içte hem
de dışta üç önemli Hitit kralı etkin olmuştur. Bunlar III. Hattuşili, oğlu IV.
Tudhalia ve onun oğlu II. Şuppiluliuma'dır. II. Şuppiluliuma'nın son
dönemlerinde (M.Ö. 1190) ekonomik sıkıntılar ve iç karışıklıklar nedeniyle
yıkılan Hitit devletinden sonra Boğazköy 4 yüzyıl boyunca terk edilmiştir. Daha
sonra buraya Frigyalılar (M.Ö. 8. yy. ortaları) yerleşmiştir. Hellenistik ve
Roma Döneminde (M.Ö. 3. - M.S. 3. yy.) Hattuşaş küçük surla çevrili bir beylik
merkezi, Bizans Döneminde ise bir köy durumundadır.
Hattuşaş'ın "Yukarı Şehir" olarak bilinen kesimi 1 km² den daha büyük bir yüzölçüme sahip, eğimli bir arazidir. Bu alan M.Ö. 13. yüzyılda Geç İmparatorluk Çağında şehrin gelişmesine sahne olmuştur. Yukarı Şehir'in geniş bir bölümü yalnızca tapınak ve kutsal alanlardan oluşmaktadır. Yukarı Şehir geniş bir kavis halinde onu güneyden çeviren bir surla donatılmış olup, sur üzerinde 5 kapı mevcuttur. Şehir surunun en güney ucunda ve kentin en yüksek noktasında bastion ile sfenksli kapı yer almaktadır. Diğer dört kapıdan güney surunun doğu ve batı ucunda karşılıklı Kral Kapısı ve Aslanlı Kapı yer almaktadır.
Yukarı Şehir'de görülen yapılaşma üç evrelidir. Birinci evre ilk surların inşaatı ile çağdaştır. İkinci evre, surlarda görülen ilk tahribattan sonraki yeniden yapım ve tapınak kentinin son biçimini almış olması ile belli olan evredir. Son evrede ise mevcut yapılarda görülen tadilat ve tamiratlar dışında dinsel amaçlar dışında bir yeni yapılaşma başlamıştır. Yukarı Şehir'de "Mabedler Mahallesi" olarak bilinen alan sfenksli kapıdan; Nişantepe ve Sarıkale'ye kadar uzanır. Bu alanda çeşitli evrelere ait bir çok tapınak açığa çıkarılmıştır. Tapınak planlarının genel karakteri, bir orta avludan girilen ve birer dar ön mekân ile derin ana mekânlardan oluşan kült odaları grubunun yapıyı biçimlendirmesidir. Tapınaklarda ele geçen malzemeler beş gruba ayrılmaktadır.
1-Seramikler,
2-Aletler,
3-Silahlar,
4-Kült objeleri,
5-Yazılı belgeler.
Yukarı Şehir'in girişinde, Büyükkale'nin hemen önünde yer alan Nişantepe ve Güneykale'de Hitit sonrası yapılaşmalar dikkat çekicidir ve bu M.Ö. 7-6. yüzyıla tarihlenen Frig yerleşmesidir. Hitit Döneminde bu alan topoğrafyaya göre üç bölümde incelenir:
Büyükkale'nin güneyindeki geçit (viaduct), Yukarı Şehir'e giden yolun iki tarafında ve Nişantepe'nin kuzeyinde önceden yerleşilen plato ile Güneykale'nin yerleşim alanı.
Kuzey ve güney binası dışında önemli bir yapı da Batı Binası ve Saray Arşividir. Büyük bir yangınla tahrip olmuş binanın yamaçta iki bodrum katı olduğu düşünülmektedir. Bu iki bodrum katında yaklaşık 3300 adet bulla ve 30 çivi yazılı tablet bulunmuştur. Bullaların 2/3'ü büyük kral mühürleri taşımakta ve kronolojik listeye göre I. Şuppiluliuma'dan Hattuşaş'ın son kralı ve onun torunu II. Şuppiluliuma'ya kadar kralları temsil etmektedir. Kral mühürleri yanında kraliçe mühürleri de açığa çıkarılmıştır.
Güneykale'deki yapılaşma ise II. Şuppiluliuma tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu alanda geniş bir gölet ile üç ayrı noktasında üç yapı mevcuttur. Oda 1 ve 2 olarak adlandırılan ve ayakta duran iki yapıdan oda 2, göletin kuzey köşesinin batısında yer alır. Tek mekânlı olan bu oda içe doğru daralarak küçülen parabol biçimli bir kubbeye sahiptir. Oda 1'de ise in situ olarak az kalıntı ele geçmiştir. Oda 2'nin duvarlarının üçü de kabartmalarla bezelidir. Karşı duvardaki ana tasvirde sola dönmüş, uzun elbiseli bir figür vardır. Yuvarlak başlığı üstünde kanatlı bir güneş kursu bulunmakta, sol elinde litus, sağ elinde ise ankh motifini tutmaktadır. Doğu duvarında Şuppiluliuma'ya ait kabartma vardır. Karşısındaki batı duvarında ise hiyeroglif kitabe yer almaktadır.
Hattuşaş örenyerinde Büyükkale'de yapılan kazılar M.Ö. 13.-14. yüzyılda Hitit krallarının saray yapılarını ve bunları koruyan sur sisteminin özelliklerini gün ışığına çıkarmıştır. Giriş kapısı güneybatıda olan kalenin surları, sandık duvar tekniğiyle inşa edilmiştir.
Büyükkale'de bir bütün halinde saray yapısı görülmez, kazılar sonucunda ortaya çıkan farklı boyutta ve türdeki yapılar, büyük iç mekânlar, avlular ve direkli galeriler yoluyla birbirine bağlanarak kale içindeki bütünü oluştururlar. Kalede arşiv odaları, depo odaları, büyük kabul salonu, su kültü ile ilgili bina ve kutsal mekânlar yer almaktadır. Hitit sonrasında ise kalede Frig yapı kalıntılarına rastlanmıştır.
Boğazköy'de en önemli mimari alanlardan birisi de Büyük Mabet'tir. (1 No.lu Mabet) Hattuşaş'ta kuzey şehrin merkezini oluşturan Büyük Mabet, Hati'nin Fırtına Tanrısı ve Arinna Şehri Güneş tanrıçasının evi olarak yapılmıştır. Tapınak iki aditonlu olup, tapınağın çevresinde kaldırım taşlı yollar, meydanlar ve bunların arkasında bu yollara açılan dört yönde depo odaları yer almaktadır. Büyük Mabet, Aşağı Şehir mahallelerinden bir temonos duvarı ile ayrılmaktadır. Taş bir teras üzerine kurulan Büyük Mabet'in, kutsal bir merkez olduğu kadar, ekonomik bir merkez olarak da kullanıldığı magasinlerde açığa çıkarılan büyük küplerden anlaşılmıştır. Yine mabedin doğu magasinlerinde tabletlerin bulunması burada bir arşivin olduğunu da ortaya koymuştur.
Büyük Mabetin etrafı ikinci derecede önem taşıyan yapılarla çevrilmiştir. Bunlardan en önemlisi yamaç evidir. Büyüklüğü, planı ve çok katlı oluşuyla dikkat çekmektedir.
Hattuşaş örenyeri ilk kez 1834 yılında Charles Texier tarafından gezilmiş ve dünyaya tanıtılmıştır. Bu kalıntılarla Hitit devleti arasında ilk kez bir bağ kuran kişi Sayce'tır. Bu zamana kadar Hitit'lerin merkezinin Suriye olduğu sanılmaktaydı. 1882'de Carl Human, Otto Puchstein ile Boğazköy'e birlikte gelmiş ve ilk kez toplu bir plan çalışması yapmıştır. Halen Pergamon Müzesinde bulunan Yazılıkaya'nın kalıplarını da çıkarmışlardır. E. Chantre ilk test kazısını 1893-1894'te gerçekleştirmiş, 1905 yılında ise Makridi ve H. Winckler Boğazköy'ü gezmişler ve 1917 yılına kadar devam eden kazı çalışmalarını yürütmüşlerdir. 1932 yılında ise Alman Arkeoloji Enstitüsü adına Kurt Bittel tarafından başlanılan sistemli kazılara II. Dünya savaşı sırasında bir süre ara verildikten sonra, yeniden başlanmış ve 1978 yılına kadar çalışmalar aralıksız sürdürülmüştür. 1978 yılından 1993 yılına kadar Dr. Peter Neve başkanlığında yürütülen kazı çalışmalarını, 1994 yılından itibaren Dr. Jurgen Seeher üstlenmiştir.
Boğazköy (Hattuşaş) örenyerinde M.Ö. III. binden itibaren yerleşim görülmektedir. Bu dönemdeki küçük ve müstahkem yerleşmenin Büyükkale ve çevresinde olduğu tespit edilmiştir. M.Ö. 19. ve 18. yüzyıllarda Aşağı Şehir'de Asur Ticaret Kolonileri Çağı yerleşmeleri görülmektedir ve şehrin adına ilk kez bu çağa ait yazılı belgelerde rastlanmıştır.
Hattuşaş'taki ilk gelişme dönemi büyük bir yangınla sona ermiştir; bu yangının sorumlusu Kuşşara kralı Anitta olmalıdır. Belgelere göre hemen bu tahripten sonra yaklaşık M.Ö. 1700 yıllarında yeniden yerleşime açılan Hattuşaş 1600'lerde Hitit devletinin başkenti olmuştur; kurucusu tıpkı Anitta gibi Kuşşara kökenli olan I. Hattuşili'dir.
Hattuşaş başkent olduktan sonra şehrin gelişmesinin en uç noktasında anıtsal bir yapılaşmayla karşılaşılmaktadır;
Hattuşaş'ın "Yukarı Şehir" olarak bilinen kesimi 1 km² den daha büyük bir yüzölçüme sahip, eğimli bir arazidir. Bu alan M.Ö. 13. yüzyılda Geç İmparatorluk Çağında şehrin gelişmesine sahne olmuştur. Yukarı Şehir'in geniş bir bölümü yalnızca tapınak ve kutsal alanlardan oluşmaktadır. Yukarı Şehir geniş bir kavis halinde onu güneyden çeviren bir surla donatılmış olup, sur üzerinde 5 kapı mevcuttur. Şehir surunun en güney ucunda ve kentin en yüksek noktasında bastion ile sfenksli kapı yer almaktadır. Diğer dört kapıdan güney surunun doğu ve batı ucunda karşılıklı Kral Kapısı ve Aslanlı Kapı yer almaktadır.
Yukarı Şehir'de görülen yapılaşma üç evrelidir. Birinci evre ilk surların inşaatı ile çağdaştır. İkinci evre, surlarda görülen ilk tahribattan sonraki yeniden yapım ve tapınak kentinin son biçimini almış olması ile belli olan evredir. Son evrede ise mevcut yapılarda görülen tadilat ve tamiratlar dışında dinsel amaçlar dışında bir yeni yapılaşma başlamıştır. Yukarı Şehir'de "Mabedler Mahallesi" olarak bilinen alan sfenksli kapıdan; Nişantepe ve Sarıkale'ye kadar uzanır. Bu alanda çeşitli evrelere ait bir çok tapınak açığa çıkarılmıştır. Tapınak planlarının genel karakteri, bir orta avludan girilen ve birer dar ön mekân ile derin ana mekânlardan oluşan kült odaları grubunun yapıyı biçimlendirmesidir. Tapınaklarda ele geçen malzemeler beş gruba ayrılmaktadır.
1-Seramikler,
2-Aletler,
3-Silahlar,
4-Kült objeleri,
5-Yazılı belgeler.
Yukarı Şehir'in girişinde, Büyükkale'nin hemen önünde yer alan Nişantepe ve Güneykale'de Hitit sonrası yapılaşmalar dikkat çekicidir ve bu M.Ö. 7-6. yüzyıla tarihlenen Frig yerleşmesidir. Hitit Döneminde bu alan topoğrafyaya göre üç bölümde incelenir:
Büyükkale'nin güneyindeki geçit (viaduct), Yukarı Şehir'e giden yolun iki tarafında ve Nişantepe'nin kuzeyinde önceden yerleşilen plato ile Güneykale'nin yerleşim alanı.
Kuzey ve güney binası dışında önemli bir yapı da Batı Binası ve Saray Arşividir. Büyük bir yangınla tahrip olmuş binanın yamaçta iki bodrum katı olduğu düşünülmektedir. Bu iki bodrum katında yaklaşık 3300 adet bulla ve 30 çivi yazılı tablet bulunmuştur. Bullaların 2/3'ü büyük kral mühürleri taşımakta ve kronolojik listeye göre I. Şuppiluliuma'dan Hattuşaş'ın son kralı ve onun torunu II. Şuppiluliuma'ya kadar kralları temsil etmektedir. Kral mühürleri yanında kraliçe mühürleri de açığa çıkarılmıştır.
Güneykale'deki yapılaşma ise II. Şuppiluliuma tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu alanda geniş bir gölet ile üç ayrı noktasında üç yapı mevcuttur. Oda 1 ve 2 olarak adlandırılan ve ayakta duran iki yapıdan oda 2, göletin kuzey köşesinin batısında yer alır. Tek mekânlı olan bu oda içe doğru daralarak küçülen parabol biçimli bir kubbeye sahiptir. Oda 1'de ise in situ olarak az kalıntı ele geçmiştir. Oda 2'nin duvarlarının üçü de kabartmalarla bezelidir. Karşı duvardaki ana tasvirde sola dönmüş, uzun elbiseli bir figür vardır. Yuvarlak başlığı üstünde kanatlı bir güneş kursu bulunmakta, sol elinde litus, sağ elinde ise ankh motifini tutmaktadır. Doğu duvarında Şuppiluliuma'ya ait kabartma vardır. Karşısındaki batı duvarında ise hiyeroglif kitabe yer almaktadır.
Hattuşaş örenyerinde Büyükkale'de yapılan kazılar M.Ö. 13.-14. yüzyılda Hitit krallarının saray yapılarını ve bunları koruyan sur sisteminin özelliklerini gün ışığına çıkarmıştır. Giriş kapısı güneybatıda olan kalenin surları, sandık duvar tekniğiyle inşa edilmiştir.
Büyükkale'de bir bütün halinde saray yapısı görülmez, kazılar sonucunda ortaya çıkan farklı boyutta ve türdeki yapılar, büyük iç mekânlar, avlular ve direkli galeriler yoluyla birbirine bağlanarak kale içindeki bütünü oluştururlar. Kalede arşiv odaları, depo odaları, büyük kabul salonu, su kültü ile ilgili bina ve kutsal mekânlar yer almaktadır. Hitit sonrasında ise kalede Frig yapı kalıntılarına rastlanmıştır.
Boğazköy'de en önemli mimari alanlardan birisi de Büyük Mabet'tir. (1 No.lu Mabet) Hattuşaş'ta kuzey şehrin merkezini oluşturan Büyük Mabet, Hati'nin Fırtına Tanrısı ve Arinna Şehri Güneş tanrıçasının evi olarak yapılmıştır. Tapınak iki aditonlu olup, tapınağın çevresinde kaldırım taşlı yollar, meydanlar ve bunların arkasında bu yollara açılan dört yönde depo odaları yer almaktadır. Büyük Mabet, Aşağı Şehir mahallelerinden bir temonos duvarı ile ayrılmaktadır. Taş bir teras üzerine kurulan Büyük Mabet'in, kutsal bir merkez olduğu kadar, ekonomik bir merkez olarak da kullanıldığı magasinlerde açığa çıkarılan büyük küplerden anlaşılmıştır. Yine mabedin doğu magasinlerinde tabletlerin bulunması burada bir arşivin olduğunu da ortaya koymuştur.
Büyük Mabetin etrafı ikinci derecede önem taşıyan yapılarla çevrilmiştir. Bunlardan en önemlisi yamaç evidir. Büyüklüğü, planı ve çok katlı oluşuyla dikkat çekmektedir.
Yazılıkaya Tapınağı
Hattuşaş
örenyerinin 2 km .
kuzeydoğusunda yer alan Yazılıkaya Tapınağı, önünde Hitit mimari özelliklerinin
yansıtıldığı iki kaya odadan oluşmaktadır.
Yazılıkaya Tapınağı'nın kayalığa yapılmış olan bu odaları "Büyük Galeri" (A odası) ve "Küçük Galeri" (B Odası) adıyla anılmaktadır.
Büyük Galeri'nin (A odası) batı duvarı tanrı kabartmalarıyla, doğu duvarı ise tanrıça kabartmalarıyla bezeli olup her iki duvardaki figürler, doğu ve batı duvarlarının kuzey duvarı ile birleştiği ana sahnenin yer aldığı kısma doğru yönelmektedir. Tanrıların genel olarak sivri bir külâhı, belden kuşaklı kısa bir elbisesi, kalkık burunlu papuçları ile küpeleri vardır. Çoğu zaman kıvrık bir kılıç ya da topuz taşırlar. Tanrıçaların hepsi uzun bir etek giyer, başlarında silindir biçimli bir başlık vardır. Doğu ve batı duvarının birleştiği kuzey duvarında, ana sahneyi oluşturan baş tanrılar yer almaktadır. Burada dağ tanrıları üzerinde duran Hava tanrısı Teşup ve karısı tanrıça Hepatu ile arkasında oğulları Şarruma ve çift başlı kartal yer almaktadır. Kral IV. Tuthalia'nın kabartması ise doğu duvarda yer almakta olup, galerinin en büyük kabartmasıdır.
Ayrı bir girişi bulunan Küçük Galeri'yi (B odası) girişin iki yanında bulunan aslan başlı, insan gövdeli kanatlı cinler korumaktadır. B odasının batı duvarında sağa doğru sıralanan oniki tanrı, doğu duvarında ise Kılıç Tanrısı ile Tanrı Şarruma ve himayesindeki kral IV. Tuthalia yer almaktadır. Bu kısımda iyi korunmuş kabartmalar dışında kayaya oyulmuş üç adet niş bulunmakta olup, bu nişlere bir takım hediyelerin veya Hitit kral ailesinin ölü küllerinin saklandığı kapların konulduğu düşünülmektedir.
Yazılıkaya Tapınağı'nın kayalığa yapılmış olan bu odaları "Büyük Galeri" (A odası) ve "Küçük Galeri" (B Odası) adıyla anılmaktadır.
Büyük Galeri'nin (A odası) batı duvarı tanrı kabartmalarıyla, doğu duvarı ise tanrıça kabartmalarıyla bezeli olup her iki duvardaki figürler, doğu ve batı duvarlarının kuzey duvarı ile birleştiği ana sahnenin yer aldığı kısma doğru yönelmektedir. Tanrıların genel olarak sivri bir külâhı, belden kuşaklı kısa bir elbisesi, kalkık burunlu papuçları ile küpeleri vardır. Çoğu zaman kıvrık bir kılıç ya da topuz taşırlar. Tanrıçaların hepsi uzun bir etek giyer, başlarında silindir biçimli bir başlık vardır. Doğu ve batı duvarının birleştiği kuzey duvarında, ana sahneyi oluşturan baş tanrılar yer almaktadır. Burada dağ tanrıları üzerinde duran Hava tanrısı Teşup ve karısı tanrıça Hepatu ile arkasında oğulları Şarruma ve çift başlı kartal yer almaktadır. Kral IV. Tuthalia'nın kabartması ise doğu duvarda yer almakta olup, galerinin en büyük kabartmasıdır.
Ayrı bir girişi bulunan Küçük Galeri'yi (B odası) girişin iki yanında bulunan aslan başlı, insan gövdeli kanatlı cinler korumaktadır. B odasının batı duvarında sağa doğru sıralanan oniki tanrı, doğu duvarında ise Kılıç Tanrısı ile Tanrı Şarruma ve himayesindeki kral IV. Tuthalia yer almaktadır. Bu kısımda iyi korunmuş kabartmalar dışında kayaya oyulmuş üç adet niş bulunmakta olup, bu nişlere bir takım hediyelerin veya Hitit kral ailesinin ölü küllerinin saklandığı kapların konulduğu düşünülmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder