DÜNYA DEVRİMLERİNDE KADIN
İ- Kapitalist dönemde kadın
Feodal dönemin son aşamasında yaygınlaşan
meta ekonomisinin temelleri üzerinde yükselen kapitalizm, sınıflı toplumun son
biçimini oluşturmaktadır. Feodalizmin bağrında doğan burjuvazi, feodalizmin çürümesi
sürecinde ticaretle zenginleşmiş, feodal beylere karşı krallarla birlikte olmuş
ve toprağa dayalı aristokrasinin gücünü zayıflatarak, gelişmesi önünde engel
haline gelen krallık rejimlerini devirerek iktidara gelmiştir. Burjuvazinin
iktidara gelirken ekonomik, siyasi ve askeri mücadelesinin yanısıra yeni bir
yaşama üslubu, tarzı, onun ahlak ve ölçüleri ile birlikte yeni bir moda
yaratarak, sosyal mücadelede de kazanmaya çalışmıştır. Bu yaşam tarzı sanat
eserlerine kadar da yansımıştır. Burjuvazi kurmak istediği yaşamın tasarılarını
çeşitli sanat dallarında biçimlendirmeye ve insanların düşüncelerine
yerleştirmeye önem vermiştir. Örneğin; Bovliard'ın yaptığı "Madam
Tallien" tablosunda işlenen kadın, yeni saç biçimi ve yeni giyimi ile
ortaya çıkan yeni bir kadını temsil eder. Bu burjuvazinin yaratmak istediği
kadının biçimidir aslında. Siyasi iktidarı ele geçiren burjuvazi üretim
araçlarının, bilimin, toplumun ve kültürün gelişmesinde önemli rol oynadı.
Topluma egemen olduktan sonra sınıf çıkarlarına aykırı ne varsa acımasız bir
şekilde silip süpürdü. Tüm insanın yaşamını alış-veriş haline getirdi. Artık
her şey çıkar temelinde bir alış-veriş konusu yapılabilecektir. Burjuvazi bu
temelde kapitalist sistemi, sınıflı toplumu gelişmesinin en uç noktasına yani
emperyalizme vardırdı. Kapitalizmi ise şöyle tanımlayabiliriz; bir yandan
mülkten, üretim araçlarından yoksun halk kitlelerini ücretliler haline getiren,
diğer yandan da üretim araçlarını çok az sayıdaki büyük toprak sahiplerinin
(burjuvaziyle uzlaşan feodaller) ve kapitalistlerin bulunduğu meta
egemenliğinin doruk noktasına ulaştığı ve sömürünün yetkinleştiği bir toplum
biçimidir.
Feodal toplumda tarım ve zanaatçılığın
birbirinden ayrı koldan ürünlerini pazara çıkarmaları yeni bir sınıfı
doğurmuştur. Bu sınıf sermaye birikimini oluşturan ve kapitalizme geçişi
sağlayan tacir sınıfıdır. Kapitalizmdeki ticaret burjuvazisinin kökeni buraya
dayanır. Diğer taraftan yeni üretim biçimleri yaratamayan ve kendisini tekrar
eden Lonca örgütlülüğü yerini giderek manifaktüre bıraktı. Manifaktürler (küçük
fabrikalar), tek bir işletme merkezinde birden fazla insanın çalışmasının ve
üretime tümüyle kol gücüyle katılmasını içeren yeni bir tarzdı. Örneğin; lonca
örgütlenmesinde bir ayakkabının derisini kesme işini bir ayakkabıcı, çiviyi
çakma işini farklı bir ayakkabıcı yaparken, manifaktürlerde bu işlemler tek bir
işletme içerisinde yapılıyordu. Böylece seri bir üretim sağlanırken, işçi ve
işveren biçiminde iki ayrı sınıf oluşuyordu. Kırsal kesimde feodaller
tarafından topraklarından uzaklaştırılan ve mülksüzleştirilen serfler kentlere
yöneldi. Hiçbir geçim kaynağı olmayan bu insanlar emek güçlerini satarak
proleter sınıfın doğuşunu sağladı. Kentlerde zanaatçı kesim giderek
manifaktürlerde işveren konumuna geldi ve kapitalizmin gelişmesiyle sanayi
burjuvazisini oluşturdu.
Kapitalizmin gelişimi sermayenin
birikmesine bağlıydı. Sermaye birikimini ilk defa 14. ve 15. yy.'da Akdeniz
ülkeleri olan İspanya, Portekiz, İtalya, Hollanda gibi deniz ticaretinde
gelişmiş olan ülkeler sağladı. Bunun için deniz aşırı ülkelere gasp, talan ve
korsani yöntemlerle girdiler. Marks, kapitalizmin şafağını şöyle tanımlar:
"Amerika'da altın, gümüşün keşfi yerli halkın kökünün kazınması,
köleleştirilmesi ve diri diri madenlere gömülmesi, Doğu Hint adalarının fethine
yağmalanmasına başlanması, Afrika'nın karaderililerinin ticaret amacıyla
avlandığı bir av haline getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe
müjdeleyicisi olmuştur."
Kapitalizm esas gelişme sürecine 16. yy'da
girdi. Yeni sistem kendini oluşturup kurumlaştırmak için toplumsal
düzenlemelere büyük ihtiyaç duyuyordu. Reform ve Rönesans, sistemin devrim
süreçleridir. Dini kendi amaçlarına ve çıkarlarına hizmet eder bir konuma
getirmiş olan din adamlarına karşı, Luther'in çıkışı bir reformdur. Luther de
bir papazdı ve ruhani sınıfta uygulanan evlenme yasağına karşıydı. Dini,
kilisenin tekelinden çıkarıp bireyin inancı haline getirme mücadelesi
vermiştir. Din adamlarının devlet hazinesinden daha fazla ve daha korunmalı
mülklerini ve arazilerini oluşturduğu gücü temelden sarsmıştır. Yine toplumsal
yaşamdaki en önemli yenilik cinsler arası ilişkilerde kapitalist sistemin temel
düşünce tarzı olan güdülerin doyurulması gerektiği mantığını geliştirmesidir.
Luther'e göre evlilik tamamen dünyevi bir olaydı ve kiliseyle hiçbir ilgisi
yoktu. Dolayısıyla sınırlamalar yanlıştı. Ona göre sağlıklı bir kadın ile
iktidarsız bir erkeğin evlenmesi sonucunda kadın şunu söyleme hakkına sahipti:
"Sen benim için gerekeni yapmıyorsun, beni ve genç bedenimi aldattın. Mutluluğumu
tehlikeye soktun. Tanrı katında aramızda evlilik yok. İzin ver, en yakın
arkadaşın ya da erkek kardeşinle gizli bir evlilik yapayım. Sen adını taşı,
mülküne yabancı mirasçı gelmesin. Öte yandan beni istemeden aldattığın gibi
benim tarafımdan aldatılmana da izin ver." Bu belirlemeden de anlaşılacağı
üzere o döneme kadar kadın cinselliği üzerinde var olan toplumsal baskı Luther
hareketi ile birlikte önemli oranda esnekliğe kavuşur. Kapitalizm, buna dayalı
olarak cinsellik olgusunu bir temel amaç haline getiriyordu. Luther böylece
Protestanlığın temellerini Rönesans'ın bir sonucu olarak kurdu. Rönesans,
kapitalist toplumun düşünce ve sanat alanında kuramcılarının dönemi olmuştur.
J.J. Rousse, Leonardo de Vinci, W.A. Mozart gibi insanlar bu akımın öncüleri
olmuşlardır.
1789 Fransız devrimi, eşitlik-özgürlük ve
kardeşlik ilkelerini ortaya atmıştır. Bu da demokratik devlet yapılanmasını ve
yeni bir anayasayı şekillendiriyordu. Burjuva devrimi sadece burjuvaziye yarar
sağlayan bir karakterdeyken, bu devrimde halk da yoğun bir şekilde burjuvazinin
yanında yer aldı. Fransız Devrimi tüm dünyaya milliyetçilik akımını, ulusallığı
yaydı ve birçok halk bağımsızlık için mücadeleye girdi. Kapitalizmin doğuşu
sınırların kesinleşmesini, ulusal pazar olgusunu ve ulusallaşmayı beraberinde
getirdi. Her ulus, kapitalistleşme sürecine ilkel sermayesini biriktirerek
başladı. Temel yasası azami kar sağlamaktı. Üretim toplumsal olarak
gerçekleştirilirken, üretim araçlarının mülkiyeti ve tüketimin eşitsizliği
bireyselliği sağlıyordu. Diğer taraftan küçük sermaye sahipleri giderek
pazardan çekiliyordu, çünkü yeni makinelerle donanmış büyük sermaye sahipleri
karşısında ayakta duramıyorlardı. Büyük sermayeler, tekellerde toplanarak
ulusal oligarşik bir yapılanmaya kavuşurken, tekeller arası rekabet de sistemin
karakteri gereği devam etmiştir. Bunun sonucu olarak üretimde büyük bir artış
gerçekleşirken, aynı oranda tüketim gerçekleştirilemiyordu. Ve bu kapitalizmde
krize yol açtı. Bu, kapitalizmin ana çelişkisidir. Diğer bir çelişkisi de
egemen sınıflarla ezilen sınıflar arasındaki çelişkidir. Kapitalizmi yıkıma
götürecek diğer bir yasası da burjuva sınıfının kendi arasında rekabete dayanan
ve birbirini yok etmeye götüren çelişkidir. Daha çok birbirlerinin pazar,
hammadde, iş alanlarını ele geçirmeye ve siyasette üstünlük sağlamaya dayanır.
Ve zaman zaman, 1. ve 2. Dünya Paylaşım savaşlarında görüldüğü gibi uzlaşmaz
bir hal alır.
Tüm bu belirtilenlerde görüldüğü üzere,
temel amacı azami kar ve kazanç olan kapitalizm artan rekabet mücadelesi
sonucu, ucuz işgücü arayışına girdi. Bundan dolayı erkeğin kol emeğiyle sınırlı
kalmayarak kadına ve çocuklara da el attı. Çalışma enerjisi olan tüm kesimleri
üretime dahil etti. Bunun içerisinde kadının üretime katılması kapitalisler
için oldukça avantajlıydı. Her şeyden önce kadın, emeğinin karşılığı olan
maliyeti bilmiyordu. Üretim alanına yeni giriş yaptığından, emek gücünü erkeğe
nazaran daha ucuza satıyordu. Kadının ücreti neredeyse tüm branşlarda ve eşit
iş saatinde erkeklerinkinden oldukça düşüktü. Tekstil sanayide 1906 yılı
istatiğine göre Almanya'da ortalama kazanç erkekler için 28,55 Mark, kadınlar
için ise yalnızca 15,6 Mark tutuyordu. Kadın işçi saat hesabı yapmaksızın,
oldukça sağlıksız koşullarda çalışmayı göze alıyordu. Genelde tekstil sanayi,
tütün ve piro imalatı, kağıt sanayisi, paçavra ayıklama kurumları ve tuğla
imalathaneleri, kumaş boya fabrikaları, kimyasal madde fabrikaları ve şeker
fabrikaları gibi ağır ve genellikle temiz olmayan koşullarda çalıştırılıyordu.
Erkeğin işverenden talepleri daha fazlaydı, çünkü hala ailenin temel emek
gücünü oluşturuyordu. Buna karşın, kadının üretimi, aileye ek gelir
konumundaydı. Bu nedenle talepleri daha azdı. Ayrıca işçi kadın belli
dönemlerde (hamilelik, hastalık vb.) işten ayrılmak zorunda kalıyordu. Bunun
üzerine sermayedar onun maaşından kesinti yaparak kar sağlayabiliyordu. Bu
nedenle özellikle evli kadınlar tercih ediliyordu, çünkü evli kadın çocuklarına
bakma kaygısıyla kendisini tamamen işine adıyordu, vefakarca çalışıp ve işini
kaybetme korkusundan dolayı işçi örgütlenmelerinden uzak duruyordu. İşçi
örgütlenmelerine kadının katılmaması kapitalistler tarafından örgütlü işçilere
yönelik tehdit unsuru olarak kullanılıyordu.
Kadının üretime dahil edilmesi, aile
yaşamında büyük bir etki yarattı. Eve kapatılan kadın üretime katılmakla
toplumsal yaşama da adım atıyordu. Hukukta, sanatta, politikada yerini yavaş
yavaş alıyordu ama, sınıflı toplumun özelliği gereği metalaştırılmaktan da
kendisini kurtaramadı. Çok daha inceltilmiş bir kölelikle ikinci cins olmaya
devam etti.
Kadının toplumsal yaşamda yer edinmesi
zorunlu mücadelelerle sağlanmıştır. Kadın bu konudaki mücadelesini yoğun emek
ve inatla sürdürdü. Üretimde erkekle birlikte yer alması onun, erkeğin sahip
olduğu sosyal hakları talep etmesi için en önemli bir gerekçe oldu: Neden aynı
iş koşullarını göğüslerken aynı eğitim olanaklarına ve sosyal haklara sahip
değildi?
Kadının yüksek öğrenime girişi Avrupa'da
1900'lerin başında olmuştur. Bundan önce yüksek öğrenime girme hakkı yoktu.
Erkeğin mantığına göre kadının zaten bir uğraşısı vardı. Bu uğraşısı çocuk
doğurma, onu yetiştirme, evin ve erkeğin hizmetini görme, tüm ihtiyaçlarını
karşılama idi. Kaldı ki onun aklı bilime, felsefeye yani düşünce gerektiren
işlere ermezdi. Zaten, bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm filozoflar ve düşünürler
erkekti... Erkeğin dünyasında kadının bilimden uzak durması için, birçok
gerekçe sıralanmıştı. Halbuki, düşünce anlamında farklı konularla meşgul
edilmiş, eğitim olanaklarından yoksun bırakılmış hiçbir insanın, düşünür olması
mümkün değildir. Bu, hem kadın, hem erkek için geçerlidir.
Kadın, erkek ile eşit eğitim olanaklarına
yavaş yavaş sahip oluyordu. Erkek dünyası kadına, hemşirelik ve öğretmenlik
görevini, daha önceki yıllarda tanımıştı. Kadının geleneksel yeteneği olan
çocuk yetiştirme, onun öğretmenlik görevini üstlenmesinde kolaylık sağlıyordu.
Başlangıçta, hemşirelikle sınırlı kalan ve üniversitelere gözlem amacıyla
seyirci düzeyinde katılan bir konuma sahipti. Sonra tıp öğrenimi ile doktorluk
yapma hakkını elde etmiş oldu. Kadına yüksek öğrenime girme hakkını ilk olarak
İsviçre tanıdı. Doğuda kadın, sağlık alanında batıdakinden çok daha uzun yıllar
önce yerini almıştır. Din ve adetlerin kadına getirdiği sınırlamalar, kadın
doktorlara ihtiyacı doğuruyordu.
Kadının toplumsal üretime girişi,
toplumsal yasaların giderek değişmesini sağladı. Almanya'da evli kadının
toplumsal haklardan faydalanması kocasının hükmüne bağlıyken, bekar kadın
birçok haktan yararlanıyordu. Nikahlarda ve vasiyetin yazılmasında tanıklık etme,
medeni hakları kullanma ehliyetini yani anlaşmalar imzalama hakkını elde etti.
İngiltere'de 1870'e kadarki anayasa, kadının taşınabilir mallarının sahipliğini
kocasına tanırken, taşınamaz mallarda mülkiyet hakkını veriyordu. 1870, 1882,
1893 yıllarındaki yasalarla kadın yalnızca evlilik sırasında beraberinde
getirdiği malların sahibi olmakla kalmıyor, miras ve armağan yoluyla
edindikleri de kendine ait oluyordu. Fransa'da durum biraz daha farklıydı.
Napolyon'un uzun süre geçerli olan sözü, kadının konumu açısından anlamlıdır:
"Bir şey Fransız değildir; canının istediğini yapan kadın." Tarihte,
Napolyon'un bu buyruğuna karşı çıkan Fransız kadınlar da olmuştur. Fransız
maliye bakanının kızı olan Germanie de Stael Holstein, buna bir örnektir. Üstün
zekalı bir insandır. Schiller onu şu sözlerle anlatır: "Tek bunaltıcı
yanı, dilini kullanışındaki olağanüstü ustalığı. Onun söylediklerini
izleyebilmek için, insanın vücüdunun tek bir kulak haline dönüşmesi
gerekir." Kültürlü, aydın geleneksel, hatta kendi sınıfının kadın
ölçülerine sığmayan bir tiptir. Yeteneklerinin filizlenmesi küçük yaşlarda,
babasının onu yetiştirmesiyle başlamıştır. Ailesinin siyasi ilişkileri onun
için bir çekim gücü haline gelmiştir. Bu özelliklerinden ötürü, Napolyon onu
bir rakip olarak değerlendirmiş ve bu kadının çalışmalarını sınırlandırmaya
çalışmıştır. Napolyon, Germanie de Stael Holstein için şöyle der: "Bu
kadın bir felaket tellalı, hep nahoş şeylerin bir habercisidir." O dönemin
İçişleri Bakanı Josef Fouche ise, "Germaine çağımızın en harika
kadını" diye övgüyle söz eder. Napolyon'un önemli bir özelliği de, başka
düşüncelere sahip insanlara tahammülsüzlüğü, özellikle kadının onun
politikasına karışmasına tahammül edememesidir. Napolyon, Germanie'e bu
özelliğinden dolayı, "artık sesini çıkarmazsa, Paris'te rahatsız edilmeden
yaşayabilecek" haberini gönderir. Germaine ise, "mesele, sizin ne
istediğiniz değil, benim ne düşündüğümdür" diye karşı çıkar. Rakibinin
kendisine fikir korkağı dediği kulağına gelen Napolyon, "parçalayacağım,
ezeceğim" diye tehdit eder ve onu 1802'de sürgüne gönderir. Germaine,
kendi imkanları dahilinde sürgünde, yazım çalışmalarını sürdürür. Bu
çalışmaları, kadına dayatılan geleneksel yaklaşımları reddetmeyi içerir.
1810'da Napolyon'dan en büyük darbesini, kitaplarının yaktırılmasıyla yer.
Napolyon "Madam, biz sizin henüz takdir ettiğiniz toplumsal örnekleri
aramak zorunda kalacağımız noktaya gelmiş değiliz. Sizin son yapıtınız
Fransızca değildir" der. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, Napolyon'un
anlayışında, kadına siyasette hiçbir yer yoktur. Napolyon'un evli olmasına
rağmen, birçok kadınla ilişki yaşaması ve bu kişilerin tarihte hep gizli
kalmaları, kadına bir tatmin aracı olarak baktığını çok açık göstermektedir.
Fransa'da böyle bir önderin sorumluluğu altında şekillenen bir toplumda kadın,
evlenir evlenmez kocasının veraseti altına girer. Kadının resmi bir işi olsa da
kocasının izni olmaksızın, mahkeme önüne çıkamaz. Erkek, kadını korumakla,
kadın ona boyun eğmekle yükümlüdür. Erkek, karısının evliliğe beraberinde
getirdiği serveti yönetir. Kadının onayına gereksinim duymaksızın satabilir,
devredebilir ve ipotek ettirebilirdi. Yine karısının çalıştığı işyerinden, onun
maaşını isteme hakkına sahipti.
Diğer taraftan, Fransa'da 1879'a kadar
süregelen ve Latin Amerika ülkelerinde 1900'lerde hala devam eden kadının
tanıklık etme hakkında garip çelişkiler vardır. Sözleşme yapılırken, vasiyet
yazılırken ve noterlik işlerde tanık olarak gösterilemez. Ancak belirli
koşullar altında bir insanın idamına yol açabilecek tüm kriminal suçlarda
tanıklık yapabilirdi. Kriminal hukuk açısından kadın, her türlü suçun
cezalandırılmasında erkek ile eşit tutulurdu. Buna karşı kadınların ciddi
direnişleri olmuştur. 1789 yılından sonra kadınlar, Fransa'da kitlesel
yürüyüşlere gittiler. Erkeklerle eşit hakların sağlanmasını amaçlayan
taleplerini meclise sundular. Hatta, bununla da kalmayarak, güç sahibi olmaları
gerektiğini ve gücün ise yalnızca örgütlenmede ve kitlesel birliktenlikte
olduğunu kavradılar. Bundan dolayı, Fransa'daki kadın dernekleri, şaşılacak
düzeyde üye sayısına ulaştı. Hatta, kadınlar erkeklerin toplantılarına da
katılmaya başladılar. Dönemin öncülerinden olan Madame Rolland, devrimin devlet
adamları arasında siyasal bir rol oynamaya çalışırken, Olympe de Gouges, halk kadınlarının
liderliğini ele aldı. 1793'te Konvent "İnsan Hakları"nı ilan
ettiğinde bunların yalnızca erkek hakları olduğunu hemen anladı. Olympe de
Gouges, Rosa Lacombe ve başkalarıyla birlikte sonraki yıllarda buna karşılık 17
maddelik kadın haklarını çıkardı. 1871'de bugün de hala geçerli olan uzun
açıklamalara dayandırarak, Paris Komünü'ne sundu. İçinde zamana uygun düşen, şu
cümle geçiyordu: "Kadının idam sehpasına çıkma hakkı varsa, kürsüye çıkma
hakkı da olmalıdır." Fakat, bu kadınların kahramanca direnişleri olsa da
önce Olympe de Gouges, ardından da Madame Rolland, Konvent tarafından idam
edildiler.
Toplumsal yasaların zinaya bakış açısı
söyleydi: Kadın zina yaptığında iki yıla kadar hapis cezasına çarptırılıyordu.
Erkek ise yalnızca metresini, evli çiftin evinde tutarsa, karısı bundan
şikayetçi olursa ve bunlarla beraber suçlu bulunursa cezalandırılabiliyordu.
Tabii, bu ceza da cüzzi bir para ödemesi oluyordu.
Çocukların eğitimi üzerine karar alma
hakkı çoğu ülkelerde babaya aittir. Anaerkil dönemle tam bir karşıtlık içindeki
Roma ilkesi her yerde yaşamın temel fikrini oluşturur. Çocuklar üzerindeki tüm
hak ve erki babaya verir.
Çeşitli mücadeleler sonucunda 1900'lerin
başında birçok konuda olduğu gibi, kadın seçme ve seçilme hakkını da yavaş
yavaş kazanmaya başladı. Başlangıçta belediye seçimlerine katılma, ardından
milletvekili seçme, oy'unu kullanma ve en sonunda, milletvekili seçilme hakkını
elde etti. Yeni anayasal düzenlemelerle kadın, vasiyetten yararlanma, tanık
olarak dinlenme, çocuğun verasetini alma ile kendine ve mülküne ait karar verme
yetisine sahip oldu.
Kadının hak mücadelesi süreci uzun yılları
ve verilen bedelleri içermektedir. Tüm bu çabaların ardından, kapitalist
değişimle birlikte, toplumun karakterine uygun olarak, aile de biçimlendi.
Monogam evlilikler, burjuva kazanç ve mülkiyet düzeninin bir ürünüdür. Üretime
katılan kadının eğitimini tamamlama istemi, kariyer edinme hırsı ve çeşitli
özgürlük arayışları erken yaşta evlenme oranını düşürdü. Az gelişmiş ülkelerde
evlenme 16-18 yaş sınırında seyrederken, kapitalizmin geliştiği ülkelerde sınır
25-30 yaşlarına çıktı. Bunun yanında evlilik yasalarında düzenlemelerle
birlikte, boşanma olaylarında artış yaşandı. Ekonomik bağımsızlığını kazanmış
olan kadın, evliliğinde eğer iletişim sorunu, paylaşım eksikliği, geçim
sıkıntısı gibi sorunları yaşıyorsa, evliliği sürdürme hükümlülüğü altında
kalmayıp, ilişkiyi bitirme hakkına sahip oluyordu. Medeni kanunlar karşısında
kadın ile erkek eşit haklara sahipken, toplumun tabuları ve üretim anlamında
tam bir bağımsızlığı sağlamamış olması, bu hakları yeterince kullanmasının
önünde engeldir.
Burjuva toplumunda, sınıfların kendi
içindeki evlilikleri farklı özelliklere sahipti. Daha önce vurgulandığı gibi,
evlilik ve aile bu sistemin ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla bu kurumlara
saldıran, direkt topluma ve devlete saldırmış oluyordu. J.S. Mill,
"Evlilik yasanın tanıdığı tek gerçek köleliktir" der. Burjuva
sınıfında bu köleliğin üstü aldatıcı süslerle örtülmüştür. Yüksek bir sosyal
konuma ulaşmanın, en kolay ve en rahat yolu, para evliliği de diyebileceğimiz
bu evliliklerle sağlanır. Bu anlamda ticari evlilik olarak da adlandırılabilir.
Bu tür evliliklerde burjuva kadınının, sevgi doyumsuzluğunu, sosyete
içerisindeki düşkün bir yaşamla sağlamaya çalıştığı görülür. Gerçek yaşamın
zorluklarından sıyrılmış, suni bir yaşamdır bu.
Tüm verilen örneklerde görüldüğü gibi
burjuvazi yeni üretim şekillenmesi ile birlikte sosyal yaşamda ve kadın ile
erkeğin konumlanmasında ilk gelişim sürecinde devrimsel gelişmelere yol açmış
-tabii ki kendi ekonomik-siyasal yapılanması çerçevesindedir bu- ve kapitalist
gelişimini olduğu gibi bu sahalara da yansıtmıştır. Kapitalizmin içinde
barındırdığı temel çelişkiler onu çok ciddi krizlerle de karşı karşıya
getirmiştir. Böylesi durumlarda burjuvazinin değişik politikalara başvurması
bir üst aşamaya geçmesine yol açmıştır.
Ucuz işgücü, hammadde ve yoğun sermaye
bunalımından dolayı pazar arayışına giren kapitalist ülkeler dışa açılmaya,
sömürge ülkeler oluşturmaya başladı. Bunun sonucu olarak patlak veren I. Dünya
Paylaşım Savaşı ile dünyayı paylaştılar. Her ülke pazar sahasını geliştirmeye
çalışırken, paylaşıma geç giren ülkeler daha fazla pay sahibi olmayı
dayattılar. Özellikle pazar sahası olmaya açık olan ülkeler üzerinde giderek karşılıklı
gerginlikler ve bloklaşmalar oluştu.
Bunun yanısıra savaştan sonra iktidara
gelen sosyal demokrat hükümetler 1937'de yine patlak veren bir ekonomik
bunalımdan sonra -1929 sanayi bunalımı da yaşanmıştı-, iç siyasette işçi
sınıfının birliğini parçalamak için faşizmi güçlendirdi. Lenin bunun için,
"Tekelci kapitalizmin yeni ekonomisinin politik üst yapısı demokrasiden
politik gericiliğe dönüşür. Demokrasi serbest rekabete karşılık düşer, politik
gericilik ise tekellere karşılık düşer. Böylece faşizm, finans kapitalin en
gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür''
der.
Böylesi bir ekonomik değişim beraberinde
yeni bir siyasal yapılanma ve kurumlaşma sağlamış ve hepsi kadının konumunda da
değişimlere yolaçmıştır. Savaşların patlak vermesi erkeklerin savaş cephesine
alınarak kadınların üretimde daha fazla yer almalarına neden oldu. Kadının
zorunlu da olsa üretime böylesine alınması onun toplumsal ve ekonomik sorunları
daha da fazla yüklenmesini sağlamıştı. Kadının kendi kendine biçtiği rol de
böylece değişiyor ve kendine güveni gelişiyordu. Savaş ardından eve dönen
erkek, iş dünyasını yeniden ele geçirerek, kadını savaş önceki pozisyonuna
itmeye çalıştı. Bunun o kadar kolay olmamasıyla birlikte, devlet kurumlarının
-kilise, hukuk- teşvikiyle işlerinin kolaylaştığını söyleyebiliriz. Savaştan
önceki burjuva demokrasisi kadının siyasette de daha fazla yer almasına
yaramıştır. Örneğin; Rosa Luxemburg, Clara Zetkin gibi... Fakat faşizmin
gelişiyle bu, tamamen ortadan kalkmıştır. Mükemmel ahlak ölçüleri olan ve
doğurganlık ile aile içi görevleri üstlenen kadın tipi istenmiştir. Örneğin,
Almanya'da kadın fuhuş ile tanımlanır. Evinde kocasına en iyi hizmeti sunacak
olan kadın, çocuk doğurarak ırkının geleceğini güvenceye alacaktır. Yine kadın
aynı zamanda bu görevler dışına çıkmanın cezasını ağır ödeyecek olan, tanrısına
sonsuz bağlı olan bir varlıktır da.
Alman Yahudileriyle evli olan binlerce
Alman kadınının saçları sıfıra vurulup, elbiseleri parçalanarak boyunlarında
"ben bir Yahudi-fahişesiyim" yazılı bir pankartla dolaştırılarak
yüzlerine tükürülürdü. Bu, saf ırkı kirletmenin intikamıydı. Üstün saf ırkın
yaratılması için üretim çiftliklerinde antropolojik (ırksal) ölçülere uygun
kadın ve erkekler çiftleştirilirlerdi. Ayrıca Yahudi kadınlarının doğurganlık
organlarının alındığı, insanların, özellikle de kadınların bilim adı altında
deney araştırmaları için kobay olarak kullanıldığı bilinmektedir.
Tüm bu insanlık vahşetinin karşısında asıl
şaşırtıcı ve korkunç olan bir gerçeklik de şudur; Hitler'e iktidara gelmesinde
önemli bir yardım sunan burjuva kadınlardı. Nazi partisinin önde gelenlerinden
olan Rauschning şöyle anlatır: "Hitler'i kadınlar buldular, büyük savaş
sonrasında onu ileriye süren sosyete hanımları oldu. Büyük endüstricilerin
eşleri, yardıma kocalarından önce girişmişlerdi; gizliden gizliye paralar
yolladılar. Enflasyon zamanında da değerli eşyalar gönderdiler ve Hitler bu
parayla tutulan propagandacı bir grup kültürlü kadının eşliğinde giderek bir
politika peygamberine dönüştü. Kadınlar kendisine vaktinden önce defne
çelenkleri yağdırarak, o boş gururunu yok yere beslediler, bütün kentlerde
kitle toplantılarında ilk sıraları her zaman evli ya da bekar ama hep o belli
tipteki seçkin bayanlar dolduruyorlardı." Böyle bir gerçeklik burjuva
kadının kendi cinsinden, cinsinin yaşadığı sorunlardan ne kadar uzak olduğunu,
kendisini ikinci cins görmeyerek ne kadar kandırdığını ve bu doğrultuda erkek
egemenliğinin en gerici biçimi olan faşizme bile yardım ettiğini çok iyi gösteriyor.
Arjantin'de faşist lider Peron'u da bir
kadın iktidara taşımış ve iktidar döneminde yönlendirici güç olmuştur. Peron'un
sevgilisi olan Evita, alt tabakadan gelen bir kadındır. Bu özelliği ile ülkenin
alt tabakasını örgütler ve böylelikle askeri darbeyle başa geçen Peron'un
iktidarını pekiştirir. Alt tabakadan olmasına rağmen Peron'un onunla
evlenmesini faşist liderin halk tabanına verdiği değer olarak yansıtır ve
böylece halkın güvenini kazanmaya çalışır. Kendi adına vakıflar oluşturarak,
gelirinin küçük bir kısmını halkın hizmetine sunar. Ve sırf kadınlığını
kullanarak bu düzeye gelmesi dikkat çekici bir diğer yandır. Aynı silahı
kullanarak önceki mesleği olan artistlik ve radyo spikerliğinden aşama aşama
iktidarı paylaşmaya kadar varır. Evita öldükten sonra Peron'un askeri darbeyle
düşürülmesi, bu kadının ne kadar önemli olduğunun anlaşılmasına yarar.
Emperyalizm nasıl ki demokrasiden faşizme
çok çabuk geçebilmişse, bugüne gelişte bunalımını aşmasını -bir süre için-
sağlayan faşizmden kendi iddiasıyla daha gelişkin bir demokrasiye de
geçebilmiştir. Diğer ülkeleri sömürerek kendi sermaye birikimini daha da
güçlendirirken, ülkesindeki işçileri de belirli refah düzeyine ulaştırmıştır.
Böylece geçmişte zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan işçinin yaşam
imkanları daha da iyileşiyor ve kaybedecek çok şeyleri ona sağlıyordu. Bu da
emperyalizme, işçi sınıfını kendi yanında bir yedek güç olarak kullanma
olanağını sağlamaktadır. Sömürge ülkenin işçisi kendi emek gücüyle emperyalist
egemenin güçlenmesini sağlarken, emperyalist ülke de bu yolla kendi işçisinin
taleplerini karşılıyordu. Böylece işçisi muhalefet olmaktan çıkıyordu.
Diğer taraftan işçi giderek yarattığı
değerlere yabancılaşmayı yaşıyordu. Burjuvaziye göre işçi tek başına değer
yaratmıyordu, o sadece arabanın vidasını veya kapısının kolunu yapıyordu.
Arabayı yaratan burjuvazinin kendisiydi. Bireyi yöneten ve kukla gibi oynatan
üretim cephesi yanısıra tüketim olgusu olmuştur. Burjuvazinin azami kar
mantığıyla yol açtığı üretim fazlalığı sorunu, yani arz-talep dengesizliğini
giderebilmesi için, insanları toplu tüketime sevketmesi gerekiyordu. Bunun için
de güçlü bir telkin mekanizması oluşturmuştu. Mekanizma iki amaç doğrultusunda
yapılmıştır; birincisi suni ihtiyaçlar yaratmak, ikincisi ise yaratılan bu
tüketim iştahını sanayinin en karlı sahalarına doğru yönlendirmektir. Dışta
görülen bireyin kendi ihtiyaçlarını seçebilmesi için çok ve ayrı ayrı üretimdi.
Oysa asıl olanı, yönlendirilen ve kendi seçimini yapamama gerçekliğiydi. Bu
anlamda yirminci yüzyılın insan karakteri "tüketen insan" biçimini
almıştır. O döneme kadar hakim olan "sahip olma" felsefesinin yerine
sonsuza dek tüketim felsefesi geçmiştir. "Dev girişimlerin, dev bir
sanayinin hükümet ve sendika bürokrasilerinin şekillendirdiği bir toplumda
çalışma konumunu ve koşullarını hiç etkileyemeyen birey, kendisini güçsüz
yalnız, bıkkın, sıkılmış ve kaygılı hisseder. Bir yandan da büyük tüketim
sanayilerinin kar ihtiyaçları reklamlar yoluyla onu 'obur' bir varlık haline
getirir."
Belirtildiği gibi kapitalizm insana maddi
zenginlik sunmuşsa da açık ki, insani açıdan yoksullaştırmıştır. Buna yol açan
en önemli özellik ise kapitalizme has bireyciliktir. Rekabete dayalı
geliştirilen kapitalizm bu özelliği insanlara çocukluktan itibaren aşılamış, her
şeyde en iyisini yapmaya çalışan, insanı yaratmıştır. Ayrıca bireysel tüketim,
toplu tüketimden daha fazla talep olmasını ve böylece daha çok mal satılmasını
sağlıyordu.
Bu iki özelliğe bir de tüketim mantığı
eklendiğinde bu insanların geliştireceği ilişkilerin neye dayanacağı açık.
Bununla beraber gelişen boşluk tüketimle doldurulmaya çalışılır. Birey için
herşey -maddi, manevi- aile, ilişki, cinsellik, kültür ve hatta eğitim araçları
birer tüketim maddesi olmuştur. Kapitalizmin dengesinin bozulmaması, üretimin
sürekli talebini toplamak için yapay yöntemler geliştirilir. Örneğin; moda
sektörü, marka bağımlılığı vb. bunlar direkt ilişkilere de yansır.
Tüketici anlayış cinsler arası ilişkilerde
de kendini gösterir. Gelişen doyumsuzluk paylaşımı engellerken, birbirini
tüketmeye sevkeder. Kapitalizmin gelişim aşamasında işgücünden yararlanmak
amacıyla dışa açılımı sağlanan kadın, emperyalist aşamada bir bütün olarak
toplumsal yaşamdaki boşlukların doldurulması için kullanılır. Sinema,
televizyon, dergi aracılığıyla toplumsal bilinç ve istemleri denetim altında
tutmak için kullanılır. Başını ABD'nin çektiği ve bir sektör haline getirilen
Hollywood gibi kuruluşlarla ideal kadın tipleri oluşturulur. Marliyn Monroe
kadınlar için ulaşılması gereken ölçüleri taşırken, erkekler için de fiziğiyle,
aklıyla tam istediği bir kadındır. Bunu dönemlere göre Cindy Crawford, Madonna,
Hülya Avşar gibi kadın tipleri izledi. Öyle ki bu kadınlar yeni dünya düzeninde
sınırları aşma kültürünün taşıyıcısı olmuşlardır. Örneğin; Top-Model (Manken)
Naomi Campbell'in Mandela'nın evlatlığı olması emperyalizmin muhalif olabilecek
halklara karşı uyguladığı bir sızdırma yöntemi olmuştur.
Bu sektörlerle paralel geliştirilen ve
yaygınlaştırılan fuhuş sektörü kadının daha da düşürülmesinde etkili olmuştur.
Kadın ticaretinin uluslararası boyutlara ulaşması bunun en belirgin biçimidir.
Dolayısıyla toplumun ahlak anlayışı alt-üst edilerek ahlaksızlık, ahlak haline
gelir. Fuhuş emperyalist toplumlarda doğallaştırılmıştır. Örneğin, emperyalist
ülkelerde bazı dergiler aracılığıyla Avrupalı erkeklere Asyalı kadınlar
pazarlanmaktadır. İngiltere'de oturan bir İngiliz erkeği, bu dergilerde
resimleri bulunan Taylandlı vb. kadınlardan birini seçer. Ardından bu talebini
iletir ve düzenlenen fuhuş gezileriyle seçilen kadın bu erkeğe sunulur. Kadın,
bu derece bir mal konumuna getirilmiştir.
Kapitalizmin kendini bu kadar uzun süre
ayakta tutabilmesinin en önemli nedeni rekabet olgusunu toplumsal ilişkilere
yansıtmasıdır. Bu anlamda kadının tüm bunlardan etkilenmeyi yaşadığı görülür ve
bireyselleştirilir. İş hayatına atılan kadın kapitalist rekabetin sonucu olan
başarısızlık korkusu karşısında daha da bireysel arayışlara yönelir. Kadının
eşitliği kadınlığından vazgeçmesiyle bağlantılıdır. Örneğin; iyi bir kariyer yapabilmek
için çocuk yapmaktan vazgeçer, vazgeçme mecburiyetinde kalır, çünkü ikisini bir
arada yürütmesi için koşullar hazırlanmamıştır.
Dışa açılan kadının ilk arayışlarının
cinsellik temelinde olduğu göze çarpar. Kadın cinsel yaşamında erkek gibi
serbest olabilmeyi özgürlük sanır. Tek başına ekonomik bağımsızlığını elde
etmeyi, dış görünümünü modaya uygun hale getirebilmeyi özgürlük zanneder. Kadın
tüketimde erkekle eşit konuma gelmeye çalışır. Ölçüsü erkeğin statüsüdür.
Erkekle bir rekabet içerisine girerken, giderek toplumsallaşmaya ters düşer ve
karşı cinsi reddetmeye kadar gider. Aslında bu rekabette örgütlü, siyasal
nitelikten sözetmek zordur. Bu yönlü bazı girişimler cüzzi veya bireysel
kalmıştır. Örneğin; feminist grupların çıkış aşamasındaki mücadeleleri önemli
ve belli oranda sonuçlara yol açabilecek düzeyde olsa da, giderek burjuvazinin
güdümüne girmiş ve dejenere edilmiştir. Diğer taraftan politik arenaya giren
ama erkeğin ölçüsünü esas alarak yükselen kadınlar da vardır. Margaret
Thatcher, Madelyn Albright, Tansu Çiller, Benazir Butto vb. buna örnektir.
Bununla birlikte siyasetteki önemli kilit noktalarında ve liderlik konumlarında
genelde erkek yer alır. Kadının zaten bu daldaki sayısal oranı kuaförlük gibi
mesleklerdekine oranla oldukça düşüktür.
Kadının günlük yaşamında siyaset çok az
veya hiç yer almaz, ilgi alanına daha çok çevreci, hayvansever vb. kurumlar
girer. Bu kurumlara karşı ilgisiz olmaması gerektiği haklılık içeren ayrı bir
noktayken, siyasallaşmaktan uzaklaşarak bu konuda ilgisini yoğunlaştırması
dikkat çekicidir. Kaldı ki kadına bununla da kalmayarak, düzen tarafından
erkeği de siyasallaşmaktan uzaklaştırma misyonu verilmiştir.
Emperyalizmde, kadının yaşamın her
alanında adı vardır. Hukuk, bilim, ekonomi, askerlik vb. Fakat bu dalların
hepsini erkekten öğrenir. Örneğin; iktisat, bir sınıflı toplum ve onun sahibi
olan erkeğin geliştirmiş olduğu bir bilim ve çalışma alanıdır. Kadın bu sahaya
erkeğin mantığına sahip olarak girer. Yine askerlik kavramı erkekle
özdeşleşmiştir. Ve bu, kadına tam olarak erkek gibi olmasını dayatır. Bilindiği
üzere günümüz modern hukuğu ataerkil Roma hukukuna dayanır. Bu anlamda önemli
oranda erkek egemenliklidir. Son birkaç yıla kadar yasalar karşısında evli
kadına kocası tarafından yapılan haksız muamele suç sayılmazken, büyük
mücadelelerle kaldırılmış ve aile içi bu muamele suç sayılarak yasalara
geçmiştir. Diğer taraftan önceleri kadına büyük direnişlerle tanınan kürtaj
hakkı son dönemlerde tartışılır konuma getirilmiştir. Bununla nüfus oranının
düşüşünü engelleme isteminin yanısıra, işsizlik gibi toplumsal bunalımların
çözümsüzlüğüne karşı kadını tekrar eve kapatarak hem erkeğe işsahaları açmak,
hem de doğabilecek tepkilerin örgütlenmesini engellemek amaçlı olarak, erkeği
dizginleme aracı olarak kullanmak istenir. Bu anlamda çocuk bakımını, doğumunu
ve aile kurmayı teşvik edici fonlar geliştirir. İşsizlik sorunu karşısında
erkek işçiler tercih edilirken, kadın ya işsizlikle karşı karşıya getirilir ya
da bir erkeğe bağlanmaya mecbur bırakılır.
Kadının, toplumsal ve siyasal alanlarda
çarpık ve sahte de olsa yer alması, ailenin gittikçe dağılmasına ve yıkılmasına
yol açmıştır. Bu dönem için azami kar anlayışına çıkar sağlayan bu durum
gittikçe aleyhte bir rol oynamıştır. Bu da kapitalizmi, aileyi tekrar toparlamaya
ve kendisi için işlevsel kılmaya yöneltmiştir. Aile, kapitalizmin en ucuza
kullandığı kurum olarak yaşatılmaktadır.
Kadın-erkek ilişkisinde tüketiciliğin
gelişmesi özellikle kadının birey olarak var olmasını engeller. Karşılıklı
kendine ait olan şeylerin paylaşımı yerine, erkeğe ait olan şeyler paylaşılır.
Burada kadın erkeğin oyununa dahil olur. Oyun dışında kalan kadın hiçbir yere
ait olmama duygusunu derinden yaşar. Hatta oyundaki kadın da oraya ait değil,
tabi olmuştur. Bu durumda kadında görülen en önemli psikolojik durum
mazoşizmdir. Kadın kendini aşağılamaya başlar. Kendine güvensizlik derinleşir.
Kendisini, kendine has bir dille ifade edemez. Erkeksi bir dil kullanır. Bu dil
kendine yönelik hakaretlerle doludur. Kendine yer arayan kadın erkeğin güdümüne
girerek yer edinmeye çalışır. Bir yanıyla erkeğin istediği bir tip olurken,
diğer yönüyle kendinden de tamamen uzaklaşamaz. Böylece bir tarafı erkeği bir
tarafı kadını temsil eder. Erkek yanının kadın yönünü aşağıladığı görülür.
Zayıf, güçsüz kadın av olmaktan kendini kurtaramadığı gibi, av olma istemi
gelişir. Bu psikolojik durumu öğretilmiş edilgenlik konumuyla pekiştirilir.
Erkek onun bedeni üzerinde bile denetleyici konumdadır. Kadın kendini erkeğin
yetiştirdiği ve ortaya çıkardığı kadınlar aracılığıyla tanır. Böylece kadın
kendi cinsinin nesneleştirilmesinde, metalaştırılmasında önemli bir rol oynar.
Kapitalizmin temel ilkesi olan kar mantığı
tüm insani değerlerin pazarlanmasına yol açmaktadır. Toplumda kadının
düşürülüşü paralelinde erkeğin sosyal ve siyasal konumunu etkileyerek, erkeğin
de düşmesine yol açar. Başlangıçta kadın kullanılarak yaratılan pazar sahaları
açma girişimi gittikçe erkeği de kapsar. Bu anlamıyla karakter itibariyle
ataerkil olmasına rağmen erkeği bile satışa çıkarmadan çekinmemiştir. Kadının
sunuluşuna hizmet eden kozmetik ve diğer benzeri sektörler erkekler için de
faaliyete geçer. Hatta en çok kadına dayalı geliştirilen fuhuş sektörü erkeği
de kapsamaya başlar. Sinema, televizyon ve dergilerde erkekte kadın gibi cinselliğini
pazarlarlar. Topluma bu düşürülüş modernizm, çağdaşlık ve eşitlik olarak
yansıtılır. Erkek de düşürülerek kadınla bu noktada eşit düzeye getirilmek
istenir. Kapitalizmin eşitlik anlayışı ancak bu kadardır. Bu, kadın tarafından
kendisine sunulan özgürlük ve eşitlik adımları olarak değerlendirilir.
Kapitalizm bununla da yetinmeyip, yeni
pazar sahası açmak için çocukları bile kullanmaktan çekinmemiştir. Örneğin;
batıda geliştirilen bebek ve küçük çocuk pornografi ticareti bunun açık
ifadesidir. İnsanları bu yeni "maddeye" yönlendirmek, bu yönlü
güdüleri uyandırmak için moda ve reklamlarda çocuk yüzlü mankenler tercih
edildiği dikkat çekmektedir. Yukarıda da belirtilen tüketici, obur insan bu son
örneklerle daha da somutluk kazanmaktadır.
J- Sovyet deneyimi ve reel sosyalizmde
kadın
Gerilemesinin en doruk noktasını
emperyalizm döneminde yaşayan kapitalist üretim ilişkileri, toplumsal üretim
sürecinin son uzlaşmaz biçimidir. Kapitalizmi yıkan çelişki, gelişmesinin doruk
noktasında kızışan üretimin toplumsal niteliğiyle ürünlerin kapitalist mülkiyet
arasındaki çelişkidir. Her toplum üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında
zorunlu uygunluk yasası vardır. Kapitalizm elindeki bütün olanakları kullanarak
zorunlu uygunluk yasasının işleyişine karşı koyar. Devletin müdahalesi ile
kendi üretim biçimini kurtarmaya çalışır. Kapitalist üretim ilişkileri içinde,
sosyalist üretim ilişkileri arayışları başlar. Sosyalist üretim ilişkileri
kapitalizmin bağrında oluşmaz ama bunu yaşatacak olan gücün bilinçlenmesi
sonucu kapitalizm yıkılarak sosyalist üretim güçleri sosyalist üretimi
oluşturur.
Sosyalist üretimin temel özellikleri,
üretim araçlarının özel mülkiyetten çıkarılıp toplumsal mülkiyete
dönüştürülmesidir. Bu üretim biçimini örgütleyip denetlemek için politik
iktidarın emekçi kitleler tarafından ele geçirilmesi gerekir. Sosyalizmde bu
iktidar biçimine proletarya diktatörlüğü denilir. Bu yönetim biçimi burjuvazi
ve küçük burjuvazinın mülkiyetine el koyarak kamu mülkiyetine dönüştürür.
Üretim araçları karşısında insanların eşit durumunu ifade ederek, onların
siyasal ve toplumsal yaşamdaki eşitliğini gerçekleştirir. Sosyalizmde iki tip
mülkiyet vardır: Birincisi devlet mülkiyetidir. Devlet mülkiyeti, mülkiyetin
esas biçimidir. Ulusal ekonominin bütün sektörlerini kapsar. İkinci üretim
biçimi, kolhozcu üretimin kollektif biçimidir. Bu, küçük üreticilerin toprağı
birarada işledikleri tarımsal makineleri işletmeleri ile, yine birlikte
kullandıkları ve herkesin küçük hayvanlarının olduğu bir mülkiyet biçimidir. Her
ikisinin çalışma biçiminde toplumsal ilişki geçerlidir, plan gereğince
geliştirilir. Devlet mülkiyeti tüm halkın malıdır, ama kolhoz mülkiyeti ise
çeşitli emekçi gruplara aittir, bir grup mülkiyetidir.
Sosyalizm kişisel mülkiyeti ortadan
kaldırmaz, tersine emekçilerin kişisel mülkiyetlerini artırır. Sosyalizmdeki
kişisel mülkiyet kapitalizmdeki özel mülkiyetten farklıdır. Özel mülkiyet esas
olarak üretim araçları üzerinde kurulur, oysa bireysel mülkiyet kişisel
kullanım eşyaları üzerinde olur. Kapitalist özel mülkiyetin kaynağı
artı-değerdir, ama sosyalizmde kişisel mülkiyet, kişisel çalışmanın
karşılığıdır. Kapitalizmin temel ilkeleri olan nihai kar, rekabet, bireysellik
vb'nin yerini sosyalizmde kollektivizm, toplumsal çıkar, özgür birey alır.
Son sınıflı toplum olan kapitalizmden,
sınıfsız toplum olan komünizme geçişte ara süreç rolünü oynayan sosyalizmdeki
devlet yapılanması, zamanla yetkisini eritme göreviyle yükümlüdür. Bu ilke reel
sosyalizmde oldukça ihlal edilmiştir. Bunu Sovyetler Birliği gerçeğiyle
açıklamak mümkündür. Sovyet Devrimi'nde öncülük yapan komünist partisi devrim
sonrasında da proletarya diktatörlüğünü temsil etme iddiasıyla iktidara
geçmiştir. Toplum çıkarı doğrultusunda hareket etmesi gereken bu parti, iç ve
dış nedenlerden dolayı zamanla toplum üstü bir mekanizmaya dönüşmüştür.
Sosyalizm ilkelerine göre araç olan parti
ve devlet mekanizması, reel sosyalizmde bir amaç haline dönüşmüştür. Bu sapma
doğrultusunda katı bir parti devletçiliği uygulanmıştır. Bununla birlikte
üretim araçları kamu çıkarları doğrultusunda değil, devleti güçlendirip
pekiştirme hizmetine konmuştur. "Sovyetler Birliği'nde iktidar işçi ve
diğer emekçi kitlelerin elinden kaçmış ve Stalin'in bürokrasisinin elinde bir
baskı ve terör aracı haline getirilmiştir."
Kapitalizmin yoğun saldırısıyla karşı
karşıya kalan Sovyetler Birliği, kendisini savunmayı yoğun silahlanmada
görmüştür. Bu silahlanma toplumsal çıkardan ziyade, devlet çıkarını koruma
amaçlıdır. "Sovyet devletinin günlük çıkarları, Sovyet yöneticileri çeşitli
ülkelerle anlaşmalar yapmaya itiyordu. Sovyet devletinin yaşamını garanti
altına almaya yarayan bu antlaşmalar, uzun dönemde Sovyet Devrimi'nin ve III.
Enternasyonal'in idealleriyle çelişiyordu. Öyle bir durum ortaya çıkmıştı ki,
kısa vadede bazı acil gereksinimler için yapılan anlaşmalar ve verilen ödünler
dünya devrimci hareketine büyük darbeler vurmaktan geri kalmıyordu. Bu
anlaşmaların taktik nedenlerle ve geçici olarak yapıldığı söyleniyordu. Taktik
gerilemeler ve zorunlu ödünler daha sonraki dönemde, Stalin döneminde, devrimci
ilkeler haline getirildi. Artık Sovyet dış politikası Sovyet devleti çıkarları
doğrultusunda tesbit edilir oldu."
Sapmalar sonucu üretimde tıkanıklığa giden
Sovyetler Birliği'nde toplumsal huzursuzluklar başgöstermeye başladı. Toplumun
çıkarına ters düşen her devlet yapılanması gibi Sovyet devleti de toplumdaki
huzursuzlukları bastırmakla gidermeye çalıştı. Bunun uygulamasında yöntem
olarak polisyen devlet (istihbarat, polis ağı..) güçlendirilmiş, ideoloji
olarak da proletarya ideolojisi topluma karşı kullanıldı. Toplumdan gelen
sisteme yönelik eleştiriler, burjuva ideolojisinin dayatılması olarak
nitelendirilip bastırıldı. Bu durum zamanla toplumun sisteme karşı
güvensizleşmesini derinleştirdi. Üretim araçlarının gitgide parti yöneticilerinin
lehine işlemesiyle emekçi kitleler maddi anlamda fakirleştikleri gibi, yanlış
uygulamalar nedeniyle manevi değerlerden de yoksun bırakılmışlardı. Biriken
ekonomi, siyasi ve toplumsal sorunlara çözüm getiremeyen devlet, yıkılmasına da
engel olamamıştır.
Genel bir ekonomik-siyasi bakış açısından
sonra reel sosyalizmde kadının konumuna değinmek istiyoruz. Sovyet Devrimi'nin
kadın açısından hangi değişikliklere yol açtığını anlamak için, kadının devrim
öncesi durumunu açmak gerekir. Feodalizmin ağır etkilerini taşıyan Rusya'da
kadınlar tüm haklardan yoksun bırakılmışlardı. Kadın, babanın yetkisinden
kocaya "satılarak", onun etkisine giren bir mal olarak görünürdü. Bu
durum birkaç Rus atasözünde şöyle dile getirilir:
"Piliç kuş sayılmaz, kadın da insan."
"Kahvaltı ve akşam yemeği olarak
karını döv!"
"Seni kasam gibi sevecek, kürk paltom
gibi döveceğim."
"Kadın camdan değildir, birkaç kez
vurmakla kırılmaz."
Çarlık düzeninin aile yasasına
bakıldığında bu atasözlerinin benzer bir biçimde dile getirildiği görülecektir:
"Ailenin başı olarak kocasına boyun eğmek, ona karşı sevecen ve saygılı
davranmak, her bakımdan uysal olmak hep sevgi ve yumuşak başlılık
göstermek..."
Bu yasalara dayalı bir toplumda kadın
kocasının onayı olmaksızın hiçbir yere gidemez, hiçbir yerde çalışamaz ve hatta
pasaport sahibi olamazdı. Kadının mal sahibi olması da oldukça zordu, çünkü
kocası buna el koyma hakkına sahipti. Yine o dönemde toplum ağır kilise etkisi
altında olduğundan dolayı aile işleyişi, evlenmeler, boşanmalar kilise
tarafından gerçekleştirilmekteydi. Katı ahlak ölçülerine dayandığından bir
kadın için boşanma oldukça zordu. Bunun karşısında ise erkeğin çokeşliliği
onaylanmaktaydı. Kentteki işçi kadının durumu ise değişik bir trajediydi.
Erkekten daha az ücret karşılığında, daha uzun çalışma mecburiyetindeydi.
Hamile işçi kadınların işten atılma korkusuyla nasıl çalıştıklarını bir emekçi
kadın şöyle anlatmaktadır: "Kadın emekçiler gebeliklerini ağızları
köpükler içinde tezgahta doğurana kadar gizlerlerdi ve loğusalık geçer geçmez
tezgahtaki yerlerini alırlardı."
Devrim öncesi kadının durumu bu iken,
belli arayışlar içerisine de girmiştir. Yine 1905 Devrimi'ne kadar ciddi bir
kadın hareketinden söz etmek mümkün değilken, bazı feminist gruplara
rastlanılır. 1861'de Çar'ın yaptığı bazı reformlar doğrultusunda Rus insanında
özgürlük arayışları başlamıştır. Soylu kadınların da girdiği bu arayış sonucu
1859'da Rusya'da ilk feminist grubu oluşturulur. Bu grubun faaliyetlerinden
önemli bir kesit olan Rozvet (Yetişkin kadınlar için edebiyat, sanat ve bilim
dergisi) adında bir dergi çıkarılarak, kadınların eğitim düzeylerini yükseltmek
amaçlanır. Bu kadın grubunun çalışmaları var olan feodal din sınırlamalarını
çok fazla aşmamıştır. Aynı yıl St. Petersburg sakinlerine ucuz pansiyon ve
sosyal yardım adıyla bir yardımsever derneği kuruldu. Bu derneğin en çarpıcı
faaliyeti 300-500 arasındaki işçi kapasiteli büyük konfeksiyon atölyelerinde
savaş bakanlığının üniforma siparişlerini karşılamaktı. Bu derneğin yanısıra
küçük çapta bazı dernekler de kurulmuştu. Yoksul kadınlara yardım, yararlı
kitapların dağıtımı ve çalışma sevgisini canlandırma dernekleri bunlardan
bazılarıdır.
Bu dernekler 1893'te Rus Kadınları
Karşılıklı Yardımlaşma Derneği'nin kurulmasına yol açmıştır. Bu derneğin
faaliyetleri sonucu okuyan kadınlar için bir yurt, geçici ikamet için bir başka
yurt, iş bulma kurumu ve işçi kadınlar için bir çocuk bakım merkezi
oluşturuldu. Aynı zamanda sel ve kıtlık kurbanlarına yardım komiteleri
örgütlendirildi. 1900'de başkanlığını sırasıyla iki prensesin yaptığı
"Fahişeliğe Karşı Rus Kadınlarını Koruma Derneği" kuruldu. Bu dernek;
soylu kesiminden oluşan bir kadro yapılanmasına sahipti.
Bu örneklerde de görüldüğü gibi belirtilen
arayışlar, hiçbir şekilde köklü çözüm arayışlarını içermemiştir. Tam tersine,
koruma ve yardım temelinden öteye gitmemiştir. Bunun öncülüğünü de soylu
sınıfların üstlenmesi gerçekliği, yardımseverlik denilince ne anlama geldiği
kendiliğinden anlaşılmaktadır.
1905 Devrimi, kadınlar için de önemli bir
uyanış sürecini beraberinde getirmiştir. Aleksandra Kollontai bu süreci şöyle
anlatıyor: "1905'te bir kadının kendisi hakkında konuştuğunun ya da yeni
haklar talebinin işitilmediği tek bir sokak köşesi yoktu." O dönem ilk kez
değişik Rus kentlerinde kadın hakları mitingleri düzenlendi. Şubat 1905'te orta
sınıf kadınları ve aydınlardan oluşan "Kadınlara Eşit Haklar Birliği"
adında feminist bir örgütlenme kuruldu. Bu örgütlenmenin sendikalarla
bağlantılarının sıkı olması önemlidir. Bu birlik, 7 Mayıs 1905'te I. Kuruluş
Kongresi'ni 70 delegenin katılımı ile gerçekleştirdi. Bu kongreye sunulan işçi
kadınların ve köylülerin eşit ücret ve ana-çocuk sağlığı taleplerini içeren bir
karar tasarısı, kongrenin çoğunluğunu elinde tutan burjuva kadınlar tarafından
reddedildi. Buna karşın, sadece cins, din ve milliyet ayrımı gözetmeksizin eşit
ve genel oy hakkı talep edildi. Ayrıca bir cumhuriyetin ilan edilmesi için
gerekli mücadeleye, üyelerini katılmaya davet eder. Bunlara ek olarak, ulusal
otonomi, cinslerin yasa önünde eşitliği, gerçekleştirilecek bir toprak
reformundan köylü kadınlarının da eşit bir şekilde yararlanması, sosyal yardım
ve sigorta yasaları, işçi kadınları koruma yasası, ortak eğitim imkanı,
fahişelerle ilgili reform yasası ve ölüm cezasını kaldırma talebi vb. gibi istemlerin
olduğu, tipik bir radikal burjuva reform programı hazırlanmıştır. Devrim en
doruk noktasında, bu birliğin taleplerinin de en radikal olduğu görülür.
Sosyalistleri kendilerine yakın görerek, onların izinden yürümüşlerdi. Belli
bir kesim taleplerini aktif eylemlere katılarak sürdürürken, birçoğu destek
faaliyetleriyle sınırlı kalır. Daha sonra önlerine koydukları programın
gereklerini yerine getirmediklerinden dolayı, taleplerinden vazgeçtikleri
görülür.
1905'te kurulan diğer burjuva-feminist
örgüt ise "İlerici Kadın Partisi" olmuştur. Çıkardıkları "Kadın
Haberleri" adlı derginin, diğer dergilerden farklı olarak, kadın fabrika
işçilerinin, ev hizmetçilerinin, fahişelerin ve köylü kadınlarının durumlarına
geniş yer vermiştir. Rusya koşullarında, taleplerinde en radikal olan bu parti,
Avrupa'daki örneklerine göre ise daha geri, sosyal reformlar talep etmekle
yetinen liberal Rus gruplarından biriydi. Monarşi sistemi ile uzlaşmaları diğer
bir özelliğiydi. Diğer feminist oluşumlardan farkı, erkekleri parti içerisine
almamalarıdır, çünkü erkeklerle ortak çalışma, bu parti için erkeğin
egemenliğini, kadının ise pasifliğini sürdürmesi anlamına gelmekteydi. Bundan
ötürü de sosyalist partiye karşıydılar ve sınıf mücadelesine sempati
duymadılar. 1905 devrimci ayaklanmalarına karşı parti başkanı olan Pokrovskaya
şöyle yazmıştı: "Yaşamı şiddetle, katliamla değil, sadece barışçı
reformlarla yeniden yaratabiliriz." Bu parti hiçbir zaman etkili
olamamıştır. Orta ve üst sınıfın temsil düzeyini aşamamıştır.
Sosyalist Devrim Partisi içinde 1901-1916
yılları arasında kadın katılım oranı %14,3'tü. Kadınların militanca eylemlere
özellikle tercih edildikleri göze çarpmaktaydı. 1880-1890 yılları arasında
militan eylemliliklerden ötürü tutuklanan 43 devrimciden 21'inin kadın olması,
bunun ispatıdır.
Birinci Paylaşım Savaşı, Rusya'da
burjuva-feministler ve sosyalist kadınlar arasındaki uçurumu derinleştirdi.
Burjuva feministleri gitgide yurtseverlik çerçevesinde faaliyetlerini
sürdürdüler. Yardımlaşma dernekleri, savaş çabalarını destekleyip, gönüllü
olarak ve coşkuyla cephe örgütleme faaliyetlerine katıldılar. 1915'te Kadınlara
Eşit Haklar Birliği, Rusya'nın kızlarını, bir kadınlar seferberliğine çağırdı.
Kadınları savaşa çekme çabasına girerken, bunu anayurtlarına olan borcun ödenmesi
ve Rusya'da zafer sonrası kurulacak yeni bir yaşamda erkeklerle eşit haklara
sahip olmanın koşulu olarak görüyorlardı. Savaştan dolayı erkeklerin üretimden
çekilmesinden ötürü, kadınlar 1917'de iş gücünün %50'sini oluşturuyordu. Savaş,
emek hareketinin dağılmasına ve bundan ötürü sessizliğe kapılmasına neden
olmuştu. Bunu değiştiren ekmek ayaklanmalarını başlatan kadınlar olmuştur. 6
Nisan 1915'te Petrograd'da et satışının durdurulmasından dolayı bir et
marketini yağmaladılar. Bu olaydan iki gün sonra, Moskova'da aynı sahne ekmek
için yaşandı. Bu dönemde değişik amaçlarla gerçekleştirilen grevlerde kadınlar
da yerlerini almışlardı.
1917 Ekim Devrimi'ni başlatan da kadın
işçileri olmuştur. Bolşevikler ilk genel grev çağrılarını 25 Şubat'ta
yayınlayabilmişlerdi. Ancak bu çağrı yapılana kadar 200 bin işçi çoktan bu
greve girmişti. Tekstil fabrikalarında çalışan işçi kadınlar, delegeler seçerek
onları komşu fabrikalara gönderip grevi örgütlemişlerdi. Troçki bu gerçekliği
şöyle ifade eder: "Devrim, aşağıdan başlayan, kendi devrimci örgütünün
direnişini kıran işçi sınıfının en çok baskı gören ve ezilen kesiminin -kadın
tekstil işçilerinin- kendiliklerinden, inisiyatifi ellerine aldıkları bir
devrimdir."
Rus toplumunda önemli bir gelişmeye yol
açan devrimde, Rus kadını da yerini almıştır. Erkekler gibi kadınlar da o
dönemki ağır yaşam koşullarına yönelik Çar rejimine karşı sınıf bilinciyle
mücadele etmişlerdir. Devrimin öncü güçlerinin o dönemdeki kadın sorununa
yaklaşımları kaba materyalist olduğundan dolayı başarıya ulaşmış sınıf
mücadelesiyle otomatikmen kadın sorununun da çözüleceğine inanıyorlardı. Bundan
ötürü devrim sürecinde kadın sorununa özgün bir yaklaşım sergileme gereği
duymamışlardır. Bu pratik uygulamalar kuşkusuz o dönemdeki sosyalist liderlerin
teorilerinden kopuk ele alınamaz. Marks ve Engels kadın konusunda, dönem
koşullarına göre küçümsenmeyecek çözümleme çabasına girişmişlerse de, bu soruna
köklü bir çözüm ürettikleri söylenemez. Erkeğe nazaran kadının konumunun kötü
olduğu kabul edilmiş, fakat sadece sınıf çelişkisi temelinde
değerlendirilmiştir. Özel mülkiyetin doğurduğu kadın sorununun, özel mülkiyetin
ortadan kaldırılışıyla çözüleceğine inanmışlardır. Unuttukları önemli bir nokta
ise; onbinlerce yıldır süregelen bir cins şekillenmesinin varoluşudur. İki cins
şekillenmesinin çözülmeden, ekonomik tedbirlerle cinslerin özgürleştirilmesi ve
buna bağlı olarak yeni bir toplum yaratılmasının mümkün olmadığı Sovyetler
örneğinde görülmüştür. Savaşta yer alıp, savaş sonrası kadın örgütlenmesinde
görevlendirilen Jessica Smith durumu şöyle açıklıyor: "Barış geldiğinde
benden kadınlar arasında çalışmam istendi. Herkes güldü. Beni hiçbir zaman bir
köylü kadın olarak düşünmemişlerdi. Önceleri ben de hemen hemen aynısını
düşünüyordum. Erkek giysileri içinde, bir erkek gibi düşman peşinde koşmaya
fazlasıyla alışmıştım... Çağrıldığım ilk kadın toplantısını ve sorunları
herkesin önünde tartışmaları için köylü kadınları nasıl zorladığımı
hatırlıyorum." Bu örnekte de görüldüğü gibi Sovyet kadını cins bilincinden
yoksundu. Devrim kadınlara iş yaşamında önemli kazanımlar sağlamış olsa da,
kadın ve erkeğin binlerce yıllık geri şekillenme özelliklerinin ortadan
kaldırılmasına yönelik somut planlamalara gidememiştir.
Devrim sonrası kadına hemen hemen tüm iş
sahaları açılmış ve çalışma koşulları iyileştirilmiştir. Bu yeni yaşam
koşullarında kadın yerini belirlemesi için örgütlülüğünün gerekliliği konusunu
hissetmiştir. Kadına ilişkin yeni düzenlemeler bu tür örgütlenme sonucu elde
edilmiştir. İlk Emekçi Kadınlar Kurultayı, Sovyet hükümetinin kurulduğu hafta
içinde Petrograd'da 50.000'den fazla kadın temsilcinin katılımıyla gerçekleşti.
Bu kurultayda Rus devriminin önemli kadın isimlerinden Aleksandra Kollontai,
gebe kadınların korunmasını sağlama amaçlı yeni analığa hazırlık yasalarıyla
ilgili ön tartışmaları başlattı. Asıl taslağı olan Hastalık Güvencesi
Kararnamesi, 22 Aralık 1917 tarihinde onaylanmış ve ilk koruyucu yasa olmuştur.
Sigorta fonu kurulmuş, Ocak 1918'de Ana ve Çocuk Esirgeme Kurumu kurulmuştur.
Kadının gebelik öncesi ve sonrası parasız bakım izni güvence altına alınmıştır.
Hamile kadınların ağır işlerde çalışmaması ve çocuklarını emziren annelerin
gece çalışmaları yasaklanmıştır. Ana bakım evleri, sağlık ocakları ve danışma
merkezleri kurulmuştur. Yasa değişikliği aile yapılanmasını da kapsamıştır.
Öyle ki, devrimde altı hafta sonra, kilise evlilik denetiminin yerini medeni
nikah kayıtları alır. Bir yıl içinde yeni evlenme yasası, yasalar önünde
karı-koca arasında tam eşitliğin kurulmasını sağladı. Ve yasal doğanlarla
evlilik dışı doğanlar arasındaki ayrımı çözümledi. Bu yasayla birlikte aile
içinde erkek egemenliğine kağıtta da olsa son verildi. Böylece kadınlara kendi
yaşamları üzerine karar verme hakkı tanındı. Boşanmalar kolaylaştırılırken,
evlilikler de ancak 2 eşin ortak kararıyla gerçekleştirilebilir hale getirildi.
1926 yılında kabul edilen aile yasası ile kadınlar, evlilikleri sırasında
yaptıkları işin karşılığını almaya hak kazanıyorlardı.
1917 Petrograd kurultayının örgütsel
sonuçlarını kadın kitlesine indirgemek için eğitim vermek amacıyla, 1919'da
Parti Emekçi ve Köylü Kadınlar Bölümü kuruldu. Bu bölüme Genotdel adı verildi.
Bu bölüm, Sovyet Devrimi'nde özgün ilk kadın örgütlenmesi olmasına rağmen,
çıkış itibariyle köklü bir çözüm arayışından ziyade yapılan bazı reform
adımlarını hayata geçirme görevini üstlenmişti. Genotdel zamanla kadınları sırf
eğitme görevini aşarak, kadınları siyasete girme yoluna teşvik ediyordu.
Kadınları o dönem yaşanan iç sorunlara karşı eyleme geçirmiştir. Olağanüstü
durumlarda kadınlar cepheye gitti, askerlik yaptı, siper kazdı. Askerlikte
başarılı olan kadınlardan da sözedilmektedir. İlk etapta kadınlara ulaşmakta
zorluk çeken bu bileşim, değişik yöntemlerle Aleksandra Kollontai'nin de
katkısıyla daha sonra Doğu bölgelerini içeren bir kadın derneği ağı
örgütlemiştir. Böylesi bir örgütlülük ve bununla kazanılan deneyimler
kadınların kendilerini sendikalara, topluma ve partiye kabul ettirmelerini
sağladı.
Böylesi bir örgütlülük kadınlara güven
kazandırmış ve ihtiyaçlarının erkek tarafından gözardı edilmesi engellenmiştir.
Yine gelişen öz güvenle birlikte erkeklerin kadınlara yaklaşımı kabul görmüyor
ve eleştirilmeye başlanıyordu. Oluşturulan yeni düzenle birlikte ailenin de
yeniden örgütlenmeye tabi tutulması kendisini dayatıyordu. Kadın özgürleşmeden
işçi sınıfının da özgürleşmeyeceği genel kabul görse de, bunun pratik
uygulamasında oldukça fazla belirsizlikler yaşanıyordu. "Anamalcılar
(kapitalistler), kadının bir köle, erkeğinse ailenin geçim ve gönencinden
sorumlu olduğu eski aile olgusunun, ...emekçi sınıfının özgürlük yolundaki
çabalarını bastırmak için kullanılacak en iyi silah olduğundan habersiz
değillerdi."
Kadının özgürleşmesinin ön koşulu olan
üretime katılması, Lenin'in belirttiği gibi, kadının düşüncesini de geliştirecektir.
Kadını mutfaktan iş dünyasına çekebilmek için değişik imkanlarla bunun
koşulları yaratılmaya çalışılmıştır. Halka açık aşevleri, mutfaklar,
çamaşırlıklar, terzihaneler çoğulcu ev yönetimi düzenlemeleri ve çocuklar için
sağlanan olanaklarla bu gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Kadının üretime
girmesiyle birlikte geleneksel aile biçimini ayakta tutmak zorlaşıyordu. Bundan
dolayı "aileyi yok et" parolası geliştirilmiştir. Aileyi yoketmekle
kadın sırf özgürlüğe adım atmayacak, aynı zamanda toplum için maddi ön koşul
oluşturacaktır. Genel olarak geleneksel aile diğer kapitalist kurumlar gibi
yıkılacağı ve yerine ortaklaşa yaşamın (komün yaşam) geçeceği görüşü kabul
ediliyor ancak bunun ne kadar bir zaman içerisinde ve ne kadar çabayla
gerçekleştirileceği konusunda netsizlikler yaşanıyordu.
Yeni yaşam biçimi olan komün yaşamının,
ancak geliştirilmiş toplum ve oluşturulmuş altyapıyla gerçekleşebileceği
biliniyordu. O düzeye ulaşana kadar ise, temsili örnekler oluşturulmalıydı.
Açılacak bazı temsili örneklerde de görüldüğü gibi komün yaşamın tam anlamıyla
ne içerdiği de net değildi. İlk olarak 1924'te kurulan komün yaşam
birliklerinde belirli sayıda insan sınırlı bir mekanda ortak bir yaşam
sürdürmeye çalıştılar. Bu yaşam biçiminde özel mülkiyet olmamalıydı ve komün
çıkarları doğrultusunda yaşanacaktı. Koşulların tam olarak oluşturulmaması,
doğalında cinsel özgürlüğe ulaşmada bir engel teşkil ederek, yeni ailelerin
eski değerlere sarılmasını getirmiştir. Komün yaşamın tam olarak bilince
çıkartılamayışı eski duygu ve düşüncelerin yeni yaşam biçimine sızmasına neden
olmuştur. Yeni yaşam biçimi eski yaşam şeklini dönüştüremediği için yeni yaşam
yaşanmamıştır. Genel ailenin durumu da, yaşanan sorunlar bakımından bundan
farklı değildi. Çünkü insanların davranışları hiç değişmemişti. Bir parti
görevlisi durumu şöyle ifade ediyor: "İyi yasalar yazmak ayrı bir şey,
yasaları yaşama sokacak, gerçek koşulları oluşturmak başka bir şeydir."
Yeni yaşamı açıklayan bir kuramın
bulunmayışı, ekonomik sıkıntılar, toplumsal ve kültürel geriliklerle
birleşmiştir. Bu, kadının durumunda da daha fazla görülmektedir. Kadınlar hem
yasanın hem kendilerinin öngördüğü gibi işdünyasına katılamıyorlardı. Savaş
ortaklaşmacılığı döneminde kadınların toplumsal üretime katılımı gerilemiştir.
Yeni tutumbilimsel siyaset dönem sırasında çoğu kadın işleri, ev işlerine bir
alternatif oluşturmamakta, çünkü o dönem hemen hemen iş yoktur. Yeni ekonomi
politikası nitelikli işçilere ihtiyaç duyduğundan ve kadınlar bu koşullara
sahip olmadıklarından dolayı iş dışı bırakılıyorlardı. Yasalar eşit işe eşit
ücret öngörse de, 1920'lerde kadınlar erkeklerle aynı iş karşılığı düşük ücret
alıyorlardı. Stalin'in politikasını oluşturan ve 1928-29'da yürürlüğe giren
sanayileşme ve tarımın kollektifleşmesi, Rusya'yı bir devlet kapitalizmi
rejimine dönüştürmüştür. Bu değişiklikler milyonlarca kadının emek gücüne
katılımına yol açmıştır. Bu, kadın kurtuluşu için çok önemli bir adım olarak
görülse bile, tek başına kurtuluşu getirmediği de açıktır. Ekonomide yapılan bu
değişiklik ağır sanayinin yatırımlarını aşırı ölçüde yoğunlaştırdığından,
kadına yönelik, devrim sonrası yükünü hafifletme amaçlı geliştirilen projeler,
tamamen ihmal edilmiştir. Stalin rejimi, toplumda tutuculuğu geliştirmiş, bunun
için bürokratik yapının ihtiyaç duyduğu tutucu desteği güçlendirdiği için
aileyi gerekli ve yararlı bulmuştur.
Ayrıca yıkılmakla karşı karşıya kalan eski
aile biçiminin yerine yeni yaşam biçimi yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı
oturtulamadığı için toplum yozlaşmaya yüz tutmuştur. 1920lerde kadınların
durumundaki hızlı kötüleşme, kendini fahişeliğin ortaya çıkmasında da
göstermiştir. Bunun engellenmesi gerekiyordu. 1929'da Genotdel kadınların
bağımsızlık akımlarına gerek kalmadığı gerekçesiyle kapatıldı. Toplumun
yozlaşmasının önüne geçmek için ve alternatif üretememeden dolayı, devlet
1930'dan itibaren eski geleneksel aile biçimini toplumda oturtmaya çalışmıştır.
1936'da çocuk aldırma yasaklandı. Bu yasada da görüldüğü gibi 1920'lerde elde
edilen kadın hakları yavaş yavaş geri alınmakta ve ona ters bir politika
uygulanmaktaydı. Boşanma zorlaştırıldı. Toplum resmi evlenmelere teşvik
ediliyor, evlilik dışı birliktelikler burjuva özelliği olarak nitelendirilip
evliliği bölen bu "pis" ve "zehirli" düşünceleri halk düşmanlarının
ortaya attığı savunuluyordu.
1945'de miras yasasında yapılan bir
değişiklikle kadın tam anlamıyla eski konumuna getirilir. Bu yasa aile
içerisinde babaya daha büyük bir yetki veriyor, kadın ise aile içinde tüm
yetkilerini yitiriyordu. 1930'lardan itibaren kadının bu ani düşüşüyle
bağlantılı olarak, Stalin'in eşinin intiharı gerçekleşir. Stalin'in eşi olan
Nadya Alluliyeva, 1932 Kasım'ında bir tartışmada ülkenin durumunu eşinden
farklı ele aldığından dolayı Stalin ona sert ve kırıcı çıkışlar yapar. Aynı
gecede Nadya canına kıyar. Nadya'nın intiharı, bireysel olarak ele alınmamalı,
tam tersine o dönem liderlik yapan bir kişinin eşinin bu durumda olması
Stalin'in kadına bakış açısının ve kadın sorununa yaklaşımının sonucudur.
Stalin'in kadına biçtiği rol, erkek egemenlikli sınıflı toplumu çok fazla
aşmaz. Bunu da "İşçi ve köylü kadınlar, ülkemizin geleceği olan gençliğin
anneleri ve eğiticileridirler. Annenin Sovyet rejimine sempati duymasına, yahut
da burjuvazinin, papazların, kulakların peşine takılmasına göre, kadınlar çocuk
ruhunu ya bozabilir, ya da gençliğimizi ileriye götürecek sağlam bir ruh
verebilirler" belirlemesinden de anlayabiliriz.
İkinci Paylaşım Savaşı'nda en zor
dönemlerini yaşayan Sovyetler (salgın hastalık, kıtlık, savaşta yitirilen 20
milyon insan vb), insanlara manevi değer vermekten çok uzaktı. Hatta insanlar
küçültülüp değersizleştirilmişti. Bu gerçeklik insanları aileye sarılmaya
götürdü.
Bu dönemden (1950'lerden) sonra
"modern" Rusya şekillenmeye başlar. 1930'larda getirilen kısıtlamalar
yine ortadan kaldırılmış, ancak kadının konumunda olumlu gelişmeler
sağlanmamıştır. Başkanımız Abdullah Öcalan yoldaş, bu konuda şu belirlemeyi
yapar: "Sosyalizmin ustalarından Marks, toplumun özgürlük derecesinin
belirlenmesini genelde kadının özgürlük derecesine bağlamıştır. Lenin de
kadının katılmadığı bir devrimci faaliyetin başarıya gidemeyeceğinden
bahsetmiştir. Kadının yitirilişi tahlili ise Engels'e aittir. Ancak ilke
düzeyindeki bu belirlemelere rağmen, kadının eşitliği ve özgürlüğü sorununun
bir programa ulaştırılıp, kendi özgünlüğü içinde bir örgütlülük ve mücadeleye
kavuşturulmasının tam yapıldığı söylenememektedir. Kadın hareketinde görülen
daha çok kendiliğindenciliktir. Bazı kadın hareketleri organize ediliyor, bazı
kadın önderler de çıkıyor, ama bütün bunlar sorunun çok köklü çözümünü
hedefleyen stratejik bir yaklaşımın parçaları olarak değil, genel bir
stratejinin yedekleri olarak geliştiriliyor. Dolayısıyla sosyalist toplumda
günümüz kadını her ne kadar ileri bir mesafe katetmişse de her kendiliğinden
hareketle kazanılanlar da olduğu gibi, burada da bunalımın kökünün kazılması
tamamıyla gerçekleşememiştir. Şüphesiz, Sovyetler Birliği başta olmak üzere
sosyalist toplumlarda kadın, fiziksel yönden yüzyıllardan beri içine düştüğü
dumurluğu aşmaya yüz tutarak, daha gelişmiş bir fiziğe doğru tırmanmaktadır.
Üretime, siyasete, sosyal ve kültürel faaliyetlere katılmaktadır. Sosyalist
toplum ona iş bulmada sonuna kadar özgür olduğu bir çerçeve oluşturmuştur. Ama
bir cins olarak kadın o kadar geri ve toplumun erkek tarafından damgalanması o
kadar güçlüdür ki, sağlanan hakların kullanımı bile çok az olmakta ve katılımın
tam devrimsel sonuca götürüldüğü söylenememektedir.
İddia edilir ki, devrim toplumsal dönüşümü
sağlattırdığı oranda kadının da dönüşümü sağlanacaktır. Bu hep böyle yazılmış,
böyle değerlendirilmiştir. Oysa bu bir kendiliğindenlik damgası taşıdığı için
istenilen sonucu vermemektedir. Örneğin Sovyetler'de ve diğer sosyalist
ülkelerde kaç devlet başkanı, kaç başbakan, kaç bakanın kadın olduğu sorusuna
alınan yanıt ne olacaktır? İç ve dış politikanın önemli kilit noktalarındaki
kadınların oranı sanırız yüzde beşi geçmeyecektir. Bu bariz bir eşitsizliğin
yan etkisinin yaşandığını gösterir. Sosyalizmde görev üstlenmenin gönüllü
olduğu, yetenekli olanların, ister kadın isterse erkek olsun, bu görevleri
üstlenebilecekleri ve eğer bu görevlerde erkekler daha fazla ise daha yetkin
olduklarından ötürü olduğu söylenebilir. Bu doğrudur da. Ancak burada
yeteneklerinden ötürü kilit noktaları elde tutan erkeğin, yüzyıllardan beri
erkek hakimiyetinin yetenekli kıldığı erkek olduğu unutulmamalıdır. O halde,
'sosyalizmde çok çalışan çok kazanır, çok düşünen çok iş yapar' deyip işin
içinden çıkmak mümkün değildir. Bu yaygın bir eşitsizliğin kalıntılarının bir
sonucudur. Kendiliğinden de olsa kadına verilen rol yine daha çok bazı
alanlarda yoğunlaşmıştır. Edebiyat ve sanat faaliyetlerinde biraz daha
ilerletilmiştir, ama ciddi siyaset ve planlama işlerinde henüz zayıf olduğu da
bir gerçektir. Ve bu kendini aile olayında açığa vurmaktadır. O halde sorunun
mevcut sosyalist toplumda kökünden halledildiğini söylemek veya çözümü
sosyalist toplumun genel gelişim sürecine bağlamak, mevcut toplumlarda var olan
kötülüğün kaynaklarından birisine göz yummak olacak, dolayısıyla da toplumsal
sorunların genel çözümünde tıkanıklıklarla karşı karşıya gelinecektir."
Tüm Sovyetler tarihinde geçerli olan
parola herhalde "özgür kadın, çalışan kadındır" olmuştur. Sovyetler
döneminde işlenen hataların ciddiyeti, günümüzdeki fuhuş pazarının en önemli
kesimini oluşturan Nataşalar göstermektedir. Reel sosyalizmin ulaştığı sonuç:
"Kadın özgürleşmeden toplum özgürleşemez" belirlemesini bir daha
fakat çok acı bir şekilde ispatlamıştır.
K- Feminizm ve ulusal kurtuluş
mücadelelerinde kadın
Kadınlarla erkeklerin eşit haklara sahip
olmaları için çaba harcayan kadın hakları arayışçılarının ilk kökü Yunan
Antikçağ Pythagorasçılığına dayanmaktadır. Pythagoras cins olarak kadınları
sofuluğa erkeklerden daha yatkın buluyor ve onlarda sofuluğun doğal olduğunu söylüyordu.
Platon da kadınlara tam bir siyasal eşitlik istemiştir. Platon'un
"Devlet"inde kadınlarla erkekler eşit haklara sahiptirler. Kadına
toplum tarafından getirilen kısıtlamalara karşı çıkma temelinde gelişen arayış
zamanla örgütlülük kazanmakla akım şeklini almıştır. Bundan dolayı feminizmin
tam olarak hangi süreçte ortaya çıktığını söylemek mümkün değil. Ancak
muhtemelen feminizmin başlangıcını Bohemyalı Guillemine adlı bir kadın 13.
yy'ın sonlarında yapmıştır.
Guillemine, İsa'nın kadınları tam anlamıyla
kurtuluşa götüremediğini ve Havva'nın halen bağışlanmadığına inanır. Bundan
yola çıkarak değişik kesimlerin kadınlarını etrafında toplayarak bir kadın
kilisesi kurmuştur. Kadınların kilise çerçevesinde hakları doğrultusunda
arayışa girmeleri o dönem koşulları göz önünde bulundurulursa hiç de şaşırtıcı
değildir. Toplumun aşağılamalarından ve kadına dayattığı çerçeveden kurtuluş
olarak manastırlara sığınma görülüyordu. Bilindiği üzere din, kadın tenini
ya.....şmış ve toplumsal hoşgörü bile ortadan kalkıyordu. İngiltere'de
manastırların kapatılmasıyla birlikte, rahibeliğe olanak kalmıyordu. 16. yy'dan
itibaren gittikçe büyüyen kentler, üretime getirdiği değişiklikle birlikte
kadın cinsine yaklaşımda da değişiklikler getirmiştir. Tarım toplumunun
dağılmadan ve kilisenin çiftleri kutsayıp korumadığı süreç öncesi, kadına
tanınan evlilik öncesi cinselliğine karşı duyulan hoşgörü ortadan kalkar. Bu
dönemden sonra kadına dayatmalar uygulanarak, kadın utanmaz olarak
nitelendirilip boyun eğdirilmesi amaçlanmıştı.
Bu çabayı 1547'de yayınlanan bir bildiride
net görmekteyiz. Bu bildiri Londralı kadınların "konuşup çene çalmak için
buluşmalarını" yasaklamış ve kocalara da "karılarını evde
tutmalarını" buyurmuştur. 17. yy'da toplumun katı dayatmaları had safhaya
ulaşmıştır. Buna paralel olarak kadınların arayışlarının da güçlendiğini
görebiliriz. 17. yy'ın ortalarında İngiltere'nin bir eyaletinde Kalvinci
kilisenin papazları Anne Hutchison'a "Yerini şaşırdın... karı yerine koca,
dinleyici yerine vaiz, yargılanan yerine yargıç olmalıymışsın, ancak o zaman
kilise ve ulusal topluluğundaki işleri dilediğince yürütebilir ve bu yüzden de
aşağılanmazdın" derler.
Anne Hutchison, çevresine çoğunluğunu
kadınlardan oluşan bir topluluk oluşturmuştu. Bunlar zaman zaman toplanıyor,
Hutchison, İncil'i yorumluyor, bazı din adamlarını eleştiriyordu. Kutsal kitap
ve hastalıklara karşı bitki bilgisinden dolayı da saygı kazanmıştı. O, tanrıyla
dolaysız ilişkiye inanıyor ve böylelikle tanrının insanın içinde yer aldığını
düşünüyordu. Bu yaklaşım Kalvinci dogmaları, siyasal farklılıkları ve patrik
düzenini alt üst ediyordu. Bu nedenle hem hükümet, hem de din yetkililerince
yargılanıp sürgüne gönderildi.
Toplumun dar dayatmalarına karşı
çıkanlardan birisi de Mildred olmuştur. Toplumun denetimine karşı kadının
kendisi üzerinde söz hakkı, kendisine yönelik kararlarda onay ve hatta herkesin
eşit olduğu düşüncesi bu kadınlar tarafından benimseniyordu.
1640'larda feminizmi eleştiren yazılara
karşı "Kadınların Keskin Öcü" adlı bir kitapçık yayımlandı. Ayrıyeten
çift ölçütlü cinsel ahlaka hem de kadınlar için kısıtlanan eğitim olanaklarını
eleştiriyorlardı. Bunlar ahlak ve eğitim boyutunda kaldıklarından dolayı
siyasette kadın haklarında, söz hakkı talebinde bile bulunmamışlardı. Feminizm
toplumsal ahlak açısından gelişmeye başlamışsa da, herhangi bir siyasi açıdan
gelişimi yoktu. Büyük bir kesim erkeğin yetkisini kabul görüyordu. Oy hakkını
da kapsayan yurttaşlık hakları ücret sözleşmeleriyle veya evlilik bağıyla
kuşatılmış olan kişiler haklarının bir bölümünü başkalarına aktararak oy
hakkını yitirmişlerdi. Bu yönetime katılma ayrıcalığını varlıklı erkeklerin
sınırlanmasına götürmüştür. Bu kesim kuşkusuz sınıf çıkarları doğrultusunda
varlıklı kesimi temsil etmelerine yol açmıştır.
Kadınlar ise -varlıklılar dahil- hiçbir
şekilde bundan yararlanamıyorlardı. Tam tersine kadınlar efendilerinin
yurttaşlık hakları kapsamına alınmıştı. Bu da evin reisinin yetkisinin
artmasına yol açmıştı. Bundan böyle evin reisi (baba) sırf maddi olarak değil,
ailenin tinsel gönencinden de sorumluydu. Ortaçağ üretim ilişkisini belirleyen
ölçü, tarımsal ve aile faaliyetlerine tüm aile bireylerinin katılmasını kapsar.
Kadınlar bu çalışma biçiminde tam anlamıyla eşit olmasalar, ikinci dereceden de
olsa kadının ortaklığını onayladılar.
Gelişen kapitalizmle birlikte varlıklı
kesimlerin eşleri üretimden uzaklaşmalarını derinleştirmişlerdir. Özellikle bu
kesimde cinsler arası işbölümü farklılaşır. Kadın, sırf doğurmak ve ev
işleriyle sınırlı tutularak bir nevi asalak konumuna itilmiştir. Buna karşın
erkeğin görevi de dış dünyayla belirlenir. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte
kadının üretimdeki durumu da farklılaşır. Loncalarda durumları giderek
zayıflıyor ve zamanla kendilerine has iş sahaları erkekler tarafından ele
geçiriliyordu (Mayalamacılık, ebecilik vs). Kadınlar böylelikle güvenceye
alınmış işlerden uzaklaştırılarak, evlerde yapabilecekleri geleneksel işlerle
yetinmişlerdi. İşbölümündeki yenilikler kadını ya güçsüz bırakmış, ya da kötü
bir şekilde sömürüldükleri yere itmiştir. Üst sınıf kadınları yanısıra artık
orta sınıf kadınları da çalışmamayı bir sınıf üstünlüğü saymaya başladılar.
"Erkeğin değeri pazardaki
açıkgözlülüğün ona sağladığı gelirle belirlenirken, kadının değerini ölçmek çok
daha güçtü. İş piyasasında yarışması engellendiği için, onun da görevini
cinsellik piyasasında yapması bekleniyordu."
Kadın bunu iki şekilde uygulayabilirdi:
Birincisi, evlenerek kendisini pazarlama, ikincisi direkt sokakta kendisini
sunma. Bu dönemde kapitalist kadın sınıfından bahsetmek biraz zordur, çünkü
onlar kapitalist erkeğe bağlanmış insanlardı. Kadınların tam anlamıyla
nesneleşmesinde 18. yy'da ortaya çıkan pornografi rol oynamıştır. Pornografinin
ortaya çıkışı tüm toplumsal töreleri, dini, aileyi ve siyasal düzenin
kutsallığını hor gören bir biçimde sınırsız cinselliği beraberinde getirmiştir.
Kadınlar evle sınırlanmalarını sorgulayıp,
arayışlara girmişlerdi. Bu çerçevede 17. yy.'ın sonlarında Mary Astell adlı bir
İngiliz, kadınlar için bir yüksekokul kurma düşüncesiyle etrafında en ayrıcalıklı
kadınları topladı. Amaç; kadınların kendi yaşamlarını kazanmalarıydı. Bu
düşünce kapitalizmin gelişmesiyle uyum içindeydi. Bu girişimle, kadını eğitime
katma çalışmaları özgürlük arayışını da getirmiştir. Bunlar yine tek bedensel
olarak değil, entellektüel olarak da varlıklarını göstermek istiyorlardı.
19. yy'ın başlarında feminizmde başka bir
akım başgösterir: Erkeklere tepeden bakma. Bu akım erkekleri aşağılıyor, dürüst
bulmuyor, bundan dolayı da kadının üzerinde erkeğin egemenliğini kabul
etmiyordu. Eşitliği arama ölçütleri ise erkeklerde kendi saflıklarını
aramalarıydı. Feminizm zamanla salt kadınlar için bir umut olmaktan çıkıp, tüm
insanlar için umut misyonu üstlenmiştir. Bu değişiklik sadece kadının
ezilmişliğini savunmuyor, onu ezenin de kurtulmaya ihtiyacı olduğuna
inanıyordu. Eğitim olanaklarından yararlanma fırsatını bulmuş kadınların çoğu
erkek dünyasıyla uzlaşma yolunu seçiyordu. Onlar bu ayrıcalıklı durumlarını
kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyorlardı. "Onların bu durumu, köle toplumunda
ikinci sınıf beyaz olup da, beyazların korunmasına kavuşmayı dileyen bir melez
kuşağın durumuna benziyordu. Erkek, kadını şatosuna sokuyordu ama, yalnızca
onun sırrını başkalarına açmayacağından emin olduğu için."
Direnen kadınlar ise, suçlu görünüp töre
tanımazlıkla damgalanıyorlardı. Onların dünyasında başkaldırı kişiseldi.
Kadınlar toplumsal ve siyasal mücadelelere
daha çok devrimler, ayaklanmalar gibi önemli süreçlerde aktif bir biçimde
katılırlar. Stabilasyon (sağlamlaştırma) ve restorasyon (tamir etme)
dönemlerinde ise genellikle mücadele dışı kalmışlardır. Kadınların kitlesel
boyutta toplumsal mücadelelere katılımları 1789 Fransız Devrimi'yle olmuştur.
Bilindiği üzere Fransız Devrimi bir
burjuva devrimidir. Aynı zamanda sömürülenlerin özgürleşmeleri için ilk
girişimdir. Fransız Devrimi süreci iki sınıf mücadelesi şeklinde gelişmiştir.
Mülkiyeti ve zenginliği kapitalizmin gelişmesine bağlı manifaktür, küçük
atölye, dükkan sahipleri ve tüccarlardan oluşan burjuvazinin toprak soyluluğuna
karşı mücadelesi, öte yandan burjuvaziye karşı mücadele eden yoksullar ve
mülksüzlerin oluşturduğu sınıf mücadelesidir. Güçsüz olan işçi sınıfı
mücadelesi, burjuvaziye karşı mücadelesinden ötürü, burjuvazinin toprak
soyluluğuna karşı başkaldırısına neden olmuştur. Burjuvazinin en radikal
kesimlerini oluşturan Jakobenler işçi sınıfını kullanarak belirli gelişme
kaydederler, fakat sağ kanat burjuvazinin saldırılarına yenik düşerler.
Böylelikle burjuvazinin iktidarı iyice sağlamlaşır.
Bu dönemde devrimde rol oynayan kadınları
üç ayrı kategoriye ayırmak mümkün: Soylular, burjuva feministleri ve son olarak
da mülksüzler. Soylu kadınlar devrim sürecine katılmayıp eski rejimin
devamcıları olmuşlardır. Kendi sınıfı içinde ikinci konumda olan kadın,
aristokrasinin ayrıcalıklarından yararlanır.
Burjuva kadınlarının durumu ise farklıydı.
Toplumsal yapıda birçok değişikliğe yol açan devrim, burjuva feminizmini
güçlendirmiştir. XIV. Louis'in parlamento üyelerinin seçimi için koyduğu
yasalar, kadınları katılım dışı bırakıyordu. Buna karşı burjuva kadınları
şikayet, öneri ve istek devrim dilekçeleri düzenlemekte oldukça etkin oldular.
Bu dilekçeler değişik politik talepler içermekteydi. Bunların bazıları
şöyleydi: Eğitim düzeyinin iyileştirilmesi, erkeklerin karılarının üzerindeki
yasal otoriteleri dahil tüm ayrıcalıkların kaldırılması, yine kadının bütün
siyasi etkinliklere sınırlanmaksızın katılması, boşanmanın yasallaştırılması
vs.
Devrim sürecinin en önde gelen
isimlerinden biri, burjuva feministi Olympe de Gouges'tu. Devrim öncesi radikal
bir monarşist olan De Gouges, devrim sonrası hazırlanan insan hakları
deklarasyonuna karşı, kadın hakları deklerasyonunu 1791'de kaleme alıp,
kadınların eşit haklarına dikkat çeker. Ayrıca kadınlar meclisinin kurulmasını,
oy hakları tanınmasını, erkeklere tanınan insan haklarının kadınlar için de
tanınması vb. Taleplerde yasaların genel iradeyi temsil etmesi gerektiği de
vurgulanmıştır.
Bu deklarasyon daha sonra
burjuva-feministlerinin program taslağını oluşturmuştur. Burjuva-feministleri
salt birkaç doğruyu ortaya koymakla kalmamış, kadınları kitleler halinde
harekete geçirebilmiş, eyleme kaldırabilmiştir ve ayrıca cumhuriyet ordusunda
da savaşmışlardır.
Burjuva feministler devrimin bir sonucu
olarak, bazı kazanımlar elde ettiler. Bunlar, miras yasasının, erkek ve kız
çocuklarına eşit hak tanıyacak biçimde değiştirilmesi, 21 yaşına basan
kadınlara yasal sorumluluk tanınması, kadınların borç sözleşmeleri
yapabilmeleri ve kamu davalarına tanıklık yapabilmeleri olmuştur. Burjuva
feministler, mücadelelerinde işçi sınıfı kadınının sorunlarına
eğilmediklerinden işçi sınıfı kadınları tarafından benimsenmemişlerdir. Tam
tersine, Olympe de Gouges'un da içinde bulunduğu burjuva feministleri giyotine
gönderildiğinde alkışlamışlardır.
Devrim sürecine en aktif katılan kadın
kesimi kuşkusuz işçi sınıfı kadını olmuştur. İşçi sınıfı kadınları burjuva
feministlerin taleplerini yadsımamışlardır, ama kadın haklarının kazanımlarının
ancak işçi sınıfı mücadelesinin kazanılmasından geçeceğine inanıyorlardı. Bu
doğrultu işçi sınıfı kadınlarının mücadelesi sonucu temel gereksinim
maddelerinin fiyatlarını saptayan azami fiyat yasası, 1793'de çıkartılarak bir
fiyat kontrol sistemi kurma yolunda ilk adımlarını atmışlardır. O dönemki işçi
sınıfı mücadelesi çok yüksek politik talepler içermiyordu. Bundan ötürü 1789-95
yılları arası sık sık patlak veren ekmek ayaklanmaları, halkın ayaklanmalarının
temel talebini oluşturuyordu. Buna rağmen burjuva partilerinin yönlendirdikleri
politik ayaklanmalara katılarak bazı önemli kazanımlar da elde ettiler. Bu
kazanımlar kadınların mücadelede pasifleşmelerine yol açmamış, tam tersine
mücadele esnasında deneyim ve bilinç kazanmışlardır. Daha sonra politik dernek
ve dergilere üye olarak bilinçlenmelerini sürdürmüşlerdir ve monarşiye karşı
savaşımda yer almışlardır.
İşçilerin gerçek gücünü oluşturan halk
komiteleri içinde çok sayıda kadın komiteleri de vardı. Bunların 13 Mayıs
1793'de oluşturdukları Cumhuriyetçi Devrimciler Derneği'nin başkanı Claire
Lacombe'dir. Bu dernek, 1793 yılı yaz ve sonbahar politik savaşlarında
kadınların önemli rol oynamasını sağlamış ve sağ burjuva kanat liderlerini
tutuklama amaçlı Mayıs sonunda kitle gösterilerinde militanlıklarını
sergilemişlerdir. Sağ burjuva kanadı yenen sol burjuva kanat ve onun lideri
Maksimillien Robespierre'in işçi kadınların desteğine ihtiyacı kalmaz. Bundan
ötürü Cumhuriyetçi Devrimciler Derneği'nin başkanı olan Claire Lacombe'yi
tutuklatır. Ancak çok kısa bir süre içerisinde serbest bırakılması, bu
tutuklamanın gözdağı verme amaçlı olduğunu gösterir. Bu sindirme politikaları
sonuçsuz kalır. 21 Eylül 1794'de Cumhuriyetçi Devrimciler Derneği meclise bir
gruptan oluşan heyet gönderme ve diğer taleplerin yanısıra tüm şubelerin
göndereceği delegelerden oluşan bir mekez komitesi saptanmasını önerir. Bu örnekteki
amaç, geçmişle bağlantılı olarak, kralın iktidardan düşürülmesi ve sağ kanadın
tasfiyesidir. Bunun üzerine sol burjuva kanat (Jakobenliler), bundan kaygı
duyarak bunlara karşı ekmek ayaklanmalarına ve zorunlu fiyat kontrolüne doğal
olarak karşı çıkan dükkancı kadınları harekete geçirirler. Bundaki amaç, kadın
eliyle gelişmekte olan işçi kadın hareketlerini zedelemekti. Değişik
suçlamalarla bu hareket marjinalleştirilmek istenmiştir. Bu çalışma sonucu
bütün kadın kulüplerinin yasaklanması, oluşturulan işbirlikçi kadın hareketi
tarafından onaylatılmış ve uygulanmıştır. Bu yasaklamalara karşı, Paris Komünü
Genel Konseyi'ne gelen kadın heyetini, komün savcısı "erkek olmak
istiyorsunuz" diyerek suçlamıştır. (17 Kasım 1793)
Robespierre'in sağ kanat tarafından
düşürülmesiyle birlikte halk daha fazla yoksulluğa sürüklenir. İşçi kadınların
uğradıkları yenilgi onları kendi sınıflarından uzaklaştırmaz, bozgun zamanında
bile erkeklerden daha uzun direnişler sergilelerler.
L- Paris Komünü
1870 yılında Bismark Almanyası'yla III.
Napoleon Fransası arasındaki savaş, Fransa için yıkım oldu. Fransız ordusu
kuşatıldı ve imparatorun Prusyalılara tutsak düşmesiyle polik karışıklıklar
patlak verdi. Bunların sonucunda Fransa'da cumhuriyet ilan edildi. Monarşist
olan Adolphe Thiers ulusal meclisin başına getirildi. Bu kişinin ikamet ettiği
yer Paris dışındaki Versailles'ti. Dolayısıyla Paris merkezi denetimin dışında
kalmıştır. Thiers, Paris'i kendi kontrolü altına almak için kendine bağlı
birlikleri ulusal muhafızlara (Cumhuriyet Ordusu) karşı saldırıya geçirtir,
ancak yenilirler. Bu yenilgi sonrası Paris, sağ kanadın denetiminden çıkar ve
işçilerin hükümeti başa geçer. Bürokrasisi ve daimi bir ordusu bile olmayan bu
yeni tip devlette, yargıçlar da dahil tüm memurlar seçimle işbaşına gelecekti.
Aynı zamanda toplum için önemli değişiklikler de getirmişti.
Fransızların devrimci geleneği bir yandan
devrimi teşfik ederken, diğer yandan devrimi sınırlayan bir karaktere sahipti.
Bu geleneği, küçük burjuva radikalizmi olarak özetleyebiliriz. Bu özelliğin
kadına yaklaşımı da bu yönlüdür. Küçük burjuva radikali Proudhon, kadına sadece
iki mesleğin uygun olduğunu savunur. Bunları da ev kadınlığı ve fahişelik
olarak belirler.
I. Enternasyonal olarak bilinen
Uluslararası İşçi Birliği, 1864'de kuruldu ve Marks yönetimindeki genel konsey
kadınların da üyeliğe kabul edilmesini onayladı. Ancak Fransız delegasyonunun
buna karşı çıkmasıyla doğan anlaşmazlık, her seksiyonun kendi üyelik
koşullarının belirlenmesine izin vererek çözüldü. Komünün ilk gününde (18 Mart
1870) kadınlar Thiers'in ulusal muhafızların toplarını ele geçirmek üzere
gönderdiği birliklerin etkisizleşmesinde önemli rol oynadılar. Eylemlerde
kadınlar ve çocuklar, askerlerin arasına girip onları da aralarına alıp
tezahürat bile edip ulusal muhafızlarla kucaklaştırırlar, yani kendi yanlarına
çekerler.
Dönemin ileri görüşlü kadın örgütlerinden
biri Paris'i Savunma ve Yaralılara Yardım İçin Kadınlar Birliği, I.
Enternasyonal'in Fransız bölümünün kadın örgütlülüğüydü. Kadınların eşitliğe ve
kurtuluşlarına yönelik ilk adımlarından biri de eğitim alanındaki
çalışmalardır.
Kadın örgütleri ve genel kadınlar o dönem
koşullarının bir sonucu olan fahişelere karşı düşmanca bir tutuma girmişlerdi.
Ancak fahişeler farklı bir tutum izleyerek, komünün içinde yer aldılar. Komün
içinde cesaretle savaşmak isteyen birçok fahişe çıkmıştır. Hatta Amanda isimli
bir fahişe, Komünün fahişelerden oluşan özel bir tabur kurması önerisini sundu.
Bu öneri onaylanmaz ancak, bu süreçten itibaren fahişelere bakış açısı değişir
ve onların Kadınlar Birliği'yle ilişkilenmeleri sağlanır. Bu kadınlar daha
sonra direnişin en ön saflarında yer alarak, Komünün yenildiği Kanlı Mayıs
haftasında barikatlarda kahramanca can verdiler. Genel olarak Komünün
direnişinde en fazla savaşıp kurşunlananlar kadınlar olmuşlardır.
Fransız Devrimi tüm Avrupa'yı
etkilemiştir. İngiltere'de de Mary Wollstonecraft, küçük yaşta kız çocuklarla
erkek çocuklara eşit davranılmadığını görmüştü. Yine o dönemde kızların okula
gitmemesi onda bir kızdan beklenenlere karşı kin gelişmesine yol açmıştı. Ve o
özellikleri kabul etmemişti. Özgürlük ve kişisel özgürlüğün sadece erkekler
için olduğunu farketmişti. Ve bunun üzerine özgürlüğünü kazanmak için beyinsel
çalışmaya ağırlık vererek, okuma-yazma öğrenir. Evden ayrılarak çalışmaya da
başlar. Fransız devlet adamı Talleyrand'a ithafen Kadın Hakları'nın Savunması
adlı kitabını kaleme alır. Kadının ikinci sınıflığı için olan tüm temel taşları
yerinden oynatmaya başlar bu kadın. Artık ünlü olan Mary, erkek çocuklar için
olan eğitimin aynısını kız çocukları için de ister. Kadınların doktorluk,
siyaset gibi meslekleri de yapabileceğini söyler. İki cins arasındaki mevcut
ilişkilere karşıdır. "Kadın erkeğin hayat arkadaşı olmalıydı" der ve
eğitimle kadınların akıllı ve özgür vatandaşlar yapılmasını söyler. Ve kendisi
de evlilik dışı anne olmuştur. Yaşamında istedikleriyle yaşadıkları çeliştiği
için bir bunalım dönemi geçirir ve intihar etme girişiminde bulunur. 1797'de
ölmeden önce "Kadının durumu ve çocuk" adlı kitabını yazmaya çalışır
ama tamamlayamaz. Kadın Haklarının Savunması kitabı ancak 1975'de yayınlanır.
Mary, İngiliz radikal feministlerinin ilk belgesini 1792'de Londra'da
yayınladı. Ona göre bütün insanlar kendi kaderlerini belirleme hakkına sahip
olmalıdır. Bundan ötürü kadınlarla erkeklerin eşit eğitim olanaklarına sahip
olmaları gerektiğini savunur. Ancak kadın eşitliğini erkeğin tanımasından
geçtiğine inanır.
İngiltere ilk kapitalistleşen ülke
olmasına rağmen, kadın hakları, ancak 19. yy'ın sonunda John Stuart Mill'ın
parlamentoya kadınlara eşit oy hakkı tanınması önerisinde bulunana kadar
tartışma konusu olmamıştır. Feminizm, sanayileşen İngiltere'nin ortaya
çıkardığı burjuvaziye karşı işçi sınıfının mücadelesinden sonra ancak gündeme
gelmiştir. Fakat sınıf mücadelesinin itmesiyle başlayan kadın mücadelesi
sosyalizmden kopuk bir feminist hareketi olarak gelişecektir.
1848'de Atlantik ötesinde de feminist
mücadele sosyal mücadele içerisinde doğar. Fransa'daki kadınların kaderlerini
proleter mücadelede görmelerine karşı, ABD'de de Amerikan kadınları kendi
kurtuluş mücadelelerini siyah esirlerin kurtuluşuna bağlamışlardır.
Feminizmin hareket olarak ilk toplantısı
14-15 Temmuz 1848'deki Seneca Falls Kongresi'dir. Elizabeth Cady Stanton'un
kongrede sunduğu bildiride, kadın ve erkeklerin eşit olduklarını söyleyerek,
yaşama, özgürlük ve mutlu olma haklarının vazgeçilmez olduğunu savunan insanlık
tarihini, erkeğin kadın üzerinde kurduğu tiranlığın doğrudan sonucu olarak
kadın haklarını zorla gaspetmenin ve ezici davranışların tarihi olarak
nitenlendirmişlerdir. Bu kongrede kadınlar, sunulan bu bildirgeyi kabul ettiler
ve ayrıca gelecek açısından kadının oy hakkı kazanması için çalışacaklarını
kararlaştırırlar. Bu faaliyet için iki örgüt kurarlar.
O dönemde Amerikan burjuvazisi ilerici bir
konumda olduğundan dolayı burjuva devrimci güçlerin bir kanadı olan burjuva
feminist hareketler de ilerici bir konuma sahiptir. Ancak ülkeyi kuzeydeki
sanayi sermayesi egemenliği altında birleştiren 1861-1865 iç savaşının sonunda
burjuvazi ve onun feminist kanadı daha radikal değişimlerin karşısında yer
aldı.
1866'da yapılan 14. Değişiklik, siyah
erkeklere oy hakkı verirken, tüm kadınlara (beyaz ve siyah) bu hakkı vermeyi
reddetti. Bu değişiklik feministleri öfkelendirir. Kadın hareketi ile köleliğin
kaldırılması hareketi arasında bir ayırım ve çelişki yaşandı.
19. yy'ın sonuna doğru ABD burjuvazisinin
gericileşmesiyle, kadınlara oy hakkı verilmesi dışındaki bütün diğer konularda
erkeklerle aynı görüşleri paylaşan burjuva kadınları bunun doğal sonucu olarak,
ırkçı ve işçi sınıfı karşıtı pozisyona girer. Burjuva feminizmin bu
değişikliğinden ötürü işçi kadınlarla da bir ayrışmayı, uzaklaşmayı yaşar.
Ancak şimdi 19. yy sonuna doğru güneye açılım sağlamasıyla birlikte siyah
kadınlar da işçi kadınların yanında yer alır.
Burjuva feminizminin zamanla kadınlar için
oy hakkı talebi de değişime uğrar. Sorun artık kadınlar için oy hakkı,
yabancılara ve siyahlara oy hakkının geri alınması talebine büründü. Burada
kadın eliyle burjuvazinin ırkçı politikasını sürdürdüğünü görmekteyiz. İşçi
sınıfı karşılaştığı güçlüklere karşı ırk, cins gözetmeksizin ortak sendikalaşma
çabasına girmiştir. Bu temelde oluşturulan sendikalar daha sonra siyah
insanları ve kadınları dıştalayıp, nitelikli beyaz işçileri kapsayan bir hal
almıştır.
1866'da Ulusal Emek Birliği kuruldu. Bu
birlik, dünyada kadınlarla erkeklerin aynı ücrete tabi tutulması ve kadınların
lider konuma gelmesi sorununu ortaya ilk atan örgütlerden biridir. Emek
Şövalyeleri adı altında kurulan bir başka dernek, kadın ve siyahların
örgütlenmesinde büyük çaba harcamıştır. En belirgin özelliği, Güney ABD'de
siyah işçilerin örgütlemesini sağlamasıdır. Bu dernek illegal hareket etmiştir.
Ayrıca bu dernek, kadınlar için bir çekim merkezine dönüşmüştür. Hedeflerinden
bir tanesi kadınların tam eşitliğini ve eşit işe eşit ücreti talep etmesidir.
Emek Şövalyeleri salt bir işçi sınıf derneği değil, aynı zamanda işverenlerin
katılımını da teşvik edilmiştir. Ancak zamanla işçi olmayanlar da derneğin
kongresinde politik etkinlik sağlar ve ele geçirir. O dönem için radikal
taleplerin yerine reformist talepler geçer. Sonunda Emek Şövalyeleri
etkinliğini yitirir. Bunun üzerine 1881'de Amerikan Emek Federasyonu kurulur.
Bu federasyon devlet ve işverenle savaşımı göze almayıp, işverenlerle iş kolu
düzeyindeki sendikayı kurmayı sağlayacak koşullarda barış yapmaya çalışır. Bu,
büyük çoğunluğunu siyah yabancı ve kadın işçilerinin oluşturduğu niteliksiz ve
yarı nitelikli işçilerin kurban edilmesi anlamına geliyordu. Dışlanmış olan
kadın erkek niteliksiz işçiler, geçici ve yabancılar kitlesinin uyanışı olarak
bilinen 1905 Rus Devrimi'nin de etkisiyle Dünya İşçi Birliği kurulmuştur. Bu
birlik bütün işçilerin asıl silahı olan grev yoluyla sınıf mücadelesini
sürdürecek bu silahla, kapitalizmi yenip sendika örgütlenmesi tarafından
yönetilen bir işçi devletiyle sonuçlandırılacaktı. Bunun için 'tek bir büyük
sendika' içinde örgütlenmeleri gerektiğine inanıyorlardı.
1907 Nisanı'nda New Orleans'da Dünya İşçi
Birliği'nin yaptığı grev, tarihte fahişelerin bir sendika tarafından greve
götürüldüğü tek örnektir. Amerikan Emek Federasyonu'nun kadın politikasından
ötürü, öte yandan da Dünya İşçi Birliği'nin dayanıksızlığından
(kitleselleşmemiş olmasından ötürü zayıflamıştır) dolayı, 1913'de bir grup
liberal kadın ve birkaç sendikacı, Kadın Sendikalar Birliği'nin kurulmasına yol
açtı. Bu kadınların birliği oluşumu, devrime çağrıya bir cevap olarak görülür.
Aynı zamanda burjuvazinin sömürüsünün ancak köklü bir mücadeleyle çözüleceğine
inanmışlardır. Bu birlik ayrıyeten kendini tüm sınııfların ittifakı olarak
görüyordu. Bu birlik örgütlenmekten ziyade yasallaşmaya önem vermiştir.
1871 Paris Komünü'nün yenilgisinden sonra
uluslararası işçi hareketinin çekim merkezi Almanya olmuştur. 1870'lerde
Almanya, Avrupa'nın en geri ve kapitalizmin en geç girdiği ülkelerinden biri
durumundadır. Fakat bu tarihten sonra kapitalizmin Almanya'ya hızlı bir şekilde
girmesi, toplumsal yaşamdaki gelişmeyi hızlandırmış, buna paralel olarak da
kadın hakları hareketi gelişmiştir. Kapitalist ülkelerde kadın hareketi daha
çok burjuva feministlerin liderliğinde yürürken, bundan farklı olarak
Almanya'da, 1860'ların sonundan 1914'lere kadar sosyalist temelde gelişen
feminizim söz konusudur. Birinci Paylaşım Savaşı başlamadan önce Alman Sosyal
Demokrat Partisi (SPD) uluslararası sosyalist hareketin asıl gücü ve Alman İşçi
Hareketi olarak görülürdü. Kadın-erkek eşitliği ilkesi SPD'nin programına
1891'de girer.
1848'lerde Alman orta sınıfı kendi
devrimini gerçekleştirme mücadelesinde, Prusya monarşisine teslim olmuştu.
Sonuçta Prusya yönetimindeki eski monarşist yapıyla iktidarını sürdürdü. Prusya
ile başedemeyen SDP, uzlaşmaz karşıt bir durum aldı. Ancak Alman kapitalizminin
sürekli gelişmesi ve işçilerin yaşam düzeyinin artması SPD'nin pasif kalmasına
neden oldu. SPD, devlet içinde devlet durumundaydı. SPD'de biçimsel bir
Marksizm ile reformizm içiçe geçmişti. Marksizmin özünü yitirerek biçimini
koruyan SPD'nin, Marksizmi kapitalizmin içinde ekonomik reformlar için
kullanmak istemiştir. Mücadeleyle, kapitalizme karşı devrimci mücadelenin
bağlarını birbirinden koparmış olduğundan atıl kalmıştır. Bu bölünmeye karşı
savaşan ve devrimci bakış açısına sahip olan insanlar, Rosa Lüksemburg
etrafında, SPD içerisinde bir grup oluşturdular.
Rosa Lüksemburg, daha okuldayken muhalif
yönleri açığa çıkar. Okuduğu okulda, Rusça dışında bir dilin konuşulması yasağı
ve Yahudiliğin bilincinde olması onu muhalifliğe iter. Çok erken yaşta siyasete
ilgi duyar. İleride 'Kızıl Rosa' ya da 'devrimin kartalı' olarak anılacaktır.
Burjuva toplumunu erkenden ve çok radikal olarak eleştirir. Yaşadığı devrimci
gruplarda aktif olarak çalışır. 18 yaşındayken Polonya'yı terketmek zorunda
kalarak, İsviçre'ye kaçar. Orada eğitimine devam eder, Polonya Sanayi Gelişimi
hakkındaki teziyle doktora ünvanı alır.
Polonya işçi hareketi ile ilişkilidir.
Polonya Sosyalist Dergisi'ni çıkarır ve Polonya Krallığı Sosyal Demokrat
Partisi kurucusu olur. Kendisi için esas aldığı parola; ünlü olmak, etkinlik
kazanmak, sosyalizmin doğru yolu izlemesi için kurumsal ve pratik bilgi
toplamak, görüşlerini pratikte uygulayabileceği güçlü posizyona ulaşmaktır.
Lüksemburg, Almanya'ya gider, Berlin'de SPD içerisinde Parti Gazetesi
çalışmalarını yürütür. Alman İmparatoru II. Wilhelm'e hakaretten dolayı 3 ay
hapse girer. Hiçbir otoriteyi kabul etmediği gibi, kendi safındaki otoritelere
bile saldırır. Erkekten daha gelişkin ve güçlü olduğundan dolayı sevilmez ve
erkekler tarafından "kavgacı, hükmedici, histerik bir kadın" olarak
değerlendirilir. Rosa'ya göre önce insanlık, kendisini insanlıktan çıkma
tehlikesinden kurtarmalıdır. Yine "kadının özgürlüğü dinamiktir"
belirlemesi çok çarpıcıdır. 1905 Devrimi'nin ardından izinsiz olarak Varşova'ya
gider, tutuklanır ve kefalet karşılığı bırakılarak Almanya'ya geri döner.
Lüksemburg, radikal solun kuramcısıdır.
1907'de Londra'da yapılan Rus Sosyalist
Demokratların 5. Parti Kongresi'ne SPD'yi temsilen katılır. Aynı yıl SPD'nin
Berlin'deki Merkez Parti Okulu'nda doçent olur. Birinci Paylaşım Savaşı öncesi
savaş karşıtı örgütleme yapmaya çalışır. SPD'nin savaş için gerekli krediyi
onaylamasından ötürü SPD'den ayrılır. Savaş aleyhtarlarını yanına alarak
Spartaküs adlı bir dernek kurar. Bu çalışmadan ötürü 1915'te tutuklanır,
1918'te dışarı çıkar. 16 Ocak 1919'da imparatorun askerleri tarafından yargısız
infazla öldürülür.
Rosa Lüksemburg, SPD içerisinde bir grup
oluşturdu. Bağımsız bir örgüt yaratmadıklarından dolayı SPD içinde bir eğilim
olarak var olmuşlardır. Sosyalist hareketin politik ve sendikal kanatları
1890'dan sonra yapılarına kadın sorunuyla ilgilenecek komiteler kattılar.
Almanya'da sosyalist kadın hareketi neredeyse sırf Clara Zetkin'in adıyla
özdeşleşmiş hale gelir.
5 Temmuz 1857'de Saksonya'da doğan Clara
Zetkin, yirmi yaşından itibaren siyasete başlar. 1917 Ekim Devrimi'nde Rosa
Lüksemburg'la birlikte Alman ulusu içinde Rus proletaryasıyla dayanışma ve
destekleme kampanyaları, mitingleri düzenler. II. Enternasyonalin kuruluş
kongresinde yaptığı konuşma metninin başlığı "Kadının kurtuluşu için..."
idi. Cinsinin eşitliği için ilk tarihi konuşmasıdır. Kadınların özgürlüğünün
temel şartını ekonomik bağımsızlık olarak değerlendirir. 8 Mart'ı uluslararası
kadınlar günü olarak kabul ettirir. "Yaşamın olduğu yerde savaşmak
istiyorum" sloganı onun yaratısıdır. 1890'da Stuttgard'da kadın işçilerin
çıkarlarını koruyan 'Eşitlik' adlı derginin kurucu ortağı ve yöneticisi olarak
yirmibeş yıl çalışır. 1933'te öldüğünde Hitler iktidara gelmiştir.
Zetkin, kadının sendikalaşmasında aktif
rol oynar. Kendisi üye olduğu değişik sendikalarda aktif rol üstlenir. Öte
yandan II. Enternasyonal'in 1896 Londra Kongresi'ne sendika temsilcisi olarak
katılır ve sendikanın geçici enternasyonal sekreterliğine seçilir. Kadının
sendikalaşmasında değişik kadınlar da ön plana çıkmıştır. Ancak kadınlarla
erkekleri birleştiren bir sendikanın gerekliliği düşüncesi, onun mücadelesinin
ana noktasıdır. Zetkin'e göre sosyalist mücadele vermek isteyen kadınlar,
burjuva feminizmini uzak tutmalıdırlar. Ona göre "Tek başına kadın
hareketi diye bir şey yoktur. Bir kadın hareketi sadece tarihsel gelişme
bağlamında varolur... Bu yüzden burjuva ve işçi sınıfı kadın hareketleri
oluşmuştur ve işçi hareketleri burjuva bir toplumda sosyal demokrasinin
yaptığından farklı hiçbir şey yapmaz." Yeni ahlakçılar olarak bilinen
radikal feministler, SPD'ye yakındılar. 1904'de Analığı Koruma ve Cinsel Reform
Birliği kuruldu. Amacı kadınların, erkeklerin ve çocukların eşit haklara sahip
olmaları, daha kolay boşanma imkanı, yasal evliliklerle doğan çocuklarla,
evlilik dışı doğmuş çocukların aynı yasal haklara sahip olması temelinde
mücadele vermekti. Bu birliğin etkin bir konuma yükselmesi kürtajın
yasallaşması için verdikleri mücadeledeki başarıyla olmuştur. Radikal
feministler sendikal faaliyetlere de katılıp, SPD'li kadınlarla rekabet içine
girmişlerdir. Radikal feminizmin tabanı küçük burjuvaziye dayandığından ötürü
küçük burjuvazinin özelliği olan mesleki rekabet ve statü kavgasını
sürüklemişlerdir. Bu da onların bölünmelerine neden olmuştur.
Zetkin'in kadın sorununa yaklaşımı
Almanya'yla sınırlı kalmamış, diğer ülkelerdeki sosyalist kadınlar üzerinde de
etkili olmuştur. 1907'de 15 ülkeden gelen 59 kadının katıldığı ilk Uluslararası
Sosyalist Kadınlar Kongresi'nin toparlanmasında etkili olmuştur. Bu kongrede
bütün sosyalist kadın örgütlerini birleştirme kararı alınmıştır. Ayrıca bu
kongrede iki önemli karar daha alınır: Bütün ülkelerdeki sosyalist partili
kadınlar için genel oy hakkı mücadelesinin sürdürülmesi ve sosyalist kadınların
burjuva-feministlerle birleşmemeleridir. Bu kararları Rus delegesi Aleksandra
Kollontai da destekler. Zetkin, Uluslararası Sosyalist Kadınlar Örgütü'nün
sekreteri olurken, Kollantai ise yardımcısı seçilir.
Aleksandra Kollantai, Rus Devrimi'ne
önemli katkılarda bulunur. Soylu bir aileden gelen Kollantai, küçük yaşlarda
Rusya'da egemen olan toplumsal adaletsizlikleri görür. Liseyi dışardan bitirir.
19 yaşındaki ablasının 60 yaşında bir kişiyle evlendirilmesini "mantık ve
satış evliliği" olarak değerlendirir. İsyan etmesine rağmen o da kuzeniyle
evlendirilir. Bu evlilikten bir çocuğu olur, ancak çocuk, onun yaşamının
merkezi olmaz. Eşini sevse de klasik bir kadın olmak istemez. Bu sürede
Rusya'da gelişen Rus işçi hareketine sempati duyar, bazı konferanslara katılır
ve halkı ayaklandırmak için yarı legal örgütlerde çalışır. Devrime karşı
gelişen ilgisinden dolayı eşini ve çocuğunu bırakarak, Zürih'e, ekonomi-politik
eğitimi almaya gider. 1899'da Leningrad'a geri döner. RSDP'ye katılarak, yazar
ve propagandacılık yapar. Kollontai vargücüyle parti programına kadın sorununu
aldırmaya çalışır ve bunu başarır. 1907'de ilk "Kadın İşçiler"
kulübünü kurar. Yine bu yılda Clara Zetkin önderliğinde Stuttgart'ta yapılan I.
Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı'na Rus delegesi olarak katılır.
Kadın çalışmalarına yönelik, Çarlığa karşı yazılarından ötürü aleyhinde dava
açılır. 1908-1917 yılları arasında Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde siyasi
sığınmacı olarak yaşar. Almanya ve Avrupa ülkelerinde birçok konferansa
konuşmacı olarak katılır. 1917'de Çarlığın yıkılmasıyla Rusya'ya dönen
Kollontai, "Kadın İşçiler" adlı gazetenin çıkmasında etkili olur.
Sovyet yürütme kurulunun ilk kadın üyesi olur. Partinin merkez komitesinde yer
alan Kollontai sosyal ve yardım bakanlığına atanır. Hükümet üyeliğine, bakanlığa
seçilen ilk kadındır. 1922'de Kollontai, Oslo'ya elçi danışmanı olarak gider,
kısa bir süre sonra elçi olur. 1943'ten 1945'e kadar İsveç, Finlandiya
elçilikleri görevini yapar.
Kollontai'nin, Kopenhag'da 1910'da
toplanan II. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kongresi'nde genel oy hakkı talebi
onaylanmış, 8 Mart, Uluslararası Kadınlar günü olarak kabul edilmişti. SPD
içinde sol kanadın başını çeken Rosa Lüksemburg, 1906'daki Mannheim
Kongresi'nde yenilgiye uğrar ve sağın bütün silahları böylelikle Zetkin'e
doğrultulur. Sağdan maruz kaldığı saldırılar sonrası Zetkin güçsüzleşir ve
bundan ötürü kadın hareketi SPD'yle bütünleşir. Birinci Paylaşım Savaşı'nın
patlak vermesinden sonra, Zetkin ve Lüksemburg 1915'de Bern'de savaşa karşı
uluslararası bir kadın konferansı düzenlerler. Bu konferanstan sonra Zetkin ilk
kez tutuklanır. Onların savaş karşıtı tutumlarını Alman kadın hareketi
desteklemedi ve SPD'li kadınlar burjuva feministlerle işbirliğine gittiler.
Savaş, erkeği cepheye çekerken, Almanya'da
çalışan (üretime bağlı olarak) kadın sayısında bir artış yaşanır, ancak savaş
sonrası cepheden dönen erkekler tarafından yeniden eve itilirler. Kadının
üretimden dışlanmasını SPD'li kadın liderler de savunur. Bundan sonraki süreçte
SPD kadın örgütlenmesi salt sosyal örgütlenmelerle kendini sınırlar.
Hemen hemen bütün ülkelerde kapitalizmin
egemen olduğu 1960'larda, kadın özgürlük hareketlerinin bir daha gündeme
oturduğunu görebiliriz. İkinci uyanış olarak nitelendirilebilecek Kuzey
Amerika'da uyanan militan feminizm, büyük bir hızla önce Avrupa ülkelerine,
daha sonra Japonya, Hindistan, İran ve Latin Amerika'daki ülkelerde de
yayılarak yeni bir feminist bilinç ortaya çıkarttı. 1960'larda ortaya çıkan
feminist akım daha öncekileri andırıyorsa da aslında yeni oluşan toplumsal
koşullara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Bu yeni akım kendi içinde sosyalist
feminizm ya da marksist feminizm olarak bilinen iki geleneği birleştirmeyi
amaçlaması eski feminist hareketlerine göre en önemli farklılıklardan
birisidir. 1960 yılında ortaya çıkan sosyalist feminizm ataerkil kavram ve
kapitalizmin birbiriyle ilişkisini ortaya çıkaran özgür bir politikayı
simgeler. Bundan ötürü cinsellik, sınıf çelişkileri ve ırk sorunlarını ele
almaya çalışır. Bu karakterinden ötürü anti-emperyalist olan tüm ülke içi ve
ülke dışı hareketlerle dayanışma içindedir. Sosyalist feminizmin diğer bir
özelliği ise, radikal feminizmin karşısına çıkışıdır. Radikal feminizmin sorunu
ele alış biçimi, erkeklerin üstünlüğünün tüm insanların ezilmişliğinin kökeni
olarak kabul etmesi ve kadın özgürlüğünün önündeki en önemli engel olarak
görmesi şeklindedir.
1970'ler ortasında sosyalist feministler
bir gerileme yaşadılar. Bunun nedenleri anti-emperyalist hareketlerin
yavaşlaması ve birçok kadının değişik nedenlerden ötürü sosyalist feminist
örgüten uzaklaşmasından kaynaklanıyordu. Böylelikle radikal feminizmin teorik
ve örgütsel yaklaşımları daha çok geçerlilik kazanmıştır. Bu, özellikle
cinsellik, insan ilişkileri, ideolojiler ve erkek üstünlüğü gibi konularda
kendisini göstermiştir. Buna paralel olarak devrimci hareketlerin ve sosyalist
ülkelerin yaşadıkları gelişmeler, kadının, sosyalist feministliğin acil
sorunlarından uzaklaşmasına neden olmuştur. O dönem tüm sosyalist
inisiyatiflerine karşı başlayan kötümserlik direkt olarak kadın hareketlerine
de yansımıştır. Bu Marksizmin ne kadar feminist bir açıdan
değerlendirilebileceği sorusunu ortaya çıkarmıştır. Bu soru çerçevesinde
sosyalist feminizmin kurtuluşu ve sosyalist devrime bağlılık anlayışından
kaynaklanmış olan bu görüş, ayrılma noktasına gelmiştir. 1960 sonrası gelişen
feminist akımlar, İkinci Paylaşım Savaşı sonrası dönemin özel koşullarıyla
gelişmiştir.
Savaş sonrasında iktidarın yapılışı, ulus
ve uluslararası boyutta değişiklikler gösterirken kapitalist hakimiyet de ciddi
bir değişime uğrar. Bu değişikliğin sonucu olarak kadın da yeni görevlerle
karşı karşıya kalmıştır. Savaş sırasında kadınlar erkeğin görevlerini üstlenmek
zorunda kalmışlardı. Ancak savaş sonrası erkeklerin geri dönmesiyle birlikte,
emek gücüne sahip çıkarak kadını arka plana itmeye çalışmışlardır. Fakat bunda
başarılı olamamışlardır. "Kadının emek gücüne katılım açısından savaş
öncesi durum bir daha geri gelmedi. Birkaç yıl sonra istatistikler bambaşka
ilginç bir gelişmeyi ortaya çıkarttı. Savaş öncesindeki genç, bekar ve yalnızca
geçici bir dönem için çalışan kadın tipi, 1950'de artık yetişkin, evli ve
çoğunlukla okul yaşına gelmiş çocukları olan ve hemen hemen sürekli iş
hayatındaki bir kadın tipine yerini bıraktı."
Bu yeni durum açıkça ailenin amaçları ile
çelişmekteydi. Kadını geleneksel rolüne itme çabaları sonucu üretime katılan
kadınların sayısındaki artış oranına rağmen, kadının gerçek kimliği aile olduğu
imajı ayakta tutuluyordu. Bu çelişki özellikle ABD'de belirgin olarak
yaşanmıştır. 1950'de kendisine dayatılan geleneksel rolü eleştirmeye başlayan
kadın, 1960'larda artık politik, ideolojik ya da örgütsel kalıpları yıkarak
sahneye çıkmıştır. Bütün bu hareketler orta-sınıf militan feministlerce 1966'da
kurulan Ulusal Kadınlar Birliği'nin oluşmasıyla bütünleşti. Bu birliğin
amaçları, kadının, Amerikan toplumu içine tam katılımı sağlamak üzere harekete
geçmesi ve bundan böyle erkekle eşit koşullarda tüm ayrıcalık ve sorumluluklara
sahip olması. Bu yeni hareket önceki liberal feministlerden özellikle iki noktada
farklılık göstermekteydi; birincisi '60'ların feministleri eşitlik kavramını
daha ileri boyutta ortaya koymaları, ikinci farklılık ise, ortaya çıkış
koşullarıyla bağlantılıydı. O dönem yayılmakta olan kapitalizmden feminist
hareketler yararlanmıştır. Feminizmin kadının eşitlik haklarından da ötesini
amaçlayarak, burjuva sınıfının kendi içinde değişimini de öngörüyordu. Buna
katılmayanlar o döneme kadarki çizgilerine bağlı kalıyorlardı.
Yeni akım olarak gelişen modern feminizm
ise, kapitalizmin eleştirisinden güç alıyorlardı. O dönem kapitalizme ve
emperyalizme karşı mücadelelerin var olduğu, buna karşı sosyalist alternatifin
ağırlık kazandığı, ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükseldiği süreci
oluşturmaktaydı. Bu gelişmeler özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramlarını daha
da derinleştirip, yaygınlaştırıyordu. ABD'de siyaların güçlü bir özgürlük
hareketi, Vietnam savaşıyla hız kazandı. Ülke içerisinde gelişen periyodik
ayaklanmalar, savaşa karşı tepkiler ve askerlerin savaş karşıtı duruşları
ABD'yi sarsmıştır. Bu gelişmelere paralel olarak, 1968'de Fransa'da başlayan
sol hareket, hızla Avrupa'da yayıldı. Ayrıca Çin Devrimi de sosyal uyanışa
katkı sunmuştur.
Bu devrimci gelişmelerin ortaya çıkardığı
kuşak, varolan çelişkilerin reformlarla çözülmesini reddediyorlardı. Bu döneme
denk düşen 1950'lilerde ABD'de ortaya çıkan militan bir insan hakları hareketi
ile savaşa karşı beyaz eylemciler tarafından kadın özgürlükleri hareketinin
temeli atıldı. Bu yeni hareket ilk etapta bilgilendirme çalışmasını üstlendi.
Yerel örgütlenmelerin yanında gerektiğinde eyleme geçebilecek şekilde küçük
gruplar biçiminde örgütlenmişlerdir. Ulusal Kadınlar Birliği'nden de farklı
olarak kadın yaşamında tüm çelişkileri gündemine aldı. Bu hareket hızla Kanada,
Avrupa ve diğer kıtalara yayıldı ve "kardeşlik kuvvettir" sloganını
ortaya attı. Bu hareketin eylemcileri zamanla farklı yönelimler sergilediler.
Bu grup, kadının özgürlük savaşımını sosyalizm savaşımından çok daha önemli
görüyorlardı. Düşünce farklılıkları temelinde birçok grup oluşmuştu. Esas görevlerini,
sosyalizm savaşı içinde feminist sorunlarını desteklemek üzeri geleneksel
sosyalist eğilime karşı koymakta görüyorlardı.
Diğer bir grup, erkek egemenliğini en
temel sorun olarak kabul ediyordu. Bu farklılıklar kadın hareketindeki açığı
daha da derinleştiriyordu. Radikal feministler toplumsal gelişimde cinsel
uzlaşmazlık konusunda ısrar ediyor ve sosyalist çalışmaları kadın konusunda
yetersiz görüyorlardı. Başka bir grup ise, radikal feministlerin kendi
güçlerini sosyalist tahlile tabi tutarak, yepyeni bir strateji çerçevesinde
bütünleştireceğine inanıyorlardı. Bu son eğilim, 1970'lerde kadın
hareketlerinde olduğu gibi sol harekette de güç kazanmıştır.
Sosyalist feministlere göre, sosyalist
mücadeleden ayrı bir kadın mücadelesi genel devrim mücadelesindeki başarıyı
zedeleyecektir. Bundan yola çıkarak ırk, sınıf ve cins savaşımının içiçe
geçtiğini düşünüyor ve bundan ötürü mücadelenin uyum içerisinde verilmesini
öngörüyordu. Ancak genel mücadeleden bağımsız olmayarak, kadının kurtuluşunu
tüm kadınları içeren özgün bir örgütlenmenin ve sosyalist bir yaklaşımın
garanti edeceğine inanıyordu. Sosyalist feministlerin diğer bir özelliği de
teoriye olan bağlılıklarıydı. Teorik başlangıç yapabilmek için sosyalist
geleneği esas almışlardı. Ancak osyalist feministler, kısa bir zaman içerisinde
teorik gelenek kadın sorunu olarak belirlediği konuya yeterince cevap
olamadığını fark ettiler. Bu onları daha kapsamlı çözüm bulabilmek için yeni
soru arayışlarına itti. Kadınların tüm toplumda ikinci planda kaldığı
gerçekliğinden yola çıkarak şu sorular geliştirildi:
- Kadının ezilmişliğinin kökeni nedir?
- Kendisine karşı olan sınıf ile bunun
tarihsel özelliği nasıl açıklanabilir?
Tüm toplumlarda cinslere göre işbölümü
görülmektedir. Buna göre kadın çocuk yetiştirme, aile sorumluluğu ile
yükümlüdür. Bu geleneksel işbölümü kadını toplumsal yaşamdan dışlamaktaydı. Bu
gerçeklikten yola çıkarak:
- Bu geleneksel işbölümünün kadın
ezilmişliğiyle ilişkisi nedir?
- Kadının doğurganlık yeteneği varken,
eşitlik nasıl düşünülebilir?
- Bu eşitlik kavramının kadının kurtuluşu
için tümüyle dışlanması gerekmez mi?
Son olarak kadın sömürüsünün ırk ve sınıf
sömürüsüyle benzerliği açık olduğundan dolayı şu sorular geliştirilir:
- Cinsiyet, ırk ve sınıf farklılıkları
temelde benzer olan birbirlerine paralel ezilmişlikler midir?
- Kadın ezilmişliği teorik olarak
kendisine özgü bir farklılık taşır mı?
- Kadının, ezilmişliğine karşı yürüttüğü
savaşla, ulusal kurtuluş ya da sosyalizm için verilen mücadele arasındaki
bağlantı nedir?
Sosyalist feministler geliştirdikleri bu
önemli sorulara cevap bulma misyonunu üstlenmişlerdi. Ancak bunu
gerçekleştirdiklerinde girdikleri acelecilikten ötürü geleneksel yaklaşımdaki
bazı öğeleri geri bırakmışlardır ve zamanla Marksist özü terk etmişlerdir.
Başkanımız Abdullah Öcalan yoldaş, bu
konuyla ilgili şu belirlemeyi yapmaktadır: "Özgürlükler çağı denilen
çağımızda bile görülmektedir ki, sorunun ancak önü açılarak tartışılmaya
başlanılmış, buna cesaret edilmiş, ama bu alanda tam anlamıyla bir devrim
dönüşüm gerçekleşmemiştir. Çözüm için getirilen çareler, araçlar, denemeler ve
mücadeleler reformist niteliğini aşmış değildir. Batı toplumunda geliştirilmek
istenen feminist hareketin ise gelişimi, bugünkü durumu ve ne getirdiği
tartışmalıdır. Feminist hareket sorunu bir lüks sorun biçiminde ele almaktan
kurtulamamıştır. Kadın cinsinin kurtuluşu için ciddi bir mücadele bir yana, boş
zamanlarını değerlendirdikleri bir meşgale olmaktan öteye gitmiş değildir.
Bunu, feminist hareket Batı toplumunda en gelişmiş çözüm olayı olduğundan
belirtiyoruz."
Kapitalizmin tüm sol hareketleri
marjinalleştirme girişimlerinden feminist hareket de nasibini aldı. Sosyalizm
adına ne varsa yoğun bir karalama kampanyasına tabi tutulmakla birlikte,
çeşitli yöntemlerle daraltılıp, nihayetinde sapmasına kadar vardırılmıştır. Bu
gelişmelere denk düşecek bir biçimde sosyalist çıkışı olan feminist hareketi,
amacından sapıp burjuvazinin etkisi altına girmiştir. Amerika örneğinde
görüldüğü gibi, bazı feminist akımlar aktif olarak burjuvazinin işçi sınıfına ve
ırklara karşı savaşımında yer almış, hatta bu konuda öncülük bile yapmıştır.
Günümüzde güçlü bir kadın özgürlük
hareketinden de sözetmek mümkün değildir. Tüm ilerici hareketlerin vardıkları
parçalanmışlık, kadın hareketine de yansımıştır. Hiçbir siyasi ağırlığı olmayan
küçük marjinal grupçuluk biçiminde varlıklarını sürdürmektedirler. Ayrıca
günümüz feministlerinin en önemli bir kesimi radikal feminizmin temsilcileri
düzeyindedirler. Erkek egemenliğini kaba bir biçimde reddediyor, tüm sorunların
kaynağına erkek cinsini koyuyorlar. Bu, bazı gruplarda erkek düşmanlığına kadar
varmaktadır. Batı feminizmine bugün damgasını vuran diğer bir özellik ise,
lezbiyenlik çerçevesinde örgütlenmeleridir. Sistem bilinçli olarak toplum
içinde bu cinsler arası ayrımı geliştirerek, insanların tepkilerini
birbirlerine karşı yöneltmektedir. Bir toplum ne kadar parçalanmış ve
dağıtılmış olursa, burjuvazi tarafından o denli kolay yönetilir.
M- Çin devriminde kadın
Çin toplumu devrim öncesi, üretim
ilişkilerinin ağırlıklı feodalizme dayalı olmasından da kaynaklı, geleneksel
feodal ölçüler çerçevesinde örgütlenmiştir. Bu ağır feodal yapı içerisinde
kadına biçilen rol hiç de iç açıcı değildi. Köylü sınıf kadınları toprağa
dayalı üretime katılıyor, erkeğin ağır baskısı altında yaşamaya çalışıyorlardı.
Hiçbir söz ve karar hakkı olmayan kadın dövülüyor, hatta öldürülebiliyordu. O
dönem toplumda erkek için poligami yaygın olmasıyla birlikte, kadınlar ve
kızlar başlık parası karşılığında satılıyor, kiralanıyor, yani fahişelik
yapmaya zorlanıyorlardı. Kadınlar babalarına, erkek kardeşlerine, eşlerine ve
son olarak da oğullarının yetkisine boyun eğmek zorundaydılar. Bu koşullar
altında yaşamak istemeyen bir kadının tek alternatifi vardı: Canına kıymak.
Kadınların kendilerini öldürmeleri fazlasıyla yaygındı. Üst sınıf kadını
üretime katılmıyorlardı ve iradesiz birer süs eşyası durumundaydılar. Yüksek
sınıfta kadının çeyizi, alt sınıfta ise evlilik parası vardı. Bu gerçeklik
kadını direkt olarak meta haline getiriyordu.
Sanayileşmeyle birlikte babaların ve
kocaların yetkisi zayıflamış olsa da, kadınlar ve kız çocukları için bir çözüm
getirmedi. Buna ek olarak İngiltere ticareti eliyle Çin'de yayılan uyuşturucu
da erkeğin etkisini zayıflatmıştı. Ekonomideki değişiklik geleneksel aile
hücresini zayıflatmıştı ve özellikle gençler için dayanılmaz bir duruma
gelmişti. Mesela Mao, 13 yaşındayken babası tarafından kendisinden 6 yaş büyük
bir kızla evlendirilmek istenmiştir. Ancak Mao buna karşı koymuştur.
"Sevgi evliliği", sırf üst tabakada değil, zamanla alt tabaka
gençliği içinde de yayılmıştı. Bu da geleneksel ölçüleri parçalamıştır.
1940'larda, yani devrim öncesi erkek
yetkisini yıpratan etmenlerden bazıları şunlardı: Kadınların kentlerde
çalışması, karma eğitim, gençlik kültürünün gelişmesi ve ortaklaşmacı parti
(komünist parti) vb. 19. yy'da kadınlar toplumun baskısına karşı ve resmi
evliliklerden kaçmak için canlarına kıymanın yanısıra diğer bir kaçış yolu
bulmuşlardı: Din arayıcılığıyla kadın hoşnutsuzluğunu gidermeye çalışmıştır.
Örneğin Tao mezhebi kadınlar için bir seçenek oluşturuyordu. Kadınlar
manastırlarda bir çıkış yolu bulmuşlardı.
İrade dışı geliştirilen evliliklere tepki
o kadar çoktu ki, devlet, aileleri tarafından dışlanmış kadınlara ev kurmak
zorunda kalmıştır. Çin'de kadın direnişi emperyalizme ve kapitalizme karşı
gelişen genel tepkiler bağlamında ortaya çıkmıştır ve böylelikle ilk kez
toplumsal seçenekle birleştirilmiştir.
1911 Devrimi öncesi dernekler illegal
örgütlenme mecburiyetindeydiler. Bu dernekler siyasi içerik taşıyorlardı ve
kadınlar da bunlar içinde yer alıyorlardı. Onlara özel saygınlık tanınmasına
rağmen, yüksek görevlere gelemiyor ve karar yetkisinden yoksundular. Daha sonra
kaba taslak üzeri tüm üyelerine eşitlik veriyordu. Bu gizli dernekler, 1911
Devrimi sonrasında yoğun desteklerinden ötürü legalleşir. Kadınların bu dönemde
askeri birlikte savaştıkları söylenir. Ancak bu devrim kadınlara sırf
ayakbağlarının sarılmaması bakış açısını sağlamıştır. Devrim sonrası bu
dernekler siyasal misyonlarını yitirip ya mafyalaşmış ya da solcu siyasal
örgütlere karışmışlardır. Ülkenin bazı yerlerinde kadınlar, özellikle casus ve
gözetleyici olarak önemliydiler. Erkeklerle siyasi çatışmayı önlemek için
kadınlar özerk dernekler kurarlar. Bu dernekler, çoğu kez dulları güvenceye almak
amaçlı, kadınlararası dayanışma dernekleriydi. O dönem kadınlar için varolan
kötü iş koşul ve şartlarına karşı kadınlar eyleme geçmiş, kısa vadeli grevler
örgütlemişlerdir.
1912'de kadın direnişi içindeki genç
aydınlar eşitlik için meclise saldırmışlardır. Birinci Paylaşım Savaşı
esnasında evlenme yasası ile aile içinde kadının konumu tartışılır olmuştur. Bu
kadın dernekleri, kadının devrimcilikteki gücünü ortaya çıkarmalarında önemli
rol oynamışlardır. 4 Mayıs 1919'da, Japon emperyalizmine karşı başlatılan
mücadelede kadınlar da yer almışlardır. Tartışma, araştırma ve iletişim kurma
kümeleri oluşturdular. Amaçları halkı aydınlatmak ve Japon mallarına karşı
halkı boykota götürmeydi. 1900 yılının başlarında Mao, değişik gazetelere
yazdığı yazılarında kadın haklarını savunmuş ve kadınları da emperyalizme karşı
mücadeleye çağırmıştı. Mao birçok yazısında canına kıyan kadınları işlemiş ve
bu pasif direniş biçimini şöyle eleştirmişti: "Canına kıyıp ölmek yerine,
insanın ancak amansız bir savaşımından sonra ölmesi gerekir. Bu savaşımının
amacı birinin beni öldürmesini istemek de değil, kişinin kendi yaşamının gizli
gücünü kavramasında yatar."
Kuşkusuz Çin Devrimi'nin kadın sorununa
yaklaşımında devrimin liderliğini yapan Mao'nun, kişiliği ve ilişki tarzı
etkili olmuştur. Yaşamında da göreceğimiz gibi kadın sorununa yaklaşımı çok
fazla köklü olmamış, yanılgılar taşıyabilmiştir. Mao, aile içinde egemen olan
babasına karşı bir ittifaka yönelmiştir. Bu konuda dayandığı birincil ittifak
annesidir. Annesinden etkilenişi sonraki yıllarda Mao üzerinde önemli etkilerde
bulunacaktır. Anneye aşırı bağlanma kadının gerilikleriyle savaşımda ya da
kadını özgürleştirme savaşımında yeterince yoğunlaşmama ve derinleşmemeyi de
getirmiş olabilir. Mao, kadın özgürlüğü konusunda belli adımlar atmışsa da, bu
konuda köklü bir çözüme veya bakışa ulaşamamıştır. Fakat kadın sorununa bakışta
yerleşik geleneklere karşı çıkıp, reddedişi önemlidir. Babasıyla sık sık kavga
ettiği bilinmektedir. Bu anlaşmazlık babasının onu 13 yaşındayken kendisinden
büyük bir kızla evlendirmek istemesiyle son kerteye varmıştır. Bu evliliği
kabul etmeyip, evden kaçmış ve babası kararından vazgeçene kadar eve
dönmemiştir. Çarpıcı olan; küçük erkek çocuklarının kendilerinden büyük
kızlarla evlendirilmelerinin nedeni erkek çocuk erginleşinceye kadar kızın
emeğinden ev işlerinde yararlanmaktır. Böylesi bir geleneğe Mao'nun karşı
koyuşu, kadının Çin koşullarındaki durumunda ilk isyanını ifade eder. Mao bu
olayı değerlendirirken, "Kadın kurtuluşu için mücadeleyi başlatma nedeni"
demektedir.
Mao, bu süreçteki kadın hassasiyetini de
şöyle ortaya koymaktadır: "Göğün yarısı kadınların omuzlarındadır."
Mao bu konuda yazdığı makale ve yazılarında, "kadınların devrimci ordusu,
kadınları maddi-manevi özgürlüğü yok etmeye çağıran bütün şeytanları yok etmeye
çağırır" belirlemesini yapmıştır. Mao, bir profesörün kızı olan eğitimci
Yang Kay Huy ile evlendiğinde, karısı için Peking de "benim için gerçek
bir dosttu" diye belirtir. Mao'nun bilinçlenme ve faaliyetlerinde bu kadın
ona büyük destek ve yardım sunar. O dönem bu evliliklerin önünde sorun olarak
duran görev -aşk sıralaması Mao'nun da bu çelişkiyi yaşayıp onu çözüme
sevketmesini sağlar. Bu pratiklerin üzerine çıkan sonuçları ve
değerlendirmelerini evlilik sorunları üzerine "Delikanlılara ve genç
kızlar öğüt" isimli makalesinde dile getiren Mao, "kadınlar da
erkekler kadar güçlüdürler ve yeni bir toplumun inşasında çok büyük etkileri
vardır" demektedir.
Mao, eşinin ölümünden sonra, bir köylü
kızıyla ikinci evliliğini savaş esnasında yapar. Böylesi bir ilişkiye, köylü
bir kadını yüceltme temelinde yaklaşılmış olsa bile eşit ve özgürleştiren bir
ilişki olmadığı ve aradaki düzey farklılığının önemli bir sorun olduğu açıktır.
Burada kadın sorununa eğilmedeki derinlik eksikliği bir önder açısından önemli
bir yetersizlik olmakla birlikte, savaşın en kızgınlaştığı koşullarda evcil bir
yaşama zemin sunan bu yaklaşım, genel anlamda kadın kurtuluşu ve özgürlük
çalışmalarının yanında, savaşın pratik yakıcılığı açısından da büyük bir sorun
teşkil edecektir. Mao, ikinci eşiyle 8 yıl evli kalmasından sonra boşanıp
üçüncü eşi olan bir tiyatro sanatçısıyla evlilik yapar. Bu evliliği, Çin
Komünist Partisi'nde önemli eleştiri ve muhalefete neden olur. Eşine Çang Çing
ismini kendisi verir. Böylesi bir yaklaşım aslında çok derinlerde yatan
geleneksel erkek ölçülerinin barındırıldığını gösterir ve bize hemen Yaratılış
Mitolojisindeki, Adem'in kaburgasından Havva'nın yaratılması ve ona isminin
Adem tarafından verilmesini çağrıştırmaktadır.
Mao, bu evliliğinde sanata ve edebiyata
büyük bir ilgi duyar. Kadın yazarların kendini özgür kılma mücadelesini
destekler. Mao her ne kadar bu evliliğini güç veren bir ilişki olarak
değerlendirse de gerek evliliğin gerçekleşme tarzı ve gerekse Mao'nun ölümünden
sonra karısının bu manevi etkinin arkasına gizlenerek kendini örgütlemeye
çalışması göz önüne getirildiğinde önderliğin niteliği, kurumlaşması ve
devrimin kalıcılaşması açısından bu evliliğin büyük sorunlara yol açtığını
görebilmekteyiz.
Çin Devrimi'nde Mao'nun katkılarıyla da
olsa, önemli bir kadın potansiyelinin savaşta özgürleşmesi ve kendi cins
kimliğiyle iktidarlaşması için yeterli bir açılım sağlanılmamıştır. Genel
söylem ve bazı reel sosyalist pratiklerde görülen kaba şematik olayın salt
niceliğine önem veren anlayış kırılamamıştır. Mao'nun öncelikli adımını Kültür
Devrimi oluştursa da, bu, süreklileştirilmemiştir. Devrimin önderi Mao'nun
geleneklere karşı radikal kopuş tutumu özgürlükle buluşturulmada eksik
kalabilmiştir. Aslında pratik sorunlara ilişkin belli çözüm modelleri
geliştirilse de, kadın sorununun köklü çözümüne ilişkin geniş perspektifler ve
ufuktaki zayıflıklar bu pratik yaklaşımları da, zaman içinde tutuculaştırmış ya
da farklı koşullarda bir çözümsüzlüğe itmiştir.
Genel olarak kadın özgürlüğünün toplum
özgürlüğüne bağlı olduğu savunuluyordu, bundan ötürü Çin'de kadın hakları
savunuculuğu ulusçuluk akımı ile birlikte gelişmiştir. Bazı kadın dernekleri ve
örgütler özgür evlilik, oy hakları ve kişisel özgürlükleri konusunda
düzenlemeler yapmışlardır. Özgürlük coşkusu daha çok kentlerde genç kızlar
içerisinde yayılmıştı. Bu diğer kadınlara da sıçradı. Genç kızlar düzene
tepkilerini saçlarını keserek yansıtıyorlardı. 1927'de ortaklaşmacılarla
(sosyalistler), ulusçu parti (milliyetçiler) birbirinden ayrıldı. Ulusalcılar
bu ayrımdan sonra kadın konusunda anlaşmazlıklara düşmüşlerdi. Onlar artık
liberal kadın hareketlerinin taleplerini bile radikal bulur düzeye gelmişlerdi.
Buna karşın ortaklaşmacılar kararlı tutumlarının devamını sürdürmekteydiler ve
hatta parti dışı kadın savunucularının desteklerini kazanmışlardı. 1935'de
Japonya'ya karşı savaşta ortaklaşmacılar kadın çalışmalarını daha da
hızlandırarak, ulusçuların denetimindeki kentlerde de kadın özgürlüğünü
destekleyenlerle ilişki kurdular. 1949'da kurulan Bütün Çin Demokratik Kadınlar
Federasyonu'nu bile ortaklaşmacılara sempati duyuyorlardı.
Bu örgütlülüklere rağmen Çin kadınları,
uzun yürüyüşte önemli rol kazanmamışlardır. Savaşa katılan kadınlar olmuşsa da,
bunlar genelde geri cephede kalmışlardı. Kuo Ch'un-Ch'ing gibi kadınların
savaşta aktif yer alabilmeleri ancak erkek kılığına girmeleriyle mümkün
olmuştur. Kuo Ch'un-Ch'ing, savaşta ordunun verdiği on yüksek ödülü almasına
rağmen ancak yaralandığında kadın olduğu anlaşılmıştır.
Ortaklaşmacılar, ulusçulara karşı zafere
ulaşıp yetkiyi ele geçirdikten sonra kadın sorununda bazı değişiklikler
yapmışlardır. Bunlar ilk başta toprak reformu, devrimci evlenme yasası ve
çoğulcu çiftliklerde ortaklaşmacı yaşam birimlerindeki yaşam olanaklarıydı.
1949'da kabul edilen anayasa şunları belirtiyordu: "Çin Halk Cumhuriyeti,
kadınları kölelik altında tutan derebeylik dizgesine son vermiştir. Kadınlar
siyasal, ekonomik, kültürel, eğitsel ve toplumsal yaşamda erkeklerle eşit
haklardan yararlanacaklar. Erkekler ve kadınlar için evlenme özgürlüğü
yürürlülüğe girmiştir."
Evlilik yasası, toprak yasasıyla birlikte
1 Mayıs 1950'de çıkarıldı. Bu yasa erkeğin kadın üzerindeki üstünlüğünü yıktı,
evliliklerdeki zorlamalara son verdi. Tekeşliliği ve eşit yasal hakları
güvenceye aldı. Ancak bu yasaların pratiğe geçirilmesi kolay olmamıştır. Bu
değişikliği halka taşıma görevi bütün Çin Demokratik Kadınlar Birliği'ne
verildi. Bu dönemlerde kadınlar üst düzey yönetimlerde de yer almaya
başladılar. Örneğin Sağlık Bakanı, Ulusal Çocuk Esirgeme Kurumu, Halka Yardım
Kurulu'yla, Çin Yardım Enstitüsü Başkanı ve Adalet Bakanı kadınlardı. Kadının
iş koşulları da yasal güvence altına alınmıştı.
Tüm bu sorunların en karmaşığını ise
cinsellik sorunu oluşturuyordu. Tarihte ilk kez Çin kadınları cinselliğin
üremeden ayrıldığı bir durumla karşı karşıyaydılar. Bunun koşulları Çin devleti
tarafından yaratılmıştı. Mao'nun devrim sonrasındaki kültür devriminde bile
kadın etkinliğinden söz etmek mümkün değildir. Ancak kültür devriminin aile
üzerindeki etkisi de inkar edilemez. Kadın eskiye oranla daha iyi bir konuma
gelmiş, ancak siyasi ve toplumsal merkezlerde kadın hala çok az temsil
ediliyordu. Koşulların değişmiş olması düşüncedeki eski kadına bakış açısını
yıkamamıştır. Günümüzde Çin kadınının eşitliğe ulaşamadığı göz önündedir.
N- Vietnam devriminde kadın
Kapitalizmin azgelişmiş ülkelerin
sömürgeleştirilmesinde uyguladığı baskılar birbirlerinden çok farklı değildir.
Bu baskı biçimi, kadınlar için de benzerlik gösterir. Ataerkilliğin bir gereği
olarak köle sahibi, köleler ayaklanıncaya kadar kurulu düzeninde gülücükler
dağıtmaya devam eder. Sömürgeleşme; kurbanlarının gelişmesini, eşitliğini ister
ama, sadece kendi çizdiği sınırlar içinde. Bu da kölelerin isyana kalkmasında
yine efendilerinin aracılığı olduğunu gösterir. Sömürgecilerin kadınları ise,
sömürü aracı haline getirilmiş, ırk ve cins emperyalizminin en iyi savunucuları
olmuşlardır. Bunlar; üstünlüklerinin güvence altında olmadığından, cinsel ve
ırksal kıskançlıkla bütünleşerek, hemcinsi yerli kadınlara düşmanlık duyar.
Kentlerde ise sanayiyle birlikte ırk ve cins açısından işbölümünün farklılığı
gelişmiştir. Yerli seçkin sınıf içindeki kadınlara ayrıcalıklı işlerde çalışma
hakkı tanınsa da, eğitim ve iş fırsatı konusunda bu olanak görece bir azınlığı
içerir.
1920'lerle 1930'lu yıllarda, gelişmekte
olan ülkelerde, kapitalist toplumlarda orta sınıf kadınlarının
"eşitlik" istemi temelinde yeni bir kadın hakları savunuculuğunun
(feminizm) ortaya çıktığı görülür. Buralarda burjuva sınıfının bulunmayışı,
Batılılaşma eğilimleri içinde devlet desteğiyle kabulu istenir. Köylerde ise
kadınların bireysel direnişinin zeminleri yoktur. Buna, geleneksel toplum
ilişkileri izin vermez. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin devrimci mücadeleyle
bütünleşmesi kadın sorununa değinmeyi gerektirir, ancak böyle durumlarda bile
birçok sorun yaşanır, çünkü erkekler devrime katılan kadının, gelenek
düzenleriyle ilgili eski yapılarını düşündüklerinden, erkeklerin erkekçe
davranışlarıyla karşı karşıya kalırlar.
Sömürünün en yoğun yaşandığı ülkelerden
biri olan Vietnam'da kadınlar babalarının, kocalarının ve en büyük oğullarının
hakimiyetlerine boyun eğmek zorunda kalıyorlardı. Erkek egemenliğini pekiştiren
bir olgu da dindi. Erkek egemenliğini destekleyen Konfüçyus, "halk ve
kadınlar bilinçsizdir, kötü içgüdülerle doludur ve onların eğitilmeleri
zordur" sözü, kadının toplumdaki durumunu bir kat daha artırmıştır. Bütün
bunlar Çin Devrimi'nde olduğu gibi kadının canına kıymasını beraberinde
getirmiştir. Birçok sömürüyle başbaşa kalan Vietnam köylüleri açlık ve
kıtlıktan dolayı köylerini bırakıp kentlere göçederek, maden işleri, dokuma
fabrikaları gibi en ağır işlerde çalıştılar. Buralarda kadınlar sadece ekonomik
sömürüyü değil, kendilerine uygulanan özgül baskıyı da yaşadılar. Yasal korumaların
dışında bırakılıyorlardı. Kentlerde sürekli genelevler açılıyor, sömürgeciler
istedikleri kadının kendilerine fahişelik yapmasını istiyorlardı. Yüksek sınıf
Vietnam erkekleri ise yükselme fırsatlarını kaçırmamak için sömürücüleri olan
Fransızlara kadınlarını sunabiliyorlardı.
Kentlerde küçük kadın azınlıkları eşitliği
savunsalar da bir akım haline gelememişlerdi. Çünkü tüm insanların yoğun şiddet
altında yaşamaları söz konusudur. Ama 1930'da kurulan Hindiçini Ortaklaşmacı
Partisi (1951'de adı Vietnam Emekçi Partisi olarak değiştirildi), kadın
mücadelesini, sınıf ve ulusal mücadeleyle bütünleştirerek, "kadın
sorununu" ana konu olarak saptar. 1931'de parti birleşik oturumunda alınan
kararda, Vietnamlı kadınlar toplumun en çok ezilen kişileri olarak
belirlenmiştir. Kazanacakları kaybettiklerinden daha çok olacak olan kadınlar,
bu partinin kadın örgütüne girerek, önce sömürücü Fransızlara, sonra da
Amerikalılara karşı savaşmışlardır. Bunlar illegal yöntemlerle fabrikalara,
pazarlara ve emekçi kitlelere ulaşıp, Fransızları teşhir ediyorlardı. Bu
kadınlar yakalandıklarında hücrelere dolduruluyorlar, yoğun işkenceden
geçiriliyorlar ve öldürülüyorlardı.
Vietnamlıların direniş geleneği, bitmek
bilmeyen savaşın akışında, acı çekme konusunda kadınlarla erkeklerin durumunu
eşitlerken, neredeyse çocukların durumunu da bu seviyeye çıkartmıştır. Kuzey'de
Fransızlara karşı gerilla savaşlarına kadınlar da katılmış, ama bu katılımları
yolları onarmak, yaralılara bakmak, haber taşımak ve gizlenmek için yerler
bulmak vb dışına çıkmamıştır. Hatta kale sorumluluğu dahi yapan kadınların yine
de yaptıkları, savaşta öncülük eden, savaş yönetiminde yer alan erkeklerinkiyle
eşit olmadığı görülmektedir. Güney'de ise koşullar gereği cephe ile cephe
gerisi diye bir fark olmadığından, kadınlar daha önemli konumda yer
almışlardır. 1950'li ve '60'lı yıllarda kadınlar hala barışçı başkaldırı
eylemleri düzenliyorlardı. Ama böyle eylemlerin koşulları bile
olanaksızlaşıyordu. Bu olanaksızlığı aşağıdaki örnek daha iyi açıklamaktadır:
"17 Aralık 1960'da, Mython'da 16
yaşındaki Truang Thi Bay bir bayrak taşıyarak göstericilerin önünde yürüyordu.
Polis tarafından vurularak öldürüldü. Yeri hemen, sıra ona gelince ağır bir
biçimde yaralanan 18 yaşındaki Nyuyen Thi Be tarafından dolduruldu. Üçüncü bir
kız öne geçti ve o da öldürüldü. Ama göstericiler dalga dalga ilerlemeyi
sürdürdü, sonunda askerler silahlarını indirdiler."
Güney Vietnam'ın özgürlüğü için 1961'de
emekçi kadınlar, aydınlar ve kız öğrencilerin katılımıyla Kadınlar Birliği
kuruldu. Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi Merkez Komite üyeliği yapan ve
kadınları, Kadınlar Birliği'nin çatısı altında örgütleyen Le Thi Rieng
aktifliği ve mücadeleye verdiği yararlarla tanınır. Saygon zindanları
direnişinde katledilen Le Thi Rieng, Vietnam kadınlarının da sembolüdür. Burada
da kadınlar savaşın yanında, köylerin özgürleştirilmesinde ve sınır
bölgelerinde yeni yönetimlerin oluşturulmasında sorumluluk almışlardır. Hatta
bir kadın ilk defa kumandan yardımcısı seçilmektedir. Savaşı yüreğinin derinliklerinde
dahi yaşayan Vietnamlı kadınlar kapitalizmin silahları altında emperyalizmi ve
işbirlikçilerini daha iyi tanıyorlardı. Bir seferinde il başkanlarına, hükümet
temsilcilerine, din kurumlarına karşı gösteriler düzenleyip, "Amerikan
emperyalistleri Güney Vietnam'dan dışarı" gibi sloganlar atıp, tutuklu
kadınların bırakılması için dilekçeler düzenlemişlerdi. Resmi yetkililer ise,
onlar karşısında yenik düşüp tutuklu kadınları salıvermek zorunda kalmışlardı.
1950'den sonra kadınlar yapılan toprak
reformuyla eşit pay hakkına sahip oldular. Anayasa eşit hakları ve eşit ücreti
ve analık iznini güvence altına almıştı. Sendika yasaları ve çalışma sigortası
tüzükleri de kadınlar için yeni düzenlemeler yapmıştı. Ama resmi desteğe rağmen
kadınlar siyasete katılmayı ikinci sırada sürdürüyorlardı. Kadınlar
eğitimsizlikleri, yetersizlikleri ve duygularından dolayı pratikte yetersiz
kalıyorlardı. 1960'lı yıllardan sonra bu durum değişmeye başlamış, kadınlar
için yüksek öğrenime verilen değer artmıştı. Sanatın yanısıra mühendislik ve
farklı uygulama alanlarında eğitim görüyorlardı. Kadınlar işgücünün yarısını
oluşturmalarına rağmen niteliklilik konusunda erkeklerle eşitliği
sağlayamasalar da endüstri alanında yer alıyorlardı.
1960'larda Beş Eşitlik Tasarısı'nın
-savaşta, emekte, ailede eşitlikte, parti önderliği ve yöneticiliğinde son
olarakta toplum yönetiminde- somutlaştırılmasının önemi ortadadır. Aynı dönemde
parti kurultayında kadınların ezilmesine karşı sürekli savaşım üzerinde durulsa
da erkek bakış açısı değişmemişti. Kuzey'deki Kadınlar Birliği de kadın
devriminin üç aşamasından bahseder, bunların başında birçok kadının kendini
erkekten aşağı gördüğü kişiliğini, sonra siyasete katılım ve son olarak da
ailedeki eşitliğe dikkat çeker. 1960 Evlenme Yasası'yla o zamana kadar varolan
çokeşlilik yasadışı kabul edilir. Ho Şhi Minh bu yasa üzerine; kadınların
kendilerini güçlendirip erkeklerin özgürleşmelerini beklememeleri için
savaşarak özgürlüklerini kazanacaklarını belirtmiştir. Vietnam kültüründe uzun
savaş dönemlerinin güçlendirdiği özveri Ortaklaşmacı Parti'nin savaşım, özveri
ve toplumsal kararlılık töreleriyle birleşir. Bu Vietnamlılar için cinsel
özdenetimi de beraberinde getirir. Ama bu özellikler Güney'de ABD birliklerine
açılan genelevlerle ters düşer. Cinsel baskı cinsel özgürlük düşüncelerini
yaşatmalarını olanaksız kılmaktadır. Yaşanan tüm bunlara rağmen Vietnamlı
kadınlar kendi sömürücülerinin kadınları da olsa kadın özgürlüğü içindeki
kadınlara ulaşma inceliği içindedirler.
O- Küba devriminde kadın
"Bize devrimin yaptığı en devrimci
işin ne olduğu sorulsa, yanıtımız kesinlikle şöyle olmalıdır: Ülkemizin
kadınları arasındaki devrim..." (Fidel Castro)
Kübalı kadınların devrim öncesi durumu
oldukça gelenekseldi. Kadın ancak erkeğin kölesi olma, ana olma ve haz
nesnesine dönüşme hakkına sahiptiler. Küba toplumunda oldukça fazla sınıf
ayrılıkları vardı. Bu ayrım, sırf sınıf ve cinsler arası görülmemekte, aynı
zamanda ırklar arası da yoğun yaşanmaktaydı. Ayrıca sömürge içinde farklı
sömürü biçimleri söz konusuydu. Başkalarının sırtından geçinen katmanlar,
hükümetin yönetici azınlığı olan subaylar, fabrikatör ve toprak sahipleri vs.
Bu farklılıklardan ötürü ülke çapında değişik yaşam koşullarına rastlamak
mümkündü. Havana'da yoksul kesimlerin yaşam koşulları oldukça kötüydü. Erkekler
genellikle işsizdi. Emekçi sınıf kadını hem sınıf hem de cins olarak sömürülüp
aşağılanmaktaydı. Köylü kadınların durumu her bakımdan daha ağırdı. Toplumun en
yoksul kesimine -bunlar anayollarda yaşıyorlardı- 'desalajdar'lar deniniyordu.
Bu desalajdların en alt kesimini siyah ve melezler oluşturuyordu. Bunların
arasında bile deri rengine göre hiyerarşi sömürü sistemi mevcuttu.
Topluma damgasını vuran bu ağır sömürü
biçimini en belirgin olarak kadınlar yaşıyordu. Bundan ötürü genç siyah kadınlar
sırf fahişe ya da kabare dansçısı olarak belirli bir "ilgiye" sahip
olabilirlerdi. Kübalı kadınların köleliğe ve İspanyol sömürgeciliğine karşı
mücadelelere katıldıkları bilinmektedir. Küba'da uzun acılara sabırla katlanan
bir yiğit kadın geleneği vardır. 1860'da İspanya'ya karşı yapılan savaş
esnasında, bağımsızlık akımının ileri gelenlerinden oluşan bir toplantıda Ana
Betcancourt isimli bir kadın tarafından eşit haklar isteği ortaya atılır. 19.
yy'da kadınlar için oy hakkı talep eden bir kadın hareketi ortaya çıkar.
1934'de Kübalı kadınlar oy hakkını elde ederler. Bunu diğer biçimsel eşitlik
hakları izler. Bu yasal eşitlik kadının ekonomik ve kültürel boyuneğmesi
arasındaki çelişkiyi daha bariz bir biçimde ortaya çıkarır.
19. yy'ın ünlü bir devrimcisinin annesinin
adını taşıyan Maceo Kızıl Ordu Kadın Taburu kuruldu, ancak savaş koşulları
kadının savaşta aktif yer almasına olanak tanımıyor gerekçesiyle savaşta zaten
sayısal olarak az olan kadınlar arka cephede tutuluyorlardı. Savaş sırasında
köylü kadınlardan oluşan bu tabur gerillacıların bile eleştirisine uğrar.
Onlara göre kadınların yapabileceği tek iş hemşirelik ya da aşçılıktır. Savaş
kadın işi değildi. Ama Fidel Castro bu yaklaşıma karşı oldukça diretici
olmuştur. Nitekim Castro'nun, Batista'ya karşı ilk ulusal ayaklanmayı
gerçekleştirilirken kadınlarla birlikte oluşturduğu 170 kişilik bir grupla Jan
Trago'daki ilk baskını gerçekleştirmesi onun kadına yaklaşımının göstergesi
olmuştur. Ve kadınların yer alışını devrimci savaş sırasında moral verici bir
unsur olarak da değerlendirilebilmiştir. Sayıları az da olsa aktif savaşa
katılıp şehit düşen bayan militanlar da olmuştur. Lydia ve Clodmira bunlardan
sadece iki örnektir.
Ernesto Che Guevera savaş anılarında Lydia
için şöyle yazar: "Kübalılar bir kadından buyruk almaya alışık değildir.
Onun öylesine sınır tanımayan bir gözüpekliği vardı ki, erkek ulaklar onlardan
çekiniyordu. Bana 'Bu kadın Maceo'dan daha erkek ama hepimizi ölüme
sürükleyecek. Yaptıkları delilik. Ama şimdi oyun oynayacak zaman değil' diyen
-birinin hayranlıkla içerlemenin karıştığı- düşüncelerini çok iyi
anımsıyorum." Bu alıntıdan da anlaşıldığı gibi, kadının özgürlük
olanağından yararlanmasının yolu, erkek gibi olmasıdır. Erkekler bu tür
kadınlara saygı gösterip hatta hayranlık duyabiliyorlardı, ancak tüm kadınlar
hakkında düşüncelerini dönüştürmeye yannaşmıyorlardı.
Devrim sonrası, 1960'da Kübalı Kadınlar
Federasyonu kuruldu. Federasyonun başkanlığını Fidel Castro'nun baldızı olan
Vilma Espin yapmaktaydı. Bu federasyon kadının hem üretime girme önünde engel
teşkil eden, hem de kadının siyaset ve toplumsal olaylara katılmasını
engelleyen "bilgisizliğe" karşı savaş açmıştır. Federasyon güçlü bir
kadın kitlesine dayalı gelişmediği için pratikte son derece gösterişli girişimler
sergilemişlerdir. Programında ilk etapta çocuk bakım olanaklarını ve kadını
geleneksel rolünden kurtarmak için gereken toplumsal kolaylıkları hayata
geçirmeye çalışmıştır. Federasyona katılan kadınlarda zamanla siyasi bilinç
gelişir. Ayrıca erkek ve kız çocukları için aynı askeri eğitim verilmesine
dahil yasa da vardı. Orduda kadın subaylar da yer alıyordu. Tüm bu çabaların ve
değişikliklerin amacı, Kübalı kadının evden dünyaya açılımını sağlamaktı.
Devrim sonrası ülke ekonomisindeki
gereksinim, kadının üretime katılımına ihtiyaç duyar. Bu, kadının bağımsızlığı
için de önemli bir olguydu. Kadınlar üretimin hemen hemen tüm sahalarında yer
almalarına rağmen, kısa zamanda kadın-erkek ayrımı (işbölümü) ortaya çıkmıştır.
Kadınlar çalıştıkları yerlerde çoğu zaman kadın işi olarak kabul edilen hafif
işlerde, eğitim sektöründe ve gıda işlerinde çalışıyorlardı. Federasyon,
"kadınlara uygun işlerle ilgili eski düşünceyi" yok etmek için
çalışmıştır ve bir ölçüye kadar başarılı olmuştur. Kadınlar zaman içinde
geleneksel kadın işi olmayan, örneğin motorlu-taşıt onarımı, soğutucu
mühendisliği, traktör sürücülüğü, kent tasarımcılığı, raportörlük vb. sahalarda
da çalışmaya başlamışlardır. Ancak sorumluluk isteyen kilit görevlerde
kadınlara hala tepki gösterilmektedir.
Aileler ve erkekler kadınların eğitim
görmelerine karşı çıkıyorlardı, ancak kadının arkasında devrim yetkesi
bulunuyordu. Erkekler bu değişikliklere yasaları bozmadan karşı çıkamıyorlardı.
Çalışan veya öğrenim gören kadın bunu toplum ve devrim çıkarına yaptığı için
karşı çıkmak karşıdevrimci olmak demekti, ki buna açıktan da cesaret
edemiyorlardı erkekler.
Fidel Castro, cinsel ve ırksal baskı
kapitalizmde sona ermedikçe, sırf üretim araçlarının kamulaştırılmasıyla bu tür
baskıların ortadan kalkmayacağını savunmaktadır. Bundan ötürü özel sömürüye
maruz kalmış kadın gruplarının kendi özgül baskılarına karşı devrim içinde
devrim savaşı vermeleri gerektiğine inanmaktadır.
"Neredeyse salt kadınlara özgü olduğu
düşünülen işlevler arasında çocuk sahibi olmak da vardır. Üreme insan toplumu
içinde doğal olarak kadının en önemli işlevlerinden biridir. Ama kadına doğa
tarafından verilen ve onları ev içindeki bir dizi günlük işin tutsağı haline
getiren de kesinlikle bu işlevdir."
Küba'da kadını toplumsallaştırma ve onun
salt kendi çocuğuyla sorumlu olmasını sona erdirmek için çalışmalar
yürütülmüştür. Buna ekonomik açıdan da ihtiyaç duyuluyordu. Kadını ev
işlerinden uzaklaştırmakla birlikte, "ev işlerini kim yapacak?"
sorusu ortaya çıktı. Bu sorun çözülmedikçe kadın toplum için tam verimli
olmayacaktı. Federasyon bu soruna kısa vadeli çözüm olarak yarım günlük iş
olanağını ortaya çıkarttı. Ancak bu süre içinde uzun vadeli, köklü bir çözüm
için çalışmalar sürecekti. Analar için doğum izni, çocuklar için ücretsiz
anaokulları, gençler için yatılıokullar hem ders görmek, hem çalışmak ve en
önemlisi de gençleri aileden bağımsız kılmak için 12-17 yaş arasındaki gençler
için toplu yaşam imkanları sağlandı. Bu toplumsal değişiklikler aile yaşamını
da değiştirdi. Boşanmalar kolaylaştı, çiftler uzun zaman için (iş ve eğitim
amaçlı) birbirlerinden uzak yaşıyorlardı. Bu gelişmelere rağmen Kübalı kadınlar
kendilerini ev işlerinden sorumlu görüyorlardı. Bu değişiklikler sırf üretim
amaçlı olarak ele alındığı için burada yeni bir yaşamın yaratılmak istenildiği
yeterince kavranılmıyordu. Halk tarafından da bilinçli bir yeni yaşam ve yeni
aile yaratma arayışları yoktu.
Devrim sonrası kadında cinsellik
bilincinin gizli oluşumu görünmekteydi. Kürtaj ve korunma imkanları
yaratılmıştı. Erkeklerin, gebeliği denetleme yöntemlerine karşı gösterdikleri
direniş, kendi beden ve düşüncelerini yöneten kadınlara karşı olmaktan
kaynaklıydı. Kadınların bu yöntemlere karşı kuşkuları ise kendi doğallıklarına
karışma sorumluluğundan çekindiklerindendi. Fidel Castro 1965'de bu konuyla
ilgili şunları söylüyordu: "Gelenek ve görenekler yeni toplumcu
gerçeklikle birlikte bir ölçüde yıkılacak ve gençliğin cinsel ilişkileri sorunu
çok daha bilimsel bir dikkat gerektirecektir. Ama bu sorunun tartışılması henüz
gündeme getirilmemiştir. Ne gelenekler görenekler kolayca değiştirilebilir, ne
de bunlar üstünkörü ele alınabilir. Ben, toplumsal, kültürel ve tutumbilimsel
(ekonomik) gerçekliklerin yeni koşulları ve insan ilişkilerindeki yeni
kavramları belirleyeceğine inanıyorum."
Genel olarak erkekler, oldukça fazla
ataerkil bakışaçısına sahiplerdi. Bundan ötürü kadının bağımsızlık arayışlarını
darbelemeye çalışmışlardır. 1970-75'lerde kadınlar parti yürütmesinde ve
hükümet kurumlarında ikinci sırada yer alırlar. 1974'de yapılan ilk seçimler
sırasında kazananların % 3'ünü kadınlar oluşturur. Bundan sonraki Kübalı
Kadınlar Konfederasyonu'nun, ikinci konferansının kapanış konuşmasında Castro
uğradığı düşkırıklığını ve seçmenlerin kadına olan güvensizliğini ortaya koyar.
Castro'nun belirttiği devrim içinde devrim, yani Küba devrimi içinde kadın
devrimi hala ulaşılması gereken bir hedef durumundadır.
Ö- Cezayir devriminde kadın
Bilindiği üzere Cezayir, çok uzun bir süre
şiddetli Fransız sömürü biçimine maruz kalmıştır. Bu sömürü sadece ekonomik ve
askeri alanda olmamış, tüm topluma da indirgenmiştir. Bu sömürü, Cezayir
erkeğini güçten düşürüp fazlasıyla silikleştirmiştir. Kürt toplumunda da olduğu
gibi, düşürülen Cezayir erkeği, egemenliğini kadın üzerinde kurmaya
çalışmıştır. Toplumsal gerçekliklerden dolayı erkek çok daha erken ve çok daha
derin sömürgecilerle ilişkili olmuştur. Bundan ötürü genel toplum açısından
sömürgeleştirilmiş erkek yabancılaşmayı simgelerken, kadın ülkesinde
yurtseverliğini korumuştur. Hem erkeği daha da düşürmek, hem de toplum içindeki
kadının rolünü darbelemek için sömürgeciler Cezayir kadınına yönelmişlerdir. Bu
yönelim değişik boyutlarda olmuştur. Bu uygulamalar zora dayalı olduğu kadar,
asimilasyon politikası biçiminde de gerçekleştirilmiştir.
Cezayir toplumu ağır İslam dini etkisi
altında olduğundan dolayı toplum için kadın namusu simgelemektedir. Bunu bilen
sömürücü güç, toplumu aşağılamak, moral değerlerini parçalamak için tam bu
noktaya yönelmiştir. Diğer yandan geleneklerin altında ezilen kadını sözde
özgürleştirme amaçlı belli kurallar getirmiştir. Sömürgeciler için özgürlük
Cezayirli kadınların emperyalist kültür tarafından ele geçirilmesiydi. Bunun
için kadın peçeyi bırakarak, Batı görünümü almalıydı. Fransızlar çok eşliliğe,
çocuk yaşta evlenmeye karşı yasalar koymuş, peçeyi kaldırmaya çalışmış ve kız
çocukların okula gitmeleri gerektiğini vurgulamıştır. O dönemdeki eğitim
sisteminin sömürgecilerin elinde olduğu unutulmamalıdır. Cezayirli kadına Batı
ölçüleri dayatılarak, kendisine yabancılaşmasına çalışılmıştır. Bunu insanları
ekonomik olarak kendisine bağlayıp, asimilasyon politikasını uygulayarak da
yapmıştır. Franz Fanon bunu şöyle anlatır: "İşyeri büyük bir aile gibi
olduğu için bazılarının karılarını almadan gelmeleri yakışıksız kaçabilir,
anlıyor musun? Bu resmi çağrılardan önce Cezayirli sık sık zor anlar geçirir.
Karısını alıp gelirse, yenilgiyi kabullenmiş olur, bu onun karısına 'yosmalık'
ettirmesi, onu sergilemesi, bir direniş biçimini bütünüyle bir yana atıvermesi
demektir. Öte yandan yalnız gitmesi de patronunu hoşnut etmek gibi bir
düşüncesi olmadığını gösterir, işten atılma tehlikesini göze alıyor
demektir."
Bu politikalar sonucu geliştirilen
Avrupalı kadınlara özenti, Batılı kadınlar tarafından kendi üstünlüklerinin bir
kanıtı olarak değerlendiriliyordu. Fransa'da yaşayan Cezayirlilerin durumu daha
farklıdır. Genellikle bunlar en kötü koşullarda yaşıyor ve en zor koşullarda
çalışıyorlardı. Üstünlük ve saygınlığın, kendisini sömürenlere ait olduğu bir
toplumda özüne duyduğu nefretle doluydu. Cezayirli egemenler tarafından yoksun
bırakılmış erkeklik duygusunu, Avrupalı kadında geri kazanmaya çalışıyordu.
Böylelikle öcünü alacağını düşünüyordu. Ancak bu düşünce ona daha fazla
kaybettiriyordu. Avrupalı kadının onu aşağılaması, onda hoşnutluk yaratarak sapkınlığa
götürüyordu. Fransızlara karşı başkaldırı güçlendikçe erkeğe karşı da bu öç
alma duygusunun siyasallaşmasına imkan tanıyordu. Özgürlük hareketinde erkek
kaybedilmiş öz saygınlığını ve erkekliğini kazanma umudunu görüyordu. Ancak
kadına yaklaşımında onu özgürleştirmeden ziyade egemenliğini daha da
pekiştirmeyi yeğliyordu.
Kadının bilinci militan olarak
kadınlığında değil, devrimci akımıyla ortaya çıkmıştır. Bu anlamda devrime
katılım cins bilincinden yoksundu. Mücadeleye katılan kadın, birlikte mücadele
verdiği erkekler tarafından bile bir militan olarak değil, sadece bir kadın
olarak görülüyordu. 1955'te Cezayirli kadınlar ulusal kurtuluş mücadelesine
daha aktif katılmaya başlarlar. Örgütü (FLN) bu konuda ikna etmek o kadar kolay
olmamıştır. Ağır ataerkil karaktere sahip olan örgüt, sonunda kadının desteğini
zorunluluk ve gerekliliğinden dolayı kabul eder. İlk etapta örgüte militanların
eşleri, daha sonra dul ve boşanmış kadınlar alınır. Zamanla evli olmayan genç
kızlar da katılabilmişlerdi.
Nihayetinde FLN tüm kadınlardan destek
almayı kabul eder. Böylesi bir yapılanmaya sahip olan bir örgütten kadını ön
cepheye alması beklenemezdi. Kadınlar arka cephede değerlendiriliyordu. Yalnız,
eylemlerin ülkenin Avrupa yakasına sıçramasıyla birlikte kadınlar daha da aktif
roller üstlenmişlerdi. 1956'dan itibaren kadın militanlar silahlıydılar (el
bombası, tabanca vs) ve illegal eylemlere katılıyorlardı. Bu hareketlerinde
dikkat çekmemek için Cezayirli kadın militanlar peçeyi bırakıyorlardı.
Kadının, ulusal kurtuluş mücadelesinde yer
almasıyla birlikte geleneksel yaşamı değişime uğrar ve böylelikle eski
sınırların dışına çıkmış olur. Gelişen eylemliliklerin ve ulusal hareketin
güçlenmesini engellemek için sömürücü güçler artık peçesiz kadınları da kontrol
etmeye başlar. Bu gelişme kadını siyasi nedenden ötürü yine peçe takmasına yol
açar. Kadının mücadeleye katılımı sadece kadında değil, geleneksel aile
ilişkilerinin değişimine de yol açmıştır. Erkeğin egemenliği bu dönemde azalır.
Kadının hem cephede, hem de cezaevindeki direnişi toplumda hayranlık uyandırır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi kadın,
mücadeleye ilk katıldığında cins bilincinden oldukça yoksundu. Buna ek olarak
ulusal kurtuluş mücadelesinin öncülüğünü yapan örgütün erkek egemenlikli olması
devrim esnasında kadın özürlüğü için özel bir yaklaşımın olmamasını beraberinde
getirmiştir. Belirtilen değişiklikler, koşulların zorlanması sonucu olmuştur.
Bundan ötürü devrim sonrası kadının eski konumunda hiçbir şey değişmemiştir.
Cezayirli kadın bütünüyle erkekler tarafından tanımlanıp yönetilen bir ortamda
hareket ediyordu. Erkek, kadını özel bir çabayla yeniden egemenliği altına
almaya çalışıyordu. "Bununla birlikte Cezayir ortam ve koşullarındaki
olaylar kadınların erkek direnişinin gücünü kırıp geçmelerini önlemek üzere
birleşmiştir. Siyasal olarak kadın erkek hücrelerinin bağımsızlığından sonra
ayırım uygulaması kadınların erkeklere yerel düzlemde karşı durmasının önüne
geçiyordu."
Devrim hükümeti aile ve evliliğe ilişkin
herhangi bir yasal değişikliğe gitme gereği duymamıştır. Erkeklerin kadınlardan
hala çok çabuk boşanabilmesi, kadının ekonomik bağımlılığından dolayı boyun
eğmesine yol açıyordu. Bu koşulların yanı sıra İslam dini de kadının durumunu
olumsuz yönde etkilemiştir. En korkunç gerçeklik ise, var olan siyasi durum bu
uygulayımlara karşı koymayı imkansızlaştırmasıdır. Devrim sonrası gitgide sağa
kayan yönetim, çokeşliliği bile ortadan kaldırmamıştır. Gelişen İslam
ulusçuluğu çok açık bir biçimde kadının görevinin İslam-Arap ahlakını yüceltmek
olduğu, erkeğinse devlet için siyaset yürütmek olduğunu vurgular. Ancak
kentlerde küçük bir kadın kesimi ekonomik bağımsızlığını elde edebilmiştir.
Sınırlı sayıda okuyan kızlar bazı bağımsızlık imkanlarından
yararlanabilmişlerdir. Meclise alınan az sayıda kadınlar bile evlendiklerinde
bu ayrıcalıklı durumu bitirirler. Fransız sömürüsünün ortadan kalkması,
kadınları otomotik olarak cins sömürüsünden kurtarmamıştır. Katmerleşerek devam
eden cins sömürüsüne karşı gereken devrim, belirtilen nedenlerden dolayı
başlatılamamıştır.
P- Kürdistan tarihi ve kadın
Doğaya bağımlı olmak gibi bir dezavantajın
insan yaşamını ve gelişimini zorlaştırdığı bir dönem olan İlkçağ'da yumuşak
iklimi, verimli toprakları ve iki yanından akan nehirleriyle Kürdistan
toprakları, döneminin adıyla Mezopotamya, yaşamın ilk tohumlarının gelişimi
için çok önemliydi. İnsanlığın "ilk"lerinin ortaya çıktığı,
geliştirildiği uygarlık merkezi statüsüne hemen kavuşmuştur. Ayrıca toplumsallaşmanın adımlarının atıldığı
yer olması itibariyle kadın tarihinin de -ve beraberinde insanlık tarihinin-
önemli nüveleri burada yakalanmıştır.
Bu topraklar ilk anaerkil toplumun ve yine
ataerkilliğe geçişin kaynağı durumundadır ve tarih, sanat, edebiyat, felsefe,
fizik, geometri, matematik, hukuk vb bilim ve düşüncelerin kaynaklarını buradan
alıp, diğer alanlara yayıldığı kuşku götürmez bir gerçektir. Anaerkilliğin
simgesi olan tanrıçaların anlatıldığı ilk mitolojilere de burada rastlanılır.
Örneğin; Mezopotamya ile adeta bütünleşmiş olan tanrıça İştar, her efsanede ve olayda
anlatılır. Mezopotamya tüm ekonomik, siyasal toplumsal gelişmeler açısından
kendisini İştar mitolojilerinde edebileştirir, insan üstüleştirir. Büyük
tanrısal sırlara sahip olması ve sürekli yaratmaya yönelik eylemlerde
bulunması, özellikleri arasındadır. Kimi zaman insan özelliklerinin yaratıcısı
olan, kimi zaman yeraltına inip kötülüklerle savaşan ve topraklarını
kuraklıktan kurtaran, kentine uygarlığı getiren İştarken, kimi zaman tanrıları
insanların başına yıkım getirmesi için kışkırtan, cezalandırıcı ve bitirici
İştardır. Ama her zaman iyi yanları, kötü yanlarına üstün gelir. Babil, İştar'ı
MÖ 2000'lerde şöyle anlatır:
"Tanrıça
Onun yeridir karar yeri
Ellerinde tutar herşeyin yazgısını
Onun bakışından doğmuştur sevinç
Yaşam coşkusu, görkem
Kadınla erkekteki yaratıcı güç."
Sümer yaratılış mitosunda, gök tanrı ile
yer tanrının dünyaya düzen verişi anlatılır. Bunun için hava tanrısı Enlil, Ay
tanrı Nanna yaratılır. Tanrı Enlil, yeryüzüne sığır ve tahıl sağlamak için,
sığır tanrısı Lahar ile tahıl tanrıçası Aşnan'ı yaratır. Yine kazmanın Enlil
tarafından yaratılıp, insanlara armağan edilişi anlatılır. Daha sonra birçok
yeri dolaşır, yönetilmeleri için tanrı ya da tanrıça atar. Temeller atar, evler
kurar, ovayı bitki ve hayvan yaşamı ile doldurur, koyun ağılları ve ahırlar
kurar.
Düzene konuşla ilgili son bölüm İnanna
(İştar) ile ilgilidir. İştar, uygarlığın nimetlerini kendi kenti olan Erek'e
götürmek ister. Bu isteğini gerçekleştirmek için, tanrının niteliklerinden biri
olan yazgıların tabletine sahip olmak gerekiyordur. Bunun için Mi denilen şeyi
elde etmesi gereklidir. Mi, tanrı Enki'nin elindedir. İştar, gidip onu sarhoş
ederek, elinden alıp, kendi kentine getirir. Mi; taç, taht ve asa gibi
egemenlikle ilgili nesnelerin sayılmasından oluşur.
Bir bütün olarak mitolojiye bakıldığında,
ataerkilliğe geçişin gelişmekte olduğu ve bununla beraber, yeni bir düzenin
adımlarının atıldığı anlaşılabilir. Ama asıl önemli olan bu geçişin anaerkillik
karşısında hala cılız olduğu gerçekliğinin kendisini hemen göstermesidir. Bu
düzenin son tamamlanış biçimi, egemenliğin -bir hile yoluyla da olsa- kadının
eline geçmesi sayesinde sağlanır. Fakat gelişmekte olan ataerkillik için
kadının bu konumu devam ettirilemez.
Daha sonra, anlatılan Gılgamış Destanı,
anaerkillikten ataerkilliğe geçiş sürecini ifade etmektedir. Buna bağlı olarak,
bu destan, ilkel komünal toplumun, köleci topluma geçiş sürecidir. İştar, bu
destanda tanrılar (erkek egemenliği) tarafından ele geçirilmiş, ancak gücünü
tam yitirmemiş bir tanrıçadır. Gılgamış, yarı tanrı olan ve ölümsüzlüğü arayan,
bundan ötürü de tanrılara kafa tutan bir önderdir. Gılgamış'ın önemli bir
özelliği, ona hazır sunulan bir ülkenin hükümdarlığını reddederek, aslından
varolan topluma geçişi aşmak istemesidir. Gılgamış, ilkel komünal toplumu
yıkıp, sınıflı topluma geçiş yapmayı amaçlamaktadır. Gılgamış'ın aradığı
ölümsüzlük, tanrıların elindeki güçtür. Ve Gılgamış, bu gücü tanrıların elinden
alarak yeryüzüne indirmek istemiştir. Buna karşı, tanrılar da Gılgamış'a karşı
en güçlü silahlarını kullanırlar. Bu çerçevede, Gılgamışla savaşmak için,
tanrılar adına İştar gönderilir. Daha önce belirttiğimiz olumlu özelliklere
sahip olan İştar, tanrıların egemenliğine girdikten sonra, ona tek silah olarak
güzelliği, cinselliği bırakılır. Bu, tanrıların ona karşı oynadığı bir oyundur.
Tanrılar İştar'a yalnız kendileri sahip olmak istedikleri için, ölümlülerin
İştar'a dokunmasının bedelini, yanmayla ödetirler.
Tanrılar, Gılgamış'a karşı bir güç olarak
Enkidu'yu yaratırlar. Enkidu, vahşi ormanlarda yabani hayvanlarla birlikte
yaşamaktadır. İlginç olan diğer bir nokta ise; Gılgamış'ın, Enkidu'yu bir
tapınak fahişesi aracılığıyla yabani durumundan çıkarıp evcilleştirmesidir.
Burada görüldüğü gibi kadının toplumsallaştırma ve insani duyguları aşılama özelliği
işlenmiştir. Gılgamış, evcilleştirdiği Enkidu'yu Uruk sitesine getirip, onunla
giriştiği bir kavga sonucunda dost olur. Enkidu ile Gılgamış'ın birleşmesi
büyük bir gücü ortaya çıkarır. "Ülkedeki tüm kötülükleri kovalım"
sözüyle birlikte, mücadeleye girişirler. İlk olarak Amanoslar boyunca uzanan
Sedir ormanlarının bekçisi olan Humbaba'ya karşı mücadeleye girişirler.
Humbaba'yı öldürmeleri üzerine ormanın sahibi olan Tanrıça İştar'ın iktidarını
ellerine geçirirler. Bu savaşım aslında anaerkillikten ataerkilliğe geçişin
mücadelesini anlatır.
Mezopotamya'da devralınan diğer önemli
tanrılar da şunlardır: Suların tanrısı Ea, onunla birlikte olan Damkina, güneş
tanrısı Şamaş ve karısı Aya, ay tanrısı Sin ve karısı Ningal.
Tüm bu anlatılan mitolojilerde de görüldüğü
gibi, insanlık tarihinin en eski uygarlık ürünleri Mezopotanya'da ortaya
çıkarılmıştır. Buradaki topluluklar, ilk yerleşik yaşamı, ilk toplumsal üst
yapılanmayı sağlayabilmişlerdir. Bunlardan birinin de Kürt kavmi olduğu kabul
edilmektedir.
Ari ırka mensup olan Kürtlerin Kuzey
Avrupa'dan Mezapotamya'ya gelişleri konusundaki tarihi araştırmalar devam
etmekle birlikte, binlerce yıldır bu coğrafyada oldukları kuşku götürmez bir
gerçekliktir. Kürdistan tarihi ile ilgili bilgiler daha çok arkeolojik kazılara
ve belli bir dönem görülen mitolojilere dayanılarak sağlanılmaya çalışılmış ve
özellikle Asur, Mısır, Babil vb uygarlıklarının yazılı belgelerinde Kürtlere
rastlanabilmiştir. Mezapotamya'da yerleşen ilk Kürt kavimleri olarak Ari asıllı
Guttiler, Lulular, Kasitlar, Huriler ve bunların kurduğu Mittani devleti
varlığını sürdürür.
Kürtlerin gelişim tarihine damgasını vuran
en önemli felsefe ve inanış daha önce belirtilen tüm mitolojilerden
etkilenilerek ataerkil geçiş süreci ile kendisini belli bir sistemliliğe
kavuşturmuş olan Zerdüştlüktür.
Zerdüştlük, MÖ 630 yıllarında Kürdistan
coğrafyasında görülür. Özellikle Mazdaizmden etkilenir. Zerdüştlüğün kurucusu
ve yayıcısı olan Zerdüşt'ün, bugünkü Azerbaycan topraklarında olduğu belirtilen
yerden geldiği tahmin edilmektedir. İnanışa göre, Zerdüşt, din adamı ile
evlenmek hazırlığı yapmakta olan genç bir kızın memesine gökyüzünün parlak
ışığı olarak girdi. Böylece esir olan ışın ile bir meleğin birleşmesinden
Zerdüşt meydana geldi. Zerdüşt'ün çocukluktan itibaren farklı ve güçlü olduğu
anlaşılmaktadır. Çevresinde oluşan sosyal karışıklık ve tüm moral değerlerinde
meydana gelen çöküntü büyüktü. Buna ilaveten kendi bölgesindeki insanlar
arasında hayvan katliamı, söze güvensizlik, sahtekarlıklar, kişilik bozulmaları,
dinsel kavgalar vs. had safhadaydı. Böylesi bir ortamda Zerdüşt çok merhametli,
iyi yürekli ve dürüst bir kişilik yapılanmasına sahipti. 23 yaşında Sebelan
Dağı'nda inzivaya çekilip, orada tek tanrı Ahuramazda fikrine ulaştığı
söylenir. Newroz olduğu kabul edilen bir bahar günü (21 Mart) inzivayı bitirir.
Zerdüşt inancına göre Ahuramazda (iyilik)
ve Ahriman (kötülük), Zervan (zaman) diğer adıyla tarihin başlangıcı, yaratılış
tanrısının ikiz çocuklarıdır. "Ahuramazda ne yapıyorsa iyi ve haklı iken,
Ahriman ne yapıyorsa kötü ve haksız idi. Ahriman, gördü ki, Ahuramazda iyi ve
haklı şeyleri yapıyor ve yaratıyor, ama ışığı yakmasını bilmiyor. Ve bunları
devlere anlatarak der ki: "Ahuramazda bu kadar iyi ve güzel şeyleri
yapmasına rağmen, bunlar karanlıkta kalsa bir şeye yaramaz, çünkü o ışığı
yakmayı bilmiyor. Ahuramazda akıllı olsa, annesinin yanına oturur ve böylece
güneş doğar, sonra bacısına döner, o zaman da ay doğar diye belirtir. Bunu
duyan dev, hemen Ahuramazda'ya gidip, her şeyi anlatır."
Burada görülen aslında, ataerkil bir
sürece geçilmek istense de, onu anlamlı kılacak asıl güç (ışık) halen
kadındadır. Ve bu anlamda, kadın hala önemlidir. Ahriman ve Ahuramazda,
Zerdüştlük felsefesinin temeli olan "her şey zıttı ile izah edilir"
ilkesini temsil eder. Kötünün olmadığı yerde iyilikten bahsedilemez. Kötü her
yerdedir, fakat ondan korkacağına, kaçacağına, ona karşı her yerde
direnilmelidir. "İçindeki kötüye direnip, onu yenersen tanrı sen
olursun" der, Zerdüşt. Ve devamla insanın kendisini geliştirip, aşmasının
dünyada en hoş olan şey olduğunu söyler.
Zerdüştlükte, yaşamı "iyi düşün, iyi
söyle ve iyi yap" şartı belirler. İlk iyi olan temiz düşünce ile iyiyi
düşünmedir. Bundan sonra diğer şeyler gelir. Temiz bir insan tarafından
üzerinden yürülürse, toprak en rahat ve sevindiricidir. İkincisinde ise, toprak
ana intizar eder ve "Toprak ekilmek istiyor. Ekilmeden öyle durmaktan
üzüntü duyuyor, sevinmiyor. Kim sol ve sağ eliyle toprağı işlerse o kazanacak
ve sevinecektir" der. Ve böylece Ari halkını sürekli çalışmaya ve toprağı
işlemeye sevk eder. Bu sayede barış içinde yaşanabileceğini, kötülükle
savaşılabileceğini belirtir. Zerdüştlük, toprağı, ana olarak değerlendirir. Tüm
canlılar ve ürünlere yaşam sağlaması, toprağın kutsanmasına nedendir. Zerdüşt
öğretisinde tıpkı toprağın işletilmesinin bereket ve bolluğa yol açarak,
toplumun refah düzeyini arttırması gibi, kadının da evinde, çocukların annesi
olarak onları yetiştirirken iyiliği, yurtseverliği ve insanseverliği
aşılayarak, toplumsal barış ve huzurun yaratılmasında etkin oldukları kabul
edilir. Zerdüşt dini inancına göre, tanrı kadın ile erkeği birarada ve
birbirlerine arkadaş olarak yaratmıştır. Zerdüşt öğretisinde dini inanç
açısından insan cinsleri arasında bir ayrım yapılmaz. İnsanlar arasında iyiye
ve kötüye hizmet edenler diye ayrım yapılır. Ne dini, ne de sosyal açıdan kadın
ve erkek arasında herhangi bir ayrım olmayıp, iki cins eşit hak ve görevlere
sahip olarak değerlendirilir. Zerdüşt inancının bölgede gelişip yayılması ile
orantılı olarak, erkeklerin tek kadınla evliliği de gelişmiş ve yayılmıştır.
Kadınların, erkek çocukların anaları olarak, kötülük ve düşmanlara karşı
ülkelerini savunmaları ile mal, can ve namuslarını korumalarında eğitip
yetiştirmede büyük rol oynayacağını belirlerler.
Zerdüşt inancına göre, Ahuramazda'nın altı
meleği vardı. Bu melekler, Ahurmazda'nın sıfatlarını yüklenmiş, ama
Ahuramazda'nın öz varlığından bağımsızdırlar. Her birinin ayrı özellikleri
vardır. Dikkat çekici olan yan; bilgelik, bilgililik özelliğini taşıyan meleğin
kız olmasıdır. Ve daha sonraki dinlerde de görüldüğü gibi, bilgi ile kadın
özdeşleşmektedir.
Zerdüştlük, Med organizasyonunda da
gelişimini devam ettirir. MÖ 1000'li yıllarda Kuzey Avrupa'dan Mezopotamya'ya
gelen Medler, yazılı kaynaklara göre, MÖ 21 Mart 612 yılında Asurluların
başşehri Ninova'yı aldılar. Bu olay, Demirci Kawa efsanesiyle
destanlaştırılmıştır. Asurlara karşı, böylesi bir direniş sürecinde kazanılan
birlik, köleci imparatorluğa dönüştürülmüştür. Siyasal bir güç olma
durumlarının yarattığı elverişli koşullardan yararlanan Medler, günümüz
Kürdistan'ını da kapsayan alanları hızla kendi yerleşim alanları haline
getirmişlerdir. İlk defa düzenli askeri birlikler kurdular ve kışlalar
yaptılar. Bu anlamda Med kültürü ve dili yerleşik halkların kültür ve
dilleriyle kaynaşarak, ama daha çok da onları etkisi altına alarak hakimiyet
alanı derinliğine ve genişliğine gelişmiş, ulusal değerlerin gelişmesinin
zemini yaratılmıştır. Halklaşmanın önemli temelleri bu dönemde atılmıştır.
Halklaşma, Pers İmparatorluğu'nun egemenliği döneminde de, seçkin bir halk olma
özelliğini sürdürerek, devam edilmiştir. Pers egemenliği altında kültürel
gelişmelerine izin verilmiş, fakat siyasi gelişmeleri engellenmiştir. Med
sosyal yaşamında kadının, erkekten düşük bir konumu yoktu. Bunda daha önce
belirttiğimiz Medlerin dini inancı olan Zerdüştlük öğretisinin de oldukça
etkisi vardır. Bununla beraber, toprağa dayalı üretim de kadın ve erkeğin çok
farklı bir konumda olmamalarını sağlıyordu. Zerdüştlüğün bir diğer etkisi olan
özellik de, tek eşliliğin hakim olmasıydı. Çok eşlilik İslamiyet'in etkisinden
sonra gelişir.
Med siyasal yapılanmasında da,
Zerdüştlüğün etkisi vardır. Şöyle ki; köleci dönemin bir gereği olarak
yayılmacı ve egemenlikli bir devlet olması gerekirken, Zerdüştlüğün insancıl
felsefesinin etkisiyle, bunun çok sınırlı geliştiği görülür. Örneğin; MÖ 590
yılında Kızılırmak boylarında Medlerle Lidyalılar arasında başlayan savaş, beş
yıl sürmüş, savaş sırasında güneş tutulması olayı ile iki taraf arasında barış
yapılmıştı. Bu antlaşmayı pekiştirmek için, Lidya kralının kızı Aryeniz ile Med
kralının oğlu Astyag evlendirildi. Genel olarak tarihe bakıldığında böylesi
evlilik yoluyla toprak sahipliğinin daha da genişletildiği görülür. Ama
Medler'de görülen, bu durumun tersidir. Evlilik yapıldıktan sonra Medler batıya
doğru ilerlemekten vazgeçerek, geri dönerler.
"Kadın, Med ve takibeden Pers
toplumunda üzerinde antlaşma yapılan konulardan biridir, ki bu anlaşma; tarla
veya köyle ilgili yapılan antlaşmalardan sonra en yüksek değeri olan bir
antlaşmadır. Kadın üzerine yapılan antlaşma, beşinci dereceden olan bir
antlaşmadır. Kadın ekseri beşik kertmesi olarak babası veya velisi her kimse
onun tarafından 'satılabilir.' Bu işlemle ilgili gelenekler, zaman içinde ufak
tefek değişikliklere uğrayarak da olsa zamanımıza kadar gelebilmiştır." Bu
açıklamada da anlaşıldığı gibi, kutsal kitap olan Avesta, kadın üzerine yapılan
anlaşmayı da içerir.
Med İmparatorluğu'nda çok fazla tarihi
araştırmalar ve kazı çalışmaları yapılmamakla beraber, öğrenilebilen ve
bulunabilen kültür ve sanat öğelerinde kadının izine de rastlanılmıştır.
Kürtlerin, Medler'den sonraki tarihi, bir işgal ve istilaya uğrama tarihidir.
Perslerden sonra bölgeyi, Büyük İskender işgal etmesine rağmen, dağlık
alanlardaki Kürt aşiretleri bağımsız yaşamlarını sürdürüyorlardı. Bu anlamda
İskender'in bu dağları aşarak, Kürdistan'a hakim olabilmesi mümkün değildi.
Döneminin tekniği ve gücü ile bunu başaramayan İskender, kendine ait 10.000
askerle 10.000 Kürt kızını evlendirerek, bunu başarmaya çalışmıştır. Daha
sonra, Roma egemenliği başgösterir. Roma'ya karşı sürekli olarak savaşan
Partları alt etmek için dönem dönem Medlerle ittifak kurmuştur. Partlar, bunun
üzerine Medleri cezalandırmak için saldırıya geçerler. Ama, Roma ordusu ile
karşılaşırlar ve yine Medlerin Romalılara desteğiyle yenilirler. Bu zaferden
sonra, Med kralının kızı, Roma kumandanının oğluyla evlendirilip dayanışma
antlaşması yapılır. Romalılardan sonra bölgede Sasani ve Bizans çekişmesi
başlar.
Tüm bu işgal ve istila hareketleri Kürtler
için, bir siyasal ve ekonomik gerileme ile birlikte sosyal yaşamda da bir
gerilemeye yol açmıştır. Bununla beraber, kadının yavaş yavaş arka plana
itildiği tahmin edilmektedir. Bunlarla birlikte, ulusallaşmada da bir gerileme
yaşanır. Dış saldırılara karşı, doğa çekilen küçük gruplar, kendi aralarında
birleşerek dışa kapalılığı yaşarlar. Bu da ileride ulusal birliğin önünde engel
olacaktır.
Kürdistan'ı derinden sarsan bir diğer olgu
da, İslamiyet'in girişi olmuştur. İslamiyet Muhammed döneminde Arabistan
yarımadası dışına fazla sarkmadıysa da, Halife Ebubekir döneminde yayılmaya
başlamıştır. Halife Ebubekir komutası altında Sasani devleti büyük yenilgiye
uğratılır. Bu savaş sonrası MS 635 yılında tüm Güney Mezopotamya İslami işgalin
altına girer.
MS 638'de Bizanslılara karşı verilen savaş
ardından Orta Mezopotamya işgal edilir. Halife Ömer'in ölümünden sonra da
Kürdistan'ın önemli bir bölümü ele geçirilir ve yerine geçen Osman'ın emriyle
de Kuzeybatı Kürdistan işgal edilir.
İslamiyet'in girmesinden önce
Kürdistan'daki beylikler otonom halindeydiler. İslamiyet'e en çok direnen halk
Kürt halkı olmuş ve sürekli isyan etmişlerdir. Arapların Kürtler üzerindeki
katliamını, Süleymaniye'de bulunan bir Kürtçe şiir şöyle anlatır:
"Hürmüzgahlar virane oldu, ateşler
söndü
Büyük büyükler saklandılar,
Sitemkar Araplar her tarafı harap ettiler
Hatta Şehrizar'a yetiştiler.
Kadınları, kızları esir götürdüler,
Azat esirleri kana boyadılar.
Zerdüşt'ün ayını kana boyandı
Hürmüz kimseye yardım etmedi."
İslamiyet'in başlangıçtaki ilericilik
yönünün aşılıp gericileşmeye başladığı bir dönemde Kürdistan'a girdiği görülür.
Araplar açısından sosyal ve kültürel bir gelişimin önünü açmışsa da diğer
halklar açısından baltalamıştır. Çünkü yabancı halkların kültürlerine son
vererek, Araplaşmayı dayatmışlardır.
Kürtlerin milli bütünlüğü gelişmediği
için, zorla giren İslamiyet, kendi benliğinden uzaklaşmanın başlangıcı
olmuştur. Kürtlerin eski dini olan Zerdüştlük milli, manevi değer yargılarını
geliştirme özelliğine sahipken, İslamiyet bunları ortadan kaldırmaya
çalışmıştır. İslamiyet Kürdün yüreğinde ve beyninde milli inkarı hazırlayan ve
kaleyi içten fethetme rolünü oynayan Truva atı gibidir. Aslında giriş
aşamasında büyük hitabet gücüne sahip olan fetihçiler, halklar tarafından büyük
sempatiyle karşılanır. Hatta batıdan gelen Bizans saldırılarına karşı olumlu
bir hareket olarak görülür. Ancak 8. ve 11. yy'da hızla gelişen Araplaşma ve
pratikte daha da net ortaya çıkan İslamlaşma gerçek yüzünü gösterir.
Kürdistan'ın verimli topraklarının feodal
gelişme için elverişli olması ve Araplara komşu bulunması nedeniyle, Arap
egemenliği etkisini en çok Kürtler üzerinde gösterdi. Kürdistan'ın fethedilen
bölgelerinde merkezi imparatorluğa bağlı feodal emirlikler oluşturularak, bir
yandan toplumun feodalleşmesi ve öte yandan Arap sömürgeciliğinin gelişmesi
birlikte yürütüldü. Kürdistan'da feodaleşme, sömürgeleşme ve Araplaşma
birbirini tamamlayarak gelişmişti. Kürtler Arap hakimiyeti altına girdikleri
feodal dönemde de daha az işgal, istila ve yabancı egemenlik biçimine tanık
olmadılar. Köleci dönemde hiç olmazsa ideolojik olarak milli kalabilen ve bir
milli direnme ideolojisini görebilen Zerdüşt dininin ortadan kaldırılmasıyla,
Kürtler manevi olarak da yabancı işgale uğradı. Mezhepleri ve tarikatlarıyla
yerli ve yabancı feodallerin elinde sömürüyü gizleme, ümmetçiliği geliştirme,
milli değerleri unutturma aracı haline gelen İslamlık, Ortaçağ'dan günümüze
kadar Kürtlerde milli direniş ruhunu öldüren en büyük ideolojik araç olmuştur.
9. yy'ın ortalarından 11. yy'ın sonlarına kadarki dönem, Kürdistan tarihinden
yabancı egemenliğin zayıf olduğu dönemdi. Bu dönemde güneyde Arap Abbasi
İmparatorluğu'nun ve batıda Bizans İmparatorluğu'nun zayıflaması doğuda ise
Türk akınlarının henüz başlamamış olması nedeniyle Kürdistan'da feodalizm
(İslamiyet'in etkisiyle gelişen bir feodalizm) bağımsız olarak hızla gelişme
ortamına kavuştu. Aynı dönemde Kürtlerin sosyal, siyasal, kültürel gelişmesi
hızlandı. Van'dan Urfa'ya kadar uzanan bölgede Mervani Kürt Devleti kurulurken,
diğer alanlarda da Kürt beylikleri adeta bağımsız devletler biçiminde
geliştiler. Araplaşmanın etkisindeki sosyal, siyasal gelişim özellikle
Mervaniler döneminde önemli bir zemin bulmuştur.
Yukarıda belirttiğimiz gibi İslamiyet
yalnız ulusal parçalanmayı getirmemiş ayrıca döneme kadar varolan ulusal
değerler de dumura uğratılmıştır. Zerdüşt inanışında, kadın ile erkek
arasındaki eşitsizlik zayıf bulunurken, kadın ise doğurgan özelliğiyle toprakla
özdeş tutularak saygın bulunur. Ancak İslamiyetle birlikte eşitsizlik her
alanda olduğu gibi kadın ile erkek ilişkisinde de yansır. Kadın tamamen
mülkleştirilir. O döneme kadar iki cins için geçerli olan monogami, yerini
İslamiyetle beraber erkek için çokeşliliğe bırakır. Özellikle Kürdistan'da bu
durum teşvik edilerek Arap kültürüne bağımlılık daha da geliştirilir. Örneğin;
Mervani devletindeki, Mervan 365 tane genç kızla evlenmiştir. Yani bir güne bir
kadın... Birçok Kürt bey ve ağasında üç, dört, on evlilik bir gelenek olmuştur.
Başkan APO bu konuyu şu sözleriyle değerlendiriyor: "Adamın aklına gelen
365 tane eş bulma ve bunları saraya yerleştirmektir ve ismini bile
hatırlayamadığı kadar çocuk yapmaktır (...) Psikolojik ve sosyolojik olarak ele
alındığında Kürt beyliğinde böyle bir güçlenme oldu mu kadın konusunda
gelişiyorlar. Bunu yalnız Kürtlere ait bir kurum olarak almayalım. Hz.
Muhammed'in kendisi de güç kazandığında onüç tane eş alıyor. Bir o kadar da
cariye ve hepsi siyasi nitelikli."
Mervani beyliğinde görüldüğü gibi o döneme
kadar Kürtlerde görülmeyen saray kültürü Kürdistan'a İslamiyetle birlikte
girmiştir.
Yine bu devlette cüzi de olsa kadının
siyasi statüsüne rastlanır. Mervani Kürt devletinde hükümdarın yanına Ebu Salim
adında bir hekim gelir. Ona değer verilir ve üst bir mevkiye getirilir. Aynı
dönemde bu hekimin karısı da hükümdarın karısının yanına gider, bu durum
üzerinde hakimin derecesi ve itibarı o kadar yükselir ki, sonunda hükümdar
kendi vezirini tutuklatarak bütün devlet yönetim işlerini Ebu Salim'in eline
verir. Ebu Salim öyle bir nüfuz kazandı ki, bütün devlet Ebu Salim'in ve
karısının yönetimine girdi. Bu örnek kadının siyasi statüsünü doğrulamaktadır.
Ancak İslamiyet'in Kürdistan'da daha da kökleşmesiyle birlikte kadının siyasi
statüsü sıfırlanır. Bilindiği gibi İslamiyet kadının rolünü ve önemini sırf
doğurganlığıyla sınırlar, ayrıca namus olgusunu da kadınla somutlaştırır. Bu
iki olgu, kadını siyasal, ekonomik ve sosyal faaliyetlerden dıştalar ve eve
kapanmasına yol açar. Bu, aslında Kürdistan coğrafyasında yaşayan kadınlar için
aykırı bir durumdu.
Kadın, namusu koruma mantığı doğrultusunda
ve aynı zamanda kışkırtıcı olduğu gerekçesiyle çarşaf altına kapatılır. Kadının
namus ölçüsü, evlendiğinde bakire olmasıydı. Bu anlayış neredeyse kadın ve
erkeğin birbirleriyle konuşamaz hale gelinmesine neden oldu. Bekaret anlayışı,
temelde bir mülk anlayışına dayanıyordu ve daha da pekişerek kadın başlık
parası karşılığı satılır hale geldi. Kadının ikinci plana düşmesiyle birlikte
İslamiyet, erkeği soy sürdürme rolüyle daha da yüceltir. Erkek, annesi üzerinde
bile söz sahipliği hakkını kazanır. Kadına biçilen iyi bir eş ve anne olma
rolünün karşılığında erkeğe de kadını geçindirme görevi yüklenerek, kadın bir
kez daha bağımlılaştırılır. Belirtildiği gibi kadınla bir tutulan namus, buna
dokunulması halinde Kürdistan'da bitmez tükenmez kan davalarına yol açmıştır.
Diğer taraftan eve kapatılan kadın bir mal olarak aşiretlerarası ilişkilerde
kullanılır. Yine ilişkileri daha çok güçlendirmek amacıyla karşı aşiretlerin
erkeklerinin yaşları ne olursa olsun genç kızlarla değiş tokuş edilir. Buna
berdel denir.
Araplaşma, sömürü ve baskı din adı altında
yürütülürken, egemenlik altındaki halkların gelişmesine hiçbir şekilde zemin
sunulmaz. Büyük askeri komutan, Selahaddini Eyyubi, Kürt kökenli olmasına
rağmen Araplar açısından birleştirici rol oynar ve egemenlik sahasını
geliştirirken, Kürtlüğü ve gerçekliğini inkar eden bir durum içerisindedir.
İslamiyet'le beraber Kürt tarihinde ilk olarak ihanet de başgösterir. Bu da üst
tabakada Arap egemenleri Kürt aşiret ve feodal beylerini işbirliğine çekerek,
etkilerini derinleştirmeyle boyutlanmıştır. Ve bu Osmanlılar döneminde
katmerleşmiştir.
Mervani Kürt Devleti'nin kurulmasına
elverişli ortam hazırlayan siyasal boşluğa, 11. yy'da Orta Asya'dan göç ederek
Anadolu ve Mezopotamya'ya yerleşen Türkler, kurdukları devletlerle son
verdiler. Ortadoğu'ya akınlar halinde gelen Türkler, egemenlik sağlamanın
yolunun İslami fetihçilikten geçtiğini anladılar ve hızla bu dini kabul ederek,
İslamiyet adına yağma ve talan hareketlerine giriştiler. Bunu Bizans'ın güçsüz
düşmesi de kolaylaştırmıştı. Yağma, talan ve gaspla, Kürdistan ve çevresine
gelen Türkler sınır boylarına yerleştiler. Bunun yanısıra Kürdistan'a
girdiklerinde Marks'ın 'tarihi' "yenenlerin yenilgisi" tezinin
doğrulandığını çok net görebiliriz. Zayıf ve cılız bir kültürle Kürdistan'a
giren Türkler, bu gelişkin kültür içerisinde erimişlerdir. Arap egemenliği
altında doğan Kürdistan feodalizmi, Türkler ve Moğollarla çatışarak
olgunlaşmıştır. Kürt beylikleri daha da güçlenmişlerdir. Bu çatışmaları
ovalarda sürdüremeyerek dağlara çekilen ve burada da mücadelesini devam ettiren
Kürt aşiretleri, aşiretçilik yapılanmasının devam ettirilişi olmuşlardır.
Böylesi bir süreçte Osmanlı Devleti'nin
kendisini geliştirdiğini görmekteyiz. Zamanla merkezi feodal nitelikte bir
imparatorluk haline geldi. Osmanlı egemenliklerini sağlamlaştırırken, sadece
zora başvurmayarak, hakimiyeti altındaki beyliklere otonomi verir. Batı
halklarına tanınmayan özerklik Kürt beyliklerine tanınır. Burada güdülen amaç,
güç olarak görülen Kürtleri yanlarına çekerek başka halklara karşı
savaştırmaktır. Zaten Arap egemenliği altında Truva atı rolünü oynayan Kürt
beyleri bu dönemde de siyasi otoriteyi imparatorluğa peşkeş çekmekle kalmayıp,
işbirlikçi ve uşaklaşma sürecinin başlamasına neden olmuştur. İşbirlikçilikte
önemli bir yeri olan Şeyh İdris-i Bitlisi, Kürt tarihinde önemli bir dönüm
noktasına damgasını vurmuştur. Osmanlılar Safeviler'in doğudan ilerleme
tehlikesine karşı sınır boylarında yaşayan Kürtlere geniş otonomiler tanıyarak,
siper rolünü gördürmekle birlikte, imparatorluk sınırlarının gelişmesi için de
kapı olarak kullanırlar. Bu süreçte Kürtlerin geniş otonomiye kavuşmasını
sağlayacak bir beylerbeyinin seçilmesini isterler. Fakat Şeyh olması itibariyle
bölgede en etkin olan Şeyh İdris-i Bitlisi, "Biz birleşemeyiz, bizim öyle
bir özelliğimiz var, sen bize bir beylerbeyi gönder" der.
Tarihe bakıldığında bu anlaşmaya kadar
düşmanla direkt bir işbirliği geliştirilmez ve içsorunlarına karıştırılmazlarken,
bu anlaşmayla yeni bir işbirliği sürecinin adımları atılmıştır. Osmanlıların,
Kürt beylerini Safevilere karşı bu kadar kolay işbirliğine çekebilmesi de
mezhep çelişkilerini geliştirmesine dayanır. Kürtlerin egemen kesimi Sünni
olurken, Safevilerde egemen olan mezhep ise Şiiliktir. Bu yöntemle birçok Şii
Kürtler eliyle katledilir. Bu ihanet ve çatışmanın sonucunda Kürtler iki
parçaya bölünür. Bu tarihi kesitlerden de anlaşılacağı gibi ihanetle soyunu
başka egemenliklere peşkeş çekme tarihi Kürdistan'da erkek eliyle yazılmıştır.
Dış dünya ile ilişkiyi birinci elden sağlayan ve kadını yöneten konumundaki
erkek hem aracı, hem de uygulayıcıdır ve ihanet, toplumun en küçük hücresini
dahi etkilemiştir.
Üç kıtada yayılan İslamiyet dini halklara
uyarlanırken, farklı biçimlerde yorumlanır. Kürtlerde İslamiyet, medrese
kültürü ile halkın özgünlüğüne göre yorumlanır. Bu anlamda birçok Kürt Nakşi
medreselerden geçmiş ve Kürt kültürünün din çerçevesi dahilinde gelişmesini
amaçlamışlardır. Ancak işbirlikçilikten kurtulamadıkları için birliği
sağlayamamış ve başarıya ulaşamamışlardır. Medreselerde büyük şeyh başları
özellikle devlet işbirlikçisi olurken, okul yöneticileri ise önemli oranda ve
özellikle de onyedinci yüzyılda Kürt aydınlanmasını temsil etmiştir. Meleye
Cizire, Faqi Teyran, Ehmede Xane gibi edebiyatçılar toplumsal acıları birlik
ihtiyacı ve milli duyguları açığa vururlar. Bu aydınlar İslamiyet'in Kürtlerde
yarattığı tahribat ve bölünmelere tepkilerini edebi eserlerinde yansıtmaya
çalışırlar. Örneğin, Meleye Cizire 16. yy'daki bağımsızlık fırsatının
değerlendirilmemesine tepki olarak, "Gelince talih ve fırsat, ihmal
haramdır onda" demektedir. Ehmede Xane en büyük eseri olan Mem u Zin
trajedisinde, Kürt halkının bunca çektiği acıları, toplumsal sorunları en iyi
biçimde işlemiştir. Değişik bir eserinde duygu ve düşüncelerini bir dörtlükte
şöyle ifade eder:
"Büyükler ve yöneticiler için değil,
Belki Kürt çocukları için.
Kur'an'dan kurtulmaları gibi
Gerçeği tanımaları gerekir."
Birlik olamayan ve siyasi merkezi
otoriteye ulaşamayan Kürtlerin en temel sorununun bu olduğuna inanan ve bir
liderlik doğuşunun özlemini dile getiren Ehmede Xane, bu özlemini yarattığı Mem
u Zin adlı eserini bir vasiyet olarak geleceğe bırakır. Burada birliğin,
devletin ve ülkenin olmadığı bir yerde aşkın nasıl bir trajediye dönüştüğünü ve
aşkın da ancak birlik ve iktidarla gerçekleşebileceğini anlatır.
Bu toplumsal trajedi, Osmanlı devletinin,
gerici özellikleri kendisinde giderek geliştirmesiyle daha da boyutlanır. Daha
önce Kürtlere tanınan bazı ayrıcalıklara zamanla son verilir. Mecburi askerlik
ve vergi yükümlülüğü getiren Osmanlılar, bunları uygulayabilmek için
Kürdistan'ı kan ve ateş içinde bıraktılar. Azgınlaşan bu baskı ve sömürüye
karşı, 19. yy'da Kürdistan'da boydan boya isyanlar yaşandı. Bu direnmelerin
başlıcaları 1831-1835 Revanduz, 1842 Behdinan, 1842-1848 Bedirxan Bey ve
benzeri isyanlardır. İsyan edilmiş olsa bile, temelinde ulusal birlik,
bağımsızlık arayışı olmadığını, kendi bazı maddi aşiret çıkarlarından vazgeçmek
zorunda kaldığını görüyoruz. Bunların sosyal yaşam tarzları da Osmanlı'nın
devam ettirdiği Arap kültürü etkisindedir. Örneğin; Bedirxan Bey'in 99 tane eşi
ve bir o kadar da çocuğu vardır. Sülalesi bugün oldukça geniştir ve torunları
da üç kıtaya yayılmıştır. O dönemde olağanüstü bir haremlilik geliştirilmiş ve
bu, Osmanlılarda bir sanat halini almıştır. Yani yine egemeninden fazla
ayırdedilmeyen bir tarzdır bu.
Her güç kazanan, kendine böyle yaklaşır;
siyasal iktidar ve devlet olma eşittir kadın aleyhinde bir durum yaratmadır.
Osmanlı devleti egemenliği altındaki
Kürdistan'ın, giderek feodal sömürgecilik altına alınarak, daha ileri bir
gelişme içine girmesine hiçbir biçimde olanak tanımadı. Kürdistan sürekli
olarak bir savaş alanı olarak kullanıldı ve bu savaşlarla birlikte uygulanan
ağır yabancı baskı ve sömürü ortamında halk kitleleri soyulup katledildi. Arap
egemenliği döneminde şekillenen Kürt feodallerinin işbirlikçi karakterleri, bu
dönemde Türk hakim sınıfına işbirlikçiliğe dönüşerek, uşaklık mertebesi
gelişti. Bir yandan Osmanlı'nın çemberi altında kalan, öte yandan zanaatçılığın
yıkılmasına karşın bunun yerini burjuva bir sınıfın alması sonucunda
durgunlaşan Kürdistan feodal toplum yapısı, halkı karanlıklar içinde tutarak
devam etti. Kürdistan'ı bu biçime getiren Osmanlı Sultanları onu olduğu gibi
Türk burjuvazisine teslim ettiler.
Buna rağmen sonuçta Osmanlı İmparatorluğu
20. yy'da yıkılması engellenemez bir hale gelmiştir. Batı ülkelerinin işgaline
karşı Türk direnişine Kürtler de otonomi antlaşmasıyla katılmışlardır. Ortak
savaşım sonrası Türkiye Cumhuriyeti Devleti Mustafa Kemal önderliğinde kuruldu
ancak Kürtlere verilen sözlerin hiçbiri yerine getirilmedi.
Tam tersine; Lozan'da yapılan uluslararası
bir antlaşma sonucu, Kürtler tam iradesizleştirilerek dört ayrı sömürgeci
devlet olan Türkiye, Irak, İran ve Suriye tarafından paylaşılmıştır. Bundan
sonra Türkiye boyutunda Kemalizm, Kürdistan'a girişi inkar ve soykırım
temelinde olmuştur. Bunu iki politik yöntemle hayata geçirmeye çalışmıştır.
Birincisi kızıl katliamlar, diğeri de asimilasyon olur. En kanlı katliam,
sözler verilip yerine getirilmemesiyle tekrar başlayan isyanlar zincirinin
sonuncusu olan Dersim'de yapılır.
Tüm bu isyanlarda Kürt kadınının
kahramanlıklarını tarih yazmıştır. Alişer'in eşi Zarife Hanım ile Seyit
Rıza'nın eşi Bese bunlara yalnızca iki örnektir. Zarife Hanım, Koçgiri
İsyanı'nın önderi olan Alişer'in akrabasıydı. Nuri Dersimi kitabında Zarife
Hanım'dan şöyle sözediyor: "Zarife dahi kocası gibi Kürt milli davasına
bağlı, aynı yüksek gayeleri takip eden, emsalsiz bir Kürt kızı olduğunu hayatta
bilfiil ispat etmiştir. Zarife, Kürt kadınları arasında milli uyanış için
emsalsiz bir propagandacı olmuş ve Alişer'in milli faaliyetinde onun sağ kolu
ve iş arkadaşı olmuştur. Zarife, Alişer'e daima Kürtçe arkadaş anlamına gelen
'heval' derdi (...) Zarife uzun boylu, iriyarı ve her hususta bir Kürt kızıydı.
Her yıl Dersim'e gider, milli gayeler hakkında nutuklar söyler ve aşiretler
arasındaki ihtilafları ciddi bir hakim gibi hallederdi." Zarife'nin
cezalandırdığı bir hain için, İstanbul'da yayınlanan Türkçe İnci gazetesinde,
15 Aralık 1937 tarihinde "Alişer'in 'aslan eşi' Zarife'nin kurşunuyla ölen
vatan ve millet haini" yazısı yazılarak hainin fotoğrafı gösterilir.
Alişer ve Zarife'nin bir iç ihanet eliyle şehit edildikleri bilinmektedir.
Zarife Hanım bizzat silahlanarak savaşa katılırken, birçok yurtsever kadında da
kahramanlık örneğine rastlanır.
Nuri Dersimi, 'Kürdistan Tarihinde Dersim'
kitabında "Kürt kadınının kahramanlığı" başlığında bu konuyla ilgili
iki örnek sunmuştur. Bitlisli Avukat Kemal Fevzi Diyarbakır'da idam cezasına
çarptırılır. Daha sonra itiraz hakkına diayeten üç gün bekletilir. Kemal Fevzi
bu üç günde azap saatlerini yaşarken, kızkardeşi kendisini ziyarete gelir. Bu Kürt
kızı kalbinin acılarına rağmen kardeşini teselli ederek ona cesaret verir.
İkinci örnek şudur: 1927 yılında Huveylinuh İzzet Bey ve akrabalarından bir
kısmı Türk kuvvetlerine karşı savaşırlar. Bundan ötürü Nuh Bey'in kızkardeşi
Gülnaz tutuklanarak Muş'a götürülür. Bu savaşta İzzet ve yeğeni Sıdık Bey
kafası kesilerek şehit edilirler ve kelleleri Muş'a gönderilir. Hangi başın
kime ait olduğunu çıkarmak için Gülnaz'ı hapisten getirtirler ve bunları
belirlemesini isterler. Gülnaz ilk olarak kardeşi İzzet Bey'in başı önünde
eğilerek, kardeşinin Kürdistan için yaptığı kahramanlıkları yüksek bir sesle
haykırır. Bundan sonra oğlu Sıdık Bey'in kesik başına elini uzatır, gözlerini
okşar ve yüksek bir sesle "Bu, benim tosunumdur, buna ben bugünler için
süt verdim. Eğer Kürdistan davası uğrunda bu surette ölümünü görmeseydim,
kendisine sütümü haram ederdim" der. Nuri Dersimi, Kürt kadınının bu
kahramanlıklarına yönelik "Aslanın dişisi de, erkeği de aslandır"
(Şer şere çi jine çi mere) sözünü dile getirir.
Bunların yanısıra, insanlığı hayrete
düşüren; katliamlar sırasında Kürt kadınının direnişleri sözkonusudur. Dersim
katliamında yaşananlar buna örnektir. Binlerce genç kadın ve kız, Türk
sömürgecilerine karşı, teslim olmamak için kendilerini Munzur suyuna atarak
intihar etmişlerdir. Munzur ve Fırat nehirleri üzerinde günlerce bu Kürt
kadınlarının cesetlerinin kaldığı söylenir. Bunlar içerisinde Nuri Dersimi'nin
14 yaşındaki kızı Fato da bulunmaktadır.
Kürt kadını, Kürdistan'ın sömürgeleşme
tarihi boyunca, direkt olarak zor uygulamalarına maruz kalmıştır. Kürt tarihi,
süngüden geçmiş, eve doldurulup yakılmış, kurşuna dizilmiş, işkenceden
geçirilmiş, tecavüze uğratılmış, kaçırılmış, sürgüne gönderilmiş, aç bırakılmış
olan Kürt kadınlarının örnekleriyle doludur. Bu uygulamalara rağmen hiçbir
zaman boyun eğmeyen Kürt kadınının direnişi, şiir, türkü ve destanlarda
işlenmiştir. Örneğin bir Kürt stranında şöyle denir:
"Bir ay gibi su üstünde
Genç kızlarımızın saçları
Süngü uçlarında dona kalıyor
Bebelerimizin hıçkırıkları
Gelini de gelini Kürdün gelini
Dağlara verir, mavzere verir
İşgalciye vermez elini..."
Yukarıda belirttiğimiz gibi, bu kanlı
katliam politikasının yanında asimilasyon politikası da en etkili ve şiddetli
bir biçimde Kürt kadınına dayatılmıştır. Kemalist ideolojinin yayılma biçimini
açmadan önce, bu ideolojinin kurucusu olan Mustafa Kemal'in yaşamını incelemek
gerekmektedir. Mustafa Kemal, Osmanlı saray geleneğinden etkilenmiştir. Enver
Paşa gibi sarayın damatlığına soyunur, ancak başaramaz. Bundan ötürü kompleksli
ve tepkilidir. Mustafa Kemal'in eşi olan Latife, Batı'da eğitim görmüş, burjuva
kadın anlayışını taşıyan ve siyasal alanda belli bir güç olmayı amaçlayan bir
kişiliktir. Latife, eşi olan Mustafa Kemal'de de aynı burjuva ölçülerini arar.
Yani, burjuva anlamda eşitlik, özgürlük ilişkilerini aramaktadır. Ancak, bunu
Mustafa Kemal'de bulmak mümkün değildir. Onun nazarında Latife bez parçası gibi
kullanılıp bir köşede bekletilmek durumundadır. Mustafa Kemal, evliliğini doğru
çözümleyemediği için, dışta ilişkilere girer. Hatta bazı tanıdıklarına,
Macaristan'dan, İtalya'dan kadın getirtir. Büyük ihtimalle, ithal edilen
kadınlar arkadaşlarının eşi olarak tanıtılarak ortaklaşa kullanılırlar. Aslında
ikiyüzlü bir haremliğe ulaşma zorunluluğu doğar.
Mustafa Kemal'in bu yaşam tarzı, günümüze
kadar süregelen, Kemalist ideolojinin şekillenmesini yaratmıştır. Kemalizm
Kürdistan'da geliştirdiği katliamlarla birlikte, Türk burjuvazisinin askeri
işgalini tamamlar ve siyasal egemenliğini güçlendirir. Ekonomik ve sosyal temeli
çok zayıf olan bu sınıfın elde ettiği siyasal zor'a dayanarak uluslaşmayı
geliştirme yöntemi, Ermenileri ve Rumları yok etmek, azınlıkları eritmek,
Kürtleri yok etmeye çalışmak ve böylece Türk burjuva ulus temelini geliştirmek
olmuştur. Kemalist burjuvazinin temel ilkesini oluşturan Misak-ı Milli, yani
ülkesi ve milletiyle tek ve bölünmez bir Türk ulusu yaratmaktır. Türk
burjuvazisi Kürdistan'da kendi mutlak egemenliğini Kürdistan üzerinde kurmaya
çalışmıştır. Bu durum, Kürdistan'da hem hakim sınıfları, hem de halk kitlesini
iki ayrı biçimde etkilemiştir.
Türk burjuvazisinin bu hedefe ulaşması
demek, Türk hakim sınıflarının o zamana kadar devam eden işbirlikçi otonom
varlığının sona ermesi, bu güçlerin Kürdistan halkı üzerindeki baskı ve sömürü
çıkarlarından soyutlanması ve tüm alanın Türk burjuvazisinin eline geçmesi
demektir. Kürt hakim sınıfının ekonomik ve siyasal varlıklarını yok ederek,
tümüyle Türk burjuvazisinin varlığını egemen kılmaya yönelik bu durum, Kürt
hakim sınıflarının çıkarlarıyla çelişir, bu çıkarları sarsar ve yok olma
tehlikesi içerisine sokar. Öte yandan Türk burjuvazisi Kürdistan'da ekonomi,
kültür ve dil üzerinde de tekelciliğini kurmak istemektedir.
Kemalizm, tüm halklara ideolojilere
yaklaşımında olduğu gibi, kadına yaklaşımı da, kendi çıkarları doğrultusunda,
önce özünden boşaltma, kendine yabancılaştırma, kirli işlerine bir maske olarak
kullanma temelindedir. Kemalist ideolojinin kurumlaşması ile birlikte sosyal
yaşamda biçimsel bazı reformlar getirir. Çünkü toplumun kapalı kalmış dinamiklerinin
de işletilmesi gerekiyordu. Bundan ötürü, sözde seçme ve seçilme hakkı, medeni
hukuk, kılık-kıyafetteki reformları devreye sokar. Kadını, yaratmak istenen
topluma uyarlarken, özde güçlü bir sömürü sistemi oluşturuldu. Topluma en kaba
sömürü dayatılarak kapitalist inşa sağlanırken, kılığına girilen kapitalist
toplumun yeniliklere uyum sağlaması, tamamen taklitçilik esaslarına dayanılarak
sağlandı. Kemalizmin iktidarlaşmasında araç olarak kullanılan bazı kadınlar
öncülük rolünü oynamıştır. Bunlardan bir tanesi olan ve Osmanlı kültürü ile
yetişen Halide Edip Adıvar, toplumda kabul gören insani öğeleri, batı kültürü
ile birleştirerek, kemalist ideolojiyi halka taşırmak görevi ile yükümlüydü.
Kara çarşaflar giyerek halk içinde ulusal amaçlı mitingler yapması ile ilgi
odağı haline gelmiştir.
Diğer bir kadın tiplemesi Afet İnan olup,
bir diğer uç gibi gözüken, ama yine Mustafa Kemal'in ortaya çıkardığı ve
demokratik görünümlü kadın kesimine özendirilmeye çalışılan bir kadın
tiplemesidir.
Türkiye'de ilk kadın pilot olarak tarihe
geçen, aynı zamanda Mustafa Kemal'in manevi kızı olan Sabiha Gökçe Dersim'e ilk
bombayı atan kişidir. Kendi cinsine yabancılaşmanın bir modeli olan bu kadın,
Kürdistan halkının katliamından, daha sonra ortaya çıkan Kemalist kadınların
ilk halidir. Özünden uzaklaşan bu kadın, sisteme, erkekleşerek kendisini
kanıtlamaya çalışmıştır.
Kemalizm, özellikle erkek egemenlikli
anlayışın yoğunlaşmış bir sistemi olmuştur. Bugün Kemalizmi yaşatan ordu aile
tipi, Türk egemen sisteminin geçmişten beri yaşattığı bir geleneğe dayanır.
Orta Asya'dan itibaren at-avrat-silah üçlemesiyle ifade edilen yaşam kaynağı,
aile-ordu ilişkisinin başlangıcıdır. Kadın, her zaman ordunun üreticisidir.
Erkek ise ordunun evdeki temsilcisidir. Ordudaki işleyiş aynen aile içinde
uygulanır. Nasıl ki, orduda talimatlar tartışılmaz, mantık aranmazsa, ailede de
erkeğin her sözü bir talimattır. Kadının sorgulama, irade hakkını kullanması
yoktur. Asker yaşamı, bütün çocukların hayalini süsleyen bir modeldir. Erkeğin
ölçüsü de budur. Kadının buradaki rolü, çevreye mutlu aile tablosunu yansıtan
bir demagogluktur.
Bu şiddete dayalı militarizm ruhu,
Kürdistan'da çok daha katmerli işlenmiştir. Sömürgeci eğitim sisteminde,
askerlikte bizzat dayatarak, erkek aracılığı ile aile içerisine taşımıştır. Zor
uygulamasının yanısıra, değişik asimilasyon yöntemlerini devreye sokarak
gerçekleştirmek istemiştir. Örneğin, 1938 Dersim katliamından sonra, özellikle
o bölgelerde geliştirilen yatılı okullarda, kılıç artıkları olarak belirlediği
son nesli aile ortamından çekerek, Türkleştirmeye çalışmıştır. Buna ek olarak
Kürdistan'ın tüm bölgelerinde kışla kültürünü geliştirmiştir.
Kemalizmin, Kürdistan'da uyguladığı diğer
bir yöntem ise, insanları aç bırakarak, kendine bağlayarak minnet duyar hale getirmektir.
Aç bırakılmış bir insan çok şey yapmaya hazır bir duruma getirilmiş demektir.
Kürt erkeğinin ilk etapta ailesini geçindirmek için metropol ve daha sonra
Avrupa'ya kadar çıkmasına yol açmıştır. Burada erkek, Kemalizm ve kapitalizmle
kadından çok daha erken ve çok daha derinden tanışmıştır. Sunduğu imkanlar, en
kötü çalışma imkanları dahi olsa, bilinçli ve sınırlı tutulmaktadır. Bu da,
Kürt erkeğinin ihanete gitmesinin zeminini hazırlar. Kemalist düzen, erkeği
işbirliğine çekmekte, ancak toplumu çökertmek için bunu yeterli görmemektedir.
Yurtseverlik özünü koruyan kadının, kendisi için tehlike oluşturacağını
bilmesinden ötürü, özel politikalarla Kürt kadınına da el atmıştır. Kürt
kızları için oluşturulan özel yatılı okullar, kız meslek liseleri, halk eğitim
kursları vb. yerlerde, onları Kemalist kadınlara özendirerek, zamanla kendi
özünden uzaklaştırarak toplumuna yabancılaştırmıştır. Özellikle 12 Eylül
sonrası geliştirilen sinema, Yeşilçam kültürü, genç kızları hayali bir yaşama
özendirmişlerdir. Bu özendirme sonucu, çok sayıda kız, artist olma hayaliyle
evinden kaçmış, kapitalizmin kucağına kendisini atmıştır. Bu kızlar,
kendilerini fuhuş ağından kurtaramamışlardır.
1970'lerde Devrimci Ulusal Kurtuluş
Hareketi'nin gelişmesiyle birlikte TC, özel savaş politikalarına ağırlık
vererek, toplumsal çürümeyi geliştirmeyi amaçlamıştır. 12 Eylül'den sonra,
Kürdistan'da geliştirilen fuhuşla, kadını da erkeği de düşürmek istemiştir. En
çok yukarıda belirtilen "aç bırakma" yöntemine başvurur. Toplum yoksullaştırılarak,
satın alma sürecine girilmiş ve sonra da pazara sunma başlamıştır. Kürt toplumu
için namus anlayışının ne olduğunu iyi bilen sömürgeci Türk egemenliği,
Kürdistan'da bilinçli olarak genelevler açmış, Kürt kadınını da bunun içine
çekmeye çalışmıştır.
Kürdistan'da kadın-erkek ulusal, toplumsal
amaçlar dışında birbirine o kadar bağlanmışlardır ki, eğer erkek bu amaçlara
biraz ilgi duyarsa bundan koparmak için kızına veya eşine el atılır. Bunu ya
direkt satma yöntemi ya da polis-asker vb. yönelimiyle yapmaktadır. Ulusal
özgürlük vb değerlerden yoksun bırakılmış Kürt insanı, tüm enerjisini aile
kurumuna yöneltmiştir. Aile kurarak, çok sayıda çocuğa sahip olarak, kendisini
yaratabileceğini düşünmektedir. Yaşadığı ekonomik, sosyal, kültürel koşulları
gözönüne almadan, bununla bağlantılı olarak çocuklara hiçbir gelecek
sağlayamamasına rağmen, çok sayıda çocuk yapmaktadır. Bu, Kürt insanının
sorumsuzluğundan ziyade, sömürü konumuyla direkt bağlantılıdır.
Sömürgecilik bir toplumu en geri
biçimlerde tutmaya çalıştıkça, ekonomik olarak bunları yoksullaştırdıkça ve
onun ulusal-toplumsal kurumlarını ortadan kaldırdıkça aile veya ailecilik
kurumu da o denli yapay bir büyümeye yol açmaktadır. Bunun da nüfus patlamasına
yol açtığı bilimsel bir gerçekliktir. Yüzyıllardan beri kendiliğinden gelişen
bir olgu olmayan aile kurumuna siyasal bir yaklaşım göstermek zorunludur.
Kürdistan'da aile, çok tehlikeli ideolojik-politik, ahlaki, kültürel ve
ekonomik gericiliği yaşatan bir kurumdur.
Aile içinde egemenlik, erkekte somutlaşmıştır.
Dışarıda düşmanın aşağılama uygulamalarına maruz kalan, sömürgeci otoritenin
bütün olumsuzluklarını kendi kişiliğinde yaşayan Kürt erkeği, bunları olduğu
gibi aile içerisine taşır. Bu onun sahte bir otorite duygusunu yaşamasını
sağlar. Aileye karşı uyguladığı baskı sonucu erkek, adeta ailenin kralı,
despotu ve otoriter gücü olarak tatmin olur. Bu otoritesini koruyabilmek için,
gerekirse düşmanla işbirliği içerisine dahi girebilir. Kürt toplumunda böylesi
bir konuma sahip olan aile içerisinde yetişen çocuklar, bu zihniyetle büyütülür
ve kendilerine böyle bir gelecek hazırlanır. Bu anlamda ailesini kuran adam,
dünyayı kurtardım havasına girmektedir.
Bu koşullarda yetişen aile bireyleri,
başta kadın olmak üzere, çok düşmüş durumdadır. Erkek kendisini sahte bir
otoriteyle tatmin ederken, kadın bundan da yoksundur. Tam anlamıyla
iradesizleştirilmiş ve hatta konuşma gücünden bile yoksun bırakılmıştır. Nazım
Hikmet'in dediği gibi "sofrada yeri sarı öküzden sonra gelen" kadın
her tür baskı ve sömürünün en uç noktasını yaşamaktadır. Bu düzeyde düşürülmüş
kadın üzerinde otoritesini yaşamak isteyen erkeğin, kadından daha da düşürülmüş
olduğu görülmektedir. Aynı zamanda düşman karşısında iradesizleştirilmiş ve
silikleştirilmiş erkeğe, "karılaşmış erkek" benzetmesini yapmak
yanlış olmasa gerek. Bunu yaşatan toplumun düşmüşlüğü, bu gerçeklikle
bağlantılıdır.
TC'nin gerek ekonomik baskı, gerekse
askeri baskısıyla Kürdistan'dan Türkiye metropollerine göç eden ailelerde yeni
bir şekillenme söz konusudur. Göç ile hem kemalizmin hem de kapitalizmin
merkezine giriş yapılır. Kemalizmle karşılaşıldığında ulusal inkara hemen
gidilmekte, egemen güç karşısında eziklik psikolojisi, aşağılanma duygusu
yaşanarak, ona özenti gelişmektedir. Metropollerde genelde en alt, en aşağı statüde
yer alınması, bu aşağılanmışlığı daha da derinleştirir. Bunun sonucunda ne tam
egemeni gibi olabilen, ne de kendisi gibi olabilen ve böylece uçlarda seyreden
kişilikler ortaya çıkabilmektedir. Bu her türlü değer yargısından tutalım,
anlayışına, felsefesine kadar yansıyabilir. Örneğin; kendi dilinden utanarak
Türkçeyi en iyi bir şekilde konuşan, bulunduğu sosyal-maddi koşula ters bir
biçimde giyinir ve ilişkilenir. Böylesine kendisine yabancı ve yeni bir çevreye
giren Kürt insanında kültür empozesi de denebilecek bir durum yaşanır.
Çarpılmayla beraber daha sonra çarpık bir etkilenim gelişir. Köyün birincil
(yakın aile akraba ilişkileri) ilişkilerinden çıkıp kapitalizmin, metropolün
bireysel, ikincil ilişkileri karşısında güvensizliği, soyutlanmışlığı, yalnızlığı
yaşamaya başlar. Bu sorun karşısında üç tutum sergilendiği izlenebilir; ya
getolaşma denilen, metropol içinde kendi köylü akrabalarıyla bir yerde toplanma
gelişir, ya izolasyon (toplumda yalnızlaşma, içe kapanıklık), ya da kendini
soysuzca bir inkarla beraber, hakim sınıf ve ulus kültürüne dalma gelişir.
Kapitalist kültürü benimsemeyen birinci
kuşaklar (anne, baba, dede, nine) ile genç kuşak arasında çelişki ve
anlaşmazlıklar en çok bu ortamlarda derinleşir. Çünkü bu durum, doğal olmayan
dıştan dayatılan bir çelişkidir. Bu çocukların çok erken yaşlarda anne-babadan
koparak, kendini sistemin kucağına atması gelişir. Örneğin; kız çocukları
"senin gibi olmak istemiyorum" diyerek, annesinin feodal sistemdeki
konumunu reddeder, ama kapitalizme doğru koşarken, sistemin en iyi kadını
olmaktan kendini kurtaramaz. Mevcut Kürt aile ölçüleri çözülünce tamamen
parçalanmış, öz değerlerinden yoksun bir şekillenme ortaya çıkar. Ekonomik
zorluklar sosyal yaşam zorlukları, eğitim, sağlık, iş...vb sorunlarla yer edinememe
gibi belirttiğimiz tüm hususlar biraraya gelince, ailede tam bir parçalanma
yaşanır.
Metropole giden bazı kadınların üretim
hayatına giriş yaptığı görülür. Bu çalışma ve para kazanma, özgüvenini
geliştirir ama, bu da bazı değerlerden soyutlanmasını peşinden getirir. Kürt
kadını ilk defa kendisine biçilen feodal, geleneksel rolden çıkarak, değişik
bir statüye ulaşır. Bu da ailede bir sarsıntıya yol açar. Kaldı ki yaptığı
işler ya temizlikçilik, hizmetçilik ya da bir fabrikada çalışma gibi fazla
gelir getirmeyen zor işlerdir. Yine Türklüğe özenti, ilişki arayışlarına
yansır, Türkler tarafından onaylanmak, beğenilmek istenen bir tip şekillenir.
Metropollerde bunun yanısıra genç kızlar
için -ekonomik yapıları elverişli ise- okuma-eğitim fırsatları da daha çoktur.
Görünüşte bir aydınlanma olsa da, temelinde inkarcılık çok daha derindir. Çünkü
Kemalizme karşı duyulan özlemler yaşam imkanı bulmaktadır. Ve kendini kandırma
en çok da burada görülür. Toplumunu küçümseyen ve kendini ondan soyutlayan,
kendini kurtarılmış zanneden, cins olarak statü kazandığını düşünen ve bu
anlamda özgür olduğunu bile düşünen bir konumu arzeder. Yaşamında aslında derin
çelişkiler yaşar, ama bunu çözmediğinden dolayı istikrarsız ve en son ucube bin
kişilik ortaya çıkar.
Asimilasyon politikasının en etkili
biçimde yansıdığı bir diğer kesim Alevi kadınıdır. Onu metropole çekmeden de
kendi şehrinde, köyünde etkileyebilecek ortamlar hazırlanması sayesinde,
Kemalizm her yerde etkisini onun üzerinde sağlar. Alevilik mezhebinin asıl özü
olan, dünyaya bakış açısındaki genişlik, ölçülerinde daha demokratik olma ve
aslında daha aydın bir yapılanmaya sahip olması itibariyle yeniliklere,
değişikliklere karşı daha açık olmayı da içerir. Böylesi özelliklere sahip bir
topluluğun sömürü altında yaşaması kuşkusuz asimilasyon politikasından en fazla
etkilenmesini de sağlayacaktır. Kemalizmin, mezhep çelişkilerini körüklemesi bu
kesimi kendisine daha da yaklaştırır. Yine onların olumlu yanlarını (aydın
olma, gelişkin değer yargılarına sahip olma) çarpıtıp körükleyerek, kendisi
için daha iyi birer dişli haline getirir. Böylece kendisiyle en fazla çelişkili
olan bir kesimin çelişkilerini dondurarak pasifize eder. Bilime ve aydınlığa
yaklaşımından dolayı Kemalist eğitime en çok tabi olan Kürt kesimi olurlar. Bunun
arkasında aslında Kemalizmin potansiyel olarak en çok korktuğu kesimi de
arzetmesi yatar. Çünkü Aleviliğin özünde haksızlığa karşı bir isyan felsefesi
vardır ve 1938 katliamına kadar da Aleviler bu özüne ters düşmemişlerdir.
Katliam sonrası Kemalizmin bu bölgelerde asimileyi çok geliştirmesi anlaşılmaz
değildir ve günümüzde adeta kendi kaleleri haline getirmiştir. Bu da
Aleviliğin, felsefesine ters bir konuma getirildiğini gösterir. Alevi kadın da
bu özendirmede en çok rol oynayan kesimdir. Alevilikte var olan eşitlik
anlayışı, küçük burjuva özgürlük anlayışıyla karıştırılmıştır.
Kemalizmin Kürt halkını özünden,
toprağından koparma politikasının bir diğer boyutu da, 1960'lardan sonra işçi
olarak Avrupa'ya çekmek ve 1980'lerden sonra ulusal kurtuluş mücadelesinden
koparmak amacıyla tüm yolları, kanalları açmasıdır. Avrupa'ya çıkan Kürtler tam
anlamıyla kültür şokunu yaşamaktadırlar. Birinci nesil ve özellikle erkek, aile
namusunu koruma mantığıyla, kadına müthiş bir kapanmayı, baskıyı dayatır. Bunun
karşısında daraltılan genç nesil kültür çelişkisini yaşar ve yeni kültüre
özenir. Bu da onun ailesine sırt çevirmeye, ondan utanmaya ve Avrupalı gibi
olmaya çalışmasıyla sonuçlanır. Ama bunu hiçbir zaman başaramaz, birçok nedenle
beraber dış görünümü bile onun "yabancı" olduğunu belli eder.
Avrupalılar tarafından her yönlü kullanılmaya açık hale gelirler.
Aile içerisindeki baskıya en çok kadın
maruz kalır, çünkü namusu o temsil eder. Bunun yanısıra Avrupa'da sahte
özgürlüğü görüp bu ölçüler karşısında kendi çelişkileri daha da derinleşir. Bu
çelişkilerden ötürü çok sayıda Kürt kızı intihara başvurmuş, evden kaçmıştır.
Almanya'da yaşanan bir örnekte bu çok bariz olarak görülmüştür; evden kaçan bir
kız, babası tarafından baltayla doğranarak öldürülebilmiştir.
Bu aileler yıllarca orada çalışmalarına
rağmen en aşağı ve zor işlerde çalışırlar. 12 Eylül cuntasıyla birlikte gelişen
iltica akımı başlamıştır. Yani göç eden bu kesim ulusal kurtuluş mücadelesine
tanık olmuş insanlardır. İltica eden bir insan çıktığı ülkeye bir daha
dönemeyecek durumdadır ve bu da Avrupa'nın elinde önemli bir koz
oluşturmaktadır. Bu kesimin çalışmasını bir yandan yasaklarken, bir miktar
maaşla kendine bağlayıp, muhtaç insanlar haline getirir. Onları sözde yeni
yaşama entegre etmek adıyla sunulan anaokulları, dil kursları vb. araçlarla
kapitalizme bağımlılaştırma amaçlanır. Bu kesimin hedefi siyasi baskıdan
kurtuluşun yanısıra ekonomik rahatlığa ulaşmaktır. Buna da en iyi 1998 yılı
sonlarında, İtalya'ya gemiler dolusu Kürtlerin kıyıya ayak basar basmaz zafer
işareti yapması örneği gösterilebilir.
Kürdistan'ın belirtildiği üzere, Birinci
Paylaşım Savaşı sonunda geliştirilen parçalama politikası ile her bir parçası
bir egemenin sömürüsüne maruz kalmışsa da, bu birbirinden çok farklı
olmamıştır. TC imha ve inkarı dayatırken, diğer sömürgeci güçler dönemsel
imhayla beraber (özellikle Güney Kürdistan'da) Kürt varlığını kabul ederek, yer
yer Kürt aşiretine özerklik tanımışlardır. Bu parçalarda belirgin olan
Kürt-Arap ve Kürt-Fars çelişkisinin, Kürt-Türk çelişkisi kadar yoğun
olmamasıdır. Kuzey Kürdistan'da Kemalizmle gelen kapitalizm sonucu, aşiret
örgütlenmesi dağılırken, diğer parçalarda aşiret örgütlenmesi günümüze kadar
devam etmektedir.
Ağır feodal etkilerin olduğu bu parçalarda
kadın, üretim ilişkilerinden uzak bir konumdadır ve ikinci sınıf olan erkekten
daha alt bir konumdadır. Yine bu parçalarda sömürgeciler şeriatı kendi milli
çıkarları için kullanarak kadınları İslamiyet'i doğrultusunda çarşaf altına
gizlemektedir. Kürt kadını bu konuda Arap ve Fars kadınlarından önemli bir fark
göstermemektedirler. Bu parçalardaki ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel
gerilikler ve bunların çerçevesinde kadının konumu KDP açıldığında daha iyi
açılacaktır. KDP somutunda görülen ilkel milliyetçiliğin yanısıra geri aşiret
yapılanma kadını hiçleştirerek, katı erkek egemenliğini tek iktidar biçimi
olarak değerlendirmektedir.
Tarihte burada birçok isyanlar ve bu
isyanlarda kadınların da öncü rolünde bulunması dikkat çekerken, günümüzde
özellikle emperyalizmin bu sahayı pilot bölge seçmesiyle geri feodalizmle ince
emperyalist politikanın içiçe girdiğini ve toplumu yozlaştırdığını görmekteyiz.
Feodal ölçüler gereği namusu ifade eden kadın, bugün satış aracı olmuştur. Oysa
bu parça, tarihte ender de olsa kahraman kadını yaratmıştır. Örneğin 1920'de
Şex Mahmut Berzenci isyanında Arap sömürgeciliğine karşı başlatılan isyanda
Hefse Xannakip adlı bir kadın da yer almıştır. Yine militanca cesaretiyle
tanınan Leyla Qasım, Büyük Güney parçasında önemli oranda kabul görmüş bir kadın
kahramandır. Birçok cesur kadın çıkışlarına ilişkin örnekler verilebilir fakat
sömürgeciliğe karşı bütün isyanlarda yerini alan kadınlarda ortak yan ulusal
ruhun ağırlıkta olmasıdır. Cins bilinci olmadığı için bu kadınlar erkeklerle
eşitlik için hak talebinde bulunmamışlardır. Tarihe bu örneklerle damgasını
vuran kadınlar, cins bilincinin olmayışından, savaşçılığıyla erkekleri taklit
etmişlerdir.
İran'da kadın; Doğu Kürdistan'da İslami
rejim halen varlığını sürdürmektedir. Batı yaşantısına özenti, küçük burjuva
özelliklere öykünme görünse de, özellikle Kürtlerde feodal ölçüler ağır basar.
Doğu Kürdistan'daki yaşam tarzını öğrenebilmek için bu parçayı Kuzey
Kürdistan'a yakın olan Maku, Solmaz, Hoy (ki buralar Hakkari'den Ağrı'ya kadar
uzanır) vb. yerleşim yerlerindeki Kürtler, Büyük Güneyli Soranların sonradan
göçettikleri Mahabad, Selandeşt vb. yine Büyük Güneyli Behdinanlıların
göçettikleri Urmiye ve çevresi olarak üç bölümde ele almak gerekir.
Buna göre, Kuzey Kürdistan'a yakın olan ve
hemen hemen aynı özellikler taşıyan bu bölgelerde kadın, toplumun en aktif
dinamik kesimini temsil ediyorsa da, hakim olan feodal ilişki tarzı kadının
düşünce olarak gelişimi önünde engeldir. Kadın burada en ağır işlerden ev
işlerine kadar her şeyle ilgilenir. Ancak hiç de haketmediği bir düzeyde
bastırılmaya ve hiçleştirilmeye maruz kalır. İran'daki kadın mecliste, orduda
vb. yerlerde görev alsa da, bu hak Kürt ve diğer azınlıkların kadınlarına
tanınmaz. Kadınlara daha çok kamu sektörlerinde görev verilir. Kadına kötü davranmak
suç sayılsa da, bu yalnız kaba yönüyledir. Diğer yönlü her türlü bastırma hak
görülür. Yaşanılan direniş ve isyanlarda en belirgin rolü kadınlar
oynadığından, genelde devlet kadından çekinerek, örgüt çalışmaları vb. işlerde
yer almasını engeller.
Doğu Kürdistan'da en çok gösteri yapan,
rejime karşı çıkan kadındır. Hatta bu rejime tepki olarak en çok olmaması
gereken bir şey yapar ve (İslam ölçülerine göre) saçını açar. Toplumda kadının
sayısı erkekten nicel olarak da fazladır. Burada erkek ise, feodal anlamda
namuslu yanlarını kaybetmiş, yozlaşmış, yurtseverlikten kopmuş, iradesizleşmiş,
güdülerine esir düşmüş konumdadır. Erkekte örgüte, devrime inançsızlık ve
parçacılık anlayışı hakimdir. Yalnızca kadın belli bir yurtseverlik özünü
taşır.
Büyük Güney'in Soran bölgesinden göçeden
kesimde kadının temsil ettiği sınıf gerçekliği küçük burjuvadır. Bu kadın
şekillenme itibariyle, toplum içinde daha gelişkin, otoriter ve sosyal yöne
sahip olandır. Burada da yurtseverlik özü belli bir düzeyde korunmaya çalışılmıştır.
Ancak bu sadece kadınlarda varlığını korumuştur.
Yine Büyük Güney'in Behdinan bölgesinden
göçeden kesimde kadın özünden boşaltılmış, yurtseverlikten uzaklaştırılmış ve
yozlaşmıştır. Buradaki kadın düşkünlüğe alet edilen bir durumdadır. Yaşanılan
düşünsel güçten yoksunluk, duyguların ve ağırlıklı olarak güdülerin ön plana
çıkmasına neden olur. Kadının alım satımı İslamın da etkisiyle günlük ve
haftalık evlilikler şeklinde devam ettirilirken, dul kalan kadınların da (IKDP
ile İran savaşında) İslam geleneklerine göre kullanılması söz konusudur. Kuzey
ile geliştirilen ticarette kadınları mal karşılığında satmak yaygındır.
Özellikle de KDP örgüte alma adı altında kadını evlenmeye, yozluğa teşvik
ederek iradesini kırar.
Büyük Güney ve Doğu Kürdistan'da
"Komala" gibi bazı örgütlerde kadınlar da yerini almışlar, fakat
örgüt ilişkileri içerisinde ya evlilik ya da bacı-kardeş ilişkisi mevcut
kılınmıştır. Komala örgütlenmesi, kadını askeri eylemliliklere katmıştır.
Komala'nın savunduğu solculuk anlayışı Batı patentli, dolayısıyla Kürdistan
özgünlüğünü gözönünde bulundurmayan bir anlayıştır.
Yine görünürde modern olarak kendisini
tanıtan YNK'yi açmak, bu parçalarda küçük burjuva-reformist tarzda kadına
yaklaşımı anlamak için önemlidir. Karakter olarak YNK, kadını sınıfsal
yaklaşımı gereği bir meta olarak görür. KDP'ye karşın bu meta konuşabilir,
siyasi ortamlarda görünümde bulunabilir ama, toplumsal sorunlara güç
yetirebilecek konuma hiçbir zaman getirilmez. Siyasette ön plana çıkarılan
kadın, erkeğin hizmetinde bulunan işbirlikçi kadın tipidir. KDP ise kadını
siyasi sahaya almaz. Her iki siyasi akımın kadına yaklaşımındaki ortak yan,
Körfez savaşından sonraki dönemde belirginleşir.
Emperyalizmin denge politikaları sonucu
burada oluşturulan sözde Kürt Parlamentosu aldığı bir kararla 20 kadını idam
eder. İdamın gerekçesi bu kadınların fuhuşa bulaşmasıdır. Oysa ekonomik
düzenlemede kadına yer vermeyen, her ikisinin ortak olan erkek egemenliğidir.
Küçük Güney'de KDP'nin ağır etkisinde olan
bir kültür hakimdir. Fakat Suriye'de 1970-80 arası yaşanan ekonomik krizden
dolayı tarım ekonomisi fiyaskoya uğramış, dolayısıyla kırsaldaki Kürtler
kentlere göçetmek zorunda kalmıştır. Tarım ekonomisi Kürtleri topraklarıyla
bütünleştirirken, kentlere göçeden Kürtler ise aile kurumu vasıtasıyla
kimliğini korumaya çalışmıştır. Aile örgütlenmesi bu parçada oldukça
gelişkindir. Ekonomik kriz sonucu kentlere göçeden Kürtler yavaş yavaş öz
kimliklerinden uzaklaşarak, yabancı kültür içinde erirler. Kent kültürüne
alışık olmayan özellikle Kürt kadını, çözümsüz, bunalımlı, bağımlı ve herşeyini
aileye adayarak, cüce bir kişilik konumuna düşer. Yine cüceleşme onun hareket
sahasının daralmasıyla gerçekleşir. Ruhu bu kadar cüceleşmiş kadın, yaşadığı
topluma entegre olmak için biçimselliğe girer. Küçük Güneyli kadındaki Batı'ya
özentili olma durumu ve biçimsellik kaynağını buradan alır. Küçük Güney
kadınının yoğunluklu olarak ulusal kurtuluş mücadelesine katılmasının nedeni,
onun içinde bulunduğu yaşamda çözüm bulamayışı, bunalımlı durumudur. Bu çerçevede
kırsalda kendi kültürünü feodalizmle içiçe yaşatırken, göçle birlikte Araplaşma
ile Batı kapitalistleşmesi arasında bocalar ve çarpık bir şekillenmeye tabi
olur. Bu tip bir kadın, ulusal kimliğini tamamen yitirmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder