21 Mayıs 2014 Çarşamba

DÜNYA DEVRİMLERİNDE KADIN

DÜNYA DEVRİMLERİNDE KADIN

İ- Kapitalist dönemde kadın

Feodal dönemin son aşamasında yaygınlaşan meta ekonomisinin temelleri üzerinde yükselen kapitalizm, sınıflı toplumun son biçimini oluşturmaktadır. Feodalizmin bağrında doğan burjuvazi, feodalizmin çürümesi sürecinde ticaretle zenginleşmiş, feodal beylere karşı krallarla birlikte olmuş ve toprağa dayalı aristokrasinin gücünü zayıflatarak, gelişmesi önünde engel haline gelen krallık rejimlerini devirerek iktidara gelmiştir. Burjuvazinin iktidara gelirken ekonomik, siyasi ve askeri mücadelesinin yanısıra yeni bir yaşama üslubu, tarzı, onun ahlak ve ölçüleri ile birlikte yeni bir moda yaratarak, sosyal mücadelede de kazanmaya çalışmıştır. Bu yaşam tarzı sanat eserlerine kadar da yansımıştır. Burjuvazi kurmak istediği yaşamın tasarılarını çeşitli sanat dallarında biçimlendirmeye ve insanların düşüncelerine yerleştirmeye önem vermiştir. Örneğin; Bovliard'ın yaptığı "Madam Tallien" tablosunda işlenen kadın, yeni saç biçimi ve yeni giyimi ile ortaya çıkan yeni bir kadını temsil eder. Bu burjuvazinin yaratmak istediği kadının biçimidir aslında. Siyasi iktidarı ele geçiren burjuvazi üretim araçlarının, bilimin, toplumun ve kültürün gelişmesinde önemli rol oynadı. Topluma egemen olduktan sonra sınıf çıkarlarına aykırı ne varsa acımasız bir şekilde silip süpürdü. Tüm insanın yaşamını alış-veriş haline getirdi. Artık her şey çıkar temelinde bir alış-veriş konusu yapılabilecektir. Burjuvazi bu temelde kapitalist sistemi, sınıflı toplumu gelişmesinin en uç noktasına yani emperyalizme vardırdı. Kapitalizmi ise şöyle tanımlayabiliriz; bir yandan mülkten, üretim araçlarından yoksun halk kitlelerini ücretliler haline getiren, diğer yandan da üretim araçlarını çok az sayıdaki büyük toprak sahiplerinin (burjuvaziyle uzlaşan feodaller) ve kapitalistlerin bulunduğu meta egemenliğinin doruk noktasına ulaştığı ve sömürünün yetkinleştiği bir toplum biçimidir.
Feodal toplumda tarım ve zanaatçılığın birbirinden ayrı koldan ürünlerini pazara çıkarmaları yeni bir sınıfı doğurmuştur. Bu sınıf sermaye birikimini oluşturan ve kapitalizme geçişi sağlayan tacir sınıfıdır. Kapitalizmdeki ticaret burjuvazisinin kökeni buraya dayanır. Diğer taraftan yeni üretim biçimleri yaratamayan ve kendisini tekrar eden Lonca örgütlülüğü yerini giderek manifaktüre bıraktı. Manifaktürler (küçük fabrikalar), tek bir işletme merkezinde birden fazla insanın çalışmasının ve üretime tümüyle kol gücüyle katılmasını içeren yeni bir tarzdı. Örneğin; lonca örgütlenmesinde bir ayakkabının derisini kesme işini bir ayakkabıcı, çiviyi çakma işini farklı bir ayakkabıcı yaparken, manifaktürlerde bu işlemler tek bir işletme içerisinde yapılıyordu. Böylece seri bir üretim sağlanırken, işçi ve işveren biçiminde iki ayrı sınıf oluşuyordu. Kırsal kesimde feodaller tarafından topraklarından uzaklaştırılan ve mülksüzleştirilen serfler kentlere yöneldi. Hiçbir geçim kaynağı olmayan bu insanlar emek güçlerini satarak proleter sınıfın doğuşunu sağladı. Kentlerde zanaatçı kesim giderek manifaktürlerde işveren konumuna geldi ve kapitalizmin gelişmesiyle sanayi burjuvazisini oluşturdu.
Kapitalizmin gelişimi sermayenin birikmesine bağlıydı. Sermaye birikimini ilk defa 14. ve 15. yy.'da Akdeniz ülkeleri olan İspanya, Portekiz, İtalya, Hollanda gibi deniz ticaretinde gelişmiş olan ülkeler sağladı. Bunun için deniz aşırı ülkelere gasp, talan ve korsani yöntemlerle girdiler. Marks, kapitalizmin şafağını şöyle tanımlar: "Amerika'da altın, gümüşün keşfi yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve diri diri madenlere gömülmesi, Doğu Hint adalarının fethine yağmalanmasına başlanması, Afrika'nın karaderililerinin ticaret amacıyla avlandığı bir av haline getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe müjdeleyicisi olmuştur."
Kapitalizm esas gelişme sürecine 16. yy'da girdi. Yeni sistem kendini oluşturup kurumlaştırmak için toplumsal düzenlemelere büyük ihtiyaç duyuyordu. Reform ve Rönesans, sistemin devrim süreçleridir. Dini kendi amaçlarına ve çıkarlarına hizmet eder bir konuma getirmiş olan din adamlarına karşı, Luther'in çıkışı bir reformdur. Luther de bir papazdı ve ruhani sınıfta uygulanan evlenme yasağına karşıydı. Dini, kilisenin tekelinden çıkarıp bireyin inancı haline getirme mücadelesi vermiştir. Din adamlarının devlet hazinesinden daha fazla ve daha korunmalı mülklerini ve arazilerini oluşturduğu gücü temelden sarsmıştır. Yine toplumsal yaşamdaki en önemli yenilik cinsler arası ilişkilerde kapitalist sistemin temel düşünce tarzı olan güdülerin doyurulması gerektiği mantığını geliştirmesidir. Luther'e göre evlilik tamamen dünyevi bir olaydı ve kiliseyle hiçbir ilgisi yoktu. Dolayısıyla sınırlamalar yanlıştı. Ona göre sağlıklı bir kadın ile iktidarsız bir erkeğin evlenmesi sonucunda kadın şunu söyleme hakkına sahipti: "Sen benim için gerekeni yapmıyorsun, beni ve genç bedenimi aldattın. Mutluluğumu tehlikeye soktun. Tanrı katında aramızda evlilik yok. İzin ver, en yakın arkadaşın ya da erkek kardeşinle gizli bir evlilik yapayım. Sen adını taşı, mülküne yabancı mirasçı gelmesin. Öte yandan beni istemeden aldattığın gibi benim tarafımdan aldatılmana da izin ver." Bu belirlemeden de anlaşılacağı üzere o döneme kadar kadın cinselliği üzerinde var olan toplumsal baskı Luther hareketi ile birlikte önemli oranda esnekliğe kavuşur. Kapitalizm, buna dayalı olarak cinsellik olgusunu bir temel amaç haline getiriyordu. Luther böylece Protestanlığın temellerini Rönesans'ın bir sonucu olarak kurdu. Rönesans, kapitalist toplumun düşünce ve sanat alanında kuramcılarının dönemi olmuştur. J.J. Rousse, Leonardo de Vinci, W.A. Mozart gibi insanlar bu akımın öncüleri olmuşlardır.
1789 Fransız devrimi, eşitlik-özgürlük ve kardeşlik ilkelerini ortaya atmıştır. Bu da demokratik devlet yapılanmasını ve yeni bir anayasayı şekillendiriyordu. Burjuva devrimi sadece burjuvaziye yarar sağlayan bir karakterdeyken, bu devrimde halk da yoğun bir şekilde burjuvazinin yanında yer aldı. Fransız Devrimi tüm dünyaya milliyetçilik akımını, ulusallığı yaydı ve birçok halk bağımsızlık için mücadeleye girdi. Kapitalizmin doğuşu sınırların kesinleşmesini, ulusal pazar olgusunu ve ulusallaşmayı beraberinde getirdi. Her ulus, kapitalistleşme sürecine ilkel sermayesini biriktirerek başladı. Temel yasası azami kar sağlamaktı. Üretim toplumsal olarak gerçekleştirilirken, üretim araçlarının mülkiyeti ve tüketimin eşitsizliği bireyselliği sağlıyordu. Diğer taraftan küçük sermaye sahipleri giderek pazardan çekiliyordu, çünkü yeni makinelerle donanmış büyük sermaye sahipleri karşısında ayakta duramıyorlardı. Büyük sermayeler, tekellerde toplanarak ulusal oligarşik bir yapılanmaya kavuşurken, tekeller arası rekabet de sistemin karakteri gereği devam etmiştir. Bunun sonucu olarak üretimde büyük bir artış gerçekleşirken, aynı oranda tüketim gerçekleştirilemiyordu. Ve bu kapitalizmde krize yol açtı. Bu, kapitalizmin ana çelişkisidir. Diğer bir çelişkisi de egemen sınıflarla ezilen sınıflar arasındaki çelişkidir. Kapitalizmi yıkıma götürecek diğer bir yasası da burjuva sınıfının kendi arasında rekabete dayanan ve birbirini yok etmeye götüren çelişkidir. Daha çok birbirlerinin pazar, hammadde, iş alanlarını ele geçirmeye ve siyasette üstünlük sağlamaya dayanır. Ve zaman zaman, 1. ve 2. Dünya Paylaşım savaşlarında görüldüğü gibi uzlaşmaz bir hal alır.
Tüm bu belirtilenlerde görüldüğü üzere, temel amacı azami kar ve kazanç olan kapitalizm artan rekabet mücadelesi sonucu, ucuz işgücü arayışına girdi. Bundan dolayı erkeğin kol emeğiyle sınırlı kalmayarak kadına ve çocuklara da el attı. Çalışma enerjisi olan tüm kesimleri üretime dahil etti. Bunun içerisinde kadının üretime katılması kapitalisler için oldukça avantajlıydı. Her şeyden önce kadın, emeğinin karşılığı olan maliyeti bilmiyordu. Üretim alanına yeni giriş yaptığından, emek gücünü erkeğe nazaran daha ucuza satıyordu. Kadının ücreti neredeyse tüm branşlarda ve eşit iş saatinde erkeklerinkinden oldukça düşüktü. Tekstil sanayide 1906 yılı istatiğine göre Almanya'da ortalama kazanç erkekler için 28,55 Mark, kadınlar için ise yalnızca 15,6 Mark tutuyordu. Kadın işçi saat hesabı yapmaksızın, oldukça sağlıksız koşullarda çalışmayı göze alıyordu. Genelde tekstil sanayi, tütün ve piro imalatı, kağıt sanayisi, paçavra ayıklama kurumları ve tuğla imalathaneleri, kumaş boya fabrikaları, kimyasal madde fabrikaları ve şeker fabrikaları gibi ağır ve genellikle temiz olmayan koşullarda çalıştırılıyordu. Erkeğin işverenden talepleri daha fazlaydı, çünkü hala ailenin temel emek gücünü oluşturuyordu. Buna karşın, kadının üretimi, aileye ek gelir konumundaydı. Bu nedenle talepleri daha azdı. Ayrıca işçi kadın belli dönemlerde (hamilelik, hastalık vb.) işten ayrılmak zorunda kalıyordu. Bunun üzerine sermayedar onun maaşından kesinti yaparak kar sağlayabiliyordu. Bu nedenle özellikle evli kadınlar tercih ediliyordu, çünkü evli kadın çocuklarına bakma kaygısıyla kendisini tamamen işine adıyordu, vefakarca çalışıp ve işini kaybetme korkusundan dolayı işçi örgütlenmelerinden uzak duruyordu. İşçi örgütlenmelerine kadının katılmaması kapitalistler tarafından örgütlü işçilere yönelik tehdit unsuru olarak kullanılıyordu.
Kadının üretime dahil edilmesi, aile yaşamında büyük bir etki yarattı. Eve kapatılan kadın üretime katılmakla toplumsal yaşama da adım atıyordu. Hukukta, sanatta, politikada yerini yavaş yavaş alıyordu ama, sınıflı toplumun özelliği gereği metalaştırılmaktan da kendisini kurtaramadı. Çok daha inceltilmiş bir kölelikle ikinci cins olmaya devam etti.
Kadının toplumsal yaşamda yer edinmesi zorunlu mücadelelerle sağlanmıştır. Kadın bu konudaki mücadelesini yoğun emek ve inatla sürdürdü. Üretimde erkekle birlikte yer alması onun, erkeğin sahip olduğu sosyal hakları talep etmesi için en önemli bir gerekçe oldu: Neden aynı iş koşullarını göğüslerken aynı eğitim olanaklarına ve sosyal haklara sahip değildi?
Kadının yüksek öğrenime girişi Avrupa'da 1900'lerin başında olmuştur. Bundan önce yüksek öğrenime girme hakkı yoktu. Erkeğin mantığına göre kadının zaten bir uğraşısı vardı. Bu uğraşısı çocuk doğurma, onu yetiştirme, evin ve erkeğin hizmetini görme, tüm ihtiyaçlarını karşılama idi. Kaldı ki onun aklı bilime, felsefeye yani düşünce gerektiren işlere ermezdi. Zaten, bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm filozoflar ve düşünürler erkekti... Erkeğin dünyasında kadının bilimden uzak durması için, birçok gerekçe sıralanmıştı. Halbuki, düşünce anlamında farklı konularla meşgul edilmiş, eğitim olanaklarından yoksun bırakılmış hiçbir insanın, düşünür olması mümkün değildir. Bu, hem kadın, hem erkek için geçerlidir.
Kadın, erkek ile eşit eğitim olanaklarına yavaş yavaş sahip oluyordu. Erkek dünyası kadına, hemşirelik ve öğretmenlik görevini, daha önceki yıllarda tanımıştı. Kadının geleneksel yeteneği olan çocuk yetiştirme, onun öğretmenlik görevini üstlenmesinde kolaylık sağlıyordu. Başlangıçta, hemşirelikle sınırlı kalan ve üniversitelere gözlem amacıyla seyirci düzeyinde katılan bir konuma sahipti. Sonra tıp öğrenimi ile doktorluk yapma hakkını elde etmiş oldu. Kadına yüksek öğrenime girme hakkını ilk olarak İsviçre tanıdı. Doğuda kadın, sağlık alanında batıdakinden çok daha uzun yıllar önce yerini almıştır. Din ve adetlerin kadına getirdiği sınırlamalar, kadın doktorlara ihtiyacı doğuruyordu.
Kadının toplumsal üretime girişi, toplumsal yasaların giderek değişmesini sağladı. Almanya'da evli kadının toplumsal haklardan faydalanması kocasının hükmüne bağlıyken, bekar kadın birçok haktan yararlanıyordu. Nikahlarda ve vasiyetin yazılmasında tanıklık etme, medeni hakları kullanma ehliyetini yani anlaşmalar imzalama hakkını elde etti. İngiltere'de 1870'e kadarki anayasa, kadının taşınabilir mallarının sahipliğini kocasına tanırken, taşınamaz mallarda mülkiyet hakkını veriyordu. 1870, 1882, 1893 yıllarındaki yasalarla kadın yalnızca evlilik sırasında beraberinde getirdiği malların sahibi olmakla kalmıyor, miras ve armağan yoluyla edindikleri de kendine ait oluyordu. Fransa'da durum biraz daha farklıydı. Napolyon'un uzun süre geçerli olan sözü, kadının konumu açısından anlamlıdır: "Bir şey Fransız değildir; canının istediğini yapan kadın." Tarihte, Napolyon'un bu buyruğuna karşı çıkan Fransız kadınlar da olmuştur. Fransız maliye bakanının kızı olan Germanie de Stael Holstein, buna bir örnektir. Üstün zekalı bir insandır. Schiller onu şu sözlerle anlatır: "Tek bunaltıcı yanı, dilini kullanışındaki olağanüstü ustalığı. Onun söylediklerini izleyebilmek için, insanın vücüdunun tek bir kulak haline dönüşmesi gerekir." Kültürlü, aydın geleneksel, hatta kendi sınıfının kadın ölçülerine sığmayan bir tiptir. Yeteneklerinin filizlenmesi küçük yaşlarda, babasının onu yetiştirmesiyle başlamıştır. Ailesinin siyasi ilişkileri onun için bir çekim gücü haline gelmiştir. Bu özelliklerinden ötürü, Napolyon onu bir rakip olarak değerlendirmiş ve bu kadının çalışmalarını sınırlandırmaya çalışmıştır. Napolyon, Germanie de Stael Holstein için şöyle der: "Bu kadın bir felaket tellalı, hep nahoş şeylerin bir habercisidir." O dönemin İçişleri Bakanı Josef Fouche ise, "Germaine çağımızın en harika kadını" diye övgüyle söz eder. Napolyon'un önemli bir özelliği de, başka düşüncelere sahip insanlara tahammülsüzlüğü, özellikle kadının onun politikasına karışmasına tahammül edememesidir. Napolyon, Germanie'e bu özelliğinden dolayı, "artık sesini çıkarmazsa, Paris'te rahatsız edilmeden yaşayabilecek" haberini gönderir. Germaine ise, "mesele, sizin ne istediğiniz değil, benim ne düşündüğümdür" diye karşı çıkar. Rakibinin kendisine fikir korkağı dediği kulağına gelen Napolyon, "parçalayacağım, ezeceğim" diye tehdit eder ve onu 1802'de sürgüne gönderir. Germaine, kendi imkanları dahilinde sürgünde, yazım çalışmalarını sürdürür. Bu çalışmaları, kadına dayatılan geleneksel yaklaşımları reddetmeyi içerir. 1810'da Napolyon'dan en büyük darbesini, kitaplarının yaktırılmasıyla yer. Napolyon "Madam, biz sizin henüz takdir ettiğiniz toplumsal örnekleri aramak zorunda kalacağımız noktaya gelmiş değiliz. Sizin son yapıtınız Fransızca değildir" der. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, Napolyon'un anlayışında, kadına siyasette hiçbir yer yoktur. Napolyon'un evli olmasına rağmen, birçok kadınla ilişki yaşaması ve bu kişilerin tarihte hep gizli kalmaları, kadına bir tatmin aracı olarak baktığını çok açık göstermektedir. Fransa'da böyle bir önderin sorumluluğu altında şekillenen bir toplumda kadın, evlenir evlenmez kocasının veraseti altına girer. Kadının resmi bir işi olsa da kocasının izni olmaksızın, mahkeme önüne çıkamaz. Erkek, kadını korumakla, kadın ona boyun eğmekle yükümlüdür. Erkek, karısının evliliğe beraberinde getirdiği serveti yönetir. Kadının onayına gereksinim duymaksızın satabilir, devredebilir ve ipotek ettirebilirdi. Yine karısının çalıştığı işyerinden, onun maaşını isteme hakkına sahipti.
Diğer taraftan, Fransa'da 1879'a kadar süregelen ve Latin Amerika ülkelerinde 1900'lerde hala devam eden kadının tanıklık etme hakkında garip çelişkiler vardır. Sözleşme yapılırken, vasiyet yazılırken ve noterlik işlerde tanık olarak gösterilemez. Ancak belirli koşullar altında bir insanın idamına yol açabilecek tüm kriminal suçlarda tanıklık yapabilirdi. Kriminal hukuk açısından kadın, her türlü suçun cezalandırılmasında erkek ile eşit tutulurdu. Buna karşı kadınların ciddi direnişleri olmuştur. 1789 yılından sonra kadınlar, Fransa'da kitlesel yürüyüşlere gittiler. Erkeklerle eşit hakların sağlanmasını amaçlayan taleplerini meclise sundular. Hatta, bununla da kalmayarak, güç sahibi olmaları gerektiğini ve gücün ise yalnızca örgütlenmede ve kitlesel birliktenlikte olduğunu kavradılar. Bundan dolayı, Fransa'daki kadın dernekleri, şaşılacak düzeyde üye sayısına ulaştı. Hatta, kadınlar erkeklerin toplantılarına da katılmaya başladılar. Dönemin öncülerinden olan Madame Rolland, devrimin devlet adamları arasında siyasal bir rol oynamaya çalışırken, Olympe de Gouges, halk kadınlarının liderliğini ele aldı. 1793'te Konvent "İnsan Hakları"nı ilan ettiğinde bunların yalnızca erkek hakları olduğunu hemen anladı. Olympe de Gouges, Rosa Lacombe ve başkalarıyla birlikte sonraki yıllarda buna karşılık 17 maddelik kadın haklarını çıkardı. 1871'de bugün de hala geçerli olan uzun açıklamalara dayandırarak, Paris Komünü'ne sundu. İçinde zamana uygun düşen, şu cümle geçiyordu: "Kadının idam sehpasına çıkma hakkı varsa, kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır." Fakat, bu kadınların kahramanca direnişleri olsa da önce Olympe de Gouges, ardından da Madame Rolland, Konvent tarafından idam edildiler.
Toplumsal yasaların zinaya bakış açısı söyleydi: Kadın zina yaptığında iki yıla kadar hapis cezasına çarptırılıyordu. Erkek ise yalnızca metresini, evli çiftin evinde tutarsa, karısı bundan şikayetçi olursa ve bunlarla beraber suçlu bulunursa cezalandırılabiliyordu. Tabii, bu ceza da cüzzi bir para ödemesi oluyordu.
Çocukların eğitimi üzerine karar alma hakkı çoğu ülkelerde babaya aittir. Anaerkil dönemle tam bir karşıtlık içindeki Roma ilkesi her yerde yaşamın temel fikrini oluşturur. Çocuklar üzerindeki tüm hak ve erki babaya verir.
Çeşitli mücadeleler sonucunda 1900'lerin başında birçok konuda olduğu gibi, kadın seçme ve seçilme hakkını da yavaş yavaş kazanmaya başladı. Başlangıçta belediye seçimlerine katılma, ardından milletvekili seçme, oy'unu kullanma ve en sonunda, milletvekili seçilme hakkını elde etti. Yeni anayasal düzenlemelerle kadın, vasiyetten yararlanma, tanık olarak dinlenme, çocuğun verasetini alma ile kendine ve mülküne ait karar verme yetisine sahip oldu.
Kadının hak mücadelesi süreci uzun yılları ve verilen bedelleri içermektedir. Tüm bu çabaların ardından, kapitalist değişimle birlikte, toplumun karakterine uygun olarak, aile de biçimlendi. Monogam evlilikler, burjuva kazanç ve mülkiyet düzeninin bir ürünüdür. Üretime katılan kadının eğitimini tamamlama istemi, kariyer edinme hırsı ve çeşitli özgürlük arayışları erken yaşta evlenme oranını düşürdü. Az gelişmiş ülkelerde evlenme 16-18 yaş sınırında seyrederken, kapitalizmin geliştiği ülkelerde sınır 25-30 yaşlarına çıktı. Bunun yanında evlilik yasalarında düzenlemelerle birlikte, boşanma olaylarında artış yaşandı. Ekonomik bağımsızlığını kazanmış olan kadın, evliliğinde eğer iletişim sorunu, paylaşım eksikliği, geçim sıkıntısı gibi sorunları yaşıyorsa, evliliği sürdürme hükümlülüğü altında kalmayıp, ilişkiyi bitirme hakkına sahip oluyordu. Medeni kanunlar karşısında kadın ile erkek eşit haklara sahipken, toplumun tabuları ve üretim anlamında tam bir bağımsızlığı sağlamamış olması, bu hakları yeterince kullanmasının önünde engeldir.
Burjuva toplumunda, sınıfların kendi içindeki evlilikleri farklı özelliklere sahipti. Daha önce vurgulandığı gibi, evlilik ve aile bu sistemin ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla bu kurumlara saldıran, direkt topluma ve devlete saldırmış oluyordu. J.S. Mill, "Evlilik yasanın tanıdığı tek gerçek köleliktir" der. Burjuva sınıfında bu köleliğin üstü aldatıcı süslerle örtülmüştür. Yüksek bir sosyal konuma ulaşmanın, en kolay ve en rahat yolu, para evliliği de diyebileceğimiz bu evliliklerle sağlanır. Bu anlamda ticari evlilik olarak da adlandırılabilir. Bu tür evliliklerde burjuva kadınının, sevgi doyumsuzluğunu, sosyete içerisindeki düşkün bir yaşamla sağlamaya çalıştığı görülür. Gerçek yaşamın zorluklarından sıyrılmış, suni bir yaşamdır bu.
Tüm verilen örneklerde görüldüğü gibi burjuvazi yeni üretim şekillenmesi ile birlikte sosyal yaşamda ve kadın ile erkeğin konumlanmasında ilk gelişim sürecinde devrimsel gelişmelere yol açmış -tabii ki kendi ekonomik-siyasal yapılanması çerçevesindedir bu- ve kapitalist gelişimini olduğu gibi bu sahalara da yansıtmıştır. Kapitalizmin içinde barındırdığı temel çelişkiler onu çok ciddi krizlerle de karşı karşıya getirmiştir. Böylesi durumlarda burjuvazinin değişik politikalara başvurması bir üst aşamaya geçmesine yol açmıştır.
Ucuz işgücü, hammadde ve yoğun sermaye bunalımından dolayı pazar arayışına giren kapitalist ülkeler dışa açılmaya, sömürge ülkeler oluşturmaya başladı. Bunun sonucu olarak patlak veren I. Dünya Paylaşım Savaşı ile dünyayı paylaştılar. Her ülke pazar sahasını geliştirmeye çalışırken, paylaşıma geç giren ülkeler daha fazla pay sahibi olmayı dayattılar. Özellikle pazar sahası olmaya açık olan ülkeler üzerinde giderek karşılıklı gerginlikler ve bloklaşmalar oluştu.
Bunun yanısıra savaştan sonra iktidara gelen sosyal demokrat hükümetler 1937'de yine patlak veren bir ekonomik bunalımdan sonra -1929 sanayi bunalımı da yaşanmıştı-, iç siyasette işçi sınıfının birliğini parçalamak için faşizmi güçlendirdi. Lenin bunun için, "Tekelci kapitalizmin yeni ekonomisinin politik üst yapısı demokrasiden politik gericiliğe dönüşür. Demokrasi serbest rekabete karşılık düşer, politik gericilik ise tekellere karşılık düşer. Böylece faşizm, finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür'' der.
Böylesi bir ekonomik değişim beraberinde yeni bir siyasal yapılanma ve kurumlaşma sağlamış ve hepsi kadının konumunda da değişimlere yolaçmıştır. Savaşların patlak vermesi erkeklerin savaş cephesine alınarak kadınların üretimde daha fazla yer almalarına neden oldu. Kadının zorunlu da olsa üretime böylesine alınması onun toplumsal ve ekonomik sorunları daha da fazla yüklenmesini sağlamıştı. Kadının kendi kendine biçtiği rol de böylece değişiyor ve kendine güveni gelişiyordu. Savaş ardından eve dönen erkek, iş dünyasını yeniden ele geçirerek, kadını savaş önceki pozisyonuna itmeye çalıştı. Bunun o kadar kolay olmamasıyla birlikte, devlet kurumlarının -kilise, hukuk- teşvikiyle işlerinin kolaylaştığını söyleyebiliriz. Savaştan önceki burjuva demokrasisi kadının siyasette de daha fazla yer almasına yaramıştır. Örneğin; Rosa Luxemburg, Clara Zetkin gibi... Fakat faşizmin gelişiyle bu, tamamen ortadan kalkmıştır. Mükemmel ahlak ölçüleri olan ve doğurganlık ile aile içi görevleri üstlenen kadın tipi istenmiştir. Örneğin, Almanya'da kadın fuhuş ile tanımlanır. Evinde kocasına en iyi hizmeti sunacak olan kadın, çocuk doğurarak ırkının geleceğini güvenceye alacaktır. Yine kadın aynı zamanda bu görevler dışına çıkmanın cezasını ağır ödeyecek olan, tanrısına sonsuz bağlı olan bir varlıktır da.
Alman Yahudileriyle evli olan binlerce Alman kadınının saçları sıfıra vurulup, elbiseleri parçalanarak boyunlarında "ben bir Yahudi-fahişesiyim" yazılı bir pankartla dolaştırılarak yüzlerine tükürülürdü. Bu, saf ırkı kirletmenin intikamıydı. Üstün saf ırkın yaratılması için üretim çiftliklerinde antropolojik (ırksal) ölçülere uygun kadın ve erkekler çiftleştirilirlerdi. Ayrıca Yahudi kadınlarının doğurganlık organlarının alındığı, insanların, özellikle de kadınların bilim adı altında deney araştırmaları için kobay olarak kullanıldığı bilinmektedir.
Tüm bu insanlık vahşetinin karşısında asıl şaşırtıcı ve korkunç olan bir gerçeklik de şudur; Hitler'e iktidara gelmesinde önemli bir yardım sunan burjuva kadınlardı. Nazi partisinin önde gelenlerinden olan Rauschning şöyle anlatır: "Hitler'i kadınlar buldular, büyük savaş sonrasında onu ileriye süren sosyete hanımları oldu. Büyük endüstricilerin eşleri, yardıma kocalarından önce girişmişlerdi; gizliden gizliye paralar yolladılar. Enflasyon zamanında da değerli eşyalar gönderdiler ve Hitler bu parayla tutulan propagandacı bir grup kültürlü kadının eşliğinde giderek bir politika peygamberine dönüştü. Kadınlar kendisine vaktinden önce defne çelenkleri yağdırarak, o boş gururunu yok yere beslediler, bütün kentlerde kitle toplantılarında ilk sıraları her zaman evli ya da bekar ama hep o belli tipteki seçkin bayanlar dolduruyorlardı." Böyle bir gerçeklik burjuva kadının kendi cinsinden, cinsinin yaşadığı sorunlardan ne kadar uzak olduğunu, kendisini ikinci cins görmeyerek ne kadar kandırdığını ve bu doğrultuda erkek egemenliğinin en gerici biçimi olan faşizme bile yardım ettiğini çok iyi gösteriyor.
Arjantin'de faşist lider Peron'u da bir kadın iktidara taşımış ve iktidar döneminde yönlendirici güç olmuştur. Peron'un sevgilisi olan Evita, alt tabakadan gelen bir kadındır. Bu özelliği ile ülkenin alt tabakasını örgütler ve böylelikle askeri darbeyle başa geçen Peron'un iktidarını pekiştirir. Alt tabakadan olmasına rağmen Peron'un onunla evlenmesini faşist liderin halk tabanına verdiği değer olarak yansıtır ve böylece halkın güvenini kazanmaya çalışır. Kendi adına vakıflar oluşturarak, gelirinin küçük bir kısmını halkın hizmetine sunar. Ve sırf kadınlığını kullanarak bu düzeye gelmesi dikkat çekici bir diğer yandır. Aynı silahı kullanarak önceki mesleği olan artistlik ve radyo spikerliğinden aşama aşama iktidarı paylaşmaya kadar varır. Evita öldükten sonra Peron'un askeri darbeyle düşürülmesi, bu kadının ne kadar önemli olduğunun anlaşılmasına yarar.
Emperyalizm nasıl ki demokrasiden faşizme çok çabuk geçebilmişse, bugüne gelişte bunalımını aşmasını -bir süre için- sağlayan faşizmden kendi iddiasıyla daha gelişkin bir demokrasiye de geçebilmiştir. Diğer ülkeleri sömürerek kendi sermaye birikimini daha da güçlendirirken, ülkesindeki işçileri de belirli refah düzeyine ulaştırmıştır. Böylece geçmişte zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan işçinin yaşam imkanları daha da iyileşiyor ve kaybedecek çok şeyleri ona sağlıyordu. Bu da emperyalizme, işçi sınıfını kendi yanında bir yedek güç olarak kullanma olanağını sağlamaktadır. Sömürge ülkenin işçisi kendi emek gücüyle emperyalist egemenin güçlenmesini sağlarken, emperyalist ülke de bu yolla kendi işçisinin taleplerini karşılıyordu. Böylece işçisi muhalefet olmaktan çıkıyordu.
Diğer taraftan işçi giderek yarattığı değerlere yabancılaşmayı yaşıyordu. Burjuvaziye göre işçi tek başına değer yaratmıyordu, o sadece arabanın vidasını veya kapısının kolunu yapıyordu. Arabayı yaratan burjuvazinin kendisiydi. Bireyi yöneten ve kukla gibi oynatan üretim cephesi yanısıra tüketim olgusu olmuştur. Burjuvazinin azami kar mantığıyla yol açtığı üretim fazlalığı sorunu, yani arz-talep dengesizliğini giderebilmesi için, insanları toplu tüketime sevketmesi gerekiyordu. Bunun için de güçlü bir telkin mekanizması oluşturmuştu. Mekanizma iki amaç doğrultusunda yapılmıştır; birincisi suni ihtiyaçlar yaratmak, ikincisi ise yaratılan bu tüketim iştahını sanayinin en karlı sahalarına doğru yönlendirmektir. Dışta görülen bireyin kendi ihtiyaçlarını seçebilmesi için çok ve ayrı ayrı üretimdi. Oysa asıl olanı, yönlendirilen ve kendi seçimini yapamama gerçekliğiydi. Bu anlamda yirminci yüzyılın insan karakteri "tüketen insan" biçimini almıştır. O döneme kadar hakim olan "sahip olma" felsefesinin yerine sonsuza dek tüketim felsefesi geçmiştir. "Dev girişimlerin, dev bir sanayinin hükümet ve sendika bürokrasilerinin şekillendirdiği bir toplumda çalışma konumunu ve koşullarını hiç etkileyemeyen birey, kendisini güçsüz yalnız, bıkkın, sıkılmış ve kaygılı hisseder. Bir yandan da büyük tüketim sanayilerinin kar ihtiyaçları reklamlar yoluyla onu 'obur' bir varlık haline getirir."
Belirtildiği gibi kapitalizm insana maddi zenginlik sunmuşsa da açık ki, insani açıdan yoksullaştırmıştır. Buna yol açan en önemli özellik ise kapitalizme has bireyciliktir. Rekabete dayalı geliştirilen kapitalizm bu özelliği insanlara çocukluktan itibaren aşılamış, her şeyde en iyisini yapmaya çalışan, insanı yaratmıştır. Ayrıca bireysel tüketim, toplu tüketimden daha fazla talep olmasını ve böylece daha çok mal satılmasını sağlıyordu.
Bu iki özelliğe bir de tüketim mantığı eklendiğinde bu insanların geliştireceği ilişkilerin neye dayanacağı açık. Bununla beraber gelişen boşluk tüketimle doldurulmaya çalışılır. Birey için herşey -maddi, manevi- aile, ilişki, cinsellik, kültür ve hatta eğitim araçları birer tüketim maddesi olmuştur. Kapitalizmin dengesinin bozulmaması, üretimin sürekli talebini toplamak için yapay yöntemler geliştirilir. Örneğin; moda sektörü, marka bağımlılığı vb. bunlar direkt ilişkilere de yansır.
Tüketici anlayış cinsler arası ilişkilerde de kendini gösterir. Gelişen doyumsuzluk paylaşımı engellerken, birbirini tüketmeye sevkeder. Kapitalizmin gelişim aşamasında işgücünden yararlanmak amacıyla dışa açılımı sağlanan kadın, emperyalist aşamada bir bütün olarak toplumsal yaşamdaki boşlukların doldurulması için kullanılır. Sinema, televizyon, dergi aracılığıyla toplumsal bilinç ve istemleri denetim altında tutmak için kullanılır. Başını ABD'nin çektiği ve bir sektör haline getirilen Hollywood gibi kuruluşlarla ideal kadın tipleri oluşturulur. Marliyn Monroe kadınlar için ulaşılması gereken ölçüleri taşırken, erkekler için de fiziğiyle, aklıyla tam istediği bir kadındır. Bunu dönemlere göre Cindy Crawford, Madonna, Hülya Avşar gibi kadın tipleri izledi. Öyle ki bu kadınlar yeni dünya düzeninde sınırları aşma kültürünün taşıyıcısı olmuşlardır. Örneğin; Top-Model (Manken) Naomi Campbell'in Mandela'nın evlatlığı olması emperyalizmin muhalif olabilecek halklara karşı uyguladığı bir sızdırma yöntemi olmuştur.
Bu sektörlerle paralel geliştirilen ve yaygınlaştırılan fuhuş sektörü kadının daha da düşürülmesinde etkili olmuştur. Kadın ticaretinin uluslararası boyutlara ulaşması bunun en belirgin biçimidir. Dolayısıyla toplumun ahlak anlayışı alt-üst edilerek ahlaksızlık, ahlak haline gelir. Fuhuş emperyalist toplumlarda doğallaştırılmıştır. Örneğin, emperyalist ülkelerde bazı dergiler aracılığıyla Avrupalı erkeklere Asyalı kadınlar pazarlanmaktadır. İngiltere'de oturan bir İngiliz erkeği, bu dergilerde resimleri bulunan Taylandlı vb. kadınlardan birini seçer. Ardından bu talebini iletir ve düzenlenen fuhuş gezileriyle seçilen kadın bu erkeğe sunulur. Kadın, bu derece bir mal konumuna getirilmiştir.
Kapitalizmin kendini bu kadar uzun süre ayakta tutabilmesinin en önemli nedeni rekabet olgusunu toplumsal ilişkilere yansıtmasıdır. Bu anlamda kadının tüm bunlardan etkilenmeyi yaşadığı görülür ve bireyselleştirilir. İş hayatına atılan kadın kapitalist rekabetin sonucu olan başarısızlık korkusu karşısında daha da bireysel arayışlara yönelir. Kadının eşitliği kadınlığından vazgeçmesiyle bağlantılıdır. Örneğin; iyi bir kariyer yapabilmek için çocuk yapmaktan vazgeçer, vazgeçme mecburiyetinde kalır, çünkü ikisini bir arada yürütmesi için koşullar hazırlanmamıştır.
Dışa açılan kadının ilk arayışlarının cinsellik temelinde olduğu göze çarpar. Kadın cinsel yaşamında erkek gibi serbest olabilmeyi özgürlük sanır. Tek başına ekonomik bağımsızlığını elde etmeyi, dış görünümünü modaya uygun hale getirebilmeyi özgürlük zanneder. Kadın tüketimde erkekle eşit konuma gelmeye çalışır. Ölçüsü erkeğin statüsüdür. Erkekle bir rekabet içerisine girerken, giderek toplumsallaşmaya ters düşer ve karşı cinsi reddetmeye kadar gider. Aslında bu rekabette örgütlü, siyasal nitelikten sözetmek zordur. Bu yönlü bazı girişimler cüzzi veya bireysel kalmıştır. Örneğin; feminist grupların çıkış aşamasındaki mücadeleleri önemli ve belli oranda sonuçlara yol açabilecek düzeyde olsa da, giderek burjuvazinin güdümüne girmiş ve dejenere edilmiştir. Diğer taraftan politik arenaya giren ama erkeğin ölçüsünü esas alarak yükselen kadınlar da vardır. Margaret Thatcher, Madelyn Albright, Tansu Çiller, Benazir Butto vb. buna örnektir. Bununla birlikte siyasetteki önemli kilit noktalarında ve liderlik konumlarında genelde erkek yer alır. Kadının zaten bu daldaki sayısal oranı kuaförlük gibi mesleklerdekine oranla oldukça düşüktür.
Kadının günlük yaşamında siyaset çok az veya hiç yer almaz, ilgi alanına daha çok çevreci, hayvansever vb. kurumlar girer. Bu kurumlara karşı ilgisiz olmaması gerektiği haklılık içeren ayrı bir noktayken, siyasallaşmaktan uzaklaşarak bu konuda ilgisini yoğunlaştırması dikkat çekicidir. Kaldı ki kadına bununla da kalmayarak, düzen tarafından erkeği de siyasallaşmaktan uzaklaştırma misyonu verilmiştir.
Emperyalizmde, kadının yaşamın her alanında adı vardır. Hukuk, bilim, ekonomi, askerlik vb. Fakat bu dalların hepsini erkekten öğrenir. Örneğin; iktisat, bir sınıflı toplum ve onun sahibi olan erkeğin geliştirmiş olduğu bir bilim ve çalışma alanıdır. Kadın bu sahaya erkeğin mantığına sahip olarak girer. Yine askerlik kavramı erkekle özdeşleşmiştir. Ve bu, kadına tam olarak erkek gibi olmasını dayatır. Bilindiği üzere günümüz modern hukuğu ataerkil Roma hukukuna dayanır. Bu anlamda önemli oranda erkek egemenliklidir. Son birkaç yıla kadar yasalar karşısında evli kadına kocası tarafından yapılan haksız muamele suç sayılmazken, büyük mücadelelerle kaldırılmış ve aile içi bu muamele suç sayılarak yasalara geçmiştir. Diğer taraftan önceleri kadına büyük direnişlerle tanınan kürtaj hakkı son dönemlerde tartışılır konuma getirilmiştir. Bununla nüfus oranının düşüşünü engelleme isteminin yanısıra, işsizlik gibi toplumsal bunalımların çözümsüzlüğüne karşı kadını tekrar eve kapatarak hem erkeğe işsahaları açmak, hem de doğabilecek tepkilerin örgütlenmesini engellemek amaçlı olarak, erkeği dizginleme aracı olarak kullanmak istenir. Bu anlamda çocuk bakımını, doğumunu ve aile kurmayı teşvik edici fonlar geliştirir. İşsizlik sorunu karşısında erkek işçiler tercih edilirken, kadın ya işsizlikle karşı karşıya getirilir ya da bir erkeğe bağlanmaya mecbur bırakılır.
Kadının, toplumsal ve siyasal alanlarda çarpık ve sahte de olsa yer alması, ailenin gittikçe dağılmasına ve yıkılmasına yol açmıştır. Bu dönem için azami kar anlayışına çıkar sağlayan bu durum gittikçe aleyhte bir rol oynamıştır. Bu da kapitalizmi, aileyi tekrar toparlamaya ve kendisi için işlevsel kılmaya yöneltmiştir. Aile, kapitalizmin en ucuza kullandığı kurum olarak yaşatılmaktadır.
Kadın-erkek ilişkisinde tüketiciliğin gelişmesi özellikle kadının birey olarak var olmasını engeller. Karşılıklı kendine ait olan şeylerin paylaşımı yerine, erkeğe ait olan şeyler paylaşılır. Burada kadın erkeğin oyununa dahil olur. Oyun dışında kalan kadın hiçbir yere ait olmama duygusunu derinden yaşar. Hatta oyundaki kadın da oraya ait değil, tabi olmuştur. Bu durumda kadında görülen en önemli psikolojik durum mazoşizmdir. Kadın kendini aşağılamaya başlar. Kendine güvensizlik derinleşir. Kendisini, kendine has bir dille ifade edemez. Erkeksi bir dil kullanır. Bu dil kendine yönelik hakaretlerle doludur. Kendine yer arayan kadın erkeğin güdümüne girerek yer edinmeye çalışır. Bir yanıyla erkeğin istediği bir tip olurken, diğer yönüyle kendinden de tamamen uzaklaşamaz. Böylece bir tarafı erkeği bir tarafı kadını temsil eder. Erkek yanının kadın yönünü aşağıladığı görülür. Zayıf, güçsüz kadın av olmaktan kendini kurtaramadığı gibi, av olma istemi gelişir. Bu psikolojik durumu öğretilmiş edilgenlik konumuyla pekiştirilir. Erkek onun bedeni üzerinde bile denetleyici konumdadır. Kadın kendini erkeğin yetiştirdiği ve ortaya çıkardığı kadınlar aracılığıyla tanır. Böylece kadın kendi cinsinin nesneleştirilmesinde, metalaştırılmasında önemli bir rol oynar.
Kapitalizmin temel ilkesi olan kar mantığı tüm insani değerlerin pazarlanmasına yol açmaktadır. Toplumda kadının düşürülüşü paralelinde erkeğin sosyal ve siyasal konumunu etkileyerek, erkeğin de düşmesine yol açar. Başlangıçta kadın kullanılarak yaratılan pazar sahaları açma girişimi gittikçe erkeği de kapsar. Bu anlamıyla karakter itibariyle ataerkil olmasına rağmen erkeği bile satışa çıkarmadan çekinmemiştir. Kadının sunuluşuna hizmet eden kozmetik ve diğer benzeri sektörler erkekler için de faaliyete geçer. Hatta en çok kadına dayalı geliştirilen fuhuş sektörü erkeği de kapsamaya başlar. Sinema, televizyon ve dergilerde erkekte kadın gibi cinselliğini pazarlarlar. Topluma bu düşürülüş modernizm, çağdaşlık ve eşitlik olarak yansıtılır. Erkek de düşürülerek kadınla bu noktada eşit düzeye getirilmek istenir. Kapitalizmin eşitlik anlayışı ancak bu kadardır. Bu, kadın tarafından kendisine sunulan özgürlük ve eşitlik adımları olarak değerlendirilir.
Kapitalizm bununla da yetinmeyip, yeni pazar sahası açmak için çocukları bile kullanmaktan çekinmemiştir. Örneğin; batıda geliştirilen bebek ve küçük çocuk pornografi ticareti bunun açık ifadesidir. İnsanları bu yeni "maddeye" yönlendirmek, bu yönlü güdüleri uyandırmak için moda ve reklamlarda çocuk yüzlü mankenler tercih edildiği dikkat çekmektedir. Yukarıda da belirtilen tüketici, obur insan bu son örneklerle daha da somutluk kazanmaktadır.

J- Sovyet deneyimi ve reel sosyalizmde kadın 

Gerilemesinin en doruk noktasını emperyalizm döneminde yaşayan kapitalist üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin son uzlaşmaz biçimidir. Kapitalizmi yıkan çelişki, gelişmesinin doruk noktasında kızışan üretimin toplumsal niteliğiyle ürünlerin kapitalist mülkiyet arasındaki çelişkidir. Her toplum üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında zorunlu uygunluk yasası vardır. Kapitalizm elindeki bütün olanakları kullanarak zorunlu uygunluk yasasının işleyişine karşı koyar. Devletin müdahalesi ile kendi üretim biçimini kurtarmaya çalışır. Kapitalist üretim ilişkileri içinde, sosyalist üretim ilişkileri arayışları başlar. Sosyalist üretim ilişkileri kapitalizmin bağrında oluşmaz ama bunu yaşatacak olan gücün bilinçlenmesi sonucu kapitalizm yıkılarak sosyalist üretim güçleri sosyalist üretimi oluşturur.
Sosyalist üretimin temel özellikleri, üretim araçlarının özel mülkiyetten çıkarılıp toplumsal mülkiyete dönüştürülmesidir. Bu üretim biçimini örgütleyip denetlemek için politik iktidarın emekçi kitleler tarafından ele geçirilmesi gerekir. Sosyalizmde bu iktidar biçimine proletarya diktatörlüğü denilir. Bu yönetim biçimi burjuvazi ve küçük burjuvazinın mülkiyetine el koyarak kamu mülkiyetine dönüştürür. Üretim araçları karşısında insanların eşit durumunu ifade ederek, onların siyasal ve toplumsal yaşamdaki eşitliğini gerçekleştirir. Sosyalizmde iki tip mülkiyet vardır: Birincisi devlet mülkiyetidir. Devlet mülkiyeti, mülkiyetin esas biçimidir. Ulusal ekonominin bütün sektörlerini kapsar. İkinci üretim biçimi, kolhozcu üretimin kollektif biçimidir. Bu, küçük üreticilerin toprağı birarada işledikleri tarımsal makineleri işletmeleri ile, yine birlikte kullandıkları ve herkesin küçük hayvanlarının olduğu bir mülkiyet biçimidir. Her ikisinin çalışma biçiminde toplumsal ilişki geçerlidir, plan gereğince geliştirilir. Devlet mülkiyeti tüm halkın malıdır, ama kolhoz mülkiyeti ise çeşitli emekçi gruplara aittir, bir grup mülkiyetidir.
Sosyalizm kişisel mülkiyeti ortadan kaldırmaz, tersine emekçilerin kişisel mülkiyetlerini artırır. Sosyalizmdeki kişisel mülkiyet kapitalizmdeki özel mülkiyetten farklıdır. Özel mülkiyet esas olarak üretim araçları üzerinde kurulur, oysa bireysel mülkiyet kişisel kullanım eşyaları üzerinde olur. Kapitalist özel mülkiyetin kaynağı artı-değerdir, ama sosyalizmde kişisel mülkiyet, kişisel çalışmanın karşılığıdır. Kapitalizmin temel ilkeleri olan nihai kar, rekabet, bireysellik vb'nin yerini sosyalizmde kollektivizm, toplumsal çıkar, özgür birey alır.
Son sınıflı toplum olan kapitalizmden, sınıfsız toplum olan komünizme geçişte ara süreç rolünü oynayan sosyalizmdeki devlet yapılanması, zamanla yetkisini eritme göreviyle yükümlüdür. Bu ilke reel sosyalizmde oldukça ihlal edilmiştir. Bunu Sovyetler Birliği gerçeğiyle açıklamak mümkündür. Sovyet Devrimi'nde öncülük yapan komünist partisi devrim sonrasında da proletarya diktatörlüğünü temsil etme iddiasıyla iktidara geçmiştir. Toplum çıkarı doğrultusunda hareket etmesi gereken bu parti, iç ve dış nedenlerden dolayı zamanla toplum üstü bir mekanizmaya dönüşmüştür.
Sosyalizm ilkelerine göre araç olan parti ve devlet mekanizması, reel sosyalizmde bir amaç haline dönüşmüştür. Bu sapma doğrultusunda katı bir parti devletçiliği uygulanmıştır. Bununla birlikte üretim araçları kamu çıkarları doğrultusunda değil, devleti güçlendirip pekiştirme hizmetine konmuştur. "Sovyetler Birliği'nde iktidar işçi ve diğer emekçi kitlelerin elinden kaçmış ve Stalin'in bürokrasisinin elinde bir baskı ve terör aracı haline getirilmiştir."
Kapitalizmin yoğun saldırısıyla karşı karşıya kalan Sovyetler Birliği, kendisini savunmayı yoğun silahlanmada görmüştür. Bu silahlanma toplumsal çıkardan ziyade, devlet çıkarını koruma amaçlıdır. "Sovyet devletinin günlük çıkarları, Sovyet yöneticileri çeşitli ülkelerle anlaşmalar yapmaya itiyordu. Sovyet devletinin yaşamını garanti altına almaya yarayan bu antlaşmalar, uzun dönemde Sovyet Devrimi'nin ve III. Enternasyonal'in idealleriyle çelişiyordu. Öyle bir durum ortaya çıkmıştı ki, kısa vadede bazı acil gereksinimler için yapılan anlaşmalar ve verilen ödünler dünya devrimci hareketine büyük darbeler vurmaktan geri kalmıyordu. Bu anlaşmaların taktik nedenlerle ve geçici olarak yapıldığı söyleniyordu. Taktik gerilemeler ve zorunlu ödünler daha sonraki dönemde, Stalin döneminde, devrimci ilkeler haline getirildi. Artık Sovyet dış politikası Sovyet devleti çıkarları doğrultusunda tesbit edilir oldu."
Sapmalar sonucu üretimde tıkanıklığa giden Sovyetler Birliği'nde toplumsal huzursuzluklar başgöstermeye başladı. Toplumun çıkarına ters düşen her devlet yapılanması gibi Sovyet devleti de toplumdaki huzursuzlukları bastırmakla gidermeye çalıştı. Bunun uygulamasında yöntem olarak polisyen devlet (istihbarat, polis ağı..) güçlendirilmiş, ideoloji olarak da proletarya ideolojisi topluma karşı kullanıldı. Toplumdan gelen sisteme yönelik eleştiriler, burjuva ideolojisinin dayatılması olarak nitelendirilip bastırıldı. Bu durum zamanla toplumun sisteme karşı güvensizleşmesini derinleştirdi. Üretim araçlarının gitgide parti yöneticilerinin lehine işlemesiyle emekçi kitleler maddi anlamda fakirleştikleri gibi, yanlış uygulamalar nedeniyle manevi değerlerden de yoksun bırakılmışlardı. Biriken ekonomi, siyasi ve toplumsal sorunlara çözüm getiremeyen devlet, yıkılmasına da engel olamamıştır.
Genel bir ekonomik-siyasi bakış açısından sonra reel sosyalizmde kadının konumuna değinmek istiyoruz. Sovyet Devrimi'nin kadın açısından hangi değişikliklere yol açtığını anlamak için, kadının devrim öncesi durumunu açmak gerekir. Feodalizmin ağır etkilerini taşıyan Rusya'da kadınlar tüm haklardan yoksun bırakılmışlardı. Kadın, babanın yetkisinden kocaya "satılarak", onun etkisine giren bir mal olarak görünürdü. Bu durum birkaç Rus atasözünde şöyle dile getirilir:
"Piliç kuş sayılmaz, kadın da insan."
"Kahvaltı ve akşam yemeği olarak karını döv!"
"Seni kasam gibi sevecek, kürk paltom gibi döveceğim."
"Kadın camdan değildir, birkaç kez vurmakla kırılmaz."
Çarlık düzeninin aile yasasına bakıldığında bu atasözlerinin benzer bir biçimde dile getirildiği görülecektir: "Ailenin başı olarak kocasına boyun eğmek, ona karşı sevecen ve saygılı davranmak, her bakımdan uysal olmak hep sevgi ve yumuşak başlılık göstermek..."
Bu yasalara dayalı bir toplumda kadın kocasının onayı olmaksızın hiçbir yere gidemez, hiçbir yerde çalışamaz ve hatta pasaport sahibi olamazdı. Kadının mal sahibi olması da oldukça zordu, çünkü kocası buna el koyma hakkına sahipti. Yine o dönemde toplum ağır kilise etkisi altında olduğundan dolayı aile işleyişi, evlenmeler, boşanmalar kilise tarafından gerçekleştirilmekteydi. Katı ahlak ölçülerine dayandığından bir kadın için boşanma oldukça zordu. Bunun karşısında ise erkeğin çokeşliliği onaylanmaktaydı. Kentteki işçi kadının durumu ise değişik bir trajediydi. Erkekten daha az ücret karşılığında, daha uzun çalışma mecburiyetindeydi. Hamile işçi kadınların işten atılma korkusuyla nasıl çalıştıklarını bir emekçi kadın şöyle anlatmaktadır: "Kadın emekçiler gebeliklerini ağızları köpükler içinde tezgahta doğurana kadar gizlerlerdi ve loğusalık geçer geçmez tezgahtaki yerlerini alırlardı."
Devrim öncesi kadının durumu bu iken, belli arayışlar içerisine de girmiştir. Yine 1905 Devrimi'ne kadar ciddi bir kadın hareketinden söz etmek mümkün değilken, bazı feminist gruplara rastlanılır. 1861'de Çar'ın yaptığı bazı reformlar doğrultusunda Rus insanında özgürlük arayışları başlamıştır. Soylu kadınların da girdiği bu arayış sonucu 1859'da Rusya'da ilk feminist grubu oluşturulur. Bu grubun faaliyetlerinden önemli bir kesit olan Rozvet (Yetişkin kadınlar için edebiyat, sanat ve bilim dergisi) adında bir dergi çıkarılarak, kadınların eğitim düzeylerini yükseltmek amaçlanır. Bu kadın grubunun çalışmaları var olan feodal din sınırlamalarını çok fazla aşmamıştır. Aynı yıl St. Petersburg sakinlerine ucuz pansiyon ve sosyal yardım adıyla bir yardımsever derneği kuruldu. Bu derneğin en çarpıcı faaliyeti 300-500 arasındaki işçi kapasiteli büyük konfeksiyon atölyelerinde savaş bakanlığının üniforma siparişlerini karşılamaktı. Bu derneğin yanısıra küçük çapta bazı dernekler de kurulmuştu. Yoksul kadınlara yardım, yararlı kitapların dağıtımı ve çalışma sevgisini canlandırma dernekleri bunlardan bazılarıdır.
Bu dernekler 1893'te Rus Kadınları Karşılıklı Yardımlaşma Derneği'nin kurulmasına yol açmıştır. Bu derneğin faaliyetleri sonucu okuyan kadınlar için bir yurt, geçici ikamet için bir başka yurt, iş bulma kurumu ve işçi kadınlar için bir çocuk bakım merkezi oluşturuldu. Aynı zamanda sel ve kıtlık kurbanlarına yardım komiteleri örgütlendirildi. 1900'de başkanlığını sırasıyla iki prensesin yaptığı "Fahişeliğe Karşı Rus Kadınlarını Koruma Derneği" kuruldu. Bu dernek; soylu kesiminden oluşan bir kadro yapılanmasına sahipti.
Bu örneklerde de görüldüğü gibi belirtilen arayışlar, hiçbir şekilde köklü çözüm arayışlarını içermemiştir. Tam tersine, koruma ve yardım temelinden öteye gitmemiştir. Bunun öncülüğünü de soylu sınıfların üstlenmesi gerçekliği, yardımseverlik denilince ne anlama geldiği kendiliğinden anlaşılmaktadır.
1905 Devrimi, kadınlar için de önemli bir uyanış sürecini beraberinde getirmiştir. Aleksandra Kollontai bu süreci şöyle anlatıyor: "1905'te bir kadının kendisi hakkında konuştuğunun ya da yeni haklar talebinin işitilmediği tek bir sokak köşesi yoktu." O dönem ilk kez değişik Rus kentlerinde kadın hakları mitingleri düzenlendi. Şubat 1905'te orta sınıf kadınları ve aydınlardan oluşan "Kadınlara Eşit Haklar Birliği" adında feminist bir örgütlenme kuruldu. Bu örgütlenmenin sendikalarla bağlantılarının sıkı olması önemlidir. Bu birlik, 7 Mayıs 1905'te I. Kuruluş Kongresi'ni 70 delegenin katılımı ile gerçekleştirdi. Bu kongreye sunulan işçi kadınların ve köylülerin eşit ücret ve ana-çocuk sağlığı taleplerini içeren bir karar tasarısı, kongrenin çoğunluğunu elinde tutan burjuva kadınlar tarafından reddedildi. Buna karşın, sadece cins, din ve milliyet ayrımı gözetmeksizin eşit ve genel oy hakkı talep edildi. Ayrıca bir cumhuriyetin ilan edilmesi için gerekli mücadeleye, üyelerini katılmaya davet eder. Bunlara ek olarak, ulusal otonomi, cinslerin yasa önünde eşitliği, gerçekleştirilecek bir toprak reformundan köylü kadınlarının da eşit bir şekilde yararlanması, sosyal yardım ve sigorta yasaları, işçi kadınları koruma yasası, ortak eğitim imkanı, fahişelerle ilgili reform yasası ve ölüm cezasını kaldırma talebi vb. gibi istemlerin olduğu, tipik bir radikal burjuva reform programı hazırlanmıştır. Devrim en doruk noktasında, bu birliğin taleplerinin de en radikal olduğu görülür. Sosyalistleri kendilerine yakın görerek, onların izinden yürümüşlerdi. Belli bir kesim taleplerini aktif eylemlere katılarak sürdürürken, birçoğu destek faaliyetleriyle sınırlı kalır. Daha sonra önlerine koydukları programın gereklerini yerine getirmediklerinden dolayı, taleplerinden vazgeçtikleri görülür.
1905'te kurulan diğer burjuva-feminist örgüt ise "İlerici Kadın Partisi" olmuştur. Çıkardıkları "Kadın Haberleri" adlı derginin, diğer dergilerden farklı olarak, kadın fabrika işçilerinin, ev hizmetçilerinin, fahişelerin ve köylü kadınlarının durumlarına geniş yer vermiştir. Rusya koşullarında, taleplerinde en radikal olan bu parti, Avrupa'daki örneklerine göre ise daha geri, sosyal reformlar talep etmekle yetinen liberal Rus gruplarından biriydi. Monarşi sistemi ile uzlaşmaları diğer bir özelliğiydi. Diğer feminist oluşumlardan farkı, erkekleri parti içerisine almamalarıdır, çünkü erkeklerle ortak çalışma, bu parti için erkeğin egemenliğini, kadının ise pasifliğini sürdürmesi anlamına gelmekteydi. Bundan ötürü de sosyalist partiye karşıydılar ve sınıf mücadelesine sempati duymadılar. 1905 devrimci ayaklanmalarına karşı parti başkanı olan Pokrovskaya şöyle yazmıştı: "Yaşamı şiddetle, katliamla değil, sadece barışçı reformlarla yeniden yaratabiliriz." Bu parti hiçbir zaman etkili olamamıştır. Orta ve üst sınıfın temsil düzeyini aşamamıştır.
Sosyalist Devrim Partisi içinde 1901-1916 yılları arasında kadın katılım oranı %14,3'tü. Kadınların militanca eylemlere özellikle tercih edildikleri göze çarpmaktaydı. 1880-1890 yılları arasında militan eylemliliklerden ötürü tutuklanan 43 devrimciden 21'inin kadın olması, bunun ispatıdır.
Birinci Paylaşım Savaşı, Rusya'da burjuva-feministler ve sosyalist kadınlar arasındaki uçurumu derinleştirdi. Burjuva feministleri gitgide yurtseverlik çerçevesinde faaliyetlerini sürdürdüler. Yardımlaşma dernekleri, savaş çabalarını destekleyip, gönüllü olarak ve coşkuyla cephe örgütleme faaliyetlerine katıldılar. 1915'te Kadınlara Eşit Haklar Birliği, Rusya'nın kızlarını, bir kadınlar seferberliğine çağırdı. Kadınları savaşa çekme çabasına girerken, bunu anayurtlarına olan borcun ödenmesi ve Rusya'da zafer sonrası kurulacak yeni bir yaşamda erkeklerle eşit haklara sahip olmanın koşulu olarak görüyorlardı. Savaştan dolayı erkeklerin üretimden çekilmesinden ötürü, kadınlar 1917'de iş gücünün %50'sini oluşturuyordu. Savaş, emek hareketinin dağılmasına ve bundan ötürü sessizliğe kapılmasına neden olmuştu. Bunu değiştiren ekmek ayaklanmalarını başlatan kadınlar olmuştur. 6 Nisan 1915'te Petrograd'da et satışının durdurulmasından dolayı bir et marketini yağmaladılar. Bu olaydan iki gün sonra, Moskova'da aynı sahne ekmek için yaşandı. Bu dönemde değişik amaçlarla gerçekleştirilen grevlerde kadınlar da yerlerini almışlardı.
1917 Ekim Devrimi'ni başlatan da kadın işçileri olmuştur. Bolşevikler ilk genel grev çağrılarını 25 Şubat'ta yayınlayabilmişlerdi. Ancak bu çağrı yapılana kadar 200 bin işçi çoktan bu greve girmişti. Tekstil fabrikalarında çalışan işçi kadınlar, delegeler seçerek onları komşu fabrikalara gönderip grevi örgütlemişlerdi. Troçki bu gerçekliği şöyle ifade eder: "Devrim, aşağıdan başlayan, kendi devrimci örgütünün direnişini kıran işçi sınıfının en çok baskı gören ve ezilen kesiminin -kadın tekstil işçilerinin- kendiliklerinden, inisiyatifi ellerine aldıkları bir devrimdir."
Rus toplumunda önemli bir gelişmeye yol açan devrimde, Rus kadını da yerini almıştır. Erkekler gibi kadınlar da o dönemki ağır yaşam koşullarına yönelik Çar rejimine karşı sınıf bilinciyle mücadele etmişlerdir. Devrimin öncü güçlerinin o dönemdeki kadın sorununa yaklaşımları kaba materyalist olduğundan dolayı başarıya ulaşmış sınıf mücadelesiyle otomatikmen kadın sorununun da çözüleceğine inanıyorlardı. Bundan ötürü devrim sürecinde kadın sorununa özgün bir yaklaşım sergileme gereği duymamışlardır. Bu pratik uygulamalar kuşkusuz o dönemdeki sosyalist liderlerin teorilerinden kopuk ele alınamaz. Marks ve Engels kadın konusunda, dönem koşullarına göre küçümsenmeyecek çözümleme çabasına girişmişlerse de, bu soruna köklü bir çözüm ürettikleri söylenemez. Erkeğe nazaran kadının konumunun kötü olduğu kabul edilmiş, fakat sadece sınıf çelişkisi temelinde değerlendirilmiştir. Özel mülkiyetin doğurduğu kadın sorununun, özel mülkiyetin ortadan kaldırılışıyla çözüleceğine inanmışlardır. Unuttukları önemli bir nokta ise; onbinlerce yıldır süregelen bir cins şekillenmesinin varoluşudur. İki cins şekillenmesinin çözülmeden, ekonomik tedbirlerle cinslerin özgürleştirilmesi ve buna bağlı olarak yeni bir toplum yaratılmasının mümkün olmadığı Sovyetler örneğinde görülmüştür. Savaşta yer alıp, savaş sonrası kadın örgütlenmesinde görevlendirilen Jessica Smith durumu şöyle açıklıyor: "Barış geldiğinde benden kadınlar arasında çalışmam istendi. Herkes güldü. Beni hiçbir zaman bir köylü kadın olarak düşünmemişlerdi. Önceleri ben de hemen hemen aynısını düşünüyordum. Erkek giysileri içinde, bir erkek gibi düşman peşinde koşmaya fazlasıyla alışmıştım... Çağrıldığım ilk kadın toplantısını ve sorunları herkesin önünde tartışmaları için köylü kadınları nasıl zorladığımı hatırlıyorum." Bu örnekte de görüldüğü gibi Sovyet kadını cins bilincinden yoksundu. Devrim kadınlara iş yaşamında önemli kazanımlar sağlamış olsa da, kadın ve erkeğin binlerce yıllık geri şekillenme özelliklerinin ortadan kaldırılmasına yönelik somut planlamalara gidememiştir.
Devrim sonrası kadına hemen hemen tüm iş sahaları açılmış ve çalışma koşulları iyileştirilmiştir. Bu yeni yaşam koşullarında kadın yerini belirlemesi için örgütlülüğünün gerekliliği konusunu hissetmiştir. Kadına ilişkin yeni düzenlemeler bu tür örgütlenme sonucu elde edilmiştir. İlk Emekçi Kadınlar Kurultayı, Sovyet hükümetinin kurulduğu hafta içinde Petrograd'da 50.000'den fazla kadın temsilcinin katılımıyla gerçekleşti. Bu kurultayda Rus devriminin önemli kadın isimlerinden Aleksandra Kollontai, gebe kadınların korunmasını sağlama amaçlı yeni analığa hazırlık yasalarıyla ilgili ön tartışmaları başlattı. Asıl taslağı olan Hastalık Güvencesi Kararnamesi, 22 Aralık 1917 tarihinde onaylanmış ve ilk koruyucu yasa olmuştur. Sigorta fonu kurulmuş, Ocak 1918'de Ana ve Çocuk Esirgeme Kurumu kurulmuştur. Kadının gebelik öncesi ve sonrası parasız bakım izni güvence altına alınmıştır. Hamile kadınların ağır işlerde çalışmaması ve çocuklarını emziren annelerin gece çalışmaları yasaklanmıştır. Ana bakım evleri, sağlık ocakları ve danışma merkezleri kurulmuştur. Yasa değişikliği aile yapılanmasını da kapsamıştır. Öyle ki, devrimde altı hafta sonra, kilise evlilik denetiminin yerini medeni nikah kayıtları alır. Bir yıl içinde yeni evlenme yasası, yasalar önünde karı-koca arasında tam eşitliğin kurulmasını sağladı. Ve yasal doğanlarla evlilik dışı doğanlar arasındaki ayrımı çözümledi. Bu yasayla birlikte aile içinde erkek egemenliğine kağıtta da olsa son verildi. Böylece kadınlara kendi yaşamları üzerine karar verme hakkı tanındı. Boşanmalar kolaylaştırılırken, evlilikler de ancak 2 eşin ortak kararıyla gerçekleştirilebilir hale getirildi. 1926 yılında kabul edilen aile yasası ile kadınlar, evlilikleri sırasında yaptıkları işin karşılığını almaya hak kazanıyorlardı.
1917 Petrograd kurultayının örgütsel sonuçlarını kadın kitlesine indirgemek için eğitim vermek amacıyla, 1919'da Parti Emekçi ve Köylü Kadınlar Bölümü kuruldu. Bu bölüme Genotdel adı verildi. Bu bölüm, Sovyet Devrimi'nde özgün ilk kadın örgütlenmesi olmasına rağmen, çıkış itibariyle köklü bir çözüm arayışından ziyade yapılan bazı reform adımlarını hayata geçirme görevini üstlenmişti. Genotdel zamanla kadınları sırf eğitme görevini aşarak, kadınları siyasete girme yoluna teşvik ediyordu. Kadınları o dönem yaşanan iç sorunlara karşı eyleme geçirmiştir. Olağanüstü durumlarda kadınlar cepheye gitti, askerlik yaptı, siper kazdı. Askerlikte başarılı olan kadınlardan da sözedilmektedir. İlk etapta kadınlara ulaşmakta zorluk çeken bu bileşim, değişik yöntemlerle Aleksandra Kollontai'nin de katkısıyla daha sonra Doğu bölgelerini içeren bir kadın derneği ağı örgütlemiştir. Böylesi bir örgütlülük ve bununla kazanılan deneyimler kadınların kendilerini sendikalara, topluma ve partiye kabul ettirmelerini sağladı.
Böylesi bir örgütlülük kadınlara güven kazandırmış ve ihtiyaçlarının erkek tarafından gözardı edilmesi engellenmiştir. Yine gelişen öz güvenle birlikte erkeklerin kadınlara yaklaşımı kabul görmüyor ve eleştirilmeye başlanıyordu. Oluşturulan yeni düzenle birlikte ailenin de yeniden örgütlenmeye tabi tutulması kendisini dayatıyordu. Kadın özgürleşmeden işçi sınıfının da özgürleşmeyeceği genel kabul görse de, bunun pratik uygulamasında oldukça fazla belirsizlikler yaşanıyordu. "Anamalcılar (kapitalistler), kadının bir köle, erkeğinse ailenin geçim ve gönencinden sorumlu olduğu eski aile olgusunun, ...emekçi sınıfının özgürlük yolundaki çabalarını bastırmak için kullanılacak en iyi silah olduğundan habersiz değillerdi."
Kadının özgürleşmesinin ön koşulu olan üretime katılması, Lenin'in belirttiği gibi, kadının düşüncesini de geliştirecektir. Kadını mutfaktan iş dünyasına çekebilmek için değişik imkanlarla bunun koşulları yaratılmaya çalışılmıştır. Halka açık aşevleri, mutfaklar, çamaşırlıklar, terzihaneler çoğulcu ev yönetimi düzenlemeleri ve çocuklar için sağlanan olanaklarla bu gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Kadının üretime girmesiyle birlikte geleneksel aile biçimini ayakta tutmak zorlaşıyordu. Bundan dolayı "aileyi yok et" parolası geliştirilmiştir. Aileyi yoketmekle kadın sırf özgürlüğe adım atmayacak, aynı zamanda toplum için maddi ön koşul oluşturacaktır. Genel olarak geleneksel aile diğer kapitalist kurumlar gibi yıkılacağı ve yerine ortaklaşa yaşamın (komün yaşam) geçeceği görüşü kabul ediliyor ancak bunun ne kadar bir zaman içerisinde ve ne kadar çabayla gerçekleştirileceği konusunda netsizlikler yaşanıyordu.
Yeni yaşam biçimi olan komün yaşamının, ancak geliştirilmiş toplum ve oluşturulmuş altyapıyla gerçekleşebileceği biliniyordu. O düzeye ulaşana kadar ise, temsili örnekler oluşturulmalıydı. Açılacak bazı temsili örneklerde de görüldüğü gibi komün yaşamın tam anlamıyla ne içerdiği de net değildi. İlk olarak 1924'te kurulan komün yaşam birliklerinde belirli sayıda insan sınırlı bir mekanda ortak bir yaşam sürdürmeye çalıştılar. Bu yaşam biçiminde özel mülkiyet olmamalıydı ve komün çıkarları doğrultusunda yaşanacaktı. Koşulların tam olarak oluşturulmaması, doğalında cinsel özgürlüğe ulaşmada bir engel teşkil ederek, yeni ailelerin eski değerlere sarılmasını getirmiştir. Komün yaşamın tam olarak bilince çıkartılamayışı eski duygu ve düşüncelerin yeni yaşam biçimine sızmasına neden olmuştur. Yeni yaşam biçimi eski yaşam şeklini dönüştüremediği için yeni yaşam yaşanmamıştır. Genel ailenin durumu da, yaşanan sorunlar bakımından bundan farklı değildi. Çünkü insanların davranışları hiç değişmemişti. Bir parti görevlisi durumu şöyle ifade ediyor: "İyi yasalar yazmak ayrı bir şey, yasaları yaşama sokacak, gerçek koşulları oluşturmak başka bir şeydir."
Yeni yaşamı açıklayan bir kuramın bulunmayışı, ekonomik sıkıntılar, toplumsal ve kültürel geriliklerle birleşmiştir. Bu, kadının durumunda da daha fazla görülmektedir. Kadınlar hem yasanın hem kendilerinin öngördüğü gibi işdünyasına katılamıyorlardı. Savaş ortaklaşmacılığı döneminde kadınların toplumsal üretime katılımı gerilemiştir. Yeni tutumbilimsel siyaset dönem sırasında çoğu kadın işleri, ev işlerine bir alternatif oluşturmamakta, çünkü o dönem hemen hemen iş yoktur. Yeni ekonomi politikası nitelikli işçilere ihtiyaç duyduğundan ve kadınlar bu koşullara sahip olmadıklarından dolayı iş dışı bırakılıyorlardı. Yasalar eşit işe eşit ücret öngörse de, 1920'lerde kadınlar erkeklerle aynı iş karşılığı düşük ücret alıyorlardı. Stalin'in politikasını oluşturan ve 1928-29'da yürürlüğe giren sanayileşme ve tarımın kollektifleşmesi, Rusya'yı bir devlet kapitalizmi rejimine dönüştürmüştür. Bu değişiklikler milyonlarca kadının emek gücüne katılımına yol açmıştır. Bu, kadın kurtuluşu için çok önemli bir adım olarak görülse bile, tek başına kurtuluşu getirmediği de açıktır. Ekonomide yapılan bu değişiklik ağır sanayinin yatırımlarını aşırı ölçüde yoğunlaştırdığından, kadına yönelik, devrim sonrası yükünü hafifletme amaçlı geliştirilen projeler, tamamen ihmal edilmiştir. Stalin rejimi, toplumda tutuculuğu geliştirmiş, bunun için bürokratik yapının ihtiyaç duyduğu tutucu desteği güçlendirdiği için aileyi gerekli ve yararlı bulmuştur.
Ayrıca yıkılmakla karşı karşıya kalan eski aile biçiminin yerine yeni yaşam biçimi yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı oturtulamadığı için toplum yozlaşmaya yüz tutmuştur. 1920lerde kadınların durumundaki hızlı kötüleşme, kendini fahişeliğin ortaya çıkmasında da göstermiştir. Bunun engellenmesi gerekiyordu. 1929'da Genotdel kadınların bağımsızlık akımlarına gerek kalmadığı gerekçesiyle kapatıldı. Toplumun yozlaşmasının önüne geçmek için ve alternatif üretememeden dolayı, devlet 1930'dan itibaren eski geleneksel aile biçimini toplumda oturtmaya çalışmıştır. 1936'da çocuk aldırma yasaklandı. Bu yasada da görüldüğü gibi 1920'lerde elde edilen kadın hakları yavaş yavaş geri alınmakta ve ona ters bir politika uygulanmaktaydı. Boşanma zorlaştırıldı. Toplum resmi evlenmelere teşvik ediliyor, evlilik dışı birliktelikler burjuva özelliği olarak nitelendirilip evliliği bölen bu "pis" ve "zehirli" düşünceleri halk düşmanlarının ortaya attığı savunuluyordu.
1945'de miras yasasında yapılan bir değişiklikle kadın tam anlamıyla eski konumuna getirilir. Bu yasa aile içerisinde babaya daha büyük bir yetki veriyor, kadın ise aile içinde tüm yetkilerini yitiriyordu. 1930'lardan itibaren kadının bu ani düşüşüyle bağlantılı olarak, Stalin'in eşinin intiharı gerçekleşir. Stalin'in eşi olan Nadya Alluliyeva, 1932 Kasım'ında bir tartışmada ülkenin durumunu eşinden farklı ele aldığından dolayı Stalin ona sert ve kırıcı çıkışlar yapar. Aynı gecede Nadya canına kıyar. Nadya'nın intiharı, bireysel olarak ele alınmamalı, tam tersine o dönem liderlik yapan bir kişinin eşinin bu durumda olması Stalin'in kadına bakış açısının ve kadın sorununa yaklaşımının sonucudur. Stalin'in kadına biçtiği rol, erkek egemenlikli sınıflı toplumu çok fazla aşmaz. Bunu da "İşçi ve köylü kadınlar, ülkemizin geleceği olan gençliğin anneleri ve eğiticileridirler. Annenin Sovyet rejimine sempati duymasına, yahut da burjuvazinin, papazların, kulakların peşine takılmasına göre, kadınlar çocuk ruhunu ya bozabilir, ya da gençliğimizi ileriye götürecek sağlam bir ruh verebilirler" belirlemesinden de anlayabiliriz.
İkinci Paylaşım Savaşı'nda en zor dönemlerini yaşayan Sovyetler (salgın hastalık, kıtlık, savaşta yitirilen 20 milyon insan vb), insanlara manevi değer vermekten çok uzaktı. Hatta insanlar küçültülüp değersizleştirilmişti. Bu gerçeklik insanları aileye sarılmaya götürdü.
Bu dönemden (1950'lerden) sonra "modern" Rusya şekillenmeye başlar. 1930'larda getirilen kısıtlamalar yine ortadan kaldırılmış, ancak kadının konumunda olumlu gelişmeler sağlanmamıştır. Başkanımız Abdullah Öcalan yoldaş, bu konuda şu belirlemeyi yapar: "Sosyalizmin ustalarından Marks, toplumun özgürlük derecesinin belirlenmesini genelde kadının özgürlük derecesine bağlamıştır. Lenin de kadının katılmadığı bir devrimci faaliyetin başarıya gidemeyeceğinden bahsetmiştir. Kadının yitirilişi tahlili ise Engels'e aittir. Ancak ilke düzeyindeki bu belirlemelere rağmen, kadının eşitliği ve özgürlüğü sorununun bir programa ulaştırılıp, kendi özgünlüğü içinde bir örgütlülük ve mücadeleye kavuşturulmasının tam yapıldığı söylenememektedir. Kadın hareketinde görülen daha çok kendiliğindenciliktir. Bazı kadın hareketleri organize ediliyor, bazı kadın önderler de çıkıyor, ama bütün bunlar sorunun çok köklü çözümünü hedefleyen stratejik bir yaklaşımın parçaları olarak değil, genel bir stratejinin yedekleri olarak geliştiriliyor. Dolayısıyla sosyalist toplumda günümüz kadını her ne kadar ileri bir mesafe katetmişse de her kendiliğinden hareketle kazanılanlar da olduğu gibi, burada da bunalımın kökünün kazılması tamamıyla gerçekleşememiştir. Şüphesiz, Sovyetler Birliği başta olmak üzere sosyalist toplumlarda kadın, fiziksel yönden yüzyıllardan beri içine düştüğü dumurluğu aşmaya yüz tutarak, daha gelişmiş bir fiziğe doğru tırmanmaktadır. Üretime, siyasete, sosyal ve kültürel faaliyetlere katılmaktadır. Sosyalist toplum ona iş bulmada sonuna kadar özgür olduğu bir çerçeve oluşturmuştur. Ama bir cins olarak kadın o kadar geri ve toplumun erkek tarafından damgalanması o kadar güçlüdür ki, sağlanan hakların kullanımı bile çok az olmakta ve katılımın tam devrimsel sonuca götürüldüğü söylenememektedir.
İddia edilir ki, devrim toplumsal dönüşümü sağlattırdığı oranda kadının da dönüşümü sağlanacaktır. Bu hep böyle yazılmış, böyle değerlendirilmiştir. Oysa bu bir kendiliğindenlik damgası taşıdığı için istenilen sonucu vermemektedir. Örneğin Sovyetler'de ve diğer sosyalist ülkelerde kaç devlet başkanı, kaç başbakan, kaç bakanın kadın olduğu sorusuna alınan yanıt ne olacaktır? İç ve dış politikanın önemli kilit noktalarındaki kadınların oranı sanırız yüzde beşi geçmeyecektir. Bu bariz bir eşitsizliğin yan etkisinin yaşandığını gösterir. Sosyalizmde görev üstlenmenin gönüllü olduğu, yetenekli olanların, ister kadın isterse erkek olsun, bu görevleri üstlenebilecekleri ve eğer bu görevlerde erkekler daha fazla ise daha yetkin olduklarından ötürü olduğu söylenebilir. Bu doğrudur da. Ancak burada yeteneklerinden ötürü kilit noktaları elde tutan erkeğin, yüzyıllardan beri erkek hakimiyetinin yetenekli kıldığı erkek olduğu unutulmamalıdır. O halde, 'sosyalizmde çok çalışan çok kazanır, çok düşünen çok iş yapar' deyip işin içinden çıkmak mümkün değildir. Bu yaygın bir eşitsizliğin kalıntılarının bir sonucudur. Kendiliğinden de olsa kadına verilen rol yine daha çok bazı alanlarda yoğunlaşmıştır. Edebiyat ve sanat faaliyetlerinde biraz daha ilerletilmiştir, ama ciddi siyaset ve planlama işlerinde henüz zayıf olduğu da bir gerçektir. Ve bu kendini aile olayında açığa vurmaktadır. O halde sorunun mevcut sosyalist toplumda kökünden halledildiğini söylemek veya çözümü sosyalist toplumun genel gelişim sürecine bağlamak, mevcut toplumlarda var olan kötülüğün kaynaklarından birisine göz yummak olacak, dolayısıyla da toplumsal sorunların genel çözümünde tıkanıklıklarla karşı karşıya gelinecektir."
Tüm Sovyetler tarihinde geçerli olan parola herhalde "özgür kadın, çalışan kadındır" olmuştur. Sovyetler döneminde işlenen hataların ciddiyeti, günümüzdeki fuhuş pazarının en önemli kesimini oluşturan Nataşalar göstermektedir. Reel sosyalizmin ulaştığı sonuç: "Kadın özgürleşmeden toplum özgürleşemez" belirlemesini bir daha fakat çok acı bir şekilde ispatlamıştır.

K- Feminizm ve ulusal kurtuluş mücadelelerinde kadın

Kadınlarla erkeklerin eşit haklara sahip olmaları için çaba harcayan kadın hakları arayışçılarının ilk kökü Yunan Antikçağ Pythagorasçılığına dayanmaktadır. Pythagoras cins olarak kadınları sofuluğa erkeklerden daha yatkın buluyor ve onlarda sofuluğun doğal olduğunu söylüyordu. Platon da kadınlara tam bir siyasal eşitlik istemiştir. Platon'un "Devlet"inde kadınlarla erkekler eşit haklara sahiptirler. Kadına toplum tarafından getirilen kısıtlamalara karşı çıkma temelinde gelişen arayış zamanla örgütlülük kazanmakla akım şeklini almıştır. Bundan dolayı feminizmin tam olarak hangi süreçte ortaya çıktığını söylemek mümkün değil. Ancak muhtemelen feminizmin başlangıcını Bohemyalı Guillemine adlı bir kadın 13. yy'ın sonlarında yapmıştır.
Guillemine, İsa'nın kadınları tam anlamıyla kurtuluşa götüremediğini ve Havva'nın halen bağışlanmadığına inanır. Bundan yola çıkarak değişik kesimlerin kadınlarını etrafında toplayarak bir kadın kilisesi kurmuştur. Kadınların kilise çerçevesinde hakları doğrultusunda arayışa girmeleri o dönem koşulları göz önünde bulundurulursa hiç de şaşırtıcı değildir. Toplumun aşağılamalarından ve kadına dayattığı çerçeveden kurtuluş olarak manastırlara sığınma görülüyordu. Bilindiği üzere din, kadın tenini ya.....şmış ve toplumsal hoşgörü bile ortadan kalkıyordu. İngiltere'de manastırların kapatılmasıyla birlikte, rahibeliğe olanak kalmıyordu. 16. yy'dan itibaren gittikçe büyüyen kentler, üretime getirdiği değişiklikle birlikte kadın cinsine yaklaşımda da değişiklikler getirmiştir. Tarım toplumunun dağılmadan ve kilisenin çiftleri kutsayıp korumadığı süreç öncesi, kadına tanınan evlilik öncesi cinselliğine karşı duyulan hoşgörü ortadan kalkar. Bu dönemden sonra kadına dayatmalar uygulanarak, kadın utanmaz olarak nitelendirilip boyun eğdirilmesi amaçlanmıştı.
Bu çabayı 1547'de yayınlanan bir bildiride net görmekteyiz. Bu bildiri Londralı kadınların "konuşup çene çalmak için buluşmalarını" yasaklamış ve kocalara da "karılarını evde tutmalarını" buyurmuştur. 17. yy'da toplumun katı dayatmaları had safhaya ulaşmıştır. Buna paralel olarak kadınların arayışlarının da güçlendiğini görebiliriz. 17. yy'ın ortalarında İngiltere'nin bir eyaletinde Kalvinci kilisenin papazları Anne Hutchison'a "Yerini şaşırdın... karı yerine koca, dinleyici yerine vaiz, yargılanan yerine yargıç olmalıymışsın, ancak o zaman kilise ve ulusal topluluğundaki işleri dilediğince yürütebilir ve bu yüzden de aşağılanmazdın" derler.
Anne Hutchison, çevresine çoğunluğunu kadınlardan oluşan bir topluluk oluşturmuştu. Bunlar zaman zaman toplanıyor, Hutchison, İncil'i yorumluyor, bazı din adamlarını eleştiriyordu. Kutsal kitap ve hastalıklara karşı bitki bilgisinden dolayı da saygı kazanmıştı. O, tanrıyla dolaysız ilişkiye inanıyor ve böylelikle tanrının insanın içinde yer aldığını düşünüyordu. Bu yaklaşım Kalvinci dogmaları, siyasal farklılıkları ve patrik düzenini alt üst ediyordu. Bu nedenle hem hükümet, hem de din yetkililerince yargılanıp sürgüne gönderildi.
Toplumun dar dayatmalarına karşı çıkanlardan birisi de Mildred olmuştur. Toplumun denetimine karşı kadının kendisi üzerinde söz hakkı, kendisine yönelik kararlarda onay ve hatta herkesin eşit olduğu düşüncesi bu kadınlar tarafından benimseniyordu.
1640'larda feminizmi eleştiren yazılara karşı "Kadınların Keskin Öcü" adlı bir kitapçık yayımlandı. Ayrıyeten çift ölçütlü cinsel ahlaka hem de kadınlar için kısıtlanan eğitim olanaklarını eleştiriyorlardı. Bunlar ahlak ve eğitim boyutunda kaldıklarından dolayı siyasette kadın haklarında, söz hakkı talebinde bile bulunmamışlardı. Feminizm toplumsal ahlak açısından gelişmeye başlamışsa da, herhangi bir siyasi açıdan gelişimi yoktu. Büyük bir kesim erkeğin yetkisini kabul görüyordu. Oy hakkını da kapsayan yurttaşlık hakları ücret sözleşmeleriyle veya evlilik bağıyla kuşatılmış olan kişiler haklarının bir bölümünü başkalarına aktararak oy hakkını yitirmişlerdi. Bu yönetime katılma ayrıcalığını varlıklı erkeklerin sınırlanmasına götürmüştür. Bu kesim kuşkusuz sınıf çıkarları doğrultusunda varlıklı kesimi temsil etmelerine yol açmıştır.
Kadınlar ise -varlıklılar dahil- hiçbir şekilde bundan yararlanamıyorlardı. Tam tersine kadınlar efendilerinin yurttaşlık hakları kapsamına alınmıştı. Bu da evin reisinin yetkisinin artmasına yol açmıştı. Bundan böyle evin reisi (baba) sırf maddi olarak değil, ailenin tinsel gönencinden de sorumluydu. Ortaçağ üretim ilişkisini belirleyen ölçü, tarımsal ve aile faaliyetlerine tüm aile bireylerinin katılmasını kapsar. Kadınlar bu çalışma biçiminde tam anlamıyla eşit olmasalar, ikinci dereceden de olsa kadının ortaklığını onayladılar.
Gelişen kapitalizmle birlikte varlıklı kesimlerin eşleri üretimden uzaklaşmalarını derinleştirmişlerdir. Özellikle bu kesimde cinsler arası işbölümü farklılaşır. Kadın, sırf doğurmak ve ev işleriyle sınırlı tutularak bir nevi asalak konumuna itilmiştir. Buna karşın erkeğin görevi de dış dünyayla belirlenir. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kadının üretimdeki durumu da farklılaşır. Loncalarda durumları giderek zayıflıyor ve zamanla kendilerine has iş sahaları erkekler tarafından ele geçiriliyordu (Mayalamacılık, ebecilik vs). Kadınlar böylelikle güvenceye alınmış işlerden uzaklaştırılarak, evlerde yapabilecekleri geleneksel işlerle yetinmişlerdi. İşbölümündeki yenilikler kadını ya güçsüz bırakmış, ya da kötü bir şekilde sömürüldükleri yere itmiştir. Üst sınıf kadınları yanısıra artık orta sınıf kadınları da çalışmamayı bir sınıf üstünlüğü saymaya başladılar.
"Erkeğin değeri pazardaki açıkgözlülüğün ona sağladığı gelirle belirlenirken, kadının değerini ölçmek çok daha güçtü. İş piyasasında yarışması engellendiği için, onun da görevini cinsellik piyasasında yapması bekleniyordu."
Kadın bunu iki şekilde uygulayabilirdi: Birincisi, evlenerek kendisini pazarlama, ikincisi direkt sokakta kendisini sunma. Bu dönemde kapitalist kadın sınıfından bahsetmek biraz zordur, çünkü onlar kapitalist erkeğe bağlanmış insanlardı. Kadınların tam anlamıyla nesneleşmesinde 18. yy'da ortaya çıkan pornografi rol oynamıştır. Pornografinin ortaya çıkışı tüm toplumsal töreleri, dini, aileyi ve siyasal düzenin kutsallığını hor gören bir biçimde sınırsız cinselliği beraberinde getirmiştir.
Kadınlar evle sınırlanmalarını sorgulayıp, arayışlara girmişlerdi. Bu çerçevede 17. yy.'ın sonlarında Mary Astell adlı bir İngiliz, kadınlar için bir yüksekokul kurma düşüncesiyle etrafında en ayrıcalıklı kadınları topladı. Amaç; kadınların kendi yaşamlarını kazanmalarıydı. Bu düşünce kapitalizmin gelişmesiyle uyum içindeydi. Bu girişimle, kadını eğitime katma çalışmaları özgürlük arayışını da getirmiştir. Bunlar yine tek bedensel olarak değil, entellektüel olarak da varlıklarını göstermek istiyorlardı.
19. yy'ın başlarında feminizmde başka bir akım başgösterir: Erkeklere tepeden bakma. Bu akım erkekleri aşağılıyor, dürüst bulmuyor, bundan dolayı da kadının üzerinde erkeğin egemenliğini kabul etmiyordu. Eşitliği arama ölçütleri ise erkeklerde kendi saflıklarını aramalarıydı. Feminizm zamanla salt kadınlar için bir umut olmaktan çıkıp, tüm insanlar için umut misyonu üstlenmiştir. Bu değişiklik sadece kadının ezilmişliğini savunmuyor, onu ezenin de kurtulmaya ihtiyacı olduğuna inanıyordu. Eğitim olanaklarından yararlanma fırsatını bulmuş kadınların çoğu erkek dünyasıyla uzlaşma yolunu seçiyordu. Onlar bu ayrıcalıklı durumlarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyorlardı. "Onların bu durumu, köle toplumunda ikinci sınıf beyaz olup da, beyazların korunmasına kavuşmayı dileyen bir melez kuşağın durumuna benziyordu. Erkek, kadını şatosuna sokuyordu ama, yalnızca onun sırrını başkalarına açmayacağından emin olduğu için."
Direnen kadınlar ise, suçlu görünüp töre tanımazlıkla damgalanıyorlardı. Onların dünyasında başkaldırı kişiseldi.
Kadınlar toplumsal ve siyasal mücadelelere daha çok devrimler, ayaklanmalar gibi önemli süreçlerde aktif bir biçimde katılırlar. Stabilasyon (sağlamlaştırma) ve restorasyon (tamir etme) dönemlerinde ise genellikle mücadele dışı kalmışlardır. Kadınların kitlesel boyutta toplumsal mücadelelere katılımları 1789 Fransız Devrimi'yle olmuştur.
Bilindiği üzere Fransız Devrimi bir burjuva devrimidir. Aynı zamanda sömürülenlerin özgürleşmeleri için ilk girişimdir. Fransız Devrimi süreci iki sınıf mücadelesi şeklinde gelişmiştir. Mülkiyeti ve zenginliği kapitalizmin gelişmesine bağlı manifaktür, küçük atölye, dükkan sahipleri ve tüccarlardan oluşan burjuvazinin toprak soyluluğuna karşı mücadelesi, öte yandan burjuvaziye karşı mücadele eden yoksullar ve mülksüzlerin oluşturduğu sınıf mücadelesidir. Güçsüz olan işçi sınıfı mücadelesi, burjuvaziye karşı mücadelesinden ötürü, burjuvazinin toprak soyluluğuna karşı başkaldırısına neden olmuştur. Burjuvazinin en radikal kesimlerini oluşturan Jakobenler işçi sınıfını kullanarak belirli gelişme kaydederler, fakat sağ kanat burjuvazinin saldırılarına yenik düşerler. Böylelikle burjuvazinin iktidarı iyice sağlamlaşır.
Bu dönemde devrimde rol oynayan kadınları üç ayrı kategoriye ayırmak mümkün: Soylular, burjuva feministleri ve son olarak da mülksüzler. Soylu kadınlar devrim sürecine katılmayıp eski rejimin devamcıları olmuşlardır. Kendi sınıfı içinde ikinci konumda olan kadın, aristokrasinin ayrıcalıklarından yararlanır.
Burjuva kadınlarının durumu ise farklıydı. Toplumsal yapıda birçok değişikliğe yol açan devrim, burjuva feminizmini güçlendirmiştir. XIV. Louis'in parlamento üyelerinin seçimi için koyduğu yasalar, kadınları katılım dışı bırakıyordu. Buna karşı burjuva kadınları şikayet, öneri ve istek devrim dilekçeleri düzenlemekte oldukça etkin oldular. Bu dilekçeler değişik politik talepler içermekteydi. Bunların bazıları şöyleydi: Eğitim düzeyinin iyileştirilmesi, erkeklerin karılarının üzerindeki yasal otoriteleri dahil tüm ayrıcalıkların kaldırılması, yine kadının bütün siyasi etkinliklere sınırlanmaksızın katılması, boşanmanın yasallaştırılması vs.
Devrim sürecinin en önde gelen isimlerinden biri, burjuva feministi Olympe de Gouges'tu. Devrim öncesi radikal bir monarşist olan De Gouges, devrim sonrası hazırlanan insan hakları deklarasyonuna karşı, kadın hakları deklerasyonunu 1791'de kaleme alıp, kadınların eşit haklarına dikkat çeker. Ayrıca kadınlar meclisinin kurulmasını, oy hakları tanınmasını, erkeklere tanınan insan haklarının kadınlar için de tanınması vb. Taleplerde yasaların genel iradeyi temsil etmesi gerektiği de vurgulanmıştır.
Bu deklarasyon daha sonra burjuva-feministlerinin program taslağını oluşturmuştur. Burjuva-feministleri salt birkaç doğruyu ortaya koymakla kalmamış, kadınları kitleler halinde harekete geçirebilmiş, eyleme kaldırabilmiştir ve ayrıca cumhuriyet ordusunda da savaşmışlardır.
Burjuva feministler devrimin bir sonucu olarak, bazı kazanımlar elde ettiler. Bunlar, miras yasasının, erkek ve kız çocuklarına eşit hak tanıyacak biçimde değiştirilmesi, 21 yaşına basan kadınlara yasal sorumluluk tanınması, kadınların borç sözleşmeleri yapabilmeleri ve kamu davalarına tanıklık yapabilmeleri olmuştur. Burjuva feministler, mücadelelerinde işçi sınıfı kadınının sorunlarına eğilmediklerinden işçi sınıfı kadınları tarafından benimsenmemişlerdir. Tam tersine, Olympe de Gouges'un da içinde bulunduğu burjuva feministleri giyotine gönderildiğinde alkışlamışlardır.
Devrim sürecine en aktif katılan kadın kesimi kuşkusuz işçi sınıfı kadını olmuştur. İşçi sınıfı kadınları burjuva feministlerin taleplerini yadsımamışlardır, ama kadın haklarının kazanımlarının ancak işçi sınıfı mücadelesinin kazanılmasından geçeceğine inanıyorlardı. Bu doğrultu işçi sınıfı kadınlarının mücadelesi sonucu temel gereksinim maddelerinin fiyatlarını saptayan azami fiyat yasası, 1793'de çıkartılarak bir fiyat kontrol sistemi kurma yolunda ilk adımlarını atmışlardır. O dönemki işçi sınıfı mücadelesi çok yüksek politik talepler içermiyordu. Bundan ötürü 1789-95 yılları arası sık sık patlak veren ekmek ayaklanmaları, halkın ayaklanmalarının temel talebini oluşturuyordu. Buna rağmen burjuva partilerinin yönlendirdikleri politik ayaklanmalara katılarak bazı önemli kazanımlar da elde ettiler. Bu kazanımlar kadınların mücadelede pasifleşmelerine yol açmamış, tam tersine mücadele esnasında deneyim ve bilinç kazanmışlardır. Daha sonra politik dernek ve dergilere üye olarak bilinçlenmelerini sürdürmüşlerdir ve monarşiye karşı savaşımda yer almışlardır.
İşçilerin gerçek gücünü oluşturan halk komiteleri içinde çok sayıda kadın komiteleri de vardı. Bunların 13 Mayıs 1793'de oluşturdukları Cumhuriyetçi Devrimciler Derneği'nin başkanı Claire Lacombe'dir. Bu dernek, 1793 yılı yaz ve sonbahar politik savaşlarında kadınların önemli rol oynamasını sağlamış ve sağ burjuva kanat liderlerini tutuklama amaçlı Mayıs sonunda kitle gösterilerinde militanlıklarını sergilemişlerdir. Sağ burjuva kanadı yenen sol burjuva kanat ve onun lideri Maksimillien Robespierre'in işçi kadınların desteğine ihtiyacı kalmaz. Bundan ötürü Cumhuriyetçi Devrimciler Derneği'nin başkanı olan Claire Lacombe'yi tutuklatır. Ancak çok kısa bir süre içerisinde serbest bırakılması, bu tutuklamanın gözdağı verme amaçlı olduğunu gösterir. Bu sindirme politikaları sonuçsuz kalır. 21 Eylül 1794'de Cumhuriyetçi Devrimciler Derneği meclise bir gruptan oluşan heyet gönderme ve diğer taleplerin yanısıra tüm şubelerin göndereceği delegelerden oluşan bir mekez komitesi saptanmasını önerir. Bu örnekteki amaç, geçmişle bağlantılı olarak, kralın iktidardan düşürülmesi ve sağ kanadın tasfiyesidir. Bunun üzerine sol burjuva kanat (Jakobenliler), bundan kaygı duyarak bunlara karşı ekmek ayaklanmalarına ve zorunlu fiyat kontrolüne doğal olarak karşı çıkan dükkancı kadınları harekete geçirirler. Bundaki amaç, kadın eliyle gelişmekte olan işçi kadın hareketlerini zedelemekti. Değişik suçlamalarla bu hareket marjinalleştirilmek istenmiştir. Bu çalışma sonucu bütün kadın kulüplerinin yasaklanması, oluşturulan işbirlikçi kadın hareketi tarafından onaylatılmış ve uygulanmıştır. Bu yasaklamalara karşı, Paris Komünü Genel Konseyi'ne gelen kadın heyetini, komün savcısı "erkek olmak istiyorsunuz" diyerek suçlamıştır. (17 Kasım 1793)
Robespierre'in sağ kanat tarafından düşürülmesiyle birlikte halk daha fazla yoksulluğa sürüklenir. İşçi kadınların uğradıkları yenilgi onları kendi sınıflarından uzaklaştırmaz, bozgun zamanında bile erkeklerden daha uzun direnişler sergilelerler.

L- Paris Komünü

1870 yılında Bismark Almanyası'yla III. Napoleon Fransası arasındaki savaş, Fransa için yıkım oldu. Fransız ordusu kuşatıldı ve imparatorun Prusyalılara tutsak düşmesiyle polik karışıklıklar patlak verdi. Bunların sonucunda Fransa'da cumhuriyet ilan edildi. Monarşist olan Adolphe Thiers ulusal meclisin başına getirildi. Bu kişinin ikamet ettiği yer Paris dışındaki Versailles'ti. Dolayısıyla Paris merkezi denetimin dışında kalmıştır. Thiers, Paris'i kendi kontrolü altına almak için kendine bağlı birlikleri ulusal muhafızlara (Cumhuriyet Ordusu) karşı saldırıya geçirtir, ancak yenilirler. Bu yenilgi sonrası Paris, sağ kanadın denetiminden çıkar ve işçilerin hükümeti başa geçer. Bürokrasisi ve daimi bir ordusu bile olmayan bu yeni tip devlette, yargıçlar da dahil tüm memurlar seçimle işbaşına gelecekti. Aynı zamanda toplum için önemli değişiklikler de getirmişti.
Fransızların devrimci geleneği bir yandan devrimi teşfik ederken, diğer yandan devrimi sınırlayan bir karaktere sahipti. Bu geleneği, küçük burjuva radikalizmi olarak özetleyebiliriz. Bu özelliğin kadına yaklaşımı da bu yönlüdür. Küçük burjuva radikali Proudhon, kadına sadece iki mesleğin uygun olduğunu savunur. Bunları da ev kadınlığı ve fahişelik olarak belirler.
I. Enternasyonal olarak bilinen Uluslararası İşçi Birliği, 1864'de kuruldu ve Marks yönetimindeki genel konsey kadınların da üyeliğe kabul edilmesini onayladı. Ancak Fransız delegasyonunun buna karşı çıkmasıyla doğan anlaşmazlık, her seksiyonun kendi üyelik koşullarının belirlenmesine izin vererek çözüldü. Komünün ilk gününde (18 Mart 1870) kadınlar Thiers'in ulusal muhafızların toplarını ele geçirmek üzere gönderdiği birliklerin etkisizleşmesinde önemli rol oynadılar. Eylemlerde kadınlar ve çocuklar, askerlerin arasına girip onları da aralarına alıp tezahürat bile edip ulusal muhafızlarla kucaklaştırırlar, yani kendi yanlarına çekerler.
Dönemin ileri görüşlü kadın örgütlerinden biri Paris'i Savunma ve Yaralılara Yardım İçin Kadınlar Birliği, I. Enternasyonal'in Fransız bölümünün kadın örgütlülüğüydü. Kadınların eşitliğe ve kurtuluşlarına yönelik ilk adımlarından biri de eğitim alanındaki çalışmalardır.
Kadın örgütleri ve genel kadınlar o dönem koşullarının bir sonucu olan fahişelere karşı düşmanca bir tutuma girmişlerdi. Ancak fahişeler farklı bir tutum izleyerek, komünün içinde yer aldılar. Komün içinde cesaretle savaşmak isteyen birçok fahişe çıkmıştır. Hatta Amanda isimli bir fahişe, Komünün fahişelerden oluşan özel bir tabur kurması önerisini sundu. Bu öneri onaylanmaz ancak, bu süreçten itibaren fahişelere bakış açısı değişir ve onların Kadınlar Birliği'yle ilişkilenmeleri sağlanır. Bu kadınlar daha sonra direnişin en ön saflarında yer alarak, Komünün yenildiği Kanlı Mayıs haftasında barikatlarda kahramanca can verdiler. Genel olarak Komünün direnişinde en fazla savaşıp kurşunlananlar kadınlar olmuşlardır.
Fransız Devrimi tüm Avrupa'yı etkilemiştir. İngiltere'de de Mary Wollstonecraft, küçük yaşta kız çocuklarla erkek çocuklara eşit davranılmadığını görmüştü. Yine o dönemde kızların okula gitmemesi onda bir kızdan beklenenlere karşı kin gelişmesine yol açmıştı. Ve o özellikleri kabul etmemişti. Özgürlük ve kişisel özgürlüğün sadece erkekler için olduğunu farketmişti. Ve bunun üzerine özgürlüğünü kazanmak için beyinsel çalışmaya ağırlık vererek, okuma-yazma öğrenir. Evden ayrılarak çalışmaya da başlar. Fransız devlet adamı Talleyrand'a ithafen Kadın Hakları'nın Savunması adlı kitabını kaleme alır. Kadının ikinci sınıflığı için olan tüm temel taşları yerinden oynatmaya başlar bu kadın. Artık ünlü olan Mary, erkek çocuklar için olan eğitimin aynısını kız çocukları için de ister. Kadınların doktorluk, siyaset gibi meslekleri de yapabileceğini söyler. İki cins arasındaki mevcut ilişkilere karşıdır. "Kadın erkeğin hayat arkadaşı olmalıydı" der ve eğitimle kadınların akıllı ve özgür vatandaşlar yapılmasını söyler. Ve kendisi de evlilik dışı anne olmuştur. Yaşamında istedikleriyle yaşadıkları çeliştiği için bir bunalım dönemi geçirir ve intihar etme girişiminde bulunur. 1797'de ölmeden önce "Kadının durumu ve çocuk" adlı kitabını yazmaya çalışır ama tamamlayamaz. Kadın Haklarının Savunması kitabı ancak 1975'de yayınlanır. Mary, İngiliz radikal feministlerinin ilk belgesini 1792'de Londra'da yayınladı. Ona göre bütün insanlar kendi kaderlerini belirleme hakkına sahip olmalıdır. Bundan ötürü kadınlarla erkeklerin eşit eğitim olanaklarına sahip olmaları gerektiğini savunur. Ancak kadın eşitliğini erkeğin tanımasından geçtiğine inanır.
İngiltere ilk kapitalistleşen ülke olmasına rağmen, kadın hakları, ancak 19. yy'ın sonunda John Stuart Mill'ın parlamentoya kadınlara eşit oy hakkı tanınması önerisinde bulunana kadar tartışma konusu olmamıştır. Feminizm, sanayileşen İngiltere'nin ortaya çıkardığı burjuvaziye karşı işçi sınıfının mücadelesinden sonra ancak gündeme gelmiştir. Fakat sınıf mücadelesinin itmesiyle başlayan kadın mücadelesi sosyalizmden kopuk bir feminist hareketi olarak gelişecektir.
1848'de Atlantik ötesinde de feminist mücadele sosyal mücadele içerisinde doğar. Fransa'daki kadınların kaderlerini proleter mücadelede görmelerine karşı, ABD'de de Amerikan kadınları kendi kurtuluş mücadelelerini siyah esirlerin kurtuluşuna bağlamışlardır.
Feminizmin hareket olarak ilk toplantısı 14-15 Temmuz 1848'deki Seneca Falls Kongresi'dir. Elizabeth Cady Stanton'un kongrede sunduğu bildiride, kadın ve erkeklerin eşit olduklarını söyleyerek, yaşama, özgürlük ve mutlu olma haklarının vazgeçilmez olduğunu savunan insanlık tarihini, erkeğin kadın üzerinde kurduğu tiranlığın doğrudan sonucu olarak kadın haklarını zorla gaspetmenin ve ezici davranışların tarihi olarak nitenlendirmişlerdir. Bu kongrede kadınlar, sunulan bu bildirgeyi kabul ettiler ve ayrıca gelecek açısından kadının oy hakkı kazanması için çalışacaklarını kararlaştırırlar. Bu faaliyet için iki örgüt kurarlar.
O dönemde Amerikan burjuvazisi ilerici bir konumda olduğundan dolayı burjuva devrimci güçlerin bir kanadı olan burjuva feminist hareketler de ilerici bir konuma sahiptir. Ancak ülkeyi kuzeydeki sanayi sermayesi egemenliği altında birleştiren 1861-1865 iç savaşının sonunda burjuvazi ve onun feminist kanadı daha radikal değişimlerin karşısında yer aldı.
1866'da yapılan 14. Değişiklik, siyah erkeklere oy hakkı verirken, tüm kadınlara (beyaz ve siyah) bu hakkı vermeyi reddetti. Bu değişiklik feministleri öfkelendirir. Kadın hareketi ile köleliğin kaldırılması hareketi arasında bir ayırım ve çelişki yaşandı.
19. yy'ın sonuna doğru ABD burjuvazisinin gericileşmesiyle, kadınlara oy hakkı verilmesi dışındaki bütün diğer konularda erkeklerle aynı görüşleri paylaşan burjuva kadınları bunun doğal sonucu olarak, ırkçı ve işçi sınıfı karşıtı pozisyona girer. Burjuva feminizmin bu değişikliğinden ötürü işçi kadınlarla da bir ayrışmayı, uzaklaşmayı yaşar. Ancak şimdi 19. yy sonuna doğru güneye açılım sağlamasıyla birlikte siyah kadınlar da işçi kadınların yanında yer alır.
Burjuva feminizminin zamanla kadınlar için oy hakkı talebi de değişime uğrar. Sorun artık kadınlar için oy hakkı, yabancılara ve siyahlara oy hakkının geri alınması talebine büründü. Burada kadın eliyle burjuvazinin ırkçı politikasını sürdürdüğünü görmekteyiz. İşçi sınıfı karşılaştığı güçlüklere karşı ırk, cins gözetmeksizin ortak sendikalaşma çabasına girmiştir. Bu temelde oluşturulan sendikalar daha sonra siyah insanları ve kadınları dıştalayıp, nitelikli beyaz işçileri kapsayan bir hal almıştır.
1866'da Ulusal Emek Birliği kuruldu. Bu birlik, dünyada kadınlarla erkeklerin aynı ücrete tabi tutulması ve kadınların lider konuma gelmesi sorununu ortaya ilk atan örgütlerden biridir. Emek Şövalyeleri adı altında kurulan bir başka dernek, kadın ve siyahların örgütlenmesinde büyük çaba harcamıştır. En belirgin özelliği, Güney ABD'de siyah işçilerin örgütlemesini sağlamasıdır. Bu dernek illegal hareket etmiştir. Ayrıca bu dernek, kadınlar için bir çekim merkezine dönüşmüştür. Hedeflerinden bir tanesi kadınların tam eşitliğini ve eşit işe eşit ücreti talep etmesidir. Emek Şövalyeleri salt bir işçi sınıf derneği değil, aynı zamanda işverenlerin katılımını da teşvik edilmiştir. Ancak zamanla işçi olmayanlar da derneğin kongresinde politik etkinlik sağlar ve ele geçirir. O dönem için radikal taleplerin yerine reformist talepler geçer. Sonunda Emek Şövalyeleri etkinliğini yitirir. Bunun üzerine 1881'de Amerikan Emek Federasyonu kurulur. Bu federasyon devlet ve işverenle savaşımı göze almayıp, işverenlerle iş kolu düzeyindeki sendikayı kurmayı sağlayacak koşullarda barış yapmaya çalışır. Bu, büyük çoğunluğunu siyah yabancı ve kadın işçilerinin oluşturduğu niteliksiz ve yarı nitelikli işçilerin kurban edilmesi anlamına geliyordu. Dışlanmış olan kadın erkek niteliksiz işçiler, geçici ve yabancılar kitlesinin uyanışı olarak bilinen 1905 Rus Devrimi'nin de etkisiyle Dünya İşçi Birliği kurulmuştur. Bu birlik bütün işçilerin asıl silahı olan grev yoluyla sınıf mücadelesini sürdürecek bu silahla, kapitalizmi yenip sendika örgütlenmesi tarafından yönetilen bir işçi devletiyle sonuçlandırılacaktı. Bunun için 'tek bir büyük sendika' içinde örgütlenmeleri gerektiğine inanıyorlardı.
1907 Nisanı'nda New Orleans'da Dünya İşçi Birliği'nin yaptığı grev, tarihte fahişelerin bir sendika tarafından greve götürüldüğü tek örnektir. Amerikan Emek Federasyonu'nun kadın politikasından ötürü, öte yandan da Dünya İşçi Birliği'nin dayanıksızlığından (kitleselleşmemiş olmasından ötürü zayıflamıştır) dolayı, 1913'de bir grup liberal kadın ve birkaç sendikacı, Kadın Sendikalar Birliği'nin kurulmasına yol açtı. Bu kadınların birliği oluşumu, devrime çağrıya bir cevap olarak görülür. Aynı zamanda burjuvazinin sömürüsünün ancak köklü bir mücadeleyle çözüleceğine inanmışlardır. Bu birlik ayrıyeten kendini tüm sınııfların ittifakı olarak görüyordu. Bu birlik örgütlenmekten ziyade yasallaşmaya önem vermiştir.
1871 Paris Komünü'nün yenilgisinden sonra uluslararası işçi hareketinin çekim merkezi Almanya olmuştur. 1870'lerde Almanya, Avrupa'nın en geri ve kapitalizmin en geç girdiği ülkelerinden biri durumundadır. Fakat bu tarihten sonra kapitalizmin Almanya'ya hızlı bir şekilde girmesi, toplumsal yaşamdaki gelişmeyi hızlandırmış, buna paralel olarak da kadın hakları hareketi gelişmiştir. Kapitalist ülkelerde kadın hareketi daha çok burjuva feministlerin liderliğinde yürürken, bundan farklı olarak Almanya'da, 1860'ların sonundan 1914'lere kadar sosyalist temelde gelişen feminizim söz konusudur. Birinci Paylaşım Savaşı başlamadan önce Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) uluslararası sosyalist hareketin asıl gücü ve Alman İşçi Hareketi olarak görülürdü. Kadın-erkek eşitliği ilkesi SPD'nin programına 1891'de girer.
1848'lerde Alman orta sınıfı kendi devrimini gerçekleştirme mücadelesinde, Prusya monarşisine teslim olmuştu. Sonuçta Prusya yönetimindeki eski monarşist yapıyla iktidarını sürdürdü. Prusya ile başedemeyen SDP, uzlaşmaz karşıt bir durum aldı. Ancak Alman kapitalizminin sürekli gelişmesi ve işçilerin yaşam düzeyinin artması SPD'nin pasif kalmasına neden oldu. SPD, devlet içinde devlet durumundaydı. SPD'de biçimsel bir Marksizm ile reformizm içiçe geçmişti. Marksizmin özünü yitirerek biçimini koruyan SPD'nin, Marksizmi kapitalizmin içinde ekonomik reformlar için kullanmak istemiştir. Mücadeleyle, kapitalizme karşı devrimci mücadelenin bağlarını birbirinden koparmış olduğundan atıl kalmıştır. Bu bölünmeye karşı savaşan ve devrimci bakış açısına sahip olan insanlar, Rosa Lüksemburg etrafında, SPD içerisinde bir grup oluşturdular.
Rosa Lüksemburg, daha okuldayken muhalif yönleri açığa çıkar. Okuduğu okulda, Rusça dışında bir dilin konuşulması yasağı ve Yahudiliğin bilincinde olması onu muhalifliğe iter. Çok erken yaşta siyasete ilgi duyar. İleride 'Kızıl Rosa' ya da 'devrimin kartalı' olarak anılacaktır. Burjuva toplumunu erkenden ve çok radikal olarak eleştirir. Yaşadığı devrimci gruplarda aktif olarak çalışır. 18 yaşındayken Polonya'yı terketmek zorunda kalarak, İsviçre'ye kaçar. Orada eğitimine devam eder, Polonya Sanayi Gelişimi hakkındaki teziyle doktora ünvanı alır.
Polonya işçi hareketi ile ilişkilidir. Polonya Sosyalist Dergisi'ni çıkarır ve Polonya Krallığı Sosyal Demokrat Partisi kurucusu olur. Kendisi için esas aldığı parola; ünlü olmak, etkinlik kazanmak, sosyalizmin doğru yolu izlemesi için kurumsal ve pratik bilgi toplamak, görüşlerini pratikte uygulayabileceği güçlü posizyona ulaşmaktır. Lüksemburg, Almanya'ya gider, Berlin'de SPD içerisinde Parti Gazetesi çalışmalarını yürütür. Alman İmparatoru II. Wilhelm'e hakaretten dolayı 3 ay hapse girer. Hiçbir otoriteyi kabul etmediği gibi, kendi safındaki otoritelere bile saldırır. Erkekten daha gelişkin ve güçlü olduğundan dolayı sevilmez ve erkekler tarafından "kavgacı, hükmedici, histerik bir kadın" olarak değerlendirilir. Rosa'ya göre önce insanlık, kendisini insanlıktan çıkma tehlikesinden kurtarmalıdır. Yine "kadının özgürlüğü dinamiktir" belirlemesi çok çarpıcıdır. 1905 Devrimi'nin ardından izinsiz olarak Varşova'ya gider, tutuklanır ve kefalet karşılığı bırakılarak Almanya'ya geri döner. Lüksemburg, radikal solun kuramcısıdır.
1907'de Londra'da yapılan Rus Sosyalist Demokratların 5. Parti Kongresi'ne SPD'yi temsilen katılır. Aynı yıl SPD'nin Berlin'deki Merkez Parti Okulu'nda doçent olur. Birinci Paylaşım Savaşı öncesi savaş karşıtı örgütleme yapmaya çalışır. SPD'nin savaş için gerekli krediyi onaylamasından ötürü SPD'den ayrılır. Savaş aleyhtarlarını yanına alarak Spartaküs adlı bir dernek kurar. Bu çalışmadan ötürü 1915'te tutuklanır, 1918'te dışarı çıkar. 16 Ocak 1919'da imparatorun askerleri tarafından yargısız infazla öldürülür.
Rosa Lüksemburg, SPD içerisinde bir grup oluşturdu. Bağımsız bir örgüt yaratmadıklarından dolayı SPD içinde bir eğilim olarak var olmuşlardır. Sosyalist hareketin politik ve sendikal kanatları 1890'dan sonra yapılarına kadın sorunuyla ilgilenecek komiteler kattılar. Almanya'da sosyalist kadın hareketi neredeyse sırf Clara Zetkin'in adıyla özdeşleşmiş hale gelir.
5 Temmuz 1857'de Saksonya'da doğan Clara Zetkin, yirmi yaşından itibaren siyasete başlar. 1917 Ekim Devrimi'nde Rosa Lüksemburg'la birlikte Alman ulusu içinde Rus proletaryasıyla dayanışma ve destekleme kampanyaları, mitingleri düzenler. II. Enternasyonalin kuruluş kongresinde yaptığı konuşma metninin başlığı "Kadının kurtuluşu için..." idi. Cinsinin eşitliği için ilk tarihi konuşmasıdır. Kadınların özgürlüğünün temel şartını ekonomik bağımsızlık olarak değerlendirir. 8 Mart'ı uluslararası kadınlar günü olarak kabul ettirir. "Yaşamın olduğu yerde savaşmak istiyorum" sloganı onun yaratısıdır. 1890'da Stuttgard'da kadın işçilerin çıkarlarını koruyan 'Eşitlik' adlı derginin kurucu ortağı ve yöneticisi olarak yirmibeş yıl çalışır. 1933'te öldüğünde Hitler iktidara gelmiştir.
Zetkin, kadının sendikalaşmasında aktif rol oynar. Kendisi üye olduğu değişik sendikalarda aktif rol üstlenir. Öte yandan II. Enternasyonal'in 1896 Londra Kongresi'ne sendika temsilcisi olarak katılır ve sendikanın geçici enternasyonal sekreterliğine seçilir. Kadının sendikalaşmasında değişik kadınlar da ön plana çıkmıştır. Ancak kadınlarla erkekleri birleştiren bir sendikanın gerekliliği düşüncesi, onun mücadelesinin ana noktasıdır. Zetkin'e göre sosyalist mücadele vermek isteyen kadınlar, burjuva feminizmini uzak tutmalıdırlar. Ona göre "Tek başına kadın hareketi diye bir şey yoktur. Bir kadın hareketi sadece tarihsel gelişme bağlamında varolur... Bu yüzden burjuva ve işçi sınıfı kadın hareketleri oluşmuştur ve işçi hareketleri burjuva bir toplumda sosyal demokrasinin yaptığından farklı hiçbir şey yapmaz." Yeni ahlakçılar olarak bilinen radikal feministler, SPD'ye yakındılar. 1904'de Analığı Koruma ve Cinsel Reform Birliği kuruldu. Amacı kadınların, erkeklerin ve çocukların eşit haklara sahip olmaları, daha kolay boşanma imkanı, yasal evliliklerle doğan çocuklarla, evlilik dışı doğmuş çocukların aynı yasal haklara sahip olması temelinde mücadele vermekti. Bu birliğin etkin bir konuma yükselmesi kürtajın yasallaşması için verdikleri mücadeledeki başarıyla olmuştur. Radikal feministler sendikal faaliyetlere de katılıp, SPD'li kadınlarla rekabet içine girmişlerdir. Radikal feminizmin tabanı küçük burjuvaziye dayandığından ötürü küçük burjuvazinin özelliği olan mesleki rekabet ve statü kavgasını sürüklemişlerdir. Bu da onların bölünmelerine neden olmuştur.
Zetkin'in kadın sorununa yaklaşımı Almanya'yla sınırlı kalmamış, diğer ülkelerdeki sosyalist kadınlar üzerinde de etkili olmuştur. 1907'de 15 ülkeden gelen 59 kadının katıldığı ilk Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kongresi'nin toparlanmasında etkili olmuştur. Bu kongrede bütün sosyalist kadın örgütlerini birleştirme kararı alınmıştır. Ayrıca bu kongrede iki önemli karar daha alınır: Bütün ülkelerdeki sosyalist partili kadınlar için genel oy hakkı mücadelesinin sürdürülmesi ve sosyalist kadınların burjuva-feministlerle birleşmemeleridir. Bu kararları Rus delegesi Aleksandra Kollontai da destekler. Zetkin, Uluslararası Sosyalist Kadınlar Örgütü'nün sekreteri olurken, Kollantai ise yardımcısı seçilir.
Aleksandra Kollantai, Rus Devrimi'ne önemli katkılarda bulunur. Soylu bir aileden gelen Kollantai, küçük yaşlarda Rusya'da egemen olan toplumsal adaletsizlikleri görür. Liseyi dışardan bitirir. 19 yaşındaki ablasının 60 yaşında bir kişiyle evlendirilmesini "mantık ve satış evliliği" olarak değerlendirir. İsyan etmesine rağmen o da kuzeniyle evlendirilir. Bu evlilikten bir çocuğu olur, ancak çocuk, onun yaşamının merkezi olmaz. Eşini sevse de klasik bir kadın olmak istemez. Bu sürede Rusya'da gelişen Rus işçi hareketine sempati duyar, bazı konferanslara katılır ve halkı ayaklandırmak için yarı legal örgütlerde çalışır. Devrime karşı gelişen ilgisinden dolayı eşini ve çocuğunu bırakarak, Zürih'e, ekonomi-politik eğitimi almaya gider. 1899'da Leningrad'a geri döner. RSDP'ye katılarak, yazar ve propagandacılık yapar. Kollontai vargücüyle parti programına kadın sorununu aldırmaya çalışır ve bunu başarır. 1907'de ilk "Kadın İşçiler" kulübünü kurar. Yine bu yılda Clara Zetkin önderliğinde Stuttgart'ta yapılan I. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı'na Rus delegesi olarak katılır. Kadın çalışmalarına yönelik, Çarlığa karşı yazılarından ötürü aleyhinde dava açılır. 1908-1917 yılları arasında Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde siyasi sığınmacı olarak yaşar. Almanya ve Avrupa ülkelerinde birçok konferansa konuşmacı olarak katılır. 1917'de Çarlığın yıkılmasıyla Rusya'ya dönen Kollontai, "Kadın İşçiler" adlı gazetenin çıkmasında etkili olur. Sovyet yürütme kurulunun ilk kadın üyesi olur. Partinin merkez komitesinde yer alan Kollontai sosyal ve yardım bakanlığına atanır. Hükümet üyeliğine, bakanlığa seçilen ilk kadındır. 1922'de Kollontai, Oslo'ya elçi danışmanı olarak gider, kısa bir süre sonra elçi olur. 1943'ten 1945'e kadar İsveç, Finlandiya elçilikleri görevini yapar.
Kollontai'nin, Kopenhag'da 1910'da toplanan II. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kongresi'nde genel oy hakkı talebi onaylanmış, 8 Mart, Uluslararası Kadınlar günü olarak kabul edilmişti. SPD içinde sol kanadın başını çeken Rosa Lüksemburg, 1906'daki Mannheim Kongresi'nde yenilgiye uğrar ve sağın bütün silahları böylelikle Zetkin'e doğrultulur. Sağdan maruz kaldığı saldırılar sonrası Zetkin güçsüzleşir ve bundan ötürü kadın hareketi SPD'yle bütünleşir. Birinci Paylaşım Savaşı'nın patlak vermesinden sonra, Zetkin ve Lüksemburg 1915'de Bern'de savaşa karşı uluslararası bir kadın konferansı düzenlerler. Bu konferanstan sonra Zetkin ilk kez tutuklanır. Onların savaş karşıtı tutumlarını Alman kadın hareketi desteklemedi ve SPD'li kadınlar burjuva feministlerle işbirliğine gittiler.
Savaş, erkeği cepheye çekerken, Almanya'da çalışan (üretime bağlı olarak) kadın sayısında bir artış yaşanır, ancak savaş sonrası cepheden dönen erkekler tarafından yeniden eve itilirler. Kadının üretimden dışlanmasını SPD'li kadın liderler de savunur. Bundan sonraki süreçte SPD kadın örgütlenmesi salt sosyal örgütlenmelerle kendini sınırlar.
Hemen hemen bütün ülkelerde kapitalizmin egemen olduğu 1960'larda, kadın özgürlük hareketlerinin bir daha gündeme oturduğunu görebiliriz. İkinci uyanış olarak nitelendirilebilecek Kuzey Amerika'da uyanan militan feminizm, büyük bir hızla önce Avrupa ülkelerine, daha sonra Japonya, Hindistan, İran ve Latin Amerika'daki ülkelerde de yayılarak yeni bir feminist bilinç ortaya çıkarttı. 1960'larda ortaya çıkan feminist akım daha öncekileri andırıyorsa da aslında yeni oluşan toplumsal koşullara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Bu yeni akım kendi içinde sosyalist feminizm ya da marksist feminizm olarak bilinen iki geleneği birleştirmeyi amaçlaması eski feminist hareketlerine göre en önemli farklılıklardan birisidir. 1960 yılında ortaya çıkan sosyalist feminizm ataerkil kavram ve kapitalizmin birbiriyle ilişkisini ortaya çıkaran özgür bir politikayı simgeler. Bundan ötürü cinsellik, sınıf çelişkileri ve ırk sorunlarını ele almaya çalışır. Bu karakterinden ötürü anti-emperyalist olan tüm ülke içi ve ülke dışı hareketlerle dayanışma içindedir. Sosyalist feminizmin diğer bir özelliği ise, radikal feminizmin karşısına çıkışıdır. Radikal feminizmin sorunu ele alış biçimi, erkeklerin üstünlüğünün tüm insanların ezilmişliğinin kökeni olarak kabul etmesi ve kadın özgürlüğünün önündeki en önemli engel olarak görmesi şeklindedir.
1970'ler ortasında sosyalist feministler bir gerileme yaşadılar. Bunun nedenleri anti-emperyalist hareketlerin yavaşlaması ve birçok kadının değişik nedenlerden ötürü sosyalist feminist örgüten uzaklaşmasından kaynaklanıyordu. Böylelikle radikal feminizmin teorik ve örgütsel yaklaşımları daha çok geçerlilik kazanmıştır. Bu, özellikle cinsellik, insan ilişkileri, ideolojiler ve erkek üstünlüğü gibi konularda kendisini göstermiştir. Buna paralel olarak devrimci hareketlerin ve sosyalist ülkelerin yaşadıkları gelişmeler, kadının, sosyalist feministliğin acil sorunlarından uzaklaşmasına neden olmuştur. O dönem tüm sosyalist inisiyatiflerine karşı başlayan kötümserlik direkt olarak kadın hareketlerine de yansımıştır. Bu Marksizmin ne kadar feminist bir açıdan değerlendirilebileceği sorusunu ortaya çıkarmıştır. Bu soru çerçevesinde sosyalist feminizmin kurtuluşu ve sosyalist devrime bağlılık anlayışından kaynaklanmış olan bu görüş, ayrılma noktasına gelmiştir. 1960 sonrası gelişen feminist akımlar, İkinci Paylaşım Savaşı sonrası dönemin özel koşullarıyla gelişmiştir.
Savaş sonrasında iktidarın yapılışı, ulus ve uluslararası boyutta değişiklikler gösterirken kapitalist hakimiyet de ciddi bir değişime uğrar. Bu değişikliğin sonucu olarak kadın da yeni görevlerle karşı karşıya kalmıştır. Savaş sırasında kadınlar erkeğin görevlerini üstlenmek zorunda kalmışlardı. Ancak savaş sonrası erkeklerin geri dönmesiyle birlikte, emek gücüne sahip çıkarak kadını arka plana itmeye çalışmışlardır. Fakat bunda başarılı olamamışlardır. "Kadının emek gücüne katılım açısından savaş öncesi durum bir daha geri gelmedi. Birkaç yıl sonra istatistikler bambaşka ilginç bir gelişmeyi ortaya çıkarttı. Savaş öncesindeki genç, bekar ve yalnızca geçici bir dönem için çalışan kadın tipi, 1950'de artık yetişkin, evli ve çoğunlukla okul yaşına gelmiş çocukları olan ve hemen hemen sürekli iş hayatındaki bir kadın tipine yerini bıraktı."
Bu yeni durum açıkça ailenin amaçları ile çelişmekteydi. Kadını geleneksel rolüne itme çabaları sonucu üretime katılan kadınların sayısındaki artış oranına rağmen, kadının gerçek kimliği aile olduğu imajı ayakta tutuluyordu. Bu çelişki özellikle ABD'de belirgin olarak yaşanmıştır. 1950'de kendisine dayatılan geleneksel rolü eleştirmeye başlayan kadın, 1960'larda artık politik, ideolojik ya da örgütsel kalıpları yıkarak sahneye çıkmıştır. Bütün bu hareketler orta-sınıf militan feministlerce 1966'da kurulan Ulusal Kadınlar Birliği'nin oluşmasıyla bütünleşti. Bu birliğin amaçları, kadının, Amerikan toplumu içine tam katılımı sağlamak üzere harekete geçmesi ve bundan böyle erkekle eşit koşullarda tüm ayrıcalık ve sorumluluklara sahip olması. Bu yeni hareket önceki liberal feministlerden özellikle iki noktada farklılık göstermekteydi; birincisi '60'ların feministleri eşitlik kavramını daha ileri boyutta ortaya koymaları, ikinci farklılık ise, ortaya çıkış koşullarıyla bağlantılıydı. O dönem yayılmakta olan kapitalizmden feminist hareketler yararlanmıştır. Feminizmin kadının eşitlik haklarından da ötesini amaçlayarak, burjuva sınıfının kendi içinde değişimini de öngörüyordu. Buna katılmayanlar o döneme kadarki çizgilerine bağlı kalıyorlardı.
Yeni akım olarak gelişen modern feminizm ise, kapitalizmin eleştirisinden güç alıyorlardı. O dönem kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadelelerin var olduğu, buna karşı sosyalist alternatifin ağırlık kazandığı, ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükseldiği süreci oluşturmaktaydı. Bu gelişmeler özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramlarını daha da derinleştirip, yaygınlaştırıyordu. ABD'de siyaların güçlü bir özgürlük hareketi, Vietnam savaşıyla hız kazandı. Ülke içerisinde gelişen periyodik ayaklanmalar, savaşa karşı tepkiler ve askerlerin savaş karşıtı duruşları ABD'yi sarsmıştır. Bu gelişmelere paralel olarak, 1968'de Fransa'da başlayan sol hareket, hızla Avrupa'da yayıldı. Ayrıca Çin Devrimi de sosyal uyanışa katkı sunmuştur.
Bu devrimci gelişmelerin ortaya çıkardığı kuşak, varolan çelişkilerin reformlarla çözülmesini reddediyorlardı. Bu döneme denk düşen 1950'lilerde ABD'de ortaya çıkan militan bir insan hakları hareketi ile savaşa karşı beyaz eylemciler tarafından kadın özgürlükleri hareketinin temeli atıldı. Bu yeni hareket ilk etapta bilgilendirme çalışmasını üstlendi. Yerel örgütlenmelerin yanında gerektiğinde eyleme geçebilecek şekilde küçük gruplar biçiminde örgütlenmişlerdir. Ulusal Kadınlar Birliği'nden de farklı olarak kadın yaşamında tüm çelişkileri gündemine aldı. Bu hareket hızla Kanada, Avrupa ve diğer kıtalara yayıldı ve "kardeşlik kuvvettir" sloganını ortaya attı. Bu hareketin eylemcileri zamanla farklı yönelimler sergilediler. Bu grup, kadının özgürlük savaşımını sosyalizm savaşımından çok daha önemli görüyorlardı. Düşünce farklılıkları temelinde birçok grup oluşmuştu. Esas görevlerini, sosyalizm savaşı içinde feminist sorunlarını desteklemek üzeri geleneksel sosyalist eğilime karşı koymakta görüyorlardı.
Diğer bir grup, erkek egemenliğini en temel sorun olarak kabul ediyordu. Bu farklılıklar kadın hareketindeki açığı daha da derinleştiriyordu. Radikal feministler toplumsal gelişimde cinsel uzlaşmazlık konusunda ısrar ediyor ve sosyalist çalışmaları kadın konusunda yetersiz görüyorlardı. Başka bir grup ise, radikal feministlerin kendi güçlerini sosyalist tahlile tabi tutarak, yepyeni bir strateji çerçevesinde bütünleştireceğine inanıyorlardı. Bu son eğilim, 1970'lerde kadın hareketlerinde olduğu gibi sol harekette de güç kazanmıştır.
Sosyalist feministlere göre, sosyalist mücadeleden ayrı bir kadın mücadelesi genel devrim mücadelesindeki başarıyı zedeleyecektir. Bundan yola çıkarak ırk, sınıf ve cins savaşımının içiçe geçtiğini düşünüyor ve bundan ötürü mücadelenin uyum içerisinde verilmesini öngörüyordu. Ancak genel mücadeleden bağımsız olmayarak, kadının kurtuluşunu tüm kadınları içeren özgün bir örgütlenmenin ve sosyalist bir yaklaşımın garanti edeceğine inanıyordu. Sosyalist feministlerin diğer bir özelliği de teoriye olan bağlılıklarıydı. Teorik başlangıç yapabilmek için sosyalist geleneği esas almışlardı. Ancak osyalist feministler, kısa bir zaman içerisinde teorik gelenek kadın sorunu olarak belirlediği konuya yeterince cevap olamadığını fark ettiler. Bu onları daha kapsamlı çözüm bulabilmek için yeni soru arayışlarına itti. Kadınların tüm toplumda ikinci planda kaldığı gerçekliğinden yola çıkarak şu sorular geliştirildi:
- Kadının ezilmişliğinin kökeni nedir?
- Kendisine karşı olan sınıf ile bunun tarihsel özelliği nasıl açıklanabilir?
Tüm toplumlarda cinslere göre işbölümü görülmektedir. Buna göre kadın çocuk yetiştirme, aile sorumluluğu ile yükümlüdür. Bu geleneksel işbölümü kadını toplumsal yaşamdan dışlamaktaydı. Bu gerçeklikten yola çıkarak:
- Bu geleneksel işbölümünün kadın ezilmişliğiyle ilişkisi nedir?
- Kadının doğurganlık yeteneği varken, eşitlik nasıl düşünülebilir?
- Bu eşitlik kavramının kadının kurtuluşu için tümüyle dışlanması gerekmez mi?
Son olarak kadın sömürüsünün ırk ve sınıf sömürüsüyle benzerliği açık olduğundan dolayı şu sorular geliştirilir:
- Cinsiyet, ırk ve sınıf farklılıkları temelde benzer olan birbirlerine paralel ezilmişlikler midir?
- Kadın ezilmişliği teorik olarak kendisine özgü bir farklılık taşır mı?
- Kadının, ezilmişliğine karşı yürüttüğü savaşla, ulusal kurtuluş ya da sosyalizm için verilen mücadele arasındaki bağlantı nedir?
Sosyalist feministler geliştirdikleri bu önemli sorulara cevap bulma misyonunu üstlenmişlerdi. Ancak bunu gerçekleştirdiklerinde girdikleri acelecilikten ötürü geleneksel yaklaşımdaki bazı öğeleri geri bırakmışlardır ve zamanla Marksist özü terk etmişlerdir.
Başkanımız Abdullah Öcalan yoldaş, bu konuyla ilgili şu belirlemeyi yapmaktadır: "Özgürlükler çağı denilen çağımızda bile görülmektedir ki, sorunun ancak önü açılarak tartışılmaya başlanılmış, buna cesaret edilmiş, ama bu alanda tam anlamıyla bir devrim dönüşüm gerçekleşmemiştir. Çözüm için getirilen çareler, araçlar, denemeler ve mücadeleler reformist niteliğini aşmış değildir. Batı toplumunda geliştirilmek istenen feminist hareketin ise gelişimi, bugünkü durumu ve ne getirdiği tartışmalıdır. Feminist hareket sorunu bir lüks sorun biçiminde ele almaktan kurtulamamıştır. Kadın cinsinin kurtuluşu için ciddi bir mücadele bir yana, boş zamanlarını değerlendirdikleri bir meşgale olmaktan öteye gitmiş değildir. Bunu, feminist hareket Batı toplumunda en gelişmiş çözüm olayı olduğundan belirtiyoruz."
Kapitalizmin tüm sol hareketleri marjinalleştirme girişimlerinden feminist hareket de nasibini aldı. Sosyalizm adına ne varsa yoğun bir karalama kampanyasına tabi tutulmakla birlikte, çeşitli yöntemlerle daraltılıp, nihayetinde sapmasına kadar vardırılmıştır. Bu gelişmelere denk düşecek bir biçimde sosyalist çıkışı olan feminist hareketi, amacından sapıp burjuvazinin etkisi altına girmiştir. Amerika örneğinde görüldüğü gibi, bazı feminist akımlar aktif olarak burjuvazinin işçi sınıfına ve ırklara karşı savaşımında yer almış, hatta bu konuda öncülük bile yapmıştır.
Günümüzde güçlü bir kadın özgürlük hareketinden de sözetmek mümkün değildir. Tüm ilerici hareketlerin vardıkları parçalanmışlık, kadın hareketine de yansımıştır. Hiçbir siyasi ağırlığı olmayan küçük marjinal grupçuluk biçiminde varlıklarını sürdürmektedirler. Ayrıca günümüz feministlerinin en önemli bir kesimi radikal feminizmin temsilcileri düzeyindedirler. Erkek egemenliğini kaba bir biçimde reddediyor, tüm sorunların kaynağına erkek cinsini koyuyorlar. Bu, bazı gruplarda erkek düşmanlığına kadar varmaktadır. Batı feminizmine bugün damgasını vuran diğer bir özellik ise, lezbiyenlik çerçevesinde örgütlenmeleridir. Sistem bilinçli olarak toplum içinde bu cinsler arası ayrımı geliştirerek, insanların tepkilerini birbirlerine karşı yöneltmektedir. Bir toplum ne kadar parçalanmış ve dağıtılmış olursa, burjuvazi tarafından o denli kolay yönetilir.

M- Çin devriminde kadın

Çin toplumu devrim öncesi, üretim ilişkilerinin ağırlıklı feodalizme dayalı olmasından da kaynaklı, geleneksel feodal ölçüler çerçevesinde örgütlenmiştir. Bu ağır feodal yapı içerisinde kadına biçilen rol hiç de iç açıcı değildi. Köylü sınıf kadınları toprağa dayalı üretime katılıyor, erkeğin ağır baskısı altında yaşamaya çalışıyorlardı. Hiçbir söz ve karar hakkı olmayan kadın dövülüyor, hatta öldürülebiliyordu. O dönem toplumda erkek için poligami yaygın olmasıyla birlikte, kadınlar ve kızlar başlık parası karşılığında satılıyor, kiralanıyor, yani fahişelik yapmaya zorlanıyorlardı. Kadınlar babalarına, erkek kardeşlerine, eşlerine ve son olarak da oğullarının yetkisine boyun eğmek zorundaydılar. Bu koşullar altında yaşamak istemeyen bir kadının tek alternatifi vardı: Canına kıymak. Kadınların kendilerini öldürmeleri fazlasıyla yaygındı. Üst sınıf kadını üretime katılmıyorlardı ve iradesiz birer süs eşyası durumundaydılar. Yüksek sınıfta kadının çeyizi, alt sınıfta ise evlilik parası vardı. Bu gerçeklik kadını direkt olarak meta haline getiriyordu.
Sanayileşmeyle birlikte babaların ve kocaların yetkisi zayıflamış olsa da, kadınlar ve kız çocukları için bir çözüm getirmedi. Buna ek olarak İngiltere ticareti eliyle Çin'de yayılan uyuşturucu da erkeğin etkisini zayıflatmıştı. Ekonomideki değişiklik geleneksel aile hücresini zayıflatmıştı ve özellikle gençler için dayanılmaz bir duruma gelmişti. Mesela Mao, 13 yaşındayken babası tarafından kendisinden 6 yaş büyük bir kızla evlendirilmek istenmiştir. Ancak Mao buna karşı koymuştur. "Sevgi evliliği", sırf üst tabakada değil, zamanla alt tabaka gençliği içinde de yayılmıştı. Bu da geleneksel ölçüleri parçalamıştır.
1940'larda, yani devrim öncesi erkek yetkisini yıpratan etmenlerden bazıları şunlardı: Kadınların kentlerde çalışması, karma eğitim, gençlik kültürünün gelişmesi ve ortaklaşmacı parti (komünist parti) vb. 19. yy'da kadınlar toplumun baskısına karşı ve resmi evliliklerden kaçmak için canlarına kıymanın yanısıra diğer bir kaçış yolu bulmuşlardı: Din arayıcılığıyla kadın hoşnutsuzluğunu gidermeye çalışmıştır. Örneğin Tao mezhebi kadınlar için bir seçenek oluşturuyordu. Kadınlar manastırlarda bir çıkış yolu bulmuşlardı.
İrade dışı geliştirilen evliliklere tepki o kadar çoktu ki, devlet, aileleri tarafından dışlanmış kadınlara ev kurmak zorunda kalmıştır. Çin'de kadın direnişi emperyalizme ve kapitalizme karşı gelişen genel tepkiler bağlamında ortaya çıkmıştır ve böylelikle ilk kez toplumsal seçenekle birleştirilmiştir.
1911 Devrimi öncesi dernekler illegal örgütlenme mecburiyetindeydiler. Bu dernekler siyasi içerik taşıyorlardı ve kadınlar da bunlar içinde yer alıyorlardı. Onlara özel saygınlık tanınmasına rağmen, yüksek görevlere gelemiyor ve karar yetkisinden yoksundular. Daha sonra kaba taslak üzeri tüm üyelerine eşitlik veriyordu. Bu gizli dernekler, 1911 Devrimi sonrasında yoğun desteklerinden ötürü legalleşir. Kadınların bu dönemde askeri birlikte savaştıkları söylenir. Ancak bu devrim kadınlara sırf ayakbağlarının sarılmaması bakış açısını sağlamıştır. Devrim sonrası bu dernekler siyasal misyonlarını yitirip ya mafyalaşmış ya da solcu siyasal örgütlere karışmışlardır. Ülkenin bazı yerlerinde kadınlar, özellikle casus ve gözetleyici olarak önemliydiler. Erkeklerle siyasi çatışmayı önlemek için kadınlar özerk dernekler kurarlar. Bu dernekler, çoğu kez dulları güvenceye almak amaçlı, kadınlararası dayanışma dernekleriydi. O dönem kadınlar için varolan kötü iş koşul ve şartlarına karşı kadınlar eyleme geçmiş, kısa vadeli grevler örgütlemişlerdir.
1912'de kadın direnişi içindeki genç aydınlar eşitlik için meclise saldırmışlardır. Birinci Paylaşım Savaşı esnasında evlenme yasası ile aile içinde kadının konumu tartışılır olmuştur. Bu kadın dernekleri, kadının devrimcilikteki gücünü ortaya çıkarmalarında önemli rol oynamışlardır. 4 Mayıs 1919'da, Japon emperyalizmine karşı başlatılan mücadelede kadınlar da yer almışlardır. Tartışma, araştırma ve iletişim kurma kümeleri oluşturdular. Amaçları halkı aydınlatmak ve Japon mallarına karşı halkı boykota götürmeydi. 1900 yılının başlarında Mao, değişik gazetelere yazdığı yazılarında kadın haklarını savunmuş ve kadınları da emperyalizme karşı mücadeleye çağırmıştı. Mao birçok yazısında canına kıyan kadınları işlemiş ve bu pasif direniş biçimini şöyle eleştirmişti: "Canına kıyıp ölmek yerine, insanın ancak amansız bir savaşımından sonra ölmesi gerekir. Bu savaşımının amacı birinin beni öldürmesini istemek de değil, kişinin kendi yaşamının gizli gücünü kavramasında yatar."
Kuşkusuz Çin Devrimi'nin kadın sorununa yaklaşımında devrimin liderliğini yapan Mao'nun, kişiliği ve ilişki tarzı etkili olmuştur. Yaşamında da göreceğimiz gibi kadın sorununa yaklaşımı çok fazla köklü olmamış, yanılgılar taşıyabilmiştir. Mao, aile içinde egemen olan babasına karşı bir ittifaka yönelmiştir. Bu konuda dayandığı birincil ittifak annesidir. Annesinden etkilenişi sonraki yıllarda Mao üzerinde önemli etkilerde bulunacaktır. Anneye aşırı bağlanma kadının gerilikleriyle savaşımda ya da kadını özgürleştirme savaşımında yeterince yoğunlaşmama ve derinleşmemeyi de getirmiş olabilir. Mao, kadın özgürlüğü konusunda belli adımlar atmışsa da, bu konuda köklü bir çözüme veya bakışa ulaşamamıştır. Fakat kadın sorununa bakışta yerleşik geleneklere karşı çıkıp, reddedişi önemlidir. Babasıyla sık sık kavga ettiği bilinmektedir. Bu anlaşmazlık babasının onu 13 yaşındayken kendisinden büyük bir kızla evlendirmek istemesiyle son kerteye varmıştır. Bu evliliği kabul etmeyip, evden kaçmış ve babası kararından vazgeçene kadar eve dönmemiştir. Çarpıcı olan; küçük erkek çocuklarının kendilerinden büyük kızlarla evlendirilmelerinin nedeni erkek çocuk erginleşinceye kadar kızın emeğinden ev işlerinde yararlanmaktır. Böylesi bir geleneğe Mao'nun karşı koyuşu, kadının Çin koşullarındaki durumunda ilk isyanını ifade eder. Mao bu olayı değerlendirirken, "Kadın kurtuluşu için mücadeleyi başlatma nedeni" demektedir.
Mao, bu süreçteki kadın hassasiyetini de şöyle ortaya koymaktadır: "Göğün yarısı kadınların omuzlarındadır." Mao bu konuda yazdığı makale ve yazılarında, "kadınların devrimci ordusu, kadınları maddi-manevi özgürlüğü yok etmeye çağıran bütün şeytanları yok etmeye çağırır" belirlemesini yapmıştır. Mao, bir profesörün kızı olan eğitimci Yang Kay Huy ile evlendiğinde, karısı için Peking de "benim için gerçek bir dosttu" diye belirtir. Mao'nun bilinçlenme ve faaliyetlerinde bu kadın ona büyük destek ve yardım sunar. O dönem bu evliliklerin önünde sorun olarak duran görev -aşk sıralaması Mao'nun da bu çelişkiyi yaşayıp onu çözüme sevketmesini sağlar. Bu pratiklerin üzerine çıkan sonuçları ve değerlendirmelerini evlilik sorunları üzerine "Delikanlılara ve genç kızlar öğüt" isimli makalesinde dile getiren Mao, "kadınlar da erkekler kadar güçlüdürler ve yeni bir toplumun inşasında çok büyük etkileri vardır" demektedir.
Mao, eşinin ölümünden sonra, bir köylü kızıyla ikinci evliliğini savaş esnasında yapar. Böylesi bir ilişkiye, köylü bir kadını yüceltme temelinde yaklaşılmış olsa bile eşit ve özgürleştiren bir ilişki olmadığı ve aradaki düzey farklılığının önemli bir sorun olduğu açıktır. Burada kadın sorununa eğilmedeki derinlik eksikliği bir önder açısından önemli bir yetersizlik olmakla birlikte, savaşın en kızgınlaştığı koşullarda evcil bir yaşama zemin sunan bu yaklaşım, genel anlamda kadın kurtuluşu ve özgürlük çalışmalarının yanında, savaşın pratik yakıcılığı açısından da büyük bir sorun teşkil edecektir. Mao, ikinci eşiyle 8 yıl evli kalmasından sonra boşanıp üçüncü eşi olan bir tiyatro sanatçısıyla evlilik yapar. Bu evliliği, Çin Komünist Partisi'nde önemli eleştiri ve muhalefete neden olur. Eşine Çang Çing ismini kendisi verir. Böylesi bir yaklaşım aslında çok derinlerde yatan geleneksel erkek ölçülerinin barındırıldığını gösterir ve bize hemen Yaratılış Mitolojisindeki, Adem'in kaburgasından Havva'nın yaratılması ve ona isminin Adem tarafından verilmesini çağrıştırmaktadır.
Mao, bu evliliğinde sanata ve edebiyata büyük bir ilgi duyar. Kadın yazarların kendini özgür kılma mücadelesini destekler. Mao her ne kadar bu evliliğini güç veren bir ilişki olarak değerlendirse de gerek evliliğin gerçekleşme tarzı ve gerekse Mao'nun ölümünden sonra karısının bu manevi etkinin arkasına gizlenerek kendini örgütlemeye çalışması göz önüne getirildiğinde önderliğin niteliği, kurumlaşması ve devrimin kalıcılaşması açısından bu evliliğin büyük sorunlara yol açtığını görebilmekteyiz.
Çin Devrimi'nde Mao'nun katkılarıyla da olsa, önemli bir kadın potansiyelinin savaşta özgürleşmesi ve kendi cins kimliğiyle iktidarlaşması için yeterli bir açılım sağlanılmamıştır. Genel söylem ve bazı reel sosyalist pratiklerde görülen kaba şematik olayın salt niceliğine önem veren anlayış kırılamamıştır. Mao'nun öncelikli adımını Kültür Devrimi oluştursa da, bu, süreklileştirilmemiştir. Devrimin önderi Mao'nun geleneklere karşı radikal kopuş tutumu özgürlükle buluşturulmada eksik kalabilmiştir. Aslında pratik sorunlara ilişkin belli çözüm modelleri geliştirilse de, kadın sorununun köklü çözümüne ilişkin geniş perspektifler ve ufuktaki zayıflıklar bu pratik yaklaşımları da, zaman içinde tutuculaştırmış ya da farklı koşullarda bir çözümsüzlüğe itmiştir.
Genel olarak kadın özgürlüğünün toplum özgürlüğüne bağlı olduğu savunuluyordu, bundan ötürü Çin'de kadın hakları savunuculuğu ulusçuluk akımı ile birlikte gelişmiştir. Bazı kadın dernekleri ve örgütler özgür evlilik, oy hakları ve kişisel özgürlükleri konusunda düzenlemeler yapmışlardır. Özgürlük coşkusu daha çok kentlerde genç kızlar içerisinde yayılmıştı. Bu diğer kadınlara da sıçradı. Genç kızlar düzene tepkilerini saçlarını keserek yansıtıyorlardı. 1927'de ortaklaşmacılarla (sosyalistler), ulusçu parti (milliyetçiler) birbirinden ayrıldı. Ulusalcılar bu ayrımdan sonra kadın konusunda anlaşmazlıklara düşmüşlerdi. Onlar artık liberal kadın hareketlerinin taleplerini bile radikal bulur düzeye gelmişlerdi. Buna karşın ortaklaşmacılar kararlı tutumlarının devamını sürdürmekteydiler ve hatta parti dışı kadın savunucularının desteklerini kazanmışlardı. 1935'de Japonya'ya karşı savaşta ortaklaşmacılar kadın çalışmalarını daha da hızlandırarak, ulusçuların denetimindeki kentlerde de kadın özgürlüğünü destekleyenlerle ilişki kurdular. 1949'da kurulan Bütün Çin Demokratik Kadınlar Federasyonu'nu bile ortaklaşmacılara sempati duyuyorlardı.
Bu örgütlülüklere rağmen Çin kadınları, uzun yürüyüşte önemli rol kazanmamışlardır. Savaşa katılan kadınlar olmuşsa da, bunlar genelde geri cephede kalmışlardı. Kuo Ch'un-Ch'ing gibi kadınların savaşta aktif yer alabilmeleri ancak erkek kılığına girmeleriyle mümkün olmuştur. Kuo Ch'un-Ch'ing, savaşta ordunun verdiği on yüksek ödülü almasına rağmen ancak yaralandığında kadın olduğu anlaşılmıştır.
Ortaklaşmacılar, ulusçulara karşı zafere ulaşıp yetkiyi ele geçirdikten sonra kadın sorununda bazı değişiklikler yapmışlardır. Bunlar ilk başta toprak reformu, devrimci evlenme yasası ve çoğulcu çiftliklerde ortaklaşmacı yaşam birimlerindeki yaşam olanaklarıydı. 1949'da kabul edilen anayasa şunları belirtiyordu: "Çin Halk Cumhuriyeti, kadınları kölelik altında tutan derebeylik dizgesine son vermiştir. Kadınlar siyasal, ekonomik, kültürel, eğitsel ve toplumsal yaşamda erkeklerle eşit haklardan yararlanacaklar. Erkekler ve kadınlar için evlenme özgürlüğü yürürlülüğe girmiştir."
Evlilik yasası, toprak yasasıyla birlikte 1 Mayıs 1950'de çıkarıldı. Bu yasa erkeğin kadın üzerindeki üstünlüğünü yıktı, evliliklerdeki zorlamalara son verdi. Tekeşliliği ve eşit yasal hakları güvenceye aldı. Ancak bu yasaların pratiğe geçirilmesi kolay olmamıştır. Bu değişikliği halka taşıma görevi bütün Çin Demokratik Kadınlar Birliği'ne verildi. Bu dönemlerde kadınlar üst düzey yönetimlerde de yer almaya başladılar. Örneğin Sağlık Bakanı, Ulusal Çocuk Esirgeme Kurumu, Halka Yardım Kurulu'yla, Çin Yardım Enstitüsü Başkanı ve Adalet Bakanı kadınlardı. Kadının iş koşulları da yasal güvence altına alınmıştı.
Tüm bu sorunların en karmaşığını ise cinsellik sorunu oluşturuyordu. Tarihte ilk kez Çin kadınları cinselliğin üremeden ayrıldığı bir durumla karşı karşıyaydılar. Bunun koşulları Çin devleti tarafından yaratılmıştı. Mao'nun devrim sonrasındaki kültür devriminde bile kadın etkinliğinden söz etmek mümkün değildir. Ancak kültür devriminin aile üzerindeki etkisi de inkar edilemez. Kadın eskiye oranla daha iyi bir konuma gelmiş, ancak siyasi ve toplumsal merkezlerde kadın hala çok az temsil ediliyordu. Koşulların değişmiş olması düşüncedeki eski kadına bakış açısını yıkamamıştır. Günümüzde Çin kadınının eşitliğe ulaşamadığı göz önündedir.

N- Vietnam devriminde kadın

Kapitalizmin azgelişmiş ülkelerin sömürgeleştirilmesinde uyguladığı baskılar birbirlerinden çok farklı değildir. Bu baskı biçimi, kadınlar için de benzerlik gösterir. Ataerkilliğin bir gereği olarak köle sahibi, köleler ayaklanıncaya kadar kurulu düzeninde gülücükler dağıtmaya devam eder. Sömürgeleşme; kurbanlarının gelişmesini, eşitliğini ister ama, sadece kendi çizdiği sınırlar içinde. Bu da kölelerin isyana kalkmasında yine efendilerinin aracılığı olduğunu gösterir. Sömürgecilerin kadınları ise, sömürü aracı haline getirilmiş, ırk ve cins emperyalizminin en iyi savunucuları olmuşlardır. Bunlar; üstünlüklerinin güvence altında olmadığından, cinsel ve ırksal kıskançlıkla bütünleşerek, hemcinsi yerli kadınlara düşmanlık duyar. Kentlerde ise sanayiyle birlikte ırk ve cins açısından işbölümünün farklılığı gelişmiştir. Yerli seçkin sınıf içindeki kadınlara ayrıcalıklı işlerde çalışma hakkı tanınsa da, eğitim ve iş fırsatı konusunda bu olanak görece bir azınlığı içerir.
1920'lerle 1930'lu yıllarda, gelişmekte olan ülkelerde, kapitalist toplumlarda orta sınıf kadınlarının "eşitlik" istemi temelinde yeni bir kadın hakları savunuculuğunun (feminizm) ortaya çıktığı görülür. Buralarda burjuva sınıfının bulunmayışı, Batılılaşma eğilimleri içinde devlet desteğiyle kabulu istenir. Köylerde ise kadınların bireysel direnişinin zeminleri yoktur. Buna, geleneksel toplum ilişkileri izin vermez. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin devrimci mücadeleyle bütünleşmesi kadın sorununa değinmeyi gerektirir, ancak böyle durumlarda bile birçok sorun yaşanır, çünkü erkekler devrime katılan kadının, gelenek düzenleriyle ilgili eski yapılarını düşündüklerinden, erkeklerin erkekçe davranışlarıyla karşı karşıya kalırlar.
Sömürünün en yoğun yaşandığı ülkelerden biri olan Vietnam'da kadınlar babalarının, kocalarının ve en büyük oğullarının hakimiyetlerine boyun eğmek zorunda kalıyorlardı. Erkek egemenliğini pekiştiren bir olgu da dindi. Erkek egemenliğini destekleyen Konfüçyus, "halk ve kadınlar bilinçsizdir, kötü içgüdülerle doludur ve onların eğitilmeleri zordur" sözü, kadının toplumdaki durumunu bir kat daha artırmıştır. Bütün bunlar Çin Devrimi'nde olduğu gibi kadının canına kıymasını beraberinde getirmiştir. Birçok sömürüyle başbaşa kalan Vietnam köylüleri açlık ve kıtlıktan dolayı köylerini bırakıp kentlere göçederek, maden işleri, dokuma fabrikaları gibi en ağır işlerde çalıştılar. Buralarda kadınlar sadece ekonomik sömürüyü değil, kendilerine uygulanan özgül baskıyı da yaşadılar. Yasal korumaların dışında bırakılıyorlardı. Kentlerde sürekli genelevler açılıyor, sömürgeciler istedikleri kadının kendilerine fahişelik yapmasını istiyorlardı. Yüksek sınıf Vietnam erkekleri ise yükselme fırsatlarını kaçırmamak için sömürücüleri olan Fransızlara kadınlarını sunabiliyorlardı.
Kentlerde küçük kadın azınlıkları eşitliği savunsalar da bir akım haline gelememişlerdi. Çünkü tüm insanların yoğun şiddet altında yaşamaları söz konusudur. Ama 1930'da kurulan Hindiçini Ortaklaşmacı Partisi (1951'de adı Vietnam Emekçi Partisi olarak değiştirildi), kadın mücadelesini, sınıf ve ulusal mücadeleyle bütünleştirerek, "kadın sorununu" ana konu olarak saptar. 1931'de parti birleşik oturumunda alınan kararda, Vietnamlı kadınlar toplumun en çok ezilen kişileri olarak belirlenmiştir. Kazanacakları kaybettiklerinden daha çok olacak olan kadınlar, bu partinin kadın örgütüne girerek, önce sömürücü Fransızlara, sonra da Amerikalılara karşı savaşmışlardır. Bunlar illegal yöntemlerle fabrikalara, pazarlara ve emekçi kitlelere ulaşıp, Fransızları teşhir ediyorlardı. Bu kadınlar yakalandıklarında hücrelere dolduruluyorlar, yoğun işkenceden geçiriliyorlar ve öldürülüyorlardı.
Vietnamlıların direniş geleneği, bitmek bilmeyen savaşın akışında, acı çekme konusunda kadınlarla erkeklerin durumunu eşitlerken, neredeyse çocukların durumunu da bu seviyeye çıkartmıştır. Kuzey'de Fransızlara karşı gerilla savaşlarına kadınlar da katılmış, ama bu katılımları yolları onarmak, yaralılara bakmak, haber taşımak ve gizlenmek için yerler bulmak vb dışına çıkmamıştır. Hatta kale sorumluluğu dahi yapan kadınların yine de yaptıkları, savaşta öncülük eden, savaş yönetiminde yer alan erkeklerinkiyle eşit olmadığı görülmektedir. Güney'de ise koşullar gereği cephe ile cephe gerisi diye bir fark olmadığından, kadınlar daha önemli konumda yer almışlardır. 1950'li ve '60'lı yıllarda kadınlar hala barışçı başkaldırı eylemleri düzenliyorlardı. Ama böyle eylemlerin koşulları bile olanaksızlaşıyordu. Bu olanaksızlığı aşağıdaki örnek daha iyi açıklamaktadır:
"17 Aralık 1960'da, Mython'da 16 yaşındaki Truang Thi Bay bir bayrak taşıyarak göstericilerin önünde yürüyordu. Polis tarafından vurularak öldürüldü. Yeri hemen, sıra ona gelince ağır bir biçimde yaralanan 18 yaşındaki Nyuyen Thi Be tarafından dolduruldu. Üçüncü bir kız öne geçti ve o da öldürüldü. Ama göstericiler dalga dalga ilerlemeyi sürdürdü, sonunda askerler silahlarını indirdiler."
Güney Vietnam'ın özgürlüğü için 1961'de emekçi kadınlar, aydınlar ve kız öğrencilerin katılımıyla Kadınlar Birliği kuruldu. Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi Merkez Komite üyeliği yapan ve kadınları, Kadınlar Birliği'nin çatısı altında örgütleyen Le Thi Rieng aktifliği ve mücadeleye verdiği yararlarla tanınır. Saygon zindanları direnişinde katledilen Le Thi Rieng, Vietnam kadınlarının da sembolüdür. Burada da kadınlar savaşın yanında, köylerin özgürleştirilmesinde ve sınır bölgelerinde yeni yönetimlerin oluşturulmasında sorumluluk almışlardır. Hatta bir kadın ilk defa kumandan yardımcısı seçilmektedir. Savaşı yüreğinin derinliklerinde dahi yaşayan Vietnamlı kadınlar kapitalizmin silahları altında emperyalizmi ve işbirlikçilerini daha iyi tanıyorlardı. Bir seferinde il başkanlarına, hükümet temsilcilerine, din kurumlarına karşı gösteriler düzenleyip, "Amerikan emperyalistleri Güney Vietnam'dan dışarı" gibi sloganlar atıp, tutuklu kadınların bırakılması için dilekçeler düzenlemişlerdi. Resmi yetkililer ise, onlar karşısında yenik düşüp tutuklu kadınları salıvermek zorunda kalmışlardı.
1950'den sonra kadınlar yapılan toprak reformuyla eşit pay hakkına sahip oldular. Anayasa eşit hakları ve eşit ücreti ve analık iznini güvence altına almıştı. Sendika yasaları ve çalışma sigortası tüzükleri de kadınlar için yeni düzenlemeler yapmıştı. Ama resmi desteğe rağmen kadınlar siyasete katılmayı ikinci sırada sürdürüyorlardı. Kadınlar eğitimsizlikleri, yetersizlikleri ve duygularından dolayı pratikte yetersiz kalıyorlardı. 1960'lı yıllardan sonra bu durum değişmeye başlamış, kadınlar için yüksek öğrenime verilen değer artmıştı. Sanatın yanısıra mühendislik ve farklı uygulama alanlarında eğitim görüyorlardı. Kadınlar işgücünün yarısını oluşturmalarına rağmen niteliklilik konusunda erkeklerle eşitliği sağlayamasalar da endüstri alanında yer alıyorlardı.
1960'larda Beş Eşitlik Tasarısı'nın -savaşta, emekte, ailede eşitlikte, parti önderliği ve yöneticiliğinde son olarakta toplum yönetiminde- somutlaştırılmasının önemi ortadadır. Aynı dönemde parti kurultayında kadınların ezilmesine karşı sürekli savaşım üzerinde durulsa da erkek bakış açısı değişmemişti. Kuzey'deki Kadınlar Birliği de kadın devriminin üç aşamasından bahseder, bunların başında birçok kadının kendini erkekten aşağı gördüğü kişiliğini, sonra siyasete katılım ve son olarak da ailedeki eşitliğe dikkat çeker. 1960 Evlenme Yasası'yla o zamana kadar varolan çokeşlilik yasadışı kabul edilir. Ho Şhi Minh bu yasa üzerine; kadınların kendilerini güçlendirip erkeklerin özgürleşmelerini beklememeleri için savaşarak özgürlüklerini kazanacaklarını belirtmiştir. Vietnam kültüründe uzun savaş dönemlerinin güçlendirdiği özveri Ortaklaşmacı Parti'nin savaşım, özveri ve toplumsal kararlılık töreleriyle birleşir. Bu Vietnamlılar için cinsel özdenetimi de beraberinde getirir. Ama bu özellikler Güney'de ABD birliklerine açılan genelevlerle ters düşer. Cinsel baskı cinsel özgürlük düşüncelerini yaşatmalarını olanaksız kılmaktadır. Yaşanan tüm bunlara rağmen Vietnamlı kadınlar kendi sömürücülerinin kadınları da olsa kadın özgürlüğü içindeki kadınlara ulaşma inceliği içindedirler.

O- Küba devriminde kadın

"Bize devrimin yaptığı en devrimci işin ne olduğu sorulsa, yanıtımız kesinlikle şöyle olmalıdır: Ülkemizin kadınları arasındaki devrim..." (Fidel Castro)

Kübalı kadınların devrim öncesi durumu oldukça gelenekseldi. Kadın ancak erkeğin kölesi olma, ana olma ve haz nesnesine dönüşme hakkına sahiptiler. Küba toplumunda oldukça fazla sınıf ayrılıkları vardı. Bu ayrım, sırf sınıf ve cinsler arası görülmemekte, aynı zamanda ırklar arası da yoğun yaşanmaktaydı. Ayrıca sömürge içinde farklı sömürü biçimleri söz konusuydu. Başkalarının sırtından geçinen katmanlar, hükümetin yönetici azınlığı olan subaylar, fabrikatör ve toprak sahipleri vs. Bu farklılıklardan ötürü ülke çapında değişik yaşam koşullarına rastlamak mümkündü. Havana'da yoksul kesimlerin yaşam koşulları oldukça kötüydü. Erkekler genellikle işsizdi. Emekçi sınıf kadını hem sınıf hem de cins olarak sömürülüp aşağılanmaktaydı. Köylü kadınların durumu her bakımdan daha ağırdı. Toplumun en yoksul kesimine -bunlar anayollarda yaşıyorlardı- 'desalajdar'lar deniniyordu. Bu desalajdların en alt kesimini siyah ve melezler oluşturuyordu. Bunların arasında bile deri rengine göre hiyerarşi sömürü sistemi mevcuttu.
Topluma damgasını vuran bu ağır sömürü biçimini en belirgin olarak kadınlar yaşıyordu. Bundan ötürü genç siyah kadınlar sırf fahişe ya da kabare dansçısı olarak belirli bir "ilgiye" sahip olabilirlerdi. Kübalı kadınların köleliğe ve İspanyol sömürgeciliğine karşı mücadelelere katıldıkları bilinmektedir. Küba'da uzun acılara sabırla katlanan bir yiğit kadın geleneği vardır. 1860'da İspanya'ya karşı yapılan savaş esnasında, bağımsızlık akımının ileri gelenlerinden oluşan bir toplantıda Ana Betcancourt isimli bir kadın tarafından eşit haklar isteği ortaya atılır. 19. yy'da kadınlar için oy hakkı talep eden bir kadın hareketi ortaya çıkar. 1934'de Kübalı kadınlar oy hakkını elde ederler. Bunu diğer biçimsel eşitlik hakları izler. Bu yasal eşitlik kadının ekonomik ve kültürel boyuneğmesi arasındaki çelişkiyi daha bariz bir biçimde ortaya çıkarır.
19. yy'ın ünlü bir devrimcisinin annesinin adını taşıyan Maceo Kızıl Ordu Kadın Taburu kuruldu, ancak savaş koşulları kadının savaşta aktif yer almasına olanak tanımıyor gerekçesiyle savaşta zaten sayısal olarak az olan kadınlar arka cephede tutuluyorlardı. Savaş sırasında köylü kadınlardan oluşan bu tabur gerillacıların bile eleştirisine uğrar. Onlara göre kadınların yapabileceği tek iş hemşirelik ya da aşçılıktır. Savaş kadın işi değildi. Ama Fidel Castro bu yaklaşıma karşı oldukça diretici olmuştur. Nitekim Castro'nun, Batista'ya karşı ilk ulusal ayaklanmayı gerçekleştirilirken kadınlarla birlikte oluşturduğu 170 kişilik bir grupla Jan Trago'daki ilk baskını gerçekleştirmesi onun kadına yaklaşımının göstergesi olmuştur. Ve kadınların yer alışını devrimci savaş sırasında moral verici bir unsur olarak da değerlendirilebilmiştir. Sayıları az da olsa aktif savaşa katılıp şehit düşen bayan militanlar da olmuştur. Lydia ve Clodmira bunlardan sadece iki örnektir.
Ernesto Che Guevera savaş anılarında Lydia için şöyle yazar: "Kübalılar bir kadından buyruk almaya alışık değildir. Onun öylesine sınır tanımayan bir gözüpekliği vardı ki, erkek ulaklar onlardan çekiniyordu. Bana 'Bu kadın Maceo'dan daha erkek ama hepimizi ölüme sürükleyecek. Yaptıkları delilik. Ama şimdi oyun oynayacak zaman değil' diyen -birinin hayranlıkla içerlemenin karıştığı- düşüncelerini çok iyi anımsıyorum." Bu alıntıdan da anlaşıldığı gibi, kadının özgürlük olanağından yararlanmasının yolu, erkek gibi olmasıdır. Erkekler bu tür kadınlara saygı gösterip hatta hayranlık duyabiliyorlardı, ancak tüm kadınlar hakkında düşüncelerini dönüştürmeye yannaşmıyorlardı.
Devrim sonrası, 1960'da Kübalı Kadınlar Federasyonu kuruldu. Federasyonun başkanlığını Fidel Castro'nun baldızı olan Vilma Espin yapmaktaydı. Bu federasyon kadının hem üretime girme önünde engel teşkil eden, hem de kadının siyaset ve toplumsal olaylara katılmasını engelleyen "bilgisizliğe" karşı savaş açmıştır. Federasyon güçlü bir kadın kitlesine dayalı gelişmediği için pratikte son derece gösterişli girişimler sergilemişlerdir. Programında ilk etapta çocuk bakım olanaklarını ve kadını geleneksel rolünden kurtarmak için gereken toplumsal kolaylıkları hayata geçirmeye çalışmıştır. Federasyona katılan kadınlarda zamanla siyasi bilinç gelişir. Ayrıca erkek ve kız çocukları için aynı askeri eğitim verilmesine dahil yasa da vardı. Orduda kadın subaylar da yer alıyordu. Tüm bu çabaların ve değişikliklerin amacı, Kübalı kadının evden dünyaya açılımını sağlamaktı.
Devrim sonrası ülke ekonomisindeki gereksinim, kadının üretime katılımına ihtiyaç duyar. Bu, kadının bağımsızlığı için de önemli bir olguydu. Kadınlar üretimin hemen hemen tüm sahalarında yer almalarına rağmen, kısa zamanda kadın-erkek ayrımı (işbölümü) ortaya çıkmıştır. Kadınlar çalıştıkları yerlerde çoğu zaman kadın işi olarak kabul edilen hafif işlerde, eğitim sektöründe ve gıda işlerinde çalışıyorlardı. Federasyon, "kadınlara uygun işlerle ilgili eski düşünceyi" yok etmek için çalışmıştır ve bir ölçüye kadar başarılı olmuştur. Kadınlar zaman içinde geleneksel kadın işi olmayan, örneğin motorlu-taşıt onarımı, soğutucu mühendisliği, traktör sürücülüğü, kent tasarımcılığı, raportörlük vb. sahalarda da çalışmaya başlamışlardır. Ancak sorumluluk isteyen kilit görevlerde kadınlara hala tepki gösterilmektedir.
Aileler ve erkekler kadınların eğitim görmelerine karşı çıkıyorlardı, ancak kadının arkasında devrim yetkesi bulunuyordu. Erkekler bu değişikliklere yasaları bozmadan karşı çıkamıyorlardı. Çalışan veya öğrenim gören kadın bunu toplum ve devrim çıkarına yaptığı için karşı çıkmak karşıdevrimci olmak demekti, ki buna açıktan da cesaret edemiyorlardı erkekler.
Fidel Castro, cinsel ve ırksal baskı kapitalizmde sona ermedikçe, sırf üretim araçlarının kamulaştırılmasıyla bu tür baskıların ortadan kalkmayacağını savunmaktadır. Bundan ötürü özel sömürüye maruz kalmış kadın gruplarının kendi özgül baskılarına karşı devrim içinde devrim savaşı vermeleri gerektiğine inanmaktadır.
"Neredeyse salt kadınlara özgü olduğu düşünülen işlevler arasında çocuk sahibi olmak da vardır. Üreme insan toplumu içinde doğal olarak kadının en önemli işlevlerinden biridir. Ama kadına doğa tarafından verilen ve onları ev içindeki bir dizi günlük işin tutsağı haline getiren de kesinlikle bu işlevdir."
Küba'da kadını toplumsallaştırma ve onun salt kendi çocuğuyla sorumlu olmasını sona erdirmek için çalışmalar yürütülmüştür. Buna ekonomik açıdan da ihtiyaç duyuluyordu. Kadını ev işlerinden uzaklaştırmakla birlikte, "ev işlerini kim yapacak?" sorusu ortaya çıktı. Bu sorun çözülmedikçe kadın toplum için tam verimli olmayacaktı. Federasyon bu soruna kısa vadeli çözüm olarak yarım günlük iş olanağını ortaya çıkarttı. Ancak bu süre içinde uzun vadeli, köklü bir çözüm için çalışmalar sürecekti. Analar için doğum izni, çocuklar için ücretsiz anaokulları, gençler için yatılıokullar hem ders görmek, hem çalışmak ve en önemlisi de gençleri aileden bağımsız kılmak için 12-17 yaş arasındaki gençler için toplu yaşam imkanları sağlandı. Bu toplumsal değişiklikler aile yaşamını da değiştirdi. Boşanmalar kolaylaştı, çiftler uzun zaman için (iş ve eğitim amaçlı) birbirlerinden uzak yaşıyorlardı. Bu gelişmelere rağmen Kübalı kadınlar kendilerini ev işlerinden sorumlu görüyorlardı. Bu değişiklikler sırf üretim amaçlı olarak ele alındığı için burada yeni bir yaşamın yaratılmak istenildiği yeterince kavranılmıyordu. Halk tarafından da bilinçli bir yeni yaşam ve yeni aile yaratma arayışları yoktu.
Devrim sonrası kadında cinsellik bilincinin gizli oluşumu görünmekteydi. Kürtaj ve korunma imkanları yaratılmıştı. Erkeklerin, gebeliği denetleme yöntemlerine karşı gösterdikleri direniş, kendi beden ve düşüncelerini yöneten kadınlara karşı olmaktan kaynaklıydı. Kadınların bu yöntemlere karşı kuşkuları ise kendi doğallıklarına karışma sorumluluğundan çekindiklerindendi. Fidel Castro 1965'de bu konuyla ilgili şunları söylüyordu: "Gelenek ve görenekler yeni toplumcu gerçeklikle birlikte bir ölçüde yıkılacak ve gençliğin cinsel ilişkileri sorunu çok daha bilimsel bir dikkat gerektirecektir. Ama bu sorunun tartışılması henüz gündeme getirilmemiştir. Ne gelenekler görenekler kolayca değiştirilebilir, ne de bunlar üstünkörü ele alınabilir. Ben, toplumsal, kültürel ve tutumbilimsel (ekonomik) gerçekliklerin yeni koşulları ve insan ilişkilerindeki yeni kavramları belirleyeceğine inanıyorum."
Genel olarak erkekler, oldukça fazla ataerkil bakışaçısına sahiplerdi. Bundan ötürü kadının bağımsızlık arayışlarını darbelemeye çalışmışlardır. 1970-75'lerde kadınlar parti yürütmesinde ve hükümet kurumlarında ikinci sırada yer alırlar. 1974'de yapılan ilk seçimler sırasında kazananların % 3'ünü kadınlar oluşturur. Bundan sonraki Kübalı Kadınlar Konfederasyonu'nun, ikinci konferansının kapanış konuşmasında Castro uğradığı düşkırıklığını ve seçmenlerin kadına olan güvensizliğini ortaya koyar. Castro'nun belirttiği devrim içinde devrim, yani Küba devrimi içinde kadın devrimi hala ulaşılması gereken bir hedef durumundadır.

Ö- Cezayir devriminde kadın

Bilindiği üzere Cezayir, çok uzun bir süre şiddetli Fransız sömürü biçimine maruz kalmıştır. Bu sömürü sadece ekonomik ve askeri alanda olmamış, tüm topluma da indirgenmiştir. Bu sömürü, Cezayir erkeğini güçten düşürüp fazlasıyla silikleştirmiştir. Kürt toplumunda da olduğu gibi, düşürülen Cezayir erkeği, egemenliğini kadın üzerinde kurmaya çalışmıştır. Toplumsal gerçekliklerden dolayı erkek çok daha erken ve çok daha derin sömürgecilerle ilişkili olmuştur. Bundan ötürü genel toplum açısından sömürgeleştirilmiş erkek yabancılaşmayı simgelerken, kadın ülkesinde yurtseverliğini korumuştur. Hem erkeği daha da düşürmek, hem de toplum içindeki kadının rolünü darbelemek için sömürgeciler Cezayir kadınına yönelmişlerdir. Bu yönelim değişik boyutlarda olmuştur. Bu uygulamalar zora dayalı olduğu kadar, asimilasyon politikası biçiminde de gerçekleştirilmiştir.
Cezayir toplumu ağır İslam dini etkisi altında olduğundan dolayı toplum için kadın namusu simgelemektedir. Bunu bilen sömürücü güç, toplumu aşağılamak, moral değerlerini parçalamak için tam bu noktaya yönelmiştir. Diğer yandan geleneklerin altında ezilen kadını sözde özgürleştirme amaçlı belli kurallar getirmiştir. Sömürgeciler için özgürlük Cezayirli kadınların emperyalist kültür tarafından ele geçirilmesiydi. Bunun için kadın peçeyi bırakarak, Batı görünümü almalıydı. Fransızlar çok eşliliğe, çocuk yaşta evlenmeye karşı yasalar koymuş, peçeyi kaldırmaya çalışmış ve kız çocukların okula gitmeleri gerektiğini vurgulamıştır. O dönemdeki eğitim sisteminin sömürgecilerin elinde olduğu unutulmamalıdır. Cezayirli kadına Batı ölçüleri dayatılarak, kendisine yabancılaşmasına çalışılmıştır. Bunu insanları ekonomik olarak kendisine bağlayıp, asimilasyon politikasını uygulayarak da yapmıştır. Franz Fanon bunu şöyle anlatır: "İşyeri büyük bir aile gibi olduğu için bazılarının karılarını almadan gelmeleri yakışıksız kaçabilir, anlıyor musun? Bu resmi çağrılardan önce Cezayirli sık sık zor anlar geçirir. Karısını alıp gelirse, yenilgiyi kabullenmiş olur, bu onun karısına 'yosmalık' ettirmesi, onu sergilemesi, bir direniş biçimini bütünüyle bir yana atıvermesi demektir. Öte yandan yalnız gitmesi de patronunu hoşnut etmek gibi bir düşüncesi olmadığını gösterir, işten atılma tehlikesini göze alıyor demektir."
Bu politikalar sonucu geliştirilen Avrupalı kadınlara özenti, Batılı kadınlar tarafından kendi üstünlüklerinin bir kanıtı olarak değerlendiriliyordu. Fransa'da yaşayan Cezayirlilerin durumu daha farklıdır. Genellikle bunlar en kötü koşullarda yaşıyor ve en zor koşullarda çalışıyorlardı. Üstünlük ve saygınlığın, kendisini sömürenlere ait olduğu bir toplumda özüne duyduğu nefretle doluydu. Cezayirli egemenler tarafından yoksun bırakılmış erkeklik duygusunu, Avrupalı kadında geri kazanmaya çalışıyordu. Böylelikle öcünü alacağını düşünüyordu. Ancak bu düşünce ona daha fazla kaybettiriyordu. Avrupalı kadının onu aşağılaması, onda hoşnutluk yaratarak sapkınlığa götürüyordu. Fransızlara karşı başkaldırı güçlendikçe erkeğe karşı da bu öç alma duygusunun siyasallaşmasına imkan tanıyordu. Özgürlük hareketinde erkek kaybedilmiş öz saygınlığını ve erkekliğini kazanma umudunu görüyordu. Ancak kadına yaklaşımında onu özgürleştirmeden ziyade egemenliğini daha da pekiştirmeyi yeğliyordu.
Kadının bilinci militan olarak kadınlığında değil, devrimci akımıyla ortaya çıkmıştır. Bu anlamda devrime katılım cins bilincinden yoksundu. Mücadeleye katılan kadın, birlikte mücadele verdiği erkekler tarafından bile bir militan olarak değil, sadece bir kadın olarak görülüyordu. 1955'te Cezayirli kadınlar ulusal kurtuluş mücadelesine daha aktif katılmaya başlarlar. Örgütü (FLN) bu konuda ikna etmek o kadar kolay olmamıştır. Ağır ataerkil karaktere sahip olan örgüt, sonunda kadının desteğini zorunluluk ve gerekliliğinden dolayı kabul eder. İlk etapta örgüte militanların eşleri, daha sonra dul ve boşanmış kadınlar alınır. Zamanla evli olmayan genç kızlar da katılabilmişlerdi.
Nihayetinde FLN tüm kadınlardan destek almayı kabul eder. Böylesi bir yapılanmaya sahip olan bir örgütten kadını ön cepheye alması beklenemezdi. Kadınlar arka cephede değerlendiriliyordu. Yalnız, eylemlerin ülkenin Avrupa yakasına sıçramasıyla birlikte kadınlar daha da aktif roller üstlenmişlerdi. 1956'dan itibaren kadın militanlar silahlıydılar (el bombası, tabanca vs) ve illegal eylemlere katılıyorlardı. Bu hareketlerinde dikkat çekmemek için Cezayirli kadın militanlar peçeyi bırakıyorlardı.
Kadının, ulusal kurtuluş mücadelesinde yer almasıyla birlikte geleneksel yaşamı değişime uğrar ve böylelikle eski sınırların dışına çıkmış olur. Gelişen eylemliliklerin ve ulusal hareketin güçlenmesini engellemek için sömürücü güçler artık peçesiz kadınları da kontrol etmeye başlar. Bu gelişme kadını siyasi nedenden ötürü yine peçe takmasına yol açar. Kadının mücadeleye katılımı sadece kadında değil, geleneksel aile ilişkilerinin değişimine de yol açmıştır. Erkeğin egemenliği bu dönemde azalır. Kadının hem cephede, hem de cezaevindeki direnişi toplumda hayranlık uyandırır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi kadın, mücadeleye ilk katıldığında cins bilincinden oldukça yoksundu. Buna ek olarak ulusal kurtuluş mücadelesinin öncülüğünü yapan örgütün erkek egemenlikli olması devrim esnasında kadın özürlüğü için özel bir yaklaşımın olmamasını beraberinde getirmiştir. Belirtilen değişiklikler, koşulların zorlanması sonucu olmuştur. Bundan ötürü devrim sonrası kadının eski konumunda hiçbir şey değişmemiştir. Cezayirli kadın bütünüyle erkekler tarafından tanımlanıp yönetilen bir ortamda hareket ediyordu. Erkek, kadını özel bir çabayla yeniden egemenliği altına almaya çalışıyordu. "Bununla birlikte Cezayir ortam ve koşullarındaki olaylar kadınların erkek direnişinin gücünü kırıp geçmelerini önlemek üzere birleşmiştir. Siyasal olarak kadın erkek hücrelerinin bağımsızlığından sonra ayırım uygulaması kadınların erkeklere yerel düzlemde karşı durmasının önüne geçiyordu."
Devrim hükümeti aile ve evliliğe ilişkin herhangi bir yasal değişikliğe gitme gereği duymamıştır. Erkeklerin kadınlardan hala çok çabuk boşanabilmesi, kadının ekonomik bağımlılığından dolayı boyun eğmesine yol açıyordu. Bu koşulların yanı sıra İslam dini de kadının durumunu olumsuz yönde etkilemiştir. En korkunç gerçeklik ise, var olan siyasi durum bu uygulayımlara karşı koymayı imkansızlaştırmasıdır. Devrim sonrası gitgide sağa kayan yönetim, çokeşliliği bile ortadan kaldırmamıştır. Gelişen İslam ulusçuluğu çok açık bir biçimde kadının görevinin İslam-Arap ahlakını yüceltmek olduğu, erkeğinse devlet için siyaset yürütmek olduğunu vurgular. Ancak kentlerde küçük bir kadın kesimi ekonomik bağımsızlığını elde edebilmiştir. Sınırlı sayıda okuyan kızlar bazı bağımsızlık imkanlarından yararlanabilmişlerdir. Meclise alınan az sayıda kadınlar bile evlendiklerinde bu ayrıcalıklı durumu bitirirler. Fransız sömürüsünün ortadan kalkması, kadınları otomotik olarak cins sömürüsünden kurtarmamıştır. Katmerleşerek devam eden cins sömürüsüne karşı gereken devrim, belirtilen nedenlerden dolayı başlatılamamıştır.

P- Kürdistan tarihi ve kadın

Doğaya bağımlı olmak gibi bir dezavantajın insan yaşamını ve gelişimini zorlaştırdığı bir dönem olan İlkçağ'da yumuşak iklimi, verimli toprakları ve iki yanından akan nehirleriyle Kürdistan toprakları, döneminin adıyla Mezopotamya, yaşamın ilk tohumlarının gelişimi için çok önemliydi. İnsanlığın "ilk"lerinin ortaya çıktığı, geliştirildiği uygarlık merkezi statüsüne hemen kavuşmuştur.  Ayrıca toplumsallaşmanın adımlarının atıldığı yer olması itibariyle kadın tarihinin de -ve beraberinde insanlık tarihinin- önemli nüveleri burada yakalanmıştır.
Bu topraklar ilk anaerkil toplumun ve yine ataerkilliğe geçişin kaynağı durumundadır ve tarih, sanat, edebiyat, felsefe, fizik, geometri, matematik, hukuk vb bilim ve düşüncelerin kaynaklarını buradan alıp, diğer alanlara yayıldığı kuşku götürmez bir gerçektir. Anaerkilliğin simgesi olan tanrıçaların anlatıldığı ilk mitolojilere de burada rastlanılır. Örneğin; Mezopotamya ile adeta bütünleşmiş olan tanrıça İştar, her efsanede ve olayda anlatılır. Mezopotamya tüm ekonomik, siyasal toplumsal gelişmeler açısından kendisini İştar mitolojilerinde edebileştirir, insan üstüleştirir. Büyük tanrısal sırlara sahip olması ve sürekli yaratmaya yönelik eylemlerde bulunması, özellikleri arasındadır. Kimi zaman insan özelliklerinin yaratıcısı olan, kimi zaman yeraltına inip kötülüklerle savaşan ve topraklarını kuraklıktan kurtaran, kentine uygarlığı getiren İştarken, kimi zaman tanrıları insanların başına yıkım getirmesi için kışkırtan, cezalandırıcı ve bitirici İştardır. Ama her zaman iyi yanları, kötü yanlarına üstün gelir. Babil, İştar'ı MÖ 2000'lerde şöyle anlatır:
"Tanrıça
Onun yeridir karar yeri
Ellerinde tutar herşeyin yazgısını
Onun bakışından doğmuştur sevinç
Yaşam coşkusu, görkem
Kadınla erkekteki yaratıcı güç."
Sümer yaratılış mitosunda, gök tanrı ile yer tanrının dünyaya düzen verişi anlatılır. Bunun için hava tanrısı Enlil, Ay tanrı Nanna yaratılır. Tanrı Enlil, yeryüzüne sığır ve tahıl sağlamak için, sığır tanrısı Lahar ile tahıl tanrıçası Aşnan'ı yaratır. Yine kazmanın Enlil tarafından yaratılıp, insanlara armağan edilişi anlatılır. Daha sonra birçok yeri dolaşır, yönetilmeleri için tanrı ya da tanrıça atar. Temeller atar, evler kurar, ovayı bitki ve hayvan yaşamı ile doldurur, koyun ağılları ve ahırlar kurar.
Düzene konuşla ilgili son bölüm İnanna (İştar) ile ilgilidir. İştar, uygarlığın nimetlerini kendi kenti olan Erek'e götürmek ister. Bu isteğini gerçekleştirmek için, tanrının niteliklerinden biri olan yazgıların tabletine sahip olmak gerekiyordur. Bunun için Mi denilen şeyi elde etmesi gereklidir. Mi, tanrı Enki'nin elindedir. İştar, gidip onu sarhoş ederek, elinden alıp, kendi kentine getirir. Mi; taç, taht ve asa gibi egemenlikle ilgili nesnelerin sayılmasından oluşur.
Bir bütün olarak mitolojiye bakıldığında, ataerkilliğe geçişin gelişmekte olduğu ve bununla beraber, yeni bir düzenin adımlarının atıldığı anlaşılabilir. Ama asıl önemli olan bu geçişin anaerkillik karşısında hala cılız olduğu gerçekliğinin kendisini hemen göstermesidir. Bu düzenin son tamamlanış biçimi, egemenliğin -bir hile yoluyla da olsa- kadının eline geçmesi sayesinde sağlanır. Fakat gelişmekte olan ataerkillik için kadının bu konumu devam ettirilemez.
Daha sonra, anlatılan Gılgamış Destanı, anaerkillikten ataerkilliğe geçiş sürecini ifade etmektedir. Buna bağlı olarak, bu destan, ilkel komünal toplumun, köleci topluma geçiş sürecidir. İştar, bu destanda tanrılar (erkek egemenliği) tarafından ele geçirilmiş, ancak gücünü tam yitirmemiş bir tanrıçadır. Gılgamış, yarı tanrı olan ve ölümsüzlüğü arayan, bundan ötürü de tanrılara kafa tutan bir önderdir. Gılgamış'ın önemli bir özelliği, ona hazır sunulan bir ülkenin hükümdarlığını reddederek, aslından varolan topluma geçişi aşmak istemesidir. Gılgamış, ilkel komünal toplumu yıkıp, sınıflı topluma geçiş yapmayı amaçlamaktadır. Gılgamış'ın aradığı ölümsüzlük, tanrıların elindeki güçtür. Ve Gılgamış, bu gücü tanrıların elinden alarak yeryüzüne indirmek istemiştir. Buna karşı, tanrılar da Gılgamış'a karşı en güçlü silahlarını kullanırlar. Bu çerçevede, Gılgamışla savaşmak için, tanrılar adına İştar gönderilir. Daha önce belirttiğimiz olumlu özelliklere sahip olan İştar, tanrıların egemenliğine girdikten sonra, ona tek silah olarak güzelliği, cinselliği bırakılır. Bu, tanrıların ona karşı oynadığı bir oyundur. Tanrılar İştar'a yalnız kendileri sahip olmak istedikleri için, ölümlülerin İştar'a dokunmasının bedelini, yanmayla ödetirler.
Tanrılar, Gılgamış'a karşı bir güç olarak Enkidu'yu yaratırlar. Enkidu, vahşi ormanlarda yabani hayvanlarla birlikte yaşamaktadır. İlginç olan diğer bir nokta ise; Gılgamış'ın, Enkidu'yu bir tapınak fahişesi aracılığıyla yabani durumundan çıkarıp evcilleştirmesidir. Burada görüldüğü gibi kadının toplumsallaştırma ve insani duyguları aşılama özelliği işlenmiştir. Gılgamış, evcilleştirdiği Enkidu'yu Uruk sitesine getirip, onunla giriştiği bir kavga sonucunda dost olur. Enkidu ile Gılgamış'ın birleşmesi büyük bir gücü ortaya çıkarır. "Ülkedeki tüm kötülükleri kovalım" sözüyle birlikte, mücadeleye girişirler. İlk olarak Amanoslar boyunca uzanan Sedir ormanlarının bekçisi olan Humbaba'ya karşı mücadeleye girişirler. Humbaba'yı öldürmeleri üzerine ormanın sahibi olan Tanrıça İştar'ın iktidarını ellerine geçirirler. Bu savaşım aslında anaerkillikten ataerkilliğe geçişin mücadelesini anlatır.
Mezopotamya'da devralınan diğer önemli tanrılar da şunlardır: Suların tanrısı Ea, onunla birlikte olan Damkina, güneş tanrısı Şamaş ve karısı Aya, ay tanrısı Sin ve karısı Ningal.
Tüm bu anlatılan mitolojilerde de görüldüğü gibi, insanlık tarihinin en eski uygarlık ürünleri Mezopotanya'da ortaya çıkarılmıştır. Buradaki topluluklar, ilk yerleşik yaşamı, ilk toplumsal üst yapılanmayı sağlayabilmişlerdir. Bunlardan birinin de Kürt kavmi olduğu kabul edilmektedir.
Ari ırka mensup olan Kürtlerin Kuzey Avrupa'dan Mezapotamya'ya gelişleri konusundaki tarihi araştırmalar devam etmekle birlikte, binlerce yıldır bu coğrafyada oldukları kuşku götürmez bir gerçekliktir. Kürdistan tarihi ile ilgili bilgiler daha çok arkeolojik kazılara ve belli bir dönem görülen mitolojilere dayanılarak sağlanılmaya çalışılmış ve özellikle Asur, Mısır, Babil vb uygarlıklarının yazılı belgelerinde Kürtlere rastlanabilmiştir. Mezapotamya'da yerleşen ilk Kürt kavimleri olarak Ari asıllı Guttiler, Lulular, Kasitlar, Huriler ve bunların kurduğu Mittani devleti varlığını sürdürür.
Kürtlerin gelişim tarihine damgasını vuran en önemli felsefe ve inanış daha önce belirtilen tüm mitolojilerden etkilenilerek ataerkil geçiş süreci ile kendisini belli bir sistemliliğe kavuşturmuş olan Zerdüştlüktür.
Zerdüştlük, MÖ 630 yıllarında Kürdistan coğrafyasında görülür. Özellikle Mazdaizmden etkilenir. Zerdüştlüğün kurucusu ve yayıcısı olan Zerdüşt'ün, bugünkü Azerbaycan topraklarında olduğu belirtilen yerden geldiği tahmin edilmektedir. İnanışa göre, Zerdüşt, din adamı ile evlenmek hazırlığı yapmakta olan genç bir kızın memesine gökyüzünün parlak ışığı olarak girdi. Böylece esir olan ışın ile bir meleğin birleşmesinden Zerdüşt meydana geldi. Zerdüşt'ün çocukluktan itibaren farklı ve güçlü olduğu anlaşılmaktadır. Çevresinde oluşan sosyal karışıklık ve tüm moral değerlerinde meydana gelen çöküntü büyüktü. Buna ilaveten kendi bölgesindeki insanlar arasında hayvan katliamı, söze güvensizlik, sahtekarlıklar, kişilik bozulmaları, dinsel kavgalar vs. had safhadaydı. Böylesi bir ortamda Zerdüşt çok merhametli, iyi yürekli ve dürüst bir kişilik yapılanmasına sahipti. 23 yaşında Sebelan Dağı'nda inzivaya çekilip, orada tek tanrı Ahuramazda fikrine ulaştığı söylenir. Newroz olduğu kabul edilen bir bahar günü (21 Mart) inzivayı bitirir.
Zerdüşt inancına göre Ahuramazda (iyilik) ve Ahriman (kötülük), Zervan (zaman) diğer adıyla tarihin başlangıcı, yaratılış tanrısının ikiz çocuklarıdır. "Ahuramazda ne yapıyorsa iyi ve haklı iken, Ahriman ne yapıyorsa kötü ve haksız idi. Ahriman, gördü ki, Ahuramazda iyi ve haklı şeyleri yapıyor ve yaratıyor, ama ışığı yakmasını bilmiyor. Ve bunları devlere anlatarak der ki: "Ahuramazda bu kadar iyi ve güzel şeyleri yapmasına rağmen, bunlar karanlıkta kalsa bir şeye yaramaz, çünkü o ışığı yakmayı bilmiyor. Ahuramazda akıllı olsa, annesinin yanına oturur ve böylece güneş doğar, sonra bacısına döner, o zaman da ay doğar diye belirtir. Bunu duyan dev, hemen Ahuramazda'ya gidip, her şeyi anlatır."
Burada görülen aslında, ataerkil bir sürece geçilmek istense de, onu anlamlı kılacak asıl güç (ışık) halen kadındadır. Ve bu anlamda, kadın hala önemlidir. Ahriman ve Ahuramazda, Zerdüştlük felsefesinin temeli olan "her şey zıttı ile izah edilir" ilkesini temsil eder. Kötünün olmadığı yerde iyilikten bahsedilemez. Kötü her yerdedir, fakat ondan korkacağına, kaçacağına, ona karşı her yerde direnilmelidir. "İçindeki kötüye direnip, onu yenersen tanrı sen olursun" der, Zerdüşt. Ve devamla insanın kendisini geliştirip, aşmasının dünyada en hoş olan şey olduğunu söyler.
Zerdüştlükte, yaşamı "iyi düşün, iyi söyle ve iyi yap" şartı belirler. İlk iyi olan temiz düşünce ile iyiyi düşünmedir. Bundan sonra diğer şeyler gelir. Temiz bir insan tarafından üzerinden yürülürse, toprak en rahat ve sevindiricidir. İkincisinde ise, toprak ana intizar eder ve "Toprak ekilmek istiyor. Ekilmeden öyle durmaktan üzüntü duyuyor, sevinmiyor. Kim sol ve sağ eliyle toprağı işlerse o kazanacak ve sevinecektir" der. Ve böylece Ari halkını sürekli çalışmaya ve toprağı işlemeye sevk eder. Bu sayede barış içinde yaşanabileceğini, kötülükle savaşılabileceğini belirtir. Zerdüştlük, toprağı, ana olarak değerlendirir. Tüm canlılar ve ürünlere yaşam sağlaması, toprağın kutsanmasına nedendir. Zerdüşt öğretisinde tıpkı toprağın işletilmesinin bereket ve bolluğa yol açarak, toplumun refah düzeyini arttırması gibi, kadının da evinde, çocukların annesi olarak onları yetiştirirken iyiliği, yurtseverliği ve insanseverliği aşılayarak, toplumsal barış ve huzurun yaratılmasında etkin oldukları kabul edilir. Zerdüşt dini inancına göre, tanrı kadın ile erkeği birarada ve birbirlerine arkadaş olarak yaratmıştır. Zerdüşt öğretisinde dini inanç açısından insan cinsleri arasında bir ayrım yapılmaz. İnsanlar arasında iyiye ve kötüye hizmet edenler diye ayrım yapılır. Ne dini, ne de sosyal açıdan kadın ve erkek arasında herhangi bir ayrım olmayıp, iki cins eşit hak ve görevlere sahip olarak değerlendirilir. Zerdüşt inancının bölgede gelişip yayılması ile orantılı olarak, erkeklerin tek kadınla evliliği de gelişmiş ve yayılmıştır. Kadınların, erkek çocukların anaları olarak, kötülük ve düşmanlara karşı ülkelerini savunmaları ile mal, can ve namuslarını korumalarında eğitip yetiştirmede büyük rol oynayacağını belirlerler.
Zerdüşt inancına göre, Ahuramazda'nın altı meleği vardı. Bu melekler, Ahurmazda'nın sıfatlarını yüklenmiş, ama Ahuramazda'nın öz varlığından bağımsızdırlar. Her birinin ayrı özellikleri vardır. Dikkat çekici olan yan; bilgelik, bilgililik özelliğini taşıyan meleğin kız olmasıdır. Ve daha sonraki dinlerde de görüldüğü gibi, bilgi ile kadın özdeşleşmektedir.
Zerdüştlük, Med organizasyonunda da gelişimini devam ettirir. MÖ 1000'li yıllarda Kuzey Avrupa'dan Mezopotamya'ya gelen Medler, yazılı kaynaklara göre, MÖ 21 Mart 612 yılında Asurluların başşehri Ninova'yı aldılar. Bu olay, Demirci Kawa efsanesiyle destanlaştırılmıştır. Asurlara karşı, böylesi bir direniş sürecinde kazanılan birlik, köleci imparatorluğa dönüştürülmüştür. Siyasal bir güç olma durumlarının yarattığı elverişli koşullardan yararlanan Medler, günümüz Kürdistan'ını da kapsayan alanları hızla kendi yerleşim alanları haline getirmişlerdir. İlk defa düzenli askeri birlikler kurdular ve kışlalar yaptılar. Bu anlamda Med kültürü ve dili yerleşik halkların kültür ve dilleriyle kaynaşarak, ama daha çok da onları etkisi altına alarak hakimiyet alanı derinliğine ve genişliğine gelişmiş, ulusal değerlerin gelişmesinin zemini yaratılmıştır. Halklaşmanın önemli temelleri bu dönemde atılmıştır. Halklaşma, Pers İmparatorluğu'nun egemenliği döneminde de, seçkin bir halk olma özelliğini sürdürerek, devam edilmiştir. Pers egemenliği altında kültürel gelişmelerine izin verilmiş, fakat siyasi gelişmeleri engellenmiştir. Med sosyal yaşamında kadının, erkekten düşük bir konumu yoktu. Bunda daha önce belirttiğimiz Medlerin dini inancı olan Zerdüştlük öğretisinin de oldukça etkisi vardır. Bununla beraber, toprağa dayalı üretim de kadın ve erkeğin çok farklı bir konumda olmamalarını sağlıyordu. Zerdüştlüğün bir diğer etkisi olan özellik de, tek eşliliğin hakim olmasıydı. Çok eşlilik İslamiyet'in etkisinden sonra gelişir.
Med siyasal yapılanmasında da, Zerdüştlüğün etkisi vardır. Şöyle ki; köleci dönemin bir gereği olarak yayılmacı ve egemenlikli bir devlet olması gerekirken, Zerdüştlüğün insancıl felsefesinin etkisiyle, bunun çok sınırlı geliştiği görülür. Örneğin; MÖ 590 yılında Kızılırmak boylarında Medlerle Lidyalılar arasında başlayan savaş, beş yıl sürmüş, savaş sırasında güneş tutulması olayı ile iki taraf arasında barış yapılmıştı. Bu antlaşmayı pekiştirmek için, Lidya kralının kızı Aryeniz ile Med kralının oğlu Astyag evlendirildi. Genel olarak tarihe bakıldığında böylesi evlilik yoluyla toprak sahipliğinin daha da genişletildiği görülür. Ama Medler'de görülen, bu durumun tersidir. Evlilik yapıldıktan sonra Medler batıya doğru ilerlemekten vazgeçerek, geri dönerler.
"Kadın, Med ve takibeden Pers toplumunda üzerinde antlaşma yapılan konulardan biridir, ki bu anlaşma; tarla veya köyle ilgili yapılan antlaşmalardan sonra en yüksek değeri olan bir antlaşmadır. Kadın üzerine yapılan antlaşma, beşinci dereceden olan bir antlaşmadır. Kadın ekseri beşik kertmesi olarak babası veya velisi her kimse onun tarafından 'satılabilir.' Bu işlemle ilgili gelenekler, zaman içinde ufak tefek değişikliklere uğrayarak da olsa zamanımıza kadar gelebilmiştır." Bu açıklamada da anlaşıldığı gibi, kutsal kitap olan Avesta, kadın üzerine yapılan anlaşmayı da içerir.
Med İmparatorluğu'nda çok fazla tarihi araştırmalar ve kazı çalışmaları yapılmamakla beraber, öğrenilebilen ve bulunabilen kültür ve sanat öğelerinde kadının izine de rastlanılmıştır. Kürtlerin, Medler'den sonraki tarihi, bir işgal ve istilaya uğrama tarihidir. Perslerden sonra bölgeyi, Büyük İskender işgal etmesine rağmen, dağlık alanlardaki Kürt aşiretleri bağımsız yaşamlarını sürdürüyorlardı. Bu anlamda İskender'in bu dağları aşarak, Kürdistan'a hakim olabilmesi mümkün değildi. Döneminin tekniği ve gücü ile bunu başaramayan İskender, kendine ait 10.000 askerle 10.000 Kürt kızını evlendirerek, bunu başarmaya çalışmıştır. Daha sonra, Roma egemenliği başgösterir. Roma'ya karşı sürekli olarak savaşan Partları alt etmek için dönem dönem Medlerle ittifak kurmuştur. Partlar, bunun üzerine Medleri cezalandırmak için saldırıya geçerler. Ama, Roma ordusu ile karşılaşırlar ve yine Medlerin Romalılara desteğiyle yenilirler. Bu zaferden sonra, Med kralının kızı, Roma kumandanının oğluyla evlendirilip dayanışma antlaşması yapılır. Romalılardan sonra bölgede Sasani ve Bizans çekişmesi başlar.
Tüm bu işgal ve istila hareketleri Kürtler için, bir siyasal ve ekonomik gerileme ile birlikte sosyal yaşamda da bir gerilemeye yol açmıştır. Bununla beraber, kadının yavaş yavaş arka plana itildiği tahmin edilmektedir. Bunlarla birlikte, ulusallaşmada da bir gerileme yaşanır. Dış saldırılara karşı, doğa çekilen küçük gruplar, kendi aralarında birleşerek dışa kapalılığı yaşarlar. Bu da ileride ulusal birliğin önünde engel olacaktır.
Kürdistan'ı derinden sarsan bir diğer olgu da, İslamiyet'in girişi olmuştur. İslamiyet Muhammed döneminde Arabistan yarımadası dışına fazla sarkmadıysa da, Halife Ebubekir döneminde yayılmaya başlamıştır. Halife Ebubekir komutası altında Sasani devleti büyük yenilgiye uğratılır. Bu savaş sonrası MS 635 yılında tüm Güney Mezopotamya İslami işgalin altına girer.
MS 638'de Bizanslılara karşı verilen savaş ardından Orta Mezopotamya işgal edilir. Halife Ömer'in ölümünden sonra da Kürdistan'ın önemli bir bölümü ele geçirilir ve yerine geçen Osman'ın emriyle de Kuzeybatı Kürdistan işgal edilir.
İslamiyet'in girmesinden önce Kürdistan'daki beylikler otonom halindeydiler. İslamiyet'e en çok direnen halk Kürt halkı olmuş ve sürekli isyan etmişlerdir. Arapların Kürtler üzerindeki katliamını, Süleymaniye'de bulunan bir Kürtçe şiir şöyle anlatır:
"Hürmüzgahlar virane oldu, ateşler söndü
Büyük büyükler saklandılar,
Sitemkar Araplar her tarafı harap ettiler
Hatta Şehrizar'a yetiştiler.
Kadınları, kızları esir götürdüler,
Azat esirleri kana boyadılar.
Zerdüşt'ün ayını kana boyandı
Hürmüz kimseye yardım etmedi."
İslamiyet'in başlangıçtaki ilericilik yönünün aşılıp gericileşmeye başladığı bir dönemde Kürdistan'a girdiği görülür. Araplar açısından sosyal ve kültürel bir gelişimin önünü açmışsa da diğer halklar açısından baltalamıştır. Çünkü yabancı halkların kültürlerine son vererek, Araplaşmayı dayatmışlardır.
Kürtlerin milli bütünlüğü gelişmediği için, zorla giren İslamiyet, kendi benliğinden uzaklaşmanın başlangıcı olmuştur. Kürtlerin eski dini olan Zerdüştlük milli, manevi değer yargılarını geliştirme özelliğine sahipken, İslamiyet bunları ortadan kaldırmaya çalışmıştır. İslamiyet Kürdün yüreğinde ve beyninde milli inkarı hazırlayan ve kaleyi içten fethetme rolünü oynayan Truva atı gibidir. Aslında giriş aşamasında büyük hitabet gücüne sahip olan fetihçiler, halklar tarafından büyük sempatiyle karşılanır. Hatta batıdan gelen Bizans saldırılarına karşı olumlu bir hareket olarak görülür. Ancak 8. ve 11. yy'da hızla gelişen Araplaşma ve pratikte daha da net ortaya çıkan İslamlaşma gerçek yüzünü gösterir.
Kürdistan'ın verimli topraklarının feodal gelişme için elverişli olması ve Araplara komşu bulunması nedeniyle, Arap egemenliği etkisini en çok Kürtler üzerinde gösterdi. Kürdistan'ın fethedilen bölgelerinde merkezi imparatorluğa bağlı feodal emirlikler oluşturularak, bir yandan toplumun feodalleşmesi ve öte yandan Arap sömürgeciliğinin gelişmesi birlikte yürütüldü. Kürdistan'da feodaleşme, sömürgeleşme ve Araplaşma birbirini tamamlayarak gelişmişti. Kürtler Arap hakimiyeti altına girdikleri feodal dönemde de daha az işgal, istila ve yabancı egemenlik biçimine tanık olmadılar. Köleci dönemde hiç olmazsa ideolojik olarak milli kalabilen ve bir milli direnme ideolojisini görebilen Zerdüşt dininin ortadan kaldırılmasıyla, Kürtler manevi olarak da yabancı işgale uğradı. Mezhepleri ve tarikatlarıyla yerli ve yabancı feodallerin elinde sömürüyü gizleme, ümmetçiliği geliştirme, milli değerleri unutturma aracı haline gelen İslamlık, Ortaçağ'dan günümüze kadar Kürtlerde milli direniş ruhunu öldüren en büyük ideolojik araç olmuştur. 9. yy'ın ortalarından 11. yy'ın sonlarına kadarki dönem, Kürdistan tarihinden yabancı egemenliğin zayıf olduğu dönemdi. Bu dönemde güneyde Arap Abbasi İmparatorluğu'nun ve batıda Bizans İmparatorluğu'nun zayıflaması doğuda ise Türk akınlarının henüz başlamamış olması nedeniyle Kürdistan'da feodalizm (İslamiyet'in etkisiyle gelişen bir feodalizm) bağımsız olarak hızla gelişme ortamına kavuştu. Aynı dönemde Kürtlerin sosyal, siyasal, kültürel gelişmesi hızlandı. Van'dan Urfa'ya kadar uzanan bölgede Mervani Kürt Devleti kurulurken, diğer alanlarda da Kürt beylikleri adeta bağımsız devletler biçiminde geliştiler. Araplaşmanın etkisindeki sosyal, siyasal gelişim özellikle Mervaniler döneminde önemli bir zemin bulmuştur.
Yukarıda belirttiğimiz gibi İslamiyet yalnız ulusal parçalanmayı getirmemiş ayrıca döneme kadar varolan ulusal değerler de dumura uğratılmıştır. Zerdüşt inanışında, kadın ile erkek arasındaki eşitsizlik zayıf bulunurken, kadın ise doğurgan özelliğiyle toprakla özdeş tutularak saygın bulunur. Ancak İslamiyetle birlikte eşitsizlik her alanda olduğu gibi kadın ile erkek ilişkisinde de yansır. Kadın tamamen mülkleştirilir. O döneme kadar iki cins için geçerli olan monogami, yerini İslamiyetle beraber erkek için çokeşliliğe bırakır. Özellikle Kürdistan'da bu durum teşvik edilerek Arap kültürüne bağımlılık daha da geliştirilir. Örneğin; Mervani devletindeki, Mervan 365 tane genç kızla evlenmiştir. Yani bir güne bir kadın... Birçok Kürt bey ve ağasında üç, dört, on evlilik bir gelenek olmuştur. Başkan APO bu konuyu şu sözleriyle değerlendiriyor: "Adamın aklına gelen 365 tane eş bulma ve bunları saraya yerleştirmektir ve ismini bile hatırlayamadığı kadar çocuk yapmaktır (...) Psikolojik ve sosyolojik olarak ele alındığında Kürt beyliğinde böyle bir güçlenme oldu mu kadın konusunda gelişiyorlar. Bunu yalnız Kürtlere ait bir kurum olarak almayalım. Hz. Muhammed'in kendisi de güç kazandığında onüç tane eş alıyor. Bir o kadar da cariye ve hepsi siyasi nitelikli."
Mervani beyliğinde görüldüğü gibi o döneme kadar Kürtlerde görülmeyen saray kültürü Kürdistan'a İslamiyetle birlikte girmiştir.
Yine bu devlette cüzi de olsa kadının siyasi statüsüne rastlanır. Mervani Kürt devletinde hükümdarın yanına Ebu Salim adında bir hekim gelir. Ona değer verilir ve üst bir mevkiye getirilir. Aynı dönemde bu hekimin karısı da hükümdarın karısının yanına gider, bu durum üzerinde hakimin derecesi ve itibarı o kadar yükselir ki, sonunda hükümdar kendi vezirini tutuklatarak bütün devlet yönetim işlerini Ebu Salim'in eline verir. Ebu Salim öyle bir nüfuz kazandı ki, bütün devlet Ebu Salim'in ve karısının yönetimine girdi. Bu örnek kadının siyasi statüsünü doğrulamaktadır. Ancak İslamiyet'in Kürdistan'da daha da kökleşmesiyle birlikte kadının siyasi statüsü sıfırlanır. Bilindiği gibi İslamiyet kadının rolünü ve önemini sırf doğurganlığıyla sınırlar, ayrıca namus olgusunu da kadınla somutlaştırır. Bu iki olgu, kadını siyasal, ekonomik ve sosyal faaliyetlerden dıştalar ve eve kapanmasına yol açar. Bu, aslında Kürdistan coğrafyasında yaşayan kadınlar için aykırı bir durumdu.
Kadın, namusu koruma mantığı doğrultusunda ve aynı zamanda kışkırtıcı olduğu gerekçesiyle çarşaf altına kapatılır. Kadının namus ölçüsü, evlendiğinde bakire olmasıydı. Bu anlayış neredeyse kadın ve erkeğin birbirleriyle konuşamaz hale gelinmesine neden oldu. Bekaret anlayışı, temelde bir mülk anlayışına dayanıyordu ve daha da pekişerek kadın başlık parası karşılığı satılır hale geldi. Kadının ikinci plana düşmesiyle birlikte İslamiyet, erkeği soy sürdürme rolüyle daha da yüceltir. Erkek, annesi üzerinde bile söz sahipliği hakkını kazanır. Kadına biçilen iyi bir eş ve anne olma rolünün karşılığında erkeğe de kadını geçindirme görevi yüklenerek, kadın bir kez daha bağımlılaştırılır. Belirtildiği gibi kadınla bir tutulan namus, buna dokunulması halinde Kürdistan'da bitmez tükenmez kan davalarına yol açmıştır. Diğer taraftan eve kapatılan kadın bir mal olarak aşiretlerarası ilişkilerde kullanılır. Yine ilişkileri daha çok güçlendirmek amacıyla karşı aşiretlerin erkeklerinin yaşları ne olursa olsun genç kızlarla değiş tokuş edilir. Buna berdel denir.
Araplaşma, sömürü ve baskı din adı altında yürütülürken, egemenlik altındaki halkların gelişmesine hiçbir şekilde zemin sunulmaz. Büyük askeri komutan, Selahaddini Eyyubi, Kürt kökenli olmasına rağmen Araplar açısından birleştirici rol oynar ve egemenlik sahasını geliştirirken, Kürtlüğü ve gerçekliğini inkar eden bir durum içerisindedir. İslamiyet'le beraber Kürt tarihinde ilk olarak ihanet de başgösterir. Bu da üst tabakada Arap egemenleri Kürt aşiret ve feodal beylerini işbirliğine çekerek, etkilerini derinleştirmeyle boyutlanmıştır. Ve bu Osmanlılar döneminde katmerleşmiştir.
Mervani Kürt Devleti'nin kurulmasına elverişli ortam hazırlayan siyasal boşluğa, 11. yy'da Orta Asya'dan göç ederek Anadolu ve Mezopotamya'ya yerleşen Türkler, kurdukları devletlerle son verdiler. Ortadoğu'ya akınlar halinde gelen Türkler, egemenlik sağlamanın yolunun İslami fetihçilikten geçtiğini anladılar ve hızla bu dini kabul ederek, İslamiyet adına yağma ve talan hareketlerine giriştiler. Bunu Bizans'ın güçsüz düşmesi de kolaylaştırmıştı. Yağma, talan ve gaspla, Kürdistan ve çevresine gelen Türkler sınır boylarına yerleştiler. Bunun yanısıra Kürdistan'a girdiklerinde Marks'ın 'tarihi' "yenenlerin yenilgisi" tezinin doğrulandığını çok net görebiliriz. Zayıf ve cılız bir kültürle Kürdistan'a giren Türkler, bu gelişkin kültür içerisinde erimişlerdir. Arap egemenliği altında doğan Kürdistan feodalizmi, Türkler ve Moğollarla çatışarak olgunlaşmıştır. Kürt beylikleri daha da güçlenmişlerdir. Bu çatışmaları ovalarda sürdüremeyerek dağlara çekilen ve burada da mücadelesini devam ettiren Kürt aşiretleri, aşiretçilik yapılanmasının devam ettirilişi olmuşlardır.
Böylesi bir süreçte Osmanlı Devleti'nin kendisini geliştirdiğini görmekteyiz. Zamanla merkezi feodal nitelikte bir imparatorluk haline geldi. Osmanlı egemenliklerini sağlamlaştırırken, sadece zora başvurmayarak, hakimiyeti altındaki beyliklere otonomi verir. Batı halklarına tanınmayan özerklik Kürt beyliklerine tanınır. Burada güdülen amaç, güç olarak görülen Kürtleri yanlarına çekerek başka halklara karşı savaştırmaktır. Zaten Arap egemenliği altında Truva atı rolünü oynayan Kürt beyleri bu dönemde de siyasi otoriteyi imparatorluğa peşkeş çekmekle kalmayıp, işbirlikçi ve uşaklaşma sürecinin başlamasına neden olmuştur. İşbirlikçilikte önemli bir yeri olan Şeyh İdris-i Bitlisi, Kürt tarihinde önemli bir dönüm noktasına damgasını vurmuştur. Osmanlılar Safeviler'in doğudan ilerleme tehlikesine karşı sınır boylarında yaşayan Kürtlere geniş otonomiler tanıyarak, siper rolünü gördürmekle birlikte, imparatorluk sınırlarının gelişmesi için de kapı olarak kullanırlar. Bu süreçte Kürtlerin geniş otonomiye kavuşmasını sağlayacak bir beylerbeyinin seçilmesini isterler. Fakat Şeyh olması itibariyle bölgede en etkin olan Şeyh İdris-i Bitlisi, "Biz birleşemeyiz, bizim öyle bir özelliğimiz var, sen bize bir beylerbeyi gönder" der.
Tarihe bakıldığında bu anlaşmaya kadar düşmanla direkt bir işbirliği geliştirilmez ve içsorunlarına karıştırılmazlarken, bu anlaşmayla yeni bir işbirliği sürecinin adımları atılmıştır. Osmanlıların, Kürt beylerini Safevilere karşı bu kadar kolay işbirliğine çekebilmesi de mezhep çelişkilerini geliştirmesine dayanır. Kürtlerin egemen kesimi Sünni olurken, Safevilerde egemen olan mezhep ise Şiiliktir. Bu yöntemle birçok Şii Kürtler eliyle katledilir. Bu ihanet ve çatışmanın sonucunda Kürtler iki parçaya bölünür. Bu tarihi kesitlerden de anlaşılacağı gibi ihanetle soyunu başka egemenliklere peşkeş çekme tarihi Kürdistan'da erkek eliyle yazılmıştır. Dış dünya ile ilişkiyi birinci elden sağlayan ve kadını yöneten konumundaki erkek hem aracı, hem de uygulayıcıdır ve ihanet, toplumun en küçük hücresini dahi etkilemiştir.
Üç kıtada yayılan İslamiyet dini halklara uyarlanırken, farklı biçimlerde yorumlanır. Kürtlerde İslamiyet, medrese kültürü ile halkın özgünlüğüne göre yorumlanır. Bu anlamda birçok Kürt Nakşi medreselerden geçmiş ve Kürt kültürünün din çerçevesi dahilinde gelişmesini amaçlamışlardır. Ancak işbirlikçilikten kurtulamadıkları için birliği sağlayamamış ve başarıya ulaşamamışlardır. Medreselerde büyük şeyh başları özellikle devlet işbirlikçisi olurken, okul yöneticileri ise önemli oranda ve özellikle de onyedinci yüzyılda Kürt aydınlanmasını temsil etmiştir. Meleye Cizire, Faqi Teyran, Ehmede Xane gibi edebiyatçılar toplumsal acıları birlik ihtiyacı ve milli duyguları açığa vururlar. Bu aydınlar İslamiyet'in Kürtlerde yarattığı tahribat ve bölünmelere tepkilerini edebi eserlerinde yansıtmaya çalışırlar. Örneğin, Meleye Cizire 16. yy'daki bağımsızlık fırsatının değerlendirilmemesine tepki olarak, "Gelince talih ve fırsat, ihmal haramdır onda" demektedir. Ehmede Xane en büyük eseri olan Mem u Zin trajedisinde, Kürt halkının bunca çektiği acıları, toplumsal sorunları en iyi biçimde işlemiştir. Değişik bir eserinde duygu ve düşüncelerini bir dörtlükte şöyle ifade eder:
"Büyükler ve yöneticiler için değil,
Belki Kürt çocukları için.
Kur'an'dan kurtulmaları gibi
Gerçeği tanımaları gerekir."
Birlik olamayan ve siyasi merkezi otoriteye ulaşamayan Kürtlerin en temel sorununun bu olduğuna inanan ve bir liderlik doğuşunun özlemini dile getiren Ehmede Xane, bu özlemini yarattığı Mem u Zin adlı eserini bir vasiyet olarak geleceğe bırakır. Burada birliğin, devletin ve ülkenin olmadığı bir yerde aşkın nasıl bir trajediye dönüştüğünü ve aşkın da ancak birlik ve iktidarla gerçekleşebileceğini anlatır.
Bu toplumsal trajedi, Osmanlı devletinin, gerici özellikleri kendisinde giderek geliştirmesiyle daha da boyutlanır. Daha önce Kürtlere tanınan bazı ayrıcalıklara zamanla son verilir. Mecburi askerlik ve vergi yükümlülüğü getiren Osmanlılar, bunları uygulayabilmek için Kürdistan'ı kan ve ateş içinde bıraktılar. Azgınlaşan bu baskı ve sömürüye karşı, 19. yy'da Kürdistan'da boydan boya isyanlar yaşandı. Bu direnmelerin başlıcaları 1831-1835 Revanduz, 1842 Behdinan, 1842-1848 Bedirxan Bey ve benzeri isyanlardır. İsyan edilmiş olsa bile, temelinde ulusal birlik, bağımsızlık arayışı olmadığını, kendi bazı maddi aşiret çıkarlarından vazgeçmek zorunda kaldığını görüyoruz. Bunların sosyal yaşam tarzları da Osmanlı'nın devam ettirdiği Arap kültürü etkisindedir. Örneğin; Bedirxan Bey'in 99 tane eşi ve bir o kadar da çocuğu vardır. Sülalesi bugün oldukça geniştir ve torunları da üç kıtaya yayılmıştır. O dönemde olağanüstü bir haremlilik geliştirilmiş ve bu, Osmanlılarda bir sanat halini almıştır. Yani yine egemeninden fazla ayırdedilmeyen bir tarzdır bu.
Her güç kazanan, kendine böyle yaklaşır; siyasal iktidar ve devlet olma eşittir kadın aleyhinde bir durum yaratmadır.
Osmanlı devleti egemenliği altındaki Kürdistan'ın, giderek feodal sömürgecilik altına alınarak, daha ileri bir gelişme içine girmesine hiçbir biçimde olanak tanımadı. Kürdistan sürekli olarak bir savaş alanı olarak kullanıldı ve bu savaşlarla birlikte uygulanan ağır yabancı baskı ve sömürü ortamında halk kitleleri soyulup katledildi. Arap egemenliği döneminde şekillenen Kürt feodallerinin işbirlikçi karakterleri, bu dönemde Türk hakim sınıfına işbirlikçiliğe dönüşerek, uşaklık mertebesi gelişti. Bir yandan Osmanlı'nın çemberi altında kalan, öte yandan zanaatçılığın yıkılmasına karşın bunun yerini burjuva bir sınıfın alması sonucunda durgunlaşan Kürdistan feodal toplum yapısı, halkı karanlıklar içinde tutarak devam etti. Kürdistan'ı bu biçime getiren Osmanlı Sultanları onu olduğu gibi Türk burjuvazisine teslim ettiler.
Buna rağmen sonuçta Osmanlı İmparatorluğu 20. yy'da yıkılması engellenemez bir hale gelmiştir. Batı ülkelerinin işgaline karşı Türk direnişine Kürtler de otonomi antlaşmasıyla katılmışlardır. Ortak savaşım sonrası Türkiye Cumhuriyeti Devleti Mustafa Kemal önderliğinde kuruldu ancak Kürtlere verilen sözlerin hiçbiri yerine getirilmedi.
Tam tersine; Lozan'da yapılan uluslararası bir antlaşma sonucu, Kürtler tam iradesizleştirilerek dört ayrı sömürgeci devlet olan Türkiye, Irak, İran ve Suriye tarafından paylaşılmıştır. Bundan sonra Türkiye boyutunda Kemalizm, Kürdistan'a girişi inkar ve soykırım temelinde olmuştur. Bunu iki politik yöntemle hayata geçirmeye çalışmıştır. Birincisi kızıl katliamlar, diğeri de asimilasyon olur. En kanlı katliam, sözler verilip yerine getirilmemesiyle tekrar başlayan isyanlar zincirinin sonuncusu olan Dersim'de yapılır.
Tüm bu isyanlarda Kürt kadınının kahramanlıklarını tarih yazmıştır. Alişer'in eşi Zarife Hanım ile Seyit Rıza'nın eşi Bese bunlara yalnızca iki örnektir. Zarife Hanım, Koçgiri İsyanı'nın önderi olan Alişer'in akrabasıydı. Nuri Dersimi kitabında Zarife Hanım'dan şöyle sözediyor: "Zarife dahi kocası gibi Kürt milli davasına bağlı, aynı yüksek gayeleri takip eden, emsalsiz bir Kürt kızı olduğunu hayatta bilfiil ispat etmiştir. Zarife, Kürt kadınları arasında milli uyanış için emsalsiz bir propagandacı olmuş ve Alişer'in milli faaliyetinde onun sağ kolu ve iş arkadaşı olmuştur. Zarife, Alişer'e daima Kürtçe arkadaş anlamına gelen 'heval' derdi (...) Zarife uzun boylu, iriyarı ve her hususta bir Kürt kızıydı. Her yıl Dersim'e gider, milli gayeler hakkında nutuklar söyler ve aşiretler arasındaki ihtilafları ciddi bir hakim gibi hallederdi." Zarife'nin cezalandırdığı bir hain için, İstanbul'da yayınlanan Türkçe İnci gazetesinde, 15 Aralık 1937 tarihinde "Alişer'in 'aslan eşi' Zarife'nin kurşunuyla ölen vatan ve millet haini" yazısı yazılarak hainin fotoğrafı gösterilir. Alişer ve Zarife'nin bir iç ihanet eliyle şehit edildikleri bilinmektedir. Zarife Hanım bizzat silahlanarak savaşa katılırken, birçok yurtsever kadında da kahramanlık örneğine rastlanır.
Nuri Dersimi, 'Kürdistan Tarihinde Dersim' kitabında "Kürt kadınının kahramanlığı" başlığında bu konuyla ilgili iki örnek sunmuştur. Bitlisli Avukat Kemal Fevzi Diyarbakır'da idam cezasına çarptırılır. Daha sonra itiraz hakkına diayeten üç gün bekletilir. Kemal Fevzi bu üç günde azap saatlerini yaşarken, kızkardeşi kendisini ziyarete gelir. Bu Kürt kızı kalbinin acılarına rağmen kardeşini teselli ederek ona cesaret verir. İkinci örnek şudur: 1927 yılında Huveylinuh İzzet Bey ve akrabalarından bir kısmı Türk kuvvetlerine karşı savaşırlar. Bundan ötürü Nuh Bey'in kızkardeşi Gülnaz tutuklanarak Muş'a götürülür. Bu savaşta İzzet ve yeğeni Sıdık Bey kafası kesilerek şehit edilirler ve kelleleri Muş'a gönderilir. Hangi başın kime ait olduğunu çıkarmak için Gülnaz'ı hapisten getirtirler ve bunları belirlemesini isterler. Gülnaz ilk olarak kardeşi İzzet Bey'in başı önünde eğilerek, kardeşinin Kürdistan için yaptığı kahramanlıkları yüksek bir sesle haykırır. Bundan sonra oğlu Sıdık Bey'in kesik başına elini uzatır, gözlerini okşar ve yüksek bir sesle "Bu, benim tosunumdur, buna ben bugünler için süt verdim. Eğer Kürdistan davası uğrunda bu surette ölümünü görmeseydim, kendisine sütümü haram ederdim" der. Nuri Dersimi, Kürt kadınının bu kahramanlıklarına yönelik "Aslanın dişisi de, erkeği de aslandır" (Şer şere çi jine çi mere) sözünü dile getirir.
Bunların yanısıra, insanlığı hayrete düşüren; katliamlar sırasında Kürt kadınının direnişleri sözkonusudur. Dersim katliamında yaşananlar buna örnektir. Binlerce genç kadın ve kız, Türk sömürgecilerine karşı, teslim olmamak için kendilerini Munzur suyuna atarak intihar etmişlerdir. Munzur ve Fırat nehirleri üzerinde günlerce bu Kürt kadınlarının cesetlerinin kaldığı söylenir. Bunlar içerisinde Nuri Dersimi'nin 14 yaşındaki kızı Fato da bulunmaktadır.
Kürt kadını, Kürdistan'ın sömürgeleşme tarihi boyunca, direkt olarak zor uygulamalarına maruz kalmıştır. Kürt tarihi, süngüden geçmiş, eve doldurulup yakılmış, kurşuna dizilmiş, işkenceden geçirilmiş, tecavüze uğratılmış, kaçırılmış, sürgüne gönderilmiş, aç bırakılmış olan Kürt kadınlarının örnekleriyle doludur. Bu uygulamalara rağmen hiçbir zaman boyun eğmeyen Kürt kadınının direnişi, şiir, türkü ve destanlarda işlenmiştir. Örneğin bir Kürt stranında şöyle denir:
"Bir ay gibi su üstünde
Genç kızlarımızın saçları
Süngü uçlarında dona kalıyor
Bebelerimizin hıçkırıkları
Gelini de gelini Kürdün gelini
Dağlara verir, mavzere verir
İşgalciye vermez elini..."
Yukarıda belirttiğimiz gibi, bu kanlı katliam politikasının yanında asimilasyon politikası da en etkili ve şiddetli bir biçimde Kürt kadınına dayatılmıştır. Kemalist ideolojinin yayılma biçimini açmadan önce, bu ideolojinin kurucusu olan Mustafa Kemal'in yaşamını incelemek gerekmektedir. Mustafa Kemal, Osmanlı saray geleneğinden etkilenmiştir. Enver Paşa gibi sarayın damatlığına soyunur, ancak başaramaz. Bundan ötürü kompleksli ve tepkilidir. Mustafa Kemal'in eşi olan Latife, Batı'da eğitim görmüş, burjuva kadın anlayışını taşıyan ve siyasal alanda belli bir güç olmayı amaçlayan bir kişiliktir. Latife, eşi olan Mustafa Kemal'de de aynı burjuva ölçülerini arar. Yani, burjuva anlamda eşitlik, özgürlük ilişkilerini aramaktadır. Ancak, bunu Mustafa Kemal'de bulmak mümkün değildir. Onun nazarında Latife bez parçası gibi kullanılıp bir köşede bekletilmek durumundadır. Mustafa Kemal, evliliğini doğru çözümleyemediği için, dışta ilişkilere girer. Hatta bazı tanıdıklarına, Macaristan'dan, İtalya'dan kadın getirtir. Büyük ihtimalle, ithal edilen kadınlar arkadaşlarının eşi olarak tanıtılarak ortaklaşa kullanılırlar. Aslında ikiyüzlü bir haremliğe ulaşma zorunluluğu doğar.
Mustafa Kemal'in bu yaşam tarzı, günümüze kadar süregelen, Kemalist ideolojinin şekillenmesini yaratmıştır. Kemalizm Kürdistan'da geliştirdiği katliamlarla birlikte, Türk burjuvazisinin askeri işgalini tamamlar ve siyasal egemenliğini güçlendirir. Ekonomik ve sosyal temeli çok zayıf olan bu sınıfın elde ettiği siyasal zor'a dayanarak uluslaşmayı geliştirme yöntemi, Ermenileri ve Rumları yok etmek, azınlıkları eritmek, Kürtleri yok etmeye çalışmak ve böylece Türk burjuva ulus temelini geliştirmek olmuştur. Kemalist burjuvazinin temel ilkesini oluşturan Misak-ı Milli, yani ülkesi ve milletiyle tek ve bölünmez bir Türk ulusu yaratmaktır. Türk burjuvazisi Kürdistan'da kendi mutlak egemenliğini Kürdistan üzerinde kurmaya çalışmıştır. Bu durum, Kürdistan'da hem hakim sınıfları, hem de halk kitlesini iki ayrı biçimde etkilemiştir.
Türk burjuvazisinin bu hedefe ulaşması demek, Türk hakim sınıflarının o zamana kadar devam eden işbirlikçi otonom varlığının sona ermesi, bu güçlerin Kürdistan halkı üzerindeki baskı ve sömürü çıkarlarından soyutlanması ve tüm alanın Türk burjuvazisinin eline geçmesi demektir. Kürt hakim sınıfının ekonomik ve siyasal varlıklarını yok ederek, tümüyle Türk burjuvazisinin varlığını egemen kılmaya yönelik bu durum, Kürt hakim sınıflarının çıkarlarıyla çelişir, bu çıkarları sarsar ve yok olma tehlikesi içerisine sokar. Öte yandan Türk burjuvazisi Kürdistan'da ekonomi, kültür ve dil üzerinde de tekelciliğini kurmak istemektedir.
Kemalizm, tüm halklara ideolojilere yaklaşımında olduğu gibi, kadına yaklaşımı da, kendi çıkarları doğrultusunda, önce özünden boşaltma, kendine yabancılaştırma, kirli işlerine bir maske olarak kullanma temelindedir. Kemalist ideolojinin kurumlaşması ile birlikte sosyal yaşamda biçimsel bazı reformlar getirir. Çünkü toplumun kapalı kalmış dinamiklerinin de işletilmesi gerekiyordu. Bundan ötürü, sözde seçme ve seçilme hakkı, medeni hukuk, kılık-kıyafetteki reformları devreye sokar. Kadını, yaratmak istenen topluma uyarlarken, özde güçlü bir sömürü sistemi oluşturuldu. Topluma en kaba sömürü dayatılarak kapitalist inşa sağlanırken, kılığına girilen kapitalist toplumun yeniliklere uyum sağlaması, tamamen taklitçilik esaslarına dayanılarak sağlandı. Kemalizmin iktidarlaşmasında araç olarak kullanılan bazı kadınlar öncülük rolünü oynamıştır. Bunlardan bir tanesi olan ve Osmanlı kültürü ile yetişen Halide Edip Adıvar, toplumda kabul gören insani öğeleri, batı kültürü ile birleştirerek, kemalist ideolojiyi halka taşırmak görevi ile yükümlüydü. Kara çarşaflar giyerek halk içinde ulusal amaçlı mitingler yapması ile ilgi odağı haline gelmiştir.
Diğer bir kadın tiplemesi Afet İnan olup, bir diğer uç gibi gözüken, ama yine Mustafa Kemal'in ortaya çıkardığı ve demokratik görünümlü kadın kesimine özendirilmeye çalışılan bir kadın tiplemesidir.
Türkiye'de ilk kadın pilot olarak tarihe geçen, aynı zamanda Mustafa Kemal'in manevi kızı olan Sabiha Gökçe Dersim'e ilk bombayı atan kişidir. Kendi cinsine yabancılaşmanın bir modeli olan bu kadın, Kürdistan halkının katliamından, daha sonra ortaya çıkan Kemalist kadınların ilk halidir. Özünden uzaklaşan bu kadın, sisteme, erkekleşerek kendisini kanıtlamaya çalışmıştır.
Kemalizm, özellikle erkek egemenlikli anlayışın yoğunlaşmış bir sistemi olmuştur. Bugün Kemalizmi yaşatan ordu aile tipi, Türk egemen sisteminin geçmişten beri yaşattığı bir geleneğe dayanır. Orta Asya'dan itibaren at-avrat-silah üçlemesiyle ifade edilen yaşam kaynağı, aile-ordu ilişkisinin başlangıcıdır. Kadın, her zaman ordunun üreticisidir. Erkek ise ordunun evdeki temsilcisidir. Ordudaki işleyiş aynen aile içinde uygulanır. Nasıl ki, orduda talimatlar tartışılmaz, mantık aranmazsa, ailede de erkeğin her sözü bir talimattır. Kadının sorgulama, irade hakkını kullanması yoktur. Asker yaşamı, bütün çocukların hayalini süsleyen bir modeldir. Erkeğin ölçüsü de budur. Kadının buradaki rolü, çevreye mutlu aile tablosunu yansıtan bir demagogluktur.
Bu şiddete dayalı militarizm ruhu, Kürdistan'da çok daha katmerli işlenmiştir. Sömürgeci eğitim sisteminde, askerlikte bizzat dayatarak, erkek aracılığı ile aile içerisine taşımıştır. Zor uygulamasının yanısıra, değişik asimilasyon yöntemlerini devreye sokarak gerçekleştirmek istemiştir. Örneğin, 1938 Dersim katliamından sonra, özellikle o bölgelerde geliştirilen yatılı okullarda, kılıç artıkları olarak belirlediği son nesli aile ortamından çekerek, Türkleştirmeye çalışmıştır. Buna ek olarak Kürdistan'ın tüm bölgelerinde kışla kültürünü geliştirmiştir.
Kemalizmin, Kürdistan'da uyguladığı diğer bir yöntem ise, insanları aç bırakarak, kendine bağlayarak minnet duyar hale getirmektir. Aç bırakılmış bir insan çok şey yapmaya hazır bir duruma getirilmiş demektir. Kürt erkeğinin ilk etapta ailesini geçindirmek için metropol ve daha sonra Avrupa'ya kadar çıkmasına yol açmıştır. Burada erkek, Kemalizm ve kapitalizmle kadından çok daha erken ve çok daha derinden tanışmıştır. Sunduğu imkanlar, en kötü çalışma imkanları dahi olsa, bilinçli ve sınırlı tutulmaktadır. Bu da, Kürt erkeğinin ihanete gitmesinin zeminini hazırlar. Kemalist düzen, erkeği işbirliğine çekmekte, ancak toplumu çökertmek için bunu yeterli görmemektedir. Yurtseverlik özünü koruyan kadının, kendisi için tehlike oluşturacağını bilmesinden ötürü, özel politikalarla Kürt kadınına da el atmıştır. Kürt kızları için oluşturulan özel yatılı okullar, kız meslek liseleri, halk eğitim kursları vb. yerlerde, onları Kemalist kadınlara özendirerek, zamanla kendi özünden uzaklaştırarak toplumuna yabancılaştırmıştır. Özellikle 12 Eylül sonrası geliştirilen sinema, Yeşilçam kültürü, genç kızları hayali bir yaşama özendirmişlerdir. Bu özendirme sonucu, çok sayıda kız, artist olma hayaliyle evinden kaçmış, kapitalizmin kucağına kendisini atmıştır. Bu kızlar, kendilerini fuhuş ağından kurtaramamışlardır.
1970'lerde Devrimci Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin gelişmesiyle birlikte TC, özel savaş politikalarına ağırlık vererek, toplumsal çürümeyi geliştirmeyi amaçlamıştır. 12 Eylül'den sonra, Kürdistan'da geliştirilen fuhuşla, kadını da erkeği de düşürmek istemiştir. En çok yukarıda belirtilen "aç bırakma" yöntemine başvurur. Toplum yoksullaştırılarak, satın alma sürecine girilmiş ve sonra da pazara sunma başlamıştır. Kürt toplumu için namus anlayışının ne olduğunu iyi bilen sömürgeci Türk egemenliği, Kürdistan'da bilinçli olarak genelevler açmış, Kürt kadınını da bunun içine çekmeye çalışmıştır.
Kürdistan'da kadın-erkek ulusal, toplumsal amaçlar dışında birbirine o kadar bağlanmışlardır ki, eğer erkek bu amaçlara biraz ilgi duyarsa bundan koparmak için kızına veya eşine el atılır. Bunu ya direkt satma yöntemi ya da polis-asker vb. yönelimiyle yapmaktadır. Ulusal özgürlük vb değerlerden yoksun bırakılmış Kürt insanı, tüm enerjisini aile kurumuna yöneltmiştir. Aile kurarak, çok sayıda çocuğa sahip olarak, kendisini yaratabileceğini düşünmektedir. Yaşadığı ekonomik, sosyal, kültürel koşulları gözönüne almadan, bununla bağlantılı olarak çocuklara hiçbir gelecek sağlayamamasına rağmen, çok sayıda çocuk yapmaktadır. Bu, Kürt insanının sorumsuzluğundan ziyade, sömürü konumuyla direkt bağlantılıdır.
Sömürgecilik bir toplumu en geri biçimlerde tutmaya çalıştıkça, ekonomik olarak bunları yoksullaştırdıkça ve onun ulusal-toplumsal kurumlarını ortadan kaldırdıkça aile veya ailecilik kurumu da o denli yapay bir büyümeye yol açmaktadır. Bunun da nüfus patlamasına yol açtığı bilimsel bir gerçekliktir. Yüzyıllardan beri kendiliğinden gelişen bir olgu olmayan aile kurumuna siyasal bir yaklaşım göstermek zorunludur. Kürdistan'da aile, çok tehlikeli ideolojik-politik, ahlaki, kültürel ve ekonomik gericiliği yaşatan bir kurumdur.
Aile içinde egemenlik, erkekte somutlaşmıştır. Dışarıda düşmanın aşağılama uygulamalarına maruz kalan, sömürgeci otoritenin bütün olumsuzluklarını kendi kişiliğinde yaşayan Kürt erkeği, bunları olduğu gibi aile içerisine taşır. Bu onun sahte bir otorite duygusunu yaşamasını sağlar. Aileye karşı uyguladığı baskı sonucu erkek, adeta ailenin kralı, despotu ve otoriter gücü olarak tatmin olur. Bu otoritesini koruyabilmek için, gerekirse düşmanla işbirliği içerisine dahi girebilir. Kürt toplumunda böylesi bir konuma sahip olan aile içerisinde yetişen çocuklar, bu zihniyetle büyütülür ve kendilerine böyle bir gelecek hazırlanır. Bu anlamda ailesini kuran adam, dünyayı kurtardım havasına girmektedir.
Bu koşullarda yetişen aile bireyleri, başta kadın olmak üzere, çok düşmüş durumdadır. Erkek kendisini sahte bir otoriteyle tatmin ederken, kadın bundan da yoksundur. Tam anlamıyla iradesizleştirilmiş ve hatta konuşma gücünden bile yoksun bırakılmıştır. Nazım Hikmet'in dediği gibi "sofrada yeri sarı öküzden sonra gelen" kadın her tür baskı ve sömürünün en uç noktasını yaşamaktadır. Bu düzeyde düşürülmüş kadın üzerinde otoritesini yaşamak isteyen erkeğin, kadından daha da düşürülmüş olduğu görülmektedir. Aynı zamanda düşman karşısında iradesizleştirilmiş ve silikleştirilmiş erkeğe, "karılaşmış erkek" benzetmesini yapmak yanlış olmasa gerek. Bunu yaşatan toplumun düşmüşlüğü, bu gerçeklikle bağlantılıdır.
TC'nin gerek ekonomik baskı, gerekse askeri baskısıyla Kürdistan'dan Türkiye metropollerine göç eden ailelerde yeni bir şekillenme söz konusudur. Göç ile hem kemalizmin hem de kapitalizmin merkezine giriş yapılır. Kemalizmle karşılaşıldığında ulusal inkara hemen gidilmekte, egemen güç karşısında eziklik psikolojisi, aşağılanma duygusu yaşanarak, ona özenti gelişmektedir. Metropollerde genelde en alt, en aşağı statüde yer alınması, bu aşağılanmışlığı daha da derinleştirir. Bunun sonucunda ne tam egemeni gibi olabilen, ne de kendisi gibi olabilen ve böylece uçlarda seyreden kişilikler ortaya çıkabilmektedir. Bu her türlü değer yargısından tutalım, anlayışına, felsefesine kadar yansıyabilir. Örneğin; kendi dilinden utanarak Türkçeyi en iyi bir şekilde konuşan, bulunduğu sosyal-maddi koşula ters bir biçimde giyinir ve ilişkilenir. Böylesine kendisine yabancı ve yeni bir çevreye giren Kürt insanında kültür empozesi de denebilecek bir durum yaşanır. Çarpılmayla beraber daha sonra çarpık bir etkilenim gelişir. Köyün birincil (yakın aile akraba ilişkileri) ilişkilerinden çıkıp kapitalizmin, metropolün bireysel, ikincil ilişkileri karşısında güvensizliği, soyutlanmışlığı, yalnızlığı yaşamaya başlar. Bu sorun karşısında üç tutum sergilendiği izlenebilir; ya getolaşma denilen, metropol içinde kendi köylü akrabalarıyla bir yerde toplanma gelişir, ya izolasyon (toplumda yalnızlaşma, içe kapanıklık), ya da kendini soysuzca bir inkarla beraber, hakim sınıf ve ulus kültürüne dalma gelişir.
Kapitalist kültürü benimsemeyen birinci kuşaklar (anne, baba, dede, nine) ile genç kuşak arasında çelişki ve anlaşmazlıklar en çok bu ortamlarda derinleşir. Çünkü bu durum, doğal olmayan dıştan dayatılan bir çelişkidir. Bu çocukların çok erken yaşlarda anne-babadan koparak, kendini sistemin kucağına atması gelişir. Örneğin; kız çocukları "senin gibi olmak istemiyorum" diyerek, annesinin feodal sistemdeki konumunu reddeder, ama kapitalizme doğru koşarken, sistemin en iyi kadını olmaktan kendini kurtaramaz. Mevcut Kürt aile ölçüleri çözülünce tamamen parçalanmış, öz değerlerinden yoksun bir şekillenme ortaya çıkar. Ekonomik zorluklar sosyal yaşam zorlukları, eğitim, sağlık, iş...vb sorunlarla yer edinememe gibi belirttiğimiz tüm hususlar biraraya gelince, ailede tam bir parçalanma yaşanır.
Metropole giden bazı kadınların üretim hayatına giriş yaptığı görülür. Bu çalışma ve para kazanma, özgüvenini geliştirir ama, bu da bazı değerlerden soyutlanmasını peşinden getirir. Kürt kadını ilk defa kendisine biçilen feodal, geleneksel rolden çıkarak, değişik bir statüye ulaşır. Bu da ailede bir sarsıntıya yol açar. Kaldı ki yaptığı işler ya temizlikçilik, hizmetçilik ya da bir fabrikada çalışma gibi fazla gelir getirmeyen zor işlerdir. Yine Türklüğe özenti, ilişki arayışlarına yansır, Türkler tarafından onaylanmak, beğenilmek istenen bir tip şekillenir.
Metropollerde bunun yanısıra genç kızlar için -ekonomik yapıları elverişli ise- okuma-eğitim fırsatları da daha çoktur. Görünüşte bir aydınlanma olsa da, temelinde inkarcılık çok daha derindir. Çünkü Kemalizme karşı duyulan özlemler yaşam imkanı bulmaktadır. Ve kendini kandırma en çok da burada görülür. Toplumunu küçümseyen ve kendini ondan soyutlayan, kendini kurtarılmış zanneden, cins olarak statü kazandığını düşünen ve bu anlamda özgür olduğunu bile düşünen bir konumu arzeder. Yaşamında aslında derin çelişkiler yaşar, ama bunu çözmediğinden dolayı istikrarsız ve en son ucube bin kişilik ortaya çıkar.
Asimilasyon politikasının en etkili biçimde yansıdığı bir diğer kesim Alevi kadınıdır. Onu metropole çekmeden de kendi şehrinde, köyünde etkileyebilecek ortamlar hazırlanması sayesinde, Kemalizm her yerde etkisini onun üzerinde sağlar. Alevilik mezhebinin asıl özü olan, dünyaya bakış açısındaki genişlik, ölçülerinde daha demokratik olma ve aslında daha aydın bir yapılanmaya sahip olması itibariyle yeniliklere, değişikliklere karşı daha açık olmayı da içerir. Böylesi özelliklere sahip bir topluluğun sömürü altında yaşaması kuşkusuz asimilasyon politikasından en fazla etkilenmesini de sağlayacaktır. Kemalizmin, mezhep çelişkilerini körüklemesi bu kesimi kendisine daha da yaklaştırır. Yine onların olumlu yanlarını (aydın olma, gelişkin değer yargılarına sahip olma) çarpıtıp körükleyerek, kendisi için daha iyi birer dişli haline getirir. Böylece kendisiyle en fazla çelişkili olan bir kesimin çelişkilerini dondurarak pasifize eder. Bilime ve aydınlığa yaklaşımından dolayı Kemalist eğitime en çok tabi olan Kürt kesimi olurlar. Bunun arkasında aslında Kemalizmin potansiyel olarak en çok korktuğu kesimi de arzetmesi yatar. Çünkü Aleviliğin özünde haksızlığa karşı bir isyan felsefesi vardır ve 1938 katliamına kadar da Aleviler bu özüne ters düşmemişlerdir. Katliam sonrası Kemalizmin bu bölgelerde asimileyi çok geliştirmesi anlaşılmaz değildir ve günümüzde adeta kendi kaleleri haline getirmiştir. Bu da Aleviliğin, felsefesine ters bir konuma getirildiğini gösterir. Alevi kadın da bu özendirmede en çok rol oynayan kesimdir. Alevilikte var olan eşitlik anlayışı, küçük burjuva özgürlük anlayışıyla karıştırılmıştır.
Kemalizmin Kürt halkını özünden, toprağından koparma politikasının bir diğer boyutu da, 1960'lardan sonra işçi olarak Avrupa'ya çekmek ve 1980'lerden sonra ulusal kurtuluş mücadelesinden koparmak amacıyla tüm yolları, kanalları açmasıdır. Avrupa'ya çıkan Kürtler tam anlamıyla kültür şokunu yaşamaktadırlar. Birinci nesil ve özellikle erkek, aile namusunu koruma mantığıyla, kadına müthiş bir kapanmayı, baskıyı dayatır. Bunun karşısında daraltılan genç nesil kültür çelişkisini yaşar ve yeni kültüre özenir. Bu da onun ailesine sırt çevirmeye, ondan utanmaya ve Avrupalı gibi olmaya çalışmasıyla sonuçlanır. Ama bunu hiçbir zaman başaramaz, birçok nedenle beraber dış görünümü bile onun "yabancı" olduğunu belli eder. Avrupalılar tarafından her yönlü kullanılmaya açık hale gelirler.
Aile içerisindeki baskıya en çok kadın maruz kalır, çünkü namusu o temsil eder. Bunun yanısıra Avrupa'da sahte özgürlüğü görüp bu ölçüler karşısında kendi çelişkileri daha da derinleşir. Bu çelişkilerden ötürü çok sayıda Kürt kızı intihara başvurmuş, evden kaçmıştır. Almanya'da yaşanan bir örnekte bu çok bariz olarak görülmüştür; evden kaçan bir kız, babası tarafından baltayla doğranarak öldürülebilmiştir.
Bu aileler yıllarca orada çalışmalarına rağmen en aşağı ve zor işlerde çalışırlar. 12 Eylül cuntasıyla birlikte gelişen iltica akımı başlamıştır. Yani göç eden bu kesim ulusal kurtuluş mücadelesine tanık olmuş insanlardır. İltica eden bir insan çıktığı ülkeye bir daha dönemeyecek durumdadır ve bu da Avrupa'nın elinde önemli bir koz oluşturmaktadır. Bu kesimin çalışmasını bir yandan yasaklarken, bir miktar maaşla kendine bağlayıp, muhtaç insanlar haline getirir. Onları sözde yeni yaşama entegre etmek adıyla sunulan anaokulları, dil kursları vb. araçlarla kapitalizme bağımlılaştırma amaçlanır. Bu kesimin hedefi siyasi baskıdan kurtuluşun yanısıra ekonomik rahatlığa ulaşmaktır. Buna da en iyi 1998 yılı sonlarında, İtalya'ya gemiler dolusu Kürtlerin kıyıya ayak basar basmaz zafer işareti yapması örneği gösterilebilir.
Kürdistan'ın belirtildiği üzere, Birinci Paylaşım Savaşı sonunda geliştirilen parçalama politikası ile her bir parçası bir egemenin sömürüsüne maruz kalmışsa da, bu birbirinden çok farklı olmamıştır. TC imha ve inkarı dayatırken, diğer sömürgeci güçler dönemsel imhayla beraber (özellikle Güney Kürdistan'da) Kürt varlığını kabul ederek, yer yer Kürt aşiretine özerklik tanımışlardır. Bu parçalarda belirgin olan Kürt-Arap ve Kürt-Fars çelişkisinin, Kürt-Türk çelişkisi kadar yoğun olmamasıdır. Kuzey Kürdistan'da Kemalizmle gelen kapitalizm sonucu, aşiret örgütlenmesi dağılırken, diğer parçalarda aşiret örgütlenmesi günümüze kadar devam etmektedir.
Ağır feodal etkilerin olduğu bu parçalarda kadın, üretim ilişkilerinden uzak bir konumdadır ve ikinci sınıf olan erkekten daha alt bir konumdadır. Yine bu parçalarda sömürgeciler şeriatı kendi milli çıkarları için kullanarak kadınları İslamiyet'i doğrultusunda çarşaf altına gizlemektedir. Kürt kadını bu konuda Arap ve Fars kadınlarından önemli bir fark göstermemektedirler. Bu parçalardaki ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel gerilikler ve bunların çerçevesinde kadının konumu KDP açıldığında daha iyi açılacaktır. KDP somutunda görülen ilkel milliyetçiliğin yanısıra geri aşiret yapılanma kadını hiçleştirerek, katı erkek egemenliğini tek iktidar biçimi olarak değerlendirmektedir.
Tarihte burada birçok isyanlar ve bu isyanlarda kadınların da öncü rolünde bulunması dikkat çekerken, günümüzde özellikle emperyalizmin bu sahayı pilot bölge seçmesiyle geri feodalizmle ince emperyalist politikanın içiçe girdiğini ve toplumu yozlaştırdığını görmekteyiz. Feodal ölçüler gereği namusu ifade eden kadın, bugün satış aracı olmuştur. Oysa bu parça, tarihte ender de olsa kahraman kadını yaratmıştır. Örneğin 1920'de Şex Mahmut Berzenci isyanında Arap sömürgeciliğine karşı başlatılan isyanda Hefse Xannakip adlı bir kadın da yer almıştır. Yine militanca cesaretiyle tanınan Leyla Qasım, Büyük Güney parçasında önemli oranda kabul görmüş bir kadın kahramandır. Birçok cesur kadın çıkışlarına ilişkin örnekler verilebilir fakat sömürgeciliğe karşı bütün isyanlarda yerini alan kadınlarda ortak yan ulusal ruhun ağırlıkta olmasıdır. Cins bilinci olmadığı için bu kadınlar erkeklerle eşitlik için hak talebinde bulunmamışlardır. Tarihe bu örneklerle damgasını vuran kadınlar, cins bilincinin olmayışından, savaşçılığıyla erkekleri taklit etmişlerdir.
İran'da kadın; Doğu Kürdistan'da İslami rejim halen varlığını sürdürmektedir. Batı yaşantısına özenti, küçük burjuva özelliklere öykünme görünse de, özellikle Kürtlerde feodal ölçüler ağır basar. Doğu Kürdistan'daki yaşam tarzını öğrenebilmek için bu parçayı Kuzey Kürdistan'a yakın olan Maku, Solmaz, Hoy (ki buralar Hakkari'den Ağrı'ya kadar uzanır) vb. yerleşim yerlerindeki Kürtler, Büyük Güneyli Soranların sonradan göçettikleri Mahabad, Selandeşt vb. yine Büyük Güneyli Behdinanlıların göçettikleri Urmiye ve çevresi olarak üç bölümde ele almak gerekir.
Buna göre, Kuzey Kürdistan'a yakın olan ve hemen hemen aynı özellikler taşıyan bu bölgelerde kadın, toplumun en aktif dinamik kesimini temsil ediyorsa da, hakim olan feodal ilişki tarzı kadının düşünce olarak gelişimi önünde engeldir. Kadın burada en ağır işlerden ev işlerine kadar her şeyle ilgilenir. Ancak hiç de haketmediği bir düzeyde bastırılmaya ve hiçleştirilmeye maruz kalır. İran'daki kadın mecliste, orduda vb. yerlerde görev alsa da, bu hak Kürt ve diğer azınlıkların kadınlarına tanınmaz. Kadınlara daha çok kamu sektörlerinde görev verilir. Kadına kötü davranmak suç sayılsa da, bu yalnız kaba yönüyledir. Diğer yönlü her türlü bastırma hak görülür. Yaşanılan direniş ve isyanlarda en belirgin rolü kadınlar oynadığından, genelde devlet kadından çekinerek, örgüt çalışmaları vb. işlerde yer almasını engeller.
Doğu Kürdistan'da en çok gösteri yapan, rejime karşı çıkan kadındır. Hatta bu rejime tepki olarak en çok olmaması gereken bir şey yapar ve (İslam ölçülerine göre) saçını açar. Toplumda kadının sayısı erkekten nicel olarak da fazladır. Burada erkek ise, feodal anlamda namuslu yanlarını kaybetmiş, yozlaşmış, yurtseverlikten kopmuş, iradesizleşmiş, güdülerine esir düşmüş konumdadır. Erkekte örgüte, devrime inançsızlık ve parçacılık anlayışı hakimdir. Yalnızca kadın belli bir yurtseverlik özünü taşır.
Büyük Güney'in Soran bölgesinden göçeden kesimde kadının temsil ettiği sınıf gerçekliği küçük burjuvadır. Bu kadın şekillenme itibariyle, toplum içinde daha gelişkin, otoriter ve sosyal yöne sahip olandır. Burada da yurtseverlik özü belli bir düzeyde korunmaya çalışılmıştır. Ancak bu sadece kadınlarda varlığını korumuştur.
Yine Büyük Güney'in Behdinan bölgesinden göçeden kesimde kadın özünden boşaltılmış, yurtseverlikten uzaklaştırılmış ve yozlaşmıştır. Buradaki kadın düşkünlüğe alet edilen bir durumdadır. Yaşanılan düşünsel güçten yoksunluk, duyguların ve ağırlıklı olarak güdülerin ön plana çıkmasına neden olur. Kadının alım satımı İslamın da etkisiyle günlük ve haftalık evlilikler şeklinde devam ettirilirken, dul kalan kadınların da (IKDP ile İran savaşında) İslam geleneklerine göre kullanılması söz konusudur. Kuzey ile geliştirilen ticarette kadınları mal karşılığında satmak yaygındır. Özellikle de KDP örgüte alma adı altında kadını evlenmeye, yozluğa teşvik ederek iradesini kırar.
Büyük Güney ve Doğu Kürdistan'da "Komala" gibi bazı örgütlerde kadınlar da yerini almışlar, fakat örgüt ilişkileri içerisinde ya evlilik ya da bacı-kardeş ilişkisi mevcut kılınmıştır. Komala örgütlenmesi, kadını askeri eylemliliklere katmıştır. Komala'nın savunduğu solculuk anlayışı Batı patentli, dolayısıyla Kürdistan özgünlüğünü gözönünde bulundurmayan bir anlayıştır.
Yine görünürde modern olarak kendisini tanıtan YNK'yi açmak, bu parçalarda küçük burjuva-reformist tarzda kadına yaklaşımı anlamak için önemlidir. Karakter olarak YNK, kadını sınıfsal yaklaşımı gereği bir meta olarak görür. KDP'ye karşın bu meta konuşabilir, siyasi ortamlarda görünümde bulunabilir ama, toplumsal sorunlara güç yetirebilecek konuma hiçbir zaman getirilmez. Siyasette ön plana çıkarılan kadın, erkeğin hizmetinde bulunan işbirlikçi kadın tipidir. KDP ise kadını siyasi sahaya almaz. Her iki siyasi akımın kadına yaklaşımındaki ortak yan, Körfez savaşından sonraki dönemde belirginleşir.
Emperyalizmin denge politikaları sonucu burada oluşturulan sözde Kürt Parlamentosu aldığı bir kararla 20 kadını idam eder. İdamın gerekçesi bu kadınların fuhuşa bulaşmasıdır. Oysa ekonomik düzenlemede kadına yer vermeyen, her ikisinin ortak olan erkek egemenliğidir.
Küçük Güney'de KDP'nin ağır etkisinde olan bir kültür hakimdir. Fakat Suriye'de 1970-80 arası yaşanan ekonomik krizden dolayı tarım ekonomisi fiyaskoya uğramış, dolayısıyla kırsaldaki Kürtler kentlere göçetmek zorunda kalmıştır. Tarım ekonomisi Kürtleri topraklarıyla bütünleştirirken, kentlere göçeden Kürtler ise aile kurumu vasıtasıyla kimliğini korumaya çalışmıştır. Aile örgütlenmesi bu parçada oldukça gelişkindir. Ekonomik kriz sonucu kentlere göçeden Kürtler yavaş yavaş öz kimliklerinden uzaklaşarak, yabancı kültür içinde erirler. Kent kültürüne alışık olmayan özellikle Kürt kadını, çözümsüz, bunalımlı, bağımlı ve herşeyini aileye adayarak, cüce bir kişilik konumuna düşer. Yine cüceleşme onun hareket sahasının daralmasıyla gerçekleşir. Ruhu bu kadar cüceleşmiş kadın, yaşadığı topluma entegre olmak için biçimselliğe girer. Küçük Güneyli kadındaki Batı'ya özentili olma durumu ve biçimsellik kaynağını buradan alır. Küçük Güney kadınının yoğunluklu olarak ulusal kurtuluş mücadelesine katılmasının nedeni, onun içinde bulunduğu yaşamda çözüm bulamayışı, bunalımlı durumudur. Bu çerçevede kırsalda kendi kültürünü feodalizmle içiçe yaşatırken, göçle birlikte Araplaşma ile Batı kapitalistleşmesi arasında bocalar ve çarpık bir şekillenmeye tabi olur. Bu tip bir kadın, ulusal kimliğini tamamen yitirmiştir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder