Demokratik Uygarlık Çağı
Abdullah ÖCALAN
Eski uygarlık sisteminin derinleşen ve süreklileşen
bunalımıyla yeni uygarlıksal çıkışın belirginleşmediği bu geçiş aşamasına
Demokratik Uygarlık Çağı demek uygun düşmektedir. 20. yüzyılın sonunda bir
uzlaşma rejimi olarak demokratik yönetimlerin hakim duruma geçmesi keyfi bir
tercih olmayıp, yaşanılan koşulların bir sonucudur. Bu duruma gelinmesinde
kapitalizmin faşizm seçeneğiyle, reel sosyalizmin totalitarizminin iflas
etmesinin belirleyici payı vardır.
Kapitalizmin faşizm tercihi sadece Hitlerci biçimiyle
değerlendirilemez. Bu, kapitalizmin toptan gericileşmesinin kanlı rejim
gerçeğinin, sermaye olarak da finans sermayesinin egemen hale gelmesinin
doğurduğu bir süreçtir. Sadece kapitalizmin merkezlerinde değil, çevre
ilişkilerinde ve kenar ülkelerinde de yaygınlaşmaya çalıştığı bilinmektedir. Faşizmin
tarihin tanıdığı en sert rejim olması; çöküş koşullarının verdiği ürküntü,
milliyetçiliğin dinsel taassubu bile geride bırakan şoven karakteri ve
sosyalizmin bir sistem olma ihtimalinin güç kazanmasından ileri gelmektedir.
Başarısızlığının temelinde ise, genelde insanlığın kazandığı özgürlük düzeyiyle
bilimsel-teknik devrimlerin başarıları yatmaktadır. Bu durum kapitalizmi yeni
seçeneğe zorlamıştır. Faşizmin topyekün zaferi mümkün olmadığına ve çöküş de
kabul edilemeyeceğine göre, uzun süreli bir uzlaşma sistemi kaçınılmaz
olmaktadır. Bu uzlaşma rejimine demokrasi denilirken, fazla yabancısı değildir.
Özellikle teknik devrimin büyük başarıları, demokrasinin sadece dayanmakla
kalmayıp gelişmeyi en çok sağlayan rejim olduğunu kanıtlaması, kapitalizmin
artan güvenine yol açmaktadır. Demokrasi, baştaki sınırlı uygulamalarına
karşılık, 20. yüzyılın sonlarında evrensel bir sisteme gidişin en uygun yaşam
ve yönetim biçimi olarak kabul görmekte ve giderek yaygınlaşmaktadır.
Reel sosyalizmin totaliter yönelmesi, sosyalizmin daha
da ilerletmesi gereken özgürlük ilkesiyle çelişmektedir. Bireyin toplum adına
eritilmesi eşitlik amacına bağlansa da, burjuva liberalizmi kadar yaratıcı
kılamayacağı ortaya çıktığında başarısızlığı kaçınılmazdır. Kölelikte en
mükemmel eşitlik vardır. Kölelikte olmayan şey özgürlüktür. O dönemden beri
insanlığın en önemli tüm eylemleri biraz daha özgürlük için olmuştur. Reel
sosyalizm, bir tür zamana uydurulmuş Sümer rahip rejimidir. İlk kolektif
köleliği Sümer rahipleri gerçekleştirmiştir. Bu bir tür devlet köleciliği
olmakta ve reel sosyalizmin devletçiliğine çok benzemektedir. İster sağ ister
sol adına gerçekleştirilsin, devlet temelinde kurulan sistemlerin belki
eşitliğe hizmeti olabilir, ama bu mutlaka birey özgürlüğünün feda edilmesiyle
mümkündür. Devletin kendisi, sınıflı toplum koşullarında özgürlüğün inkârıdır.
Daha da yoğun ve çok genişlemiş bir uygulama olarak, reel sosyalist devletçilik
birey özgürlüğünü kapitalizmin çok gerisine düşürmüştür.
Özgürleştirmeyen rejimlerin özgürleştiren rejimler
karşısında başarılı olmasının zor dışında başka bir yolu olamaz. Sovyet sistemi
esas olarak bu noktada kaybetmiştir. Tabii bu gerçekliğin arkasında ideolojik
kimliğin yanlışlıkları yatmaktadır. Birey kimliğini kapitalizm kadar özgürleştiren
bir felsefi yaklaşımı gerçekleştirmeden ve bunu gerçekçi bir eşitlik
anlayışıyla bütünleştirmeden, yeni bir uygarlıktan bahsetmek ağır bir
yanılgıdır. Kaba materyalist bir felsefeyi de yaşam kılavuzu olarak aldıktan
sonra, kendini yeni bir kölelik düzeniyle karşı karşıya bulmak kaçınılmazdır.
İnsan yaşamı gibi son derece karmaşık bir olguyu birkaç kaba materyalist
klişeye indirgemek, güdülerine mahkûm insanı yaratmanın kapısını ardına kadar
açmış olacaktır. Sovyet deneyimi biraz da bu gerçekliğin kanıtıdır. 20.
yüzyılın şahlanan her türden milliyetçiliği ise, çağdaş kabilecilikten başka
bir içeriğe sahip değildir. Nicel ve nitel olarak büyümüş kabilecilik olarak,
milliyetçiliğin yeni bir uygarlığa katkı sağlaması beklenemez. Çağdaş
demokrasiyi çözümlerken, bu temel gerçeklerle ilişkili olarak bakmak gerekir.
Nükleer dehşet dengesinde en totaliter devletçilikle bütün insanlar asker ya da
işçi olurlar. Sınıflı toplumun katlanılabilir tüm ölçülerini aşan bu
gelişmeler, tıkanmış devrim ve karşı-devrim yapılanmaları olup, normal rejim
işlevini göremezler. Ne herhangi bir devrim ne de karşı-devrim böylesi
yapılanmalarla uzun süre ayakta kalabilir. Kalamayacağı da çok sayıda örnekle
güçlü bir biçimde kanıtlanmıştır.
Demokrasiye ilişkin birçok tanımlama yapılabilir.
Sınıf karakteri, uzlaşmacılığı, barışçılığı üzerinde uzun boylu durabilir.
Teorik ve pratik gelişmesi derinliğine açımlanabilir. Kendi başına bir uygarlık
sistemi olmadığı da belirtilebilir. Fakat ilk defa tüm halklar, kültürler,
ideolojik, ekonomik ve politik tercihler adına en kapsamlı bir arada barış
içinde gelişme ve yarışma olanağının çok yetersiz de olsa gerçekleştiğini
söylemek mümkündür. 20. yüzyılın sonunda zaferi kesinleşen demokrasinin dar
sınıf karakterini aştığını belirlemek büyük önem taşır. Bu döneme kadar
uygulanan tüm demokrasiler dar bir sınıf damgasını taşırlar. Demokrasinin
biçimde de olsa tüm resmi yurttaşları kapsamına almadığı, dar bir zengin
yurttaş topluluğunun yönetim biçimi olmaktan öteye gidemediği söylenebilir. Bir
nevi ilk Athena demokrasisi gibi sınıf gerçeklikleri esastır. Fakat 20. yüzyıl
sonunda kesinleşen demokratik sistem bu darlıkları ileri düzeyde aşmış
bulunuyor. Sadece sınıf kapsamını genişletmekle kalmıyor; en geniş düşünce,
inanç, kültürel yaşam, ekonomik farklılıklar, siyasal partileşmeler gibi temel
alanlarda özgür ifade ve örgütlenmeye olanak tanıyor. Bütün karşıtlar zora
başvurmaksızın kendilerini değiştirme ve geliştirme şansına az veya çok
sahipler. Burada sınıfsal ve ulusal, düşünsel ve inançsal, ekonomik ve kültürel,
sosyal ve siyasal alanlarda karşıt mücadele ve dayanışma bitmiyor. İlişki ve
çelişkiler dondurulmuyor. Sadece barışçıl biçimlerde ve geçerli yasalara bağlı
olarak yürütülme dönemi doğuyor.
Demokrasinin
Daha İnsani Bir Öz Taşıdığı Kesindir.
Çok kan dökmenin yiğitlik ve büyüklük ölçütü olarak
kullanılması, en barbar bir sınıflı toplum geleneğidir. Bunun o kadar
yüceltilmesi ve kutsanması, aslında en lanetli bir gerçekliği örtbas etmek
içindir. Korkunç katliamlarla kazanılmış hiçbir zafer kutsal olamaz. Eğer
mutlaka kutsallıktan bahsedilecekse, tüm insanlığın hayrına zorunlu doğum
sancıları dışında, en az acıyla gerçekleşen ilerlemeler bu sıfata layık
olabilir. Dolayısıyla sınıflı toplum tarihi boyunca onun kanlı yönetim
biçimlerini aşarak herkese, her etnik, dini, cinsi, ekonomik ve siyasal gruba
kendini özgürce ifade etme rejimi olarak tanımlanabilecek çağdaş demokrasi,
kutsallık sıfatına en yakın yönetim ve yaşam biçimidir. Bu kapsamda da tarihte
ilk defa gerçekleştiğini belirtmek yerindedir.
Çağdaş demokrasinin gelişimi içten ve evrimseldir.
Kendini çarpıcı sonuçlarla ortaya koymaz. Ama zihnini ve ruhunu yaratıcı
gelişmelerle doldurmak istiyorsa, insanlığın bu rejimden daha iyisini
bulamadığı da rahatlıkla belirtilebilir. Demokrasinin neden ilk defa bu
kapsamda gerçekleştirildiği sorununa yeterince yanıt verilmekle birlikte, yine
de derinleşen ve süreklilik kazanan bunalım ile bunu aşmanın maddi imkânlarını
ortaya çıkaran bilimsel-teknik devrimler demeyi bıkmadan tekrarlamalıyız.
Uygarlık çözümlemelerimizin kanıtlamaya çalıştığı
önemli bir gerçeklik, sınıfların oluşması ve ortadan kalkmasının zorla
gerçekleştirilmeyeceğini ortaya koymaktadır. Bunda daha çok teknik kapasite
belirleyici olmaktadır. Teknik verimle bir topluluk gelişme imkânını kanıtlayınca
sınıfın oluşması kaçınılmazdır. Çünkü bu gelişmeden herkes yararlanmaktadır.
Başlangıçta kölelik sistemi kurulduğunda bile, yaşam koşulları birçok köle
açısından eskiye göre daha güvenli ve karın doyurucu niteliktedir. Sınıflaşmayı
asıl doğuran bu maddi imkândır. Tarih boyunca tüm sınıfsal gelişme diyalektiği
bu gerçekliği doğrulayıcı niteliktedir.
O halde kapitalist uygarlık döneminde devrimle, zorla
ortadan kaldırmak fiziki olarak mümkün olsa da, kurumsal olarak sınıfların
ortadan kaldırılamayacağı, imkân bulur bulmaz yeniden doğacağı özellikle reel
sosyalizmin deneyimlerinden iyi anlaşılmaktadır. Reel sosyalizmde zorla bazı
sınıflar ortadan kaldırıldı. Ama daha piçleşmiş olarak yenilerinin oluşması
engellenemedi. Bunun nedeni yine teknik düzeydir. Teknik düzeyin müsaade
ettiği, gelişmesine yol açtığı bir sosyal olgu, ancak bir teknik düzeyde
gereksizleşirse ve ihtiyaç olmaktan çıkarsa ortadan kalkar. Devrimle, zorla,
karşı-devrimle sosyal olgular belki engellenir, ama ortadan kaldırılamaz.
Dolayısıyla teşkil edildikleri toplumlar da hem alt hem üstyapılarıyla ancak
teknik gelişmeler kaçınılmaz kıldığında ortadan kalkar veya başka bir toplumsal
biçime dönüşürler. Çağdaş demokrasilerden önce yapılan çılgınlıklar bu kuralın
göz ardı edilmesine dayanmaktadır. Hem faşist totalitarizm, hem de reel sosyalist
düzenler bu nedenle başarılı olamadılar. Ama gelişen teknik onların isteyip de
başaramadığı birçok gelişmeyi imkân dahiline sokmaktadır. Herhalde Hitler’in
elinde nükleer silahlar bugünkü gibi birikmiş olsaydı, istemediklerini yok
edebilirdi. Çünkü teknik temel vardır. Artık kalabalık işçi ve köylü sınıfına
gereksinim yoktur. Çünkü teknik gelişme bu tür sınıfların bu kapsamda varlığını
gereksiz kılmıştır. Sonuçta belirleyici olanın zor değil, teknik olduğu
açıktır.
Bu durumda çağdaş demokrasi hem teknik ayıklamaya,
dolayısıyla gelişmeye en çok imkân veren, hem de bu temelde sosyal olguların
zora başvurmadan, doğallık içinde ve bir tür sosyal ayıklama yoluyla ortadan
kalkmasına ve dönüşmesine imkân sunan en gerçekçi yol oluyor. Demokrasinin esas
gücü, ona çok yürekten bağlı olanlardan değil, bu doğru çözüm yolundan ileri
gelmektedir. Yapılan bilimsel çalışmalar, demokrasiyle ekonomik gelişme
arasında sağlam ve kalıcı bir korelasyonun (bağlılaşımın) bulunduğunu ortaya
koymuştur. Hiç şüphesiz bunun da altında yatan temel neden, oluşumun doğal
düzenine en yakın toplumsal duruşun temsil edilmesidir. Burada doğanın rahipçe
tarzı veya kaba materyalist bir yorumuna dayalı gelişmesinden bahsetmiyoruz.
Olduğu gibi, kendi özgünlük yasaları da göz önünde bulundurularak, toplumun
dönüşüm yasaları ancak genel evrim kuramının çerçevesi içinde olabilir. Onun
dışında veya onu aşan bir sosyal olgu yapıcılığı, insan cehaleti elinde ancak
çılgınlıklara yol açabilir.
Demokratik Çağın Bazı Özellikleri.
a- Çağdaş demokrasi, köleci dönemden beri sürekli
yetkinleşen sınıflı topluma dayalı uygarlık sisteminin derin ve süreklileşen
bunalımının ürünüdür. Toplumun tüm ilke ve kurumlaşma sistemi büyük
bilimsel-teknik devrim karşısında yetmezliğe düşmüştür. Bu durum ekonomik
alandan ideolojik alana kadar genel bir savrulmayı, alt üst oluşu ifade
etmektedir. Tüm ilkelerden kuşku duyulmakta, kurumlar işlevsizliğe düşmektedir.
Buna karşın yeni toplumsal sistem de belirginleşmekten uzaktır. İdeolojik
kimliği ve temel kurumlarının ne şekil alacağı kestirilememektedir. Eskinin
faşist restorasyonuyla yeninin devrimci Sovyetik yapılanmaları çözüm gücü
olmadıklarını kanıtlamışlardır. Çağdaş demokrasi bu tarihi evrenin yönetim ve
yaşam biçimidir.
b- Bilimsel-teknik devrimler sınıflı toplum biçiminde
yaşamayı ve uygarlaşmayı buna dayandırmayı bir zorunluluk olmaktan çıkarmıştır.
Teknik temel sınıflaşmayı değil, sınıfsızlaşmayı geçerli kılmaktadır. Sınıflı
uygarlık teknik seviyeye dayalı olarak geliştiği gibi, mevcut teknik düzey
artık bu tarzı toplumun önünde en temel engel olarak görmektedir. Teknik,
sınıflı toplumun inkârını gerektirmekte; sınıflı toplumdan meslek toplumuna,
yeni bir toplumsal kategoriye doğru zorlamaktadır. Çağdaş demokrasinin altyapısı,
teknik temelin sınıflı toplumu bir zorunluluk olmaktan çıkarmasına
dayanmaktadır. Diğer bir deyişle, teknik devrim çağdaş demokrasinin en güçlü
temelidir. Çağdaş demokrasiyle bilimsel-teknik devrim arasında tayin edici bir
bağ oluşmuştur. Daha önceki hiçbir tarihsel dönemde bu yönlü bir gelişme ortaya
çıkmamıştır. Dolayısıyla çağdaş demokrasi keyfi bir seçenek değil, yeni
tarihsel aşamayı belirleyen tekniğin bilinçli ve örgütlü toplumu mümkün kılan
maddi gücüne dayanmaktadır. İkisi birbirini en iyi besleyen seviyeyi
yakalamışlardır. Birbirine gereksinim duymakta ve geliştirmektedirler.
c- Sınıfların ve her türden toplumsal olguların
ortadan kaldırılması veya dönüştürülmesi zorla değil, ancak teknik ve bilimsel
seviyenin değişmesiyle mümkündür. Zorla toplumsal olgu yaratılmayacağı gibi,
ortadan da kaldırılamaz. Dönüştürülmede de belirleyici olan zor değil,
bilimsel-teknik temeldir. Belki bazı sınıfsal ve toplumsal olgular fiziki
olarak ortadan kaldırılabilir veya oluşturulabilir. Ama zora dayalı oldukları
için, bunlar başka zorlar karşısında ortadan kaldırılmaktan kurtulamazlar.
Zorun temelinde cehalet belirleyici rol oynar. Pratik ve bilim cehaleti
aştıkça, zorun anlamsızlığı daha da iyi ortaya çıkar. İnsanlık tarihinde zor,
büyük oranda bilim ve pratiğin gelişmeyişinin bir ürünüdür. Zorun yeni doğmakta
olan bir toplumun ebesi olduğuna ilişkin teori doğru anlaşılmak durumundadır.
Bir annenin doğum sancısında ebenin görevi, daha az sancılı ve sağlıklı bir
doğuma yardımcı olmaktır. Ama tarihte uygulanan zorların niteliği, daha çok
doğmuş sağlıklı çocukları, yani insanları daha da küçültmeyi, özgür
gelişiminden yoksun bırakmayı, hatta sürü kimliğine koymayı, kimi zaman da yok
etmeyi belirleyen bir karakter taşımaktadır. Ebelikle ilişkisi fazla yoktur,
daha çok cellatlık ve tutsak kılmayla ilişkisi vardır. Tarihte zorun çok
abartılı ve amansız kullanışı, toplumun doğal evrimini aşmakta ve onu
zorlamaktadır. Teknik gerilik ve bilimin gelişmeyişi bunun en temel
nedenlerindendir. Sınıflı toplum uygarlığının emrindeki zor, başta devlet ancak
bu temel aşıldığında anlamını yitirir.
Bu tarihi dönem bir gerçek olmuştur. Dolayısıyla
toplumun karşı-devrimci, gerici ve tutucu zorla devrimci zora dayalı dönüşüm ve
yok etme teorileri anlamlı olmaktan çıkmışlardır. Çağdaş demokrasi toplumun
doğal evrime uygun dönüşümünü esas almakta; bunun bilimsel-teknik temelinin
güçlü bir biçimde varolduğunun bilincine dayanmaktadır. Bundan demokrasi
devrimci ve karşı-devrimci zorun bir uzlaşmasıdır gibi bir sonuç çıkarılamaz.
Bu tür yaklaşımlar kesinlikle yanlıştır. Demokrasinin özünde zorla uzlaşma
yoktur. Tersine, demokrasi zorun toplumsal gündemden çıkmasını esas almaktadır.
Bunun boyun eğmecilikle de ilgisi yoktur. Tersine, en doğru özgürlükçü
gelişmenin zorun geçerli olmadığı ortamlarda olabileceğine inanılmaktadır.
Çağdaş demokrasi bu yönüyle zora dayalı her tür uygarlıksal varlığın
özeleştirisini de gerektirmektedir. Demokrasi köklü bir özeleştiri rejimidir.
Zor karşısında tavır taktiksel, hatta stratejik değil, ilkeseldir. Demokrasinin
en temel ilkesi, zoru dışlayan bir tarihsel dönemin varlığına inanma, bilim ve
tekniğin gücüyle buna ulaşmadır. Bu ilke derin bir felsefi temeli ifade
etmektedir. Siyasal ve yönetsel strateji ve taktikleri esas almamakta, bunları
daha çok pratiğin gerekleri biçiminde değerlendirmektedir. Zora yönelik bu
yaklaşım, çağdaş demokrasinin barışçıl karakterini öne çıkarmaktadır. Toplumsal
barış doğal gelişmenin biçimi olarak kavranmakta, buna inanılmaktadır. Barışın
zora boyun eğme olarak anlaşılmaması gerekir, tersine zorun devreden
çıkarılması gibi bir anlamı vardır. Savaşsız bir toplum ve uygarlık dünyasına
inanmakta, bunu esas almaktadır.
Meşru savunma,
çağdaş demokrasinin diğer önemli bir ilkesidir. Çağdaş demokrasi ilişkilerinin
olmadığı veya demokrasinin saldırıya uğradığı toplumlarda, meşru savunma
temelinde varlığını savunmak bir haktır, hem de en temel anayasal bir haktır.
Demokratik olmayan yasalara ve rejimlere boyun eğmek, demokratik bir tutum
olamaz. Bu yaklaşım karşı saldırıyla antidemokratik güçleri yok etmeyi içermez.
Daha çok toplumun genel bilinçlilik, örgütlülük ve gösteri hakkını süreklileştirip
haksızlığı aşmayı öngörür. Uygulanan direnme kutsal savunma hakkına girmekte ve
hukukun da özünü teşkil etmektedir. Meşru savunma, silahlı olanı da dahil,
kaynağını çağdaş demokratik ilkelerden alır. Bunu aşan her eylem meşru savunma
kapsamına giremez.
d- Demokrasinin kapsamında sınıf, zümre, hakim ulus
değil, tüm toplum esastır. Tarih boyunca birçok demokratik kurum sınıf, zümre
ve etnik esasları aşmamıştır. Bunlara klasik sınıf demokrasileri demek daha
uygundur. Çağdaş demokrasi ise, tersine toplumla ilgili tüm kimlikleri meşru
kabul etmekte, hiçbirine yasak getirmemekte, özgürlük ve eşitlik haklarını
savunmaktadır. Toplumsal kimlikler arasındaki farklılıkları sorun olarak
görmemekte, zenginlik olarak kabul etmekte, hatta serpilip gelişmelerini teşvik
etmektedir. Bu yönüyle çağdaş demokrasi zora başvurmayan, tüm ideolojik,
kültürel, sosyal, ekonomik, siyasal, ırksal ve cinsel farklılıklara dayalı örgütlenme
ve eylemliliklere dayanan dinamik bir sistem değerindedir. Zemini bu tarzda
örgütlenmiş bir toplumsal mozaiği esas almaktadır. Hep ak veya karaya
benzeştirme eğilimlerini demokrasiyi tehdit eden eğilimler olarak
değerlendirmekte; bu yönlü otoriter ve totaliter rejim girişimlerini varlığına
yönelmiş tehlikeler olarak görmektedir. Demokratik sistemin bu dayatmalara
karşı kendini savunma hakkını esas almaktadır.
Topluma bu tarz yaklaşım çağdaş demokrasinin gerçek
gücünü teşkil etmektedir. Yaşamak ve gelişmek isteyen, birbirlerine dayanarak
daha da zenginleşmenin sağlanabileceğine inanan tüm toplum kesimleri,
demokrasinin en kararlı savunucuları, dolayısıyla güçleridir. Bu anlamda çağdaş
demokrasi demokratik toplumu esas almaktadır. Demokratik toplum her fikrin,
inancın ve kültürel varlığın özgürce bilinçlenmesini, örgütlenmesini ve yasal
eylemini ifade etmektedir. Bastırılmış, örgütsüz ve bilinçsiz bırakılmış,
korkudan iradesini ortaya koymayan durumlarda toplumun demokratik olmasından
bahsedilemez. Demokratik toplum olmadan, çağdaş demokrasiden de bahsedilemez.
e- Çağdaş demokrasi demokratik devleti gerektirir.
Demokratik devlet, temel karar ve yürütme organlarını toplumun seçmesine dayalı
görevlendirmeyi esas alır. Hanedanlık, otoriter bir gücün dayatılması tarzında
halkın seçimiyle ilişkisi olmayan görevlendirmeler devletin demokratik oylama
karakterini ilgilendirir. Klasik devlet teorileri ve uygulamaları da,
kendilerini ezici bir biçimde toplumun üstünde, ilahi iradenin tecellisi sayar,
babadan veya çeşitli otoritelerden devralınan kutsallık maskesine büründürülmüş
bir biçimde kendilerini takdim ederler. Bu yönüyle uygarlık tarihi adeta
devletin topluma karşı bir antidemokratikleşme tarihi olarak belirmektedir.
Toplumun üstüne çıkma, toplumu sindirme, kendini gizleme, ilahi kaynaklı
olduğuna inandırma, anlaşılmaz kılma devlet sanatı haline getirilmektedir. En
iyi devlet toplumu en çok kontrol eden, dilediği gibi yöneten, sömüren,
savaştıran devlet olmaktadır. Uygarlık önemli gelişmelerini bu yönlü devlet
faaliyetlerinde bulmaktadır.
Çağdaş demokrasi ise, devletin bu niteliklerini
tersine çevirmektedir. Kaynağını karmaşıklaşan toplum ilişkilerine
dayandırmakta, kendini şeffaf ve açık hale getirmeye özen göstermekte, korku
değil güven aracı olarak kabul edilmesini temin etmekte, sömürünün değil adil
dağılımın güvencesi olarak görmek istemektedir. Klasik anlamda devletten
çıkmaktadır. Daha çok toplumun karmaşık ilişki düzenini en üst düzeyde koordine
etmek gibi bir tanımlamaya uygun hale gelmeye çalışmaktadır. Genel güvenlik,
eğitim, sağlık, ulaşım ve diplomasi gibi alanlarda toplumun tek tek kesimlerinin
üstesinden gelemeyeceği, özelleştirilemeyecek işlerin karar ve yönetim gücü
olarak yeniden yapılanmayı esas almaktadır.
Günümüzde klasik devlet anlayışından çağdaş demokratik
devlet anlayışına doğru yoğun bir değişim ve dönüşüm mücadelesi yaşanmaktadır.
Çağdaş demokrasiye doğru en zor dönüşen kurum devletin kendisi olmaktadır.
Şüphesiz bunda devletin uygarlık tarihi kadar eski, kökleşmiş kurum ve
geleneklerinin belirleyici payı vardır. Fakat bilimsel-teknik devrim karşısında
fazla dayanamayacağını gördükçe, dönüşmekten başka çaresinin olmadığını
görmekte ve dünya çapında bu yönlü gelişmeler her geçen gün büyük hız
kazanmaktadır.
f- Çağdaş demokraside siyaset kurumu da devlet ve
toplumun demokratikleşmesi yönünde dönüşmekte, devletle toplum arasında bir
köprü rolünü oynamaktadır. Siyasetin demokratikleşmesi, devletten topluma,
toplumdan devlete doğru akış kanallarının gelişmesi ve kurumlaşmasının önem
kazanmasıdır. Bu durum dinamik siyaset kavramına ve uygulamasına yol
açmaktadır. Daha önceleri siyaset toplumun dışında, rolü ve organları
belirlenmiş, kuralları gelenekselleşmiş, donuk bir kurum niteliğindeydi.
Siyasetin bu gerçekliği değişimi zorla, darbe yoluyla sağlamayı kaçınılmaz
kılmaktadır. Bu yüzden değişimler hem zor hem de kanlı gerçekleşmektedir.
Demokratik siyaset ise, düzenli seçimler ve çoğulcu parti anlayışıyla, istenen
fikir ve program altında her kültüre ve gruba kendini demokratik devlete
yansıtma şansı vererek, değişimlerin barışçıl ve hızlı aralıklarla gerçekleşmesine
uygun bir sistem olmaktadır. Değişimin hem şansı, hem yöntemi herkese açık
bırakılmaktadır. Bu durum demokratik partileşmeler, lobiler ve çeşitli sivil
toplum kuruluşları için siyasal karar organları üzerinde oldukça etkili olma
yolunu açmaktadır. Adeta üçüncü bir alan doğmaktadır.
Demokratik siyaset araçları da diyebileceğimiz bu alan
yeni gelişim sağlamaktadır. Daha önceki çağlarda yasaklı kılınmalarından ötürü
gizli çalışmak zorunda kalan bu araçlar, çağdaş demokrasilerde vazgeçilmez
araçlar konumuna gelmektedir. Siyasal partiler başta olmak üzere ekonomik,
kültürel, sanatsal, sosyal, sportif, bilimsel, çevresel ve teknik alanlarda
daha çok mesleki özelliği olan bu kurumlaşmalara bir bütün olarak sivil toplum
kuruluşları denilmektedir. Klasik devletle toplum arasında çağdaş demokrasinin
gelişim tarihinde en önemli toplumsal gelişme araçları olarak, sivil toplum
kuruluşları demokratik yaşamın vazgeçilmez araçlarıdır. Buna üçüncü alan
denilmesi önemlidir. Tarihte üçüncü alan ilk defa bu biçimiyle ortaya
çıkmaktadır. Çağa demokratik uygarlık niteliğini vermesi de bu öneminden ve
yeniliğinden ötürüdür.
g- Çağdaş demokrasinin gelişiminde insan hakları ve
kadın özgürlüğü, önemi en çok artan konuların başında gelmektedir. İnsan
haklarını ve kadın özgürlüğünü kapitalist toplumun bir kurumu saymak eksik bir
değerlendirme olur. Tersine, bunlar kapitalist uygarlığın aşılması sürecinde,
onun geleneksel yönetim ve yaşam gerçekliğinin yetmezliğinin açığa çıkmasıyla
gelişme sağlamışlardır. İnsan hakları ve kadın özgürlüğü, toplumun genel
demokratikleşmesinin iki temel parçasıdır. Klasik uygarlık çerçevesi aşıldıkça
gelişim şansı artmakta ve yeni uygarlık gelişmesine giden yolda süreci en çok
belirleyecek iki temel olgu olmaktadır. Kapitalist toplum koşullarının bir
ürünü değil, onu geride bırakan toplumsal gelişmenin ürünleridir. Bu yönüyle
çağdaş demokratik ölçülere yanıt verici niteliklerdir. Çağdaş demokrasinin
gelişimi, kendisini en çok insan hakları ve kadın özgürlüğünde göstermektedir.
Yeni uygarlıksal çıkışın belirlenmesinde her iki konu başat rol oynayacağa
benzemektedir. Tarih boyunca adeta sınıflı toplum defterinden silinen insan
hakları ve kadın özgürlüğü, yenilenmenin en temel alanları olarak büyük gelişme
sağlamaya adaydır. Yeni uygarlığın yasal çerçevesini temelde insan hakları
belirlerken, toplumsal zeminini de esas olarak kadın özgürlüğü teşkil
edecektir. Çağdaş demokrasinin evrimini ve derinliğini bu iki alanda sağlanan gelişmeler
tayin edecektir.
h- Çağdaş demokratik uygarlığın felsefi temelleri
konusunda açık olmak, inandırıcı ve bilinçli katılım açısından önem taşır.
Demokrasi, ilkesiz ve her kesimin çıkarlarına göre yorumlayabileceği bir sistem
değildir. Bilime dayalı bir felsefeye ve bundan kaynaklanan ilkeli, programlı
ve eylem anlayışı olan sistematik bir dünya görüşüne sahiptir. Diyalektik
materyalizmin zıtların varlığı, birliği ve dönüşümüne dayalı kuralı çağdaş
demokrasinin en güçlü dayanağıdır. Çağdaş demokrasinin temel zıtlığı, eski
sınıflı topluma dayalı uygarlık gerçekleriyle yeni uygarlıksal gelişmenin
ortaya çıkardığı gerçeklerin oluşturduğu zıtlıktır. Yani eski uygarlığı tez,
yeni uygarlıksal olguları antitez olarak değerlendirirsek, ortaya çıkacak olan
sentez sürecin son aşaması olacaktır. Çağdaş demokrasi gelişmesinin
başlangıcında yaşadığı için, eski uygarlık olgularının daha fazla, ama
bunalımda oldukları için yıpranmış ve güçsüz konumlarına karşılık, yeni
uygarlıksal gelişmeyi zorlayan olgular az, ama geleceği temsil ettikleri için
genç diri ve güçlüdürler. Teknik koşulların ve demokratik kriterlerin varlığı
sayesinde, bu karşılıklı güç konumlarının fazla zora başvurmadan, daha çok
doğum sancısına benzeyen zorluklarla, üst düzeyde yeni diyebileceğimiz bir
sentezle sonuçlanması sağlanmaktadır.
Felsefenin bu temel ilkesi, aslında çağdaş
demokrasinin olgu, ilişki ve dönüşüm
kavramlarına verdiği anlama denk düşmektedir. Tarihsel diyalektik materyalizm,
çağdaş demokrasiyle açık ve uygulanabilir bir toplum, siyaset ve devlet
sistemine ulaşmaktadır. Kaba materyalist ve idealist dünya görüşlerinden
kaynaklanan kaba zora dayalı, durgun, evrimsiz ve değişime kapalı sistemler
toplum, siyaset ve devleti çözümsüzlüğe itmekle büyük tahribatlara uğratmakta
ve sonuçta çözülerek yine de tarihin diyalektik kuralına uymaktan
kaçınamamaktadır.
Sonuç olarak, demokratik uygarlık çağı sınıflı
uygarlık çağlarının bilimsel-teknik evrime bağlı olarak aşılmasının tam
sağlanamadığı, yenisinin ise tam belirginleşmediği uzun süreli bir tarihsel
dönemin kavramlaştırılmasını ifade etmektedir. Yeni ile eski iç içe, ama
barışçıl tarzda dönüşümü öngörmektedir. Mevcut teknik düzeyin, zora
başvurmaksızın, her türlü dönüşüme maddi zemin oluşturacak kadar elverişli
koşullar sağladığı görüşüne dayanmaktadır. Klasik devletle kapalı toplumun
aşıldığını, üçüncü alan olarak sivil toplumun etkinlik kazandığını ileri
sürmektedir. Birinci ve ikinci alan olan devlet ve toplum arasında üçüncü alan
olan sivil toplumun sivrilmesi, federatif yönetim ve yaşam tarzını öne
çıkarmaktadır. İdeolojik, ekonomik, sosyal, etnik, cinsi, ırki ve siyasal
farklılıklar toplumun zenginliği olarak düşünülmekte, her grubun ifade
özgürlüğüne sahip olarak istediği bilinç ve örgütlülükle sosyal, ekonomik,
kültürel ve siyasal yaşama aktif olarak katılımına dayanmaktadır. Bu tarz
yönetim ve yaşamın en doğru ifadesi, toplumun ve devletin federatif temelde
gerekli her tür kurumlaşmaya kavuşması olmaktadır. Monolitik, otoriter ve
totaliter yönetim ve yaşam tarzı ne kadar çağdaş demokratik değerlere ters
düşüyorsa, sivil toplum kuruluşlarına dayalı federatif yönetim ve yaşam tarzı
da çağdaş demokrasiye o kadar uygun düşmektedir. Buna dayanarak çağımızın genel
bir kavramlaştırılmasını yapmak istediğimizde, Dünya Demokratik Federasyon Çağı
dememiz uygun düşmektedir.
Demokratik uygarlık çağının gelişimi ve
tanımlanması çerçevesinde temel özelliklerini bir kez daha özetlemeye
çalışırsak:
Somut Teknik, Bilimsel Ve İdeolojik Bir
Temele Dayanmaktadır.
Mekanik fizik kökenli tekniklere ilaveten,
elektronik ve nükleer enerjinin kontrolüne dayalı teknikler toplumun maddi
temelini köklü değişikliklere uğratmıştır. Doğru ve yerinde kullanılmaları
halinde, bunlar her türlü sınıflaşma ve sosyal eşitsizliklerin dayandığı
yoksulluk zincirlerini parçalayabilir. Sınıflaşma ve sosyal eşitsizliklerin
kaynağının başta teknik olmak üzere üretim araçlarının geriliğine dayandığı
bilimsel bir tespittir. 20. yüzyılın ikinci yarısındaki teknik devrimler
toplumu bu mahkûmiyetten kurtarmış, tam eşitsizliğe dayalı kurumlaşmaların
maddi zeminini parçalamıştır. Tüm toplumun hizmetinde kullanılmayı mümkün kılan
ekonomik ve siyasal yönetim ilişkilerine kavuşturulursa, bu teknik temel
altında insanlık özgürlük ve eşitliği birlikte geliştirebilir. Eskiden bunun
hayali kurulurdu. Ama demokratik uygarlık çağında artık bu hayal
gerçekleştirilebilir araçlara kavuşmuştur. Bu anlamda teknik, temel
özgürleştirici etkendir. Tersi durumda bencil ve gerici güçlerin elinde yok
edici bir canavar olmaktadır. Ayrıca tüm teknik demokratik uygarlık zamanına
çevrilmiştir. Tüm sorun, teknolojinin en verimli biçimde toplumun hizmetinde
kullanılmasını mümkün kılacak toplumun, siyasetin ve devletin demokratik
yönetimin gerçekleştirilmesidir.
Bilimsel Devrimler Ve Bilgi Toplumu, Çağın
Diğer Önemli Bir Özelliğidir.
Eskiden dar bir çevrenin uğraşısı olan
bilim, iletişim teknolojisi sayesinde
hızla topluma ulaşabilmektedir. Bilgi toplumu gerçeği buradan doğmaktadır. Bu sayede
demokrasi ve özyönetim gücü kazanılmaktadır. Bilgiyle donanmış toplum, devlet
ve siyaset şeffaf olmak ve karşılıklı demokratik denetimi yaşamak zorundadır.
Bilimle teknik arasında sıklaşan ve birbirini beslemeye yol açan gelişmeler hız
kazanmıştır. İlk defa gerçekleşen bu olgu üretim olanaklarında büyük patlamaya
yol açmaktadır. Tüm fizik, kimya, biyoloji ve toplumsal bilgiler çığ gibi
gelişerek toplum için muazzam bir güç kaynağına dönüşmektedir. Sorun, tekniğin
yönetimde olduğu gibi bilimin kullanılmasında da demokratik bir yönetimin
gerçekleştirilmesidir.
İdeolojinin esas rolü, geleneğin
dogmatikliğini yıkmak, umudun ütopyasını oluşturmak ve canlı tutmaktır. Eskiden
zihniyete daha çok dogmalar hakimken, kapitalizm çağında fütürizm ve çeşitli
ütopyacılıklar gelişti. İki ideolojik biçim de zihniyet ve her tür
kurumsallaşma üzerinde önemli sakıncalar doğurmuştur. Dogmatizm türü
ideolojiler engel oluşturmaktadır. Ütopyacılık ise daha az sakıncalı olup
sınırlı bir yaratıcılığa yol açmakla birlikte, gerçeklikten kopukluğu, boş inancı,
kuru hayalciliği ve beklentili kişiliği doğurmaktadır. İki ideolojik biçimin de
gerçek olgular dünyasından ve yaratıcılıktan uzaklığı ortak temel noktalarıdır.
Her ikisi de demokratik uygarlık çağının ideolojik temeli olamazlar.
Çağ İdeolojik Bilimselliği Ve Yaratıcılığı
Esas Almak Zorundadır.
Zaten ikisi arasında sıkı bir bağ vardır.
Olgular ve ilişkiler bilimle ne kadar aydınlatılırsa, yaratıcılığa yol açılması
da o kadar olanak dahiline girer. Tarih ve toplum bilgisiyle bilinçlenmiş, doğanın
diyalektik işleyişine akıl erdiren birey, çağın ideolojisini yakalamış
demektir. Dogmanın gücünü tanır, ama ona teslim olmaz. Ütopyası vardır, ama
bilime dayanır. Bu temelde yükselecek ideolojiye dayanan çağımız tüm olgu ve
ilişkilerin doğru bilgisiyle hareket edeceğinden, iyiliğin ve güzelliğin ahlâki
ve sanatsal gücüne yetkince ulaşmak durumundadır.
Toplumun Demokratikleştirilmesi Çağı
Olarak Demokratik Uygarlık Sistemi Söz Konusudur.
Bu yönüyle halkların kendi öz kimliği,
bilinci ve özgürlük iradeleriyle devreye girmeleri gerekir. Bin yıllarca
uyutulmuş ve bastırılmış kimlikler kendilerine sahiplenmeye çalışacaklar, kültürel
varlıklar en değerli miras olarak benimsenip yeni yaşamın temel harcı
olacaklardır. Şimdiye kadar şahıslar, hanedanlıklar, dinsel varlıklar ve dar
zümre çıkarları için girişilen çabalar, artık toplumsal varlığın kendisi için,
tanınması ve yaşamsal kılınması için harcanacaktır. Toplumun demokratikleştirilmesi;
bilgi toplumu olarak kendi çıkarlarının farkına varması, bunu talep haline
getirmesi ve siyasal kurumlara taşırması anlamına da gelmektedir. Bu, toplumun
bastırılmış iradeden faal, isteyen ve denetleyen bir dinamizme kavuşması
demektir. Tarihte toplum bu çerçevede ilk defa bilimsel olarak kendini
tanımakta, hak sahibi olduğunun bilincine ulaşmakta, kaderini özgürce belirleyebilecek
bir duruma gelmektedir. Bu gerçeklik demokratik uygarlığın neden toplumların demokratikleşmesi
çağı olduğunu yeterince kanıtlamaktadır.
Demokratik uygarlık çağını belirleyen
temel unsurlardan biri de siyasetin demokratikleştirilmesidir.
Tarih boyunca en üst yönetim gücünün
yoğunlaşması ve kullanılması sanatı olan siyasetin kendi sırlı dar elbise ve
maskelerinden kurtulması çağımızın şahane bir gelişmesidir. Bu, siyasetin adeta
göklerden, Allah’tan yeryüzüne inmesi anlamına gelmektedir. Kaynağı hakkında
bitmez tükenmez münakaşalar sona ermekte ve kaynağın esasta toplum olduğu
itiraf edilmektedir. Yüzyıllarca insanları sürü haline getirmek ve kandırmak
için en geliştirilmiş ve sahte bir yüceliğe büründürülmüş siyaset, toplumun
basit bir aracı durumuna getirilmiştir. Ancak uzun vadeli ve hayati çıkarların
aracı olarak değer ifade edebileceği bilincine ulaşılmıştır. Bu yüzyılların
sihirli, kudretli, tanrısal aracı gerçek anlamına kavuşturulmuş ve halka hizmet
aracı olarak tanınmasını kabul ettirmiş olmakla demokratik uygarlık çağının
belirgin bir özelliği haline getirilmiştir.
Devletle toplum arasında üçüncü alan
olarak demokratik siyaset, en doğurgan ve yenileyen bir kurum rolüne
erişmiştir. Temel aracı halka olarak toplumdan devlete, devletten topluma
sürekli aktarılması gereken değerlerin demokratik ve adil karakterlerini
belirleyen başta siyasal partiler olmak üzere gerekli her alanda kurulan çağdaş
kurumlar, ekonomiden politikaya, insan haklarından çevreye, kültürden sağlığa,
eğitimden barışa kadar her konuda oluşan bu demokratik siyaset araçları
olmadan, ne toplumun sağlıklı demokratikleşmesinden ne de devletin bu yönlü
duyarlılığını geliştirmesinden bahsedilebilir. Adeta üçüncü alanın üçüncü
toplumu olarak yükselen bu sivil toplum kuruluşları çağımızın vazgeçilmezleri
haline gelmişlerdir. Demokratik uygarlık çağında demokratik siyasetin her tür
sivil toplum kuruluşları çağı olduğu yeterince kanıtlanmıştır.
Devletin demokratik duyarlılığının
geliştirilmesi, demokratik uygarlık çağının başta gelen diğer bir özelliğidir.
Tarihin bu en eski ve eline geçirenin
ejderha kesildiği aracın demokratik kurumlara kavuşturulması aslında en önemli
devrimci bir gelişmedir. Göksel varlığın yeryüzü temsili olarak sürekli
yüceltilen bu aracın da toplumun en üst düzeyde bir koordinasyon aracından
başka bir anlama sahip olmaması gerektiği, çağın bir hükmüdür. Devletin insan
ve birey için olduğu, tanrısallıkla alakasının olmadığı, tarih boyunca
azgınlaşmasının bireyciliğe, hanedancılığa ve dar zümre fanatizmine alet
olmasından kaynaklandığı yeterince aydınlatılmıştır. Devleti soyut bir varlık
olarak yücelten her şeyin alçakça olduğu, tersine toplumun en genel bir
koordinasyon aracı olması gerektiğini vurgulayan her toplumun gerçek
yücelticilik olduğu da yeterince anlaşılmıştır. Devletin bu tanımlanmaya göre
dönüştürülmesi ve denetime sokulması, demokratik uygarlık çağının en önemli
kazanımı ve gerçeğidir. Devletin bu yönlü bir hizmet aracına dönüştürülmesi ve
demokratik siyasetin en temel kurumu rolüne yüceltilmesi, demokratik uygarlık
çağının en üst düzeyde ifadesi olmaya layık bir değerlendirmedir de. Demokratik
devlet haline dönüşüm, çağımızın en temel gelişmesidir.
Demokratik devlet biçimleri sorunu,
ikincil düzeyde önem kazanmaktadır. Ama esnek yapılanmasının bir sonucu olarak,
konfederatif biçimlerden üniter biçimlere kadar geniş bir yelpazede açılım
yeteneğinde olmaları, çözümleyici karakter açısından büyük önem taşımaktadır.
Ülkelerin ve toplumların somut koşullarına göre en uygun biçim kararlaştırılabilir.
Sorunların karmaşık niteliği ile çok sayıdaki demokratik çözüm kurumlaşmaları
ve araçları, zaten demokrasiyi doğuran temel etkenlerdendir. Devlet bu
kurumlaşmalara dayanmak zorunda olduğundan zaten klasik anlamını yitirmekte,
bir nevi kurumlar arası en üst koordinasyon aracı olarak rol oynamaktadır. Bu
yapıdaki devletin temel karakteri demokratikliğidir. Demokrasinin kurumlar
rejimi olması ise, devleti doğal olarak plüralist, çoğulcu bir konumda olmaya
zorlamaktadır. Özellikle yerel organların artan önemi, merkeziyetçiliği büyük
bir yük haline getirmektedir. Güç, merkezden yerele ve temel odaktan yerel
odaklara doğru akışkanlığı zorunlu kılmaktadır. Çağın genel akışı da bu
yönlüdür. Toplumdan aileye, devletten ekonomiye kadar her düzeyde gücün ve
olanakların adil dağılımına ve özgürlüğe dayalı çoğulcu bir yapı gelişmektedir.
Bu çerçeve devletin bir yandan demokratik evrimini geliştirirken, diğer yandan
yeni anayasalar hareketinin önemli bir hedefi olarak konfederasyonlardan üniter
demokratik yapıya kadar zengin bir biçimlenmeye götürmektedir. Bu olgu zoraki
birlik anlayışından doğan sakıncaları giderdiği gibi, sonuçta tüm taraflara
daha çok kaybettiren ayrılıkçı mikro devlet sakıncalarını da ortadan
kaldırmaktadır. ABD, AB ve BDT gibi olgular çağdaş demokratik devletin evrim
yönünü gösteren, özünde yeni toplum ve demokratik siyasetin zorunlu kıldığı
tarihsel gelişmelerdir.
Demokratik uygarlık çağı, halkların
yeniden doğuşu kadar ve belki de daha belirleyici olarak kadınların doğuş
çağıdır.
Neolitik toplumun doğurucu tanrıça gücü
olan kadın, sınıflı toplum tarihi boyunca sürekli yitirmeyle karşı karşıya
kalmıştır. Tarih bir anlamda yükselen sınıflı toplumla birlikte güç kazanan
egemen erkeğin tarihidir. Egemen sınıfsal karakter, egemen erkek karakterle birlikte
oluşur. Burada da geçerli kural, mitolojik yalanlar ve ilahi
cezalandırmalardır. Bunun altında ise çıplak kaba zor ve sömürü gerçeği vardır.
Toplumun egemen erkek karakteri, günümüze kadar kadın olgusunun bilimsel
değerlendirmesine bile fırsat tanımamıştır. Kadın gerçeği dinden çok tabusal
bir alan sayılmaktadır. Namus adı altında, aslında erkeğin en sinsi, en hain ve
zorbaca gasbettiği kadın gerçekliği ve hakları gizlenmektedir. Kadının tarih
boyunca kimliği ve kişiliğinden yoksun bırakılarak sürekli erkeğe tutsak
edilmesi, sınıfsallaşmadan daha olumsuz sonuçlara yol açan bir olgudur. Kadının
tutsaklığı genel köleliğin, düşüşün bir ölçüsüdür; toplumda yaygınlaşan
yalanın, hırsızlığın ve zorbalığın bir ölçüsüdür; her tür kirlenmenin,
uşaklığın ölçüsüdür.
Bu tarihin tersine çevrilmesinin en derin
toplumsal sonuçları beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. Kadının özgürce
yeniden doğuşu, toplumun tüm alt ve üst kurumlarında genel bir özgürleşmeyi,
aydınlığı ve adaleti zorunlu kılacaktır. Savaşın yerine barışın daha değerli
olduğuna ve yüceltilmesi gerektiğine ikna edecektir. Kazanan kadın, her düzeyde
kazanan toplum ve birey demektir. Bu kısa çerçeve bile kadın hakları ve
özgürlükleri alanında demokratikleşmenin ne kadar tarihsel olduğunu açıkça
göstermektedir. 21. yüzyılın bu anlamda uyanan, özgürleşen ve güçlenen kadının
çağını başlatması, sınıfsal ve ulusal kurtuluştan da önemli bir olgudur.
Demokratik uygarlık zamanı, her dönemden daha fazla kadının yükseldiği ve
kazandığı bir çağ olacaktır.
Erkek egemen bir kültürün ihmal ettiği bir
konu da, çocuk ve yaşlılara karşı sorumsuz ve bilinçsiz tavrıdır. Bunlar bir
nevi ikinci ve üçüncü kadın durumuna indirgenmişlerdir. Çocuklara karşı zalim
ve duyarsız bir dünya dayatılmıştır. Erkek egemen sistem onların psikolojisini
ve dünyasını hiç hesaba katmadan, en hoyrat, eşitlik ve özgürlük değerlerinden
uzak, yüce hayallere hep ihanet eden kendi bitmiş kişiliklerini ve dünyalarını
olduğu gibi çocuk zihnine ve beynine gece gündüz pompalamaktan korkmaz, endişe
etmez ve acı duymaz. Çocuklara yaklaşımı sanıldığından daha fazla yanlışlık ve
tehlikelerle doludur. Bu gerçeklik aileden okula, sokaktan oyun yerlerine kadar
hakimdir ve kurumsallaşmıştır. Çocuk dünyasına kabuslar hakim kılınmıştır.
İhtiyarların dünyası da buna benzer bir anlayışsızlıkla kuşatılmıştır.
Evlatlarıyla aralarında adeta çelikten bir duvar örülmüştür. Sınıflı toplumun
geliştirdiği bir duyarsızlık da bu alandadır. Tarih bu alanda da ağır hükmünü
icra etmektedir. Genel vicdansızlık ve duyarsızlık ihtiyarlık sürecinin
çilesini artırmaktadır.
Demokratik toplumun bu her iki alanı da
yeniden düzenlemesi kaçınılmazdır. Yaşam sadece toy ve hoyrat gençlikten ibaret
değildir. Çocukların hiçbir zaman ihanet edilmemesi, hep saygı gösterilmesi ve
gereklerinin yerine getirilmesi gereken bir özgün dünyaları vardır. Bu dünyaya
ihanet edilmesi topluma çok değer kaybettirmiştir. Yaşlıların ise, hayat
tecrübesinin süzgecinden geçmiş bilgece bir dünyaları vardır. Bu dünyanın
derslerini almayan bir toplumun sağlıklı düşünmesi ve yaşaması mümkün değildir.
Bu nedenle çocukluk ve ihtiyarlık tüketen dünyalar değil, zenginleştiren
üretken dünyalardır. Bu iki dünyanın da demokratik toplum koşullarında özgün
konumlarının gerekli kıldığı özgürlük ve hakları temelinde yeniden kurumsallaşarak
kazanılması, çağdaş uygarlığın kaçınılmaz bir görevidir. Demokratik uygarlığın
aynı zamanda çocukların ve ihtiyarların sevgi ve saygıyla anıldığı, toplumla bu
bilinç ve ahlâki tutumla bütünleştiği çağdır.
Demokratik uygarlık çağı, insan hakları ve
bireyselliğin en çok yükseldiği ve yeni yaşam tarzının ayrılmaz özellikleri
haline geldiği bir dönem olacaktır.
Dogmaların ve ütopyanın gölgesi altında
daha çok kaybeden insanlık ve bireyin kendine gelmesi, uzun bir tarihi sürece
dayansa da, en çok Rönesans’la tarihi bir adım atmış, fakat kapitalizmin
bireycilliğinde tekrar yitirmeyle karşı karşıya kalmıştır. Ancak 20. yüzyılın
bilimsel-teknik devrimleri, insanlığı ve bireyi daha olgun bir hümanizmaya ve
bireyselliğe de zorlamaktadır. Sadece insanlığa ve bireye karşı dehşetle
kaybettirilen bir ihanet ve kanlı yüzyıl değil, bilimin bilinciyle ve tekniğin
olanaklarıyla yeni hümanizm ve bireysellik yükselen vazgeçilmez değerler olarak
kazanılmak ve hakim kılınmak durumundadır. İnsanlık tarihi kadar eski ve toplumun
oluştuğu çağlardan beri sürekli büyüyen bir umut olan insanlık ve
bireyselleşme, ilk defa sağlam bir maddi zemin ve bilimsellik sayesinde
gerçekleşebilecek bir çağı yakalamıştır. Sürekli etnik, dini ve milli
özelliklerle bölünen insanlık, artık ortak teknik, bilim ve demokrasi diliyle
bütünleşmek durumundadır. Bunun olanakları gerçek bir hümanizmayı besleyecek
zenginliktedir. Enternasyonalizm hiçbir dönemde kıyaslanmayacak kadar
yaşanabilecek ve vazgeçilmeyecek bir kurum haline gelmiştir. İnsan hakları
sadece hukukun en gözde alanı haline gelmekle yetinmeyen, bireysellik alanında
da gerçekçi ve toplumla optimal (en elverişli) dengeyi yakalayacak bir bilince
erişerek kurumsallaşmaktadır.
Gerektiği kadar toplumsallık ve gerektiği
kadar bireysellik, çağdaş yaşamın merkezine ilk defa hukukla oturmuşlardır.
Tarihin belki de en anlamlı gelişmesi, toplumsallıkla bireyselliğin optimal
durumunun ilk defa gerçekleşmeye yüz tutmasıdır. O halde yalnız başına bu
nedenle bile demokratik uygarlık dönemine gerçek hümanizm, insan hakları ve
bireysellik çağı demek yerinde ve doğrudur.
Demokratik uygarlığın mekânsal boyutları
taze başlangıçlar halindedir.
Fakat denilebilir ki, ilk defa coğrafi
koşulların zorladığı bir uygarlık aşaması geride kalmış bir durumdur. Bu gerçeklik,
yeni uygarlıksal gelişmenin belli bir coğrafi koşulu zorunlu kılmadığı anlamına
sahiptir. Eskinin tüm uygarlık çağları gelişme ve yayılmalarıyla coğrafyanın
şiddetli etkisi altında kalmışlardır. Kapitalizm çağıyla bu dönem sona
ermiştir. Mevcut durumda kapitalizm dünyanın her parçasında dengesiz durmakla
birlikte, yeniden dönüşerek yayılacak bir toprak parçasına gereksinim
duymamaktadır. Aradığı, daha çok küreselleşme adı altında kendisi için tüm
dünyada geçerli benzer hukuk koşullarının yaratılmasıdır. Uygun coğrafyadan
çok, uygun hukuk aramaktadır. Tabiatıyla hukuktan kast ettiği, ekonomik ve
siyasal kurumlaşmanın engel teşkil eden yapılardan kurtarılmasıdır. Çağdaş
kapitalizm bu anlamda milliyetçilik değil, kozmopolitizm yapmaktadır.
Daha önceki kapitalizm dönemleri
milliyetçilik ve milli devletler dönemini dayatırken, evrenselleşen kapitalizm
artık çok zorunlu olmadıkça milliyetçilik ve milli devlete öncelik tanımamakta
ve hatta bunları bir engel gibi görmektedir. İlk defa bilimsel-teknik devrimlerin
olanaklarından yararlanarak küreselliği kendi çıkarlarına göre yeniden
kurumsallaştırmaya çalışmaktadır. Artık milli ölçüler değil, küresel ölçüler
geçerlidir. Her şey küresel ölçülere göre tartılmakta ve ona göre değer
bulmaktadır. Milli değerler uyum göstermediklerinde, eski eserler müzesine
atılmaktadır. Kapitalizmin bu çağdaş hamlesi, onu içinde bulunduğu derin ve
sürekli bunalımdan kurtaracak bir çare değildir. Kapitalizm daha çok ömrünü uzatmak ve bu süre içinde gerekli dönüşüme
uğrayarak demokratik uygarlık içinde yeniden temel belirleyici bir güç konumuna
erişmek amacındadır. Bu açıdan dönüşüm ihtiyacını teorik ve pratik düzeyde daha
erken duyumsadığını ve bilince çıkardığını belirtmek gerekir. Tarihsel
tecrübeden de yararlanarak, bilimsel-teknik devrimin zorunlu kıldığı
değişiklikleri yapmada reel sosyalizmden erken davranarak üstünlüğünü
kanıtlamıştır. Bu daha çok gelişkin kapitalizmin merkezleri için geçerlidir.
20. yüzyılın sonlarında reel sosyalizmle birlikte bütün dünyayı globalizm adı altında
kendine bir çevre gibi yeniden eklemlemiştir. Merkez ve çevre ilişkileri yeni
küreselleşmenin sıcak sorunlarını teşkil etmektedir.
BM
kendini yenilemezse, aşılmaya mahkûm bir devletlerarası model gibi durmaktadır.
Benzer kıtasal ve bölgesel birlikler yenilenme ihtiyacıyla karşı karşıyadır.
Siyasal alanda eski model devletlerarası birlik anlayışı ne kapitalizmin
küreselliğine, ne de çağın demokratik uygarlık ölçülerine cevap olabilmektedir.
Bunlar klasik kapitalizm ile reel sosyalizmin denge durumunun ürünüydüler. Bu
dönem aşıldığına göre siyasal yapılanmaları da aşılmak durumundadır.
Temel
askeri kurumlar olarak NATO ve Varşova Paktının da sona ermesi gerekmektedir.
Varşova Paktı çoktan sona erdiğine göre, NATO aslında işlevsiz duruma
düşmüştür. Yeni rol tanımlamaları varlığını anlamsız kılmaktan
kurtaramamaktadır. Bu ve benzeri askeri paktlar dönemi aşılmıştır.
Başta
IMF ve Dünya Bankası olmak üzere, ekonomik kurumların yenilenmeden varlıklarını
sürdürmeleri giderek zorlaşmaktadır. Bunların dayandıkları mantık, reel
sosyalist ülkeleri ekonomik olarak tecrit etmek ve azgelişmiş ülke
ekonomilerini güçlü ekonomi merkezlerine bağlamaktı. Bu kaba mantığın dayandığı
dünya da aşıldığına göre, yeniden bir ekonomik düzenleme kaçınılmaz olmaktadır.
Küreselciliğe karşıtlık aslında küreselleşmeye karşı değil, daha çok bu adil
olmayan eski düzenlemesine karşı olmaktadır.
Bu
gerçekliklerin bilinciyle hareket eden çağdaş kapitalizm, ikinci dünya
savaşıyla birçok bölgesel ve yerel savaşın verdiği dersler temelinde, faşizm
seçeneğinin bunalımdan başarıyla çıkışın yöntemi olamayacağının tamamen
farkındadır. Eski burjuva demokrasisi deneyiminden de yararlanarak, hem merkez
hem de çevre ülkeler için kendini yeni uygarlıksal gelişmeye uyarlamanın en
doğru seçenek olduğuna ikna olmuş gibidir. Bu da demokratik uygarlığın gelişme
şansını en çok artıran bir faktördür. Eskiden demokrasiden kaçan, gericiliğe ve
faşizme sığınmaya çalışan kapitalist merkezler, 20. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren genel bir tercih gibi demokratik sisteme dört elle sarılmışlardır.
Kendi sınıf ölçüleri ve önceliklerinden vazgeçmemekle beraber, tümüyle kaybetmemek
için genel demokratik ölçülere uymanın gereğini de en çok bilince çıkaran sınıf
konumundadır.
Demokratik
uygarlık, kesinlikle bir kapitalist yaratım ve olgu değildir.
Bunalım
çağından çıkmanın genel bir tarihsel ve toplumsal dönemi ve dayatmasıdır. Kapitalizmin
burada başardığı, hızlı kavrama ve adaptasyondur. Bu bilinci ve uyarlanmayı
zamanında gösteremeyen reel sosyalizm dağılmaktan kurtulamamıştır. Çünkü çağın
mantığı ve akış gücü sonuçta en belirleyici etken konumundadır.
Demokratik
uygarlığın mekânsal boyutunun tali plana düşmesi, önceliğinin ne olduğunu sorgulamaya
götürür. Bunda başta gelen etken, bilimsel-teknik gelişmenin evrensel
niteliğidir. Bilim ve teknik, tüm insanlığın ortak malı olarak
değerlendirebilecek en temel toplumsal değerlerdir. Hiçbir uygarlığa, sınıfa ve
ulusa mal edilemeyecek kadar kolektif karakterlidirler. Tüm insanlığın bu
gelişmede payı vardır. İlk klan topluluklarının vahşi çağlarda attıkları bir
iki küçük adım, ABDli veya Avrupalı bilim adamlarının attıkları adımlardan daha
az önemli değildir. Tarih, bilim ve teknikteki gelişmede MÖ 6000-4000 yılları
arasında Verimli Hilal’de gerçekleştirilenlere denk gelen ikinci bir dönemin
ancak MS 1600 yıllarından itibaren ortaya çıktığını göstermektedir. Neolitik
bilim ve tekniğin hem süre hem de kapsam bakımından insanlık açısından en
evrensel sonuçları doğuran ve yaşatan gelişmeler olduğu genelde kabul edilen
bir görüştür.
Bilim
ve tekniğin evrensel özellikler taşımasıyla dünyanın yeniden paylaşımının eski
tarzının anlamlı olmaktan çıkması, taşıdıkları kapsam itibariyle ilk defa
gerçekleşen olgulardır. Bu olgular, mekânsal yayılmayla gelişme arasında eski
tarzda sıkı bir bağ kurulamayacağını göstermektedir. Bu gerçeklik demokratik
uygarlığın bir bölgenin has ürünü olarak değerlendirilemeyeceğini, tıpkı bilim
ve teknik gibi evrensel bir yaratım olarak anlaşılmasının daha doğru olacağını
göstermektedir. Demokratik uygarlık, insanlığın ortak deneyiminin tarih boyunca
süzülmüş en değerli uygarlık ürünüdür. Gelişimi, kapsamı ve biçimlenmesi
üzerinde tanımlama düzeyinde kapsamlı durduğumuzdan tekrarlamayacağız. Daha çok
evrensel boyutta gerçekleşme durumunu gözden geçirmenin yararlı bir
bilgilendirmeye yol açması açısından ana hatlarıyla değerlendirmeye
çalışacağız.
Demokratik
uygarlığa en erkenden ulaşma gücünü kapitalizmin güçlü merkezleri göstermektedir.
Bu özellik, demokratik uygarlıkla ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler
arasındaki bağı da kanıtlamaktadır. Daha doğru olan, demokratik uygarlığın
gelişmeler üzerindeki belirleyici etkisidir. Hangi ülke ve toplumsal düzen bu
gelişmeyi kapsamlı yaşıyorsa, ekonomik ve politik yapısını daha üretken ve
yaşamsal kılabilmektedir. Kapitalizmin gelişmiş merkezleri bunun farkına en
erkenden ve kapsamlı olarak vardıkları için, yeni dönem gelişmesinin öncülüğünü
de yakalayabilmişlerdir. Demokratik teori ve pratiği titizlikle inceleme,
özümseme ve uygulamada hayli ileri gitmişlerdir.
Avrupa
bu konuda öncü rolü oynamaktadır. Aralarında farklılıklar olsa da, tüm Avrupa
ülkeleri demokratik sistemi özümseyip daha da geliştirmeleri gerektiğinin
farkındadırlar. Özellikle yüzyıllarca süren dinsel ve milliyetçi kavgaların yol
açtığı çok ağır ve kanlı bilançolar, Avrupa’yı demokrasinin uzlaşıcı ve
barışçıl karakterine sımsıkı sarılmaya götürmüştür. Ne kadar karmaşık olurlarsa
olsunlar, sorunların siyasal sınırlar, farklı din ve ideolojiler, etnik ve
ırksal nedenlerle çatışmaya dönüşmeden çözüme kavuşturulması, yeni siyasal
kültürün en önemli özelliğidir. Bu gelişmenin en somut ifadesi, Avrupa Birliği
(AB) olgusunun giderek gelişmesidir. AB sadece bir siyasal birlik olmayıp,
genel uygarlık prensibidir. Birliğin genişleme ve derinleşme sorunları vardır.
Tüm Avrupa ülkelerini federal bir çatı altında birleştirmesi güçlü bir
olasılıktır. Daha geri bir Avrupa’ya yol açması düşünülemez. Avrupa’nın dünyayı
da en çok bu yeni uygarlık projesiyle etkilemesi gündemdedir. Demokratik
uygarlığı ne kadar derinleştirir ve genişletirse, dünyadaki öncü konumunu da o
denli pekiştirebilir. Fakat kapitalizmi doğuran koşulların varlığı ve
kapitalist yaşamın kök salmış olmasından ötürü, bu konumu fazla ilerleme
potansiyeline sahip değildir. Yeni uygarlıksal gelişmenin sağ güçlerini temsil
edecektir. Diğer birçok uygarlıksal gelişmede görüldüğü gibi, yeni merkez rolün
ancak ona uzak ve hatta onunla çelişkili bir konuma sahip alanda gelişmesi
gerekmektedir. Bu rolü alanın coğrafi koşullarından çok, kültürel koşullarının
belirleyeceği konum arz ettiği vurgulanmıştır.
Avrupa
uygarlığı potansiyelini büyük oranda kullanmış sayılmaktadır. Doğuracak
yenilikleri fazla kalmamıştır. Kapitalist zihniyet ve ruh son derece sert
dokularını oluşturmuş olduğundan, yeni uygarlık kişiliğine açılımı sınırlı
olacaktır. Ama yine de iç çelişkilerinden ötürü, birçok kişi ve güç odağı yeni
uygarlık alanında katkı rolünü oynamak durumundadır. Avrupa özelliklerini
tümüyle inkâr etmek ancak gericilikle mümkündür ve ilerlemeye imkân tanımaz.
Yapılması gereken, eleştirel yaklaşımla alınması gerekeni alarak, tutuculaşan
kabuğunu parçalayıp atmaktır. Avrupa’nın kendi refleksleriyle yeni uygarlığa
yol açma yeteneği olmadığından, rolü ancak katkı düzeyinde olabilir. En doğru
tutum, ne ondan bir kurtarıcı rol beklemek ne de onu inkâr etmektir. Çözümlemek
ve yeni ideolojik kimlikle aşma gücü göstermek bu tutumun gereğidir. Avrupa;
Sümer, Mısır, Grek ve Roma uygarlık merkezlerinin bir dönem yaşadığı duruma
benzer bir konuma gelecektir. Aslında bu sürece girmiştir. Bu süreci
derinliğine yaşaması gerekir. Daha şimdiden birçok çevre, merkezi Avrupa’yı
aşılmayla karşı karşıya getirmektedir. Doğurdukları olgunlaşırken, kendisi
ihtiyarlaşmaktadır.
ABD,
Avrupa’nın ilk elde başka kıtada doğurduğu en hoyrat evladı durumundadır. Kuzey
Amerika’nın elverişli ve bakir coğrafyası hızla büyümesine yol açmıştır.
Avrupa’nın maceracı eğilimlerine tanık olan coğrafya, başlangıçta Kızılderili
katliamlarıyla karşılaşmıştır. Belli bir ayaklanmadan sonra, son iki asır
içinde bağımsızlaşmış ve birçok alanda üstünlüğü yakalamıştır. Dünyanın her
tarafından akan göçler bir dünya modelini ortaya koymuştur. Buna yeni yetmeler
dünyası da denilebilir. Hoyrat ve gün görmemişliği bu özelliğinden ileri gelmektedir.
Ülkelerinde kaybetmenin hırsı ve kiniyle hareket eden nüfus; acımasız, her şeyi
para olan, bütün ölçülerinde menfaati ve pragmatizmi esas alan soğuk mantık
yapısını ve vicdansız bir ruh dünyasını oluşturmuştur. Denilebilir ki,
insanlığın en köksüzleri burada birleşip karşı bir dünya oluşturmuş gibidir.
ABD bir yana, dünya bir yana ikilemini doğurmuşlardır.
20.
yüzyılın bir ABD yüzyılı olduğunu söylemek bazı yönleriyle doğrudur. Bilim ve
tekniğin gelişiminde katkıları önde gelmektedir. Demokratik uygarlığın
gelişiminde de rolü küçümsenemez. Her iki alanda da Avrupa’nın bir eki ve
tamamlayıcısı olmakla birlikte, küreselleşmede daha güçlü ve hızlı adımların
sahibidir. 20. yüzyılın sonlarında kendini dorukta görmektedir. Ama içten içe
büyük bir çürümeyi yaşadığı kesindir. Roma’nın son günlerine benzemese bile,
yine de yükselişin değil, çöküşün işaretleri daha çok geçerlidir. Dünya için
geliştirmek istediği yeni sömürgecilik Vietnam’la aşılmıştır. Küreselleşme
adımları ise, mevcut özellikleriyle her geçen gün daha çok tepki toplamakta ve
tecrit edilmektedir. BMli, NATOlu ve IMFli dünya egemenliği çok hantal
işlemekte ve astarı yüzünden pahalı olmakta; bu egemenliğin 21. yüzyılda
aşılması ve ikincil plana düşmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Bu
durum Avrupa’nın bir yansıması olarak da görülebilir. Ana merkezin
yaşadıklarını evlatlarının yaşamaması düşünülemez. ABD’nin demokratik uygarlık
çağı için geliştireceği fazla bir yenilik yoktur. Ama yine de dünya çapında
sınırlı da olsa oynayacağı rol AB'ninkiyle örtüşmektedir. Daha otoriter ve
faşist eğilimleri beslemesi çıkarına olmaktan çıkmıştır. Açık müdahaleleri
yürütecek gücü yoktur. Bilimsel-teknik gücüne dayanarak, demokratik örtü içinde
küreselleşmeyle kendini sürdürmeyi temel strateji durumuna getirmiştir. Hem
dıştan hem de içten giderek sorgulanacağı ve etkisinin sınırlandırılacağı
kesindir. Tarihte bir dönem Grek dünyasının Roma’nın karşısında yaşadığı
durumu, Avrupa ve ABD ikileminde görmekteyiz. Sanki tarihi bir tekerrür söz
konusudur. Kaderlerinin de birbirine benzemesi doğaldır. Nasıl barbarların
hamlesi Roma’ya yönelerek çözülme sürecini hızlandırmışsa, tüm dünyanın
barbarları denilmese de, benzer konuma sahip akınlar ABD'ndeki bunalım ve
çözülüş için benzer rolü oynamaktadır. 21. yüzyıl bu biçimde bir diyalektikle
ABD'yi Rusların reel sosyalizmde yaşadıkları duruma düşüreceğe
benzemektedir.
Uygarlıkların
ana kıtası Asya, parçalı bir gelişime tanık olmaktadır: Kuzeyde ve ortada Rus
önderlikli blok, Doğuda ve Büyük Okyanusta Çin, Güneyde ise Hindistan. Japonya
ve Avustralya’nın özgün konumlarından bahsedilemez. Batı uygarlığının uzantısı
durumundan öteye rolleri yoktur.
Ruslar
ve Rusya, ne tam Avrupalı ne de Asyalı karakterleriyle derin bir ikilemi
yaşamaktadır. Bir özgünlüğü yakalamaktan uzaktır. Rusların reel sosyalizmin
önderliğine soyunmaları hem kendilerine hem dünyaya pahalıya mal olmuştur. 20.
yüzyılın tahripkâr ve kanlı geçmesinde rolleri önemlidir. Bir nevi dogmatizmle
ütopyacılığın en anlamsız biçimini deli gömleği gibi sosyalizm adına insanlığın
sırtına geçirmeye çalışmışlardır. Bu tutmayınca, sanki hiç sorumlulukları
yokmuş gibi utanmazca sıvışmayı politika sayarak düşkünlüklerini
kanıtlamışlardır. Uç bir komünizm umacılığından diğer uca, kapitalizmin mafyacı
tarzına düşmeyi karakterlerine yakıştıracak kadar bir düşkünce ve üstünce
ikilemi yaşamaktan çekinmemişlerdir. Şu anki durumları sersemleşmeye benzemekte,
nereye yönelecekleri kestirilememektedir. Ama karakterlerindeki ikilemi
sürdürmeleri kaçınılmaz görünmektedir. Kapitalizmi derinleştirirken, reel
sosyalizme benzeyen durumları yaşamaktan da geri durmayacaklardır. Toparlanır
toparlanmaz, başta Orta Asya ve Kafkasya’da olmak üzere, etkili olmak
isteyeceklerdir. Ama 21. yüzyılda 20. yüzyıldaki seviyelerine gelmeleri de beklenemez.
Bir çevre merkezi olarak konumlarını pekiştirmeyi ve ehlileşmeyi yaşamaları
kaçınılmazdır. Bilimde, teknikte ve demokratik uygarlıkta ABD ve AB'ye öykünüp
benzemeye çalışacaklardır. Özgün bir katkıları düşünülemez.
Çin,
daha ilginç gelişmelere konu olabilir. Şimdiden ekonomide kapitalizmle,
siyasette ise reel sosyalizmle çirkin bir evliliği sürdürme başarısını
göstermektedir. Tam gayri meşru bir evlilik; ‘Çin işi, Maçin işi’ tekerlemesini
doğrularcasına. Nüfus büyüklüğü ve çalışkanlıkları ejderhavari bir büyümeye yol
açacaktır. Ne kadar özgün bir uygarlık olacağı belli değildir. Tarihte Çin’in
rolü, büyük uygarlıkları mükemmelce taklit etme yeteneğinde bir üstünlüğe sahip
olmasında görülmüştür. Çinlilerin müthiş taklitçi oldukları söylenebilir.
Japonlar ve diğer Hindi Çini halkları da bu dalgaya dahildir. Reel sosyalizmi
taklitleri de müthiş ve başarılı olmuştur. Şimdi tüm sistemlerden yararlı olanı
almaya devam etmektedirler. Bunun karşılığında dünyaya neyi nasıl saçacakları
belli değildir. Sakinlik ve barış ihtimali yüksektir. Ama herhangi bir dünyalı
güçle takışmaları halinde, felaketi geliştirebilecek güçlerin başında
gelmektedir. 21. yüzyılın yükselen bir gücü olması kaçınılmaz görünmektedir.
Çirkin evliliğin nasıl sonuçlanacağı en çok merak uyandıran bir konudur. Ama
farklı bir uygarlıksal çıkış merkezi olması beklenmemelidir. Çinliler en değme
kapitalistten daha kapitalist, en değme komünistten daha komünist olma
cambazlığını gösterme yetenekleriyle ancak taklitte ilerleyebileceklerdir. Yeni
bir sentezle ilgileri yoktur.
Hindistan’daki
durum, özgünlüklerinden çok, tarih boyunca yaşadığı kültürlerin işgal derinliğini
sürdüreceğe benzemektedir. Hindistan bir dönemler Aryen kültürün muhteşem
sesleriyle çınlayıp gelişti, Brahmanizm’e kadar ulaştı. Budha’yı yarattı.
İslami kültürü yaşadı. Feodalizmi derinliğine kendine mal etti. Tanımadığı ve
özümsemediği işgal kalmadı. Daha çok her işgalciyle yatan, ama kendine mal eden
kadını andırmaktadır. İngiliz kocasıyla kapitalist evliliği kendisine yaramışa
benzemektedir. Liberal demokrasiyi uygulayabilmektedir. Bilim ve teknikte
ABD'ye bile ulaşabilir. Barışçı yanı ağır basan bir halk mozaiğine sahiptir. En
renkli bir kültür olarak Asya’nın geleneğindeki yerini koruyacaktır. Ama yeni
bir uygarlıksal adımdan çok uzaktır. İngiliz çizgisinde sadıkane gelişmesini
sürdürecektir. Bu çerçeve altında tarihsel kimliğini koruyarak gelişecek ve
varlığını sürdürebilecektir.
Asya’nın
birçok marjinal kültürü de vardır. Türkler, İranlılar ve Endonezya gibi. Ama
bunlar daha çok Ortadoğu denkleminde yer almaya yatkındırlar. Rusya, Çin ve
Hindistan’ın ortak bir Asya potasında birleşmeleri beklenemez. Bir ABD veya AB
olmaları, mevcut özleri itibariyle şimdilik mümkün görünmemektedir. Genel bir
ittifak konumları bile ufukta görünmemektedir. Tarihte Asya nasıl idiyse, öyle
olmaya devam edecektir. Tüm uygarlıkların büyük arka cephesi olmayı sürdürecektir.
Ama dev gibi görünme konumundan da hiçbir zaman vazgeçmeyecektir.
Latin
Amerika, Avrupa ve ABD'nin bileşkeli uzantısıdır. İkisiyle kurduğu ilişkiler
kendisi gibi harika bir melezliğe yol açmıştır. Irkların, kültürlerin,
sistemlerin melezliği, güzellik yanları da dahil, ne kadar çarpıcıdır? Bundan
bir özgünlük çıkması zordur, ama bireysel kahramanlıklar ve özgünlüklere en çok
gebe bir kültürdür. Bolivar’ları, Zapata’ları, Che'leri ve Castro'ları
çıkarmayı sürdürebilir. Büyük ağabeylerin Hint ve Çin benzeri taklitçiliği
beklenmemelidir. Asidirler, ama mevcut aşılanmış kişilikleriyle yeni
uygarlıksal adımları doğurmaları zordur. Yine de devrimci çıkışlarla yeniliğin
umutlarını en çok diri tutacak bir kıta parçasını ve kültürünü temsil etmeleri
beklenmelidir. Zordakilerin onurlu umut kişilikleri olmayı kolay kolay
bırakmayacaklardır. Ama güçleri bir sistem yaratmaya yetmez. Çağdaş demokratik
uygarlığı özümsemelerinin 21. yüzyılda gerçekleşmesi bile kendileri için başarı
sayılmalıdır.
Kara
Afrika’sı en alttakileri oynamaya devam edecektir. Siyah ırk büyük sorun olarak
duracaktır. AIDS bu gerçeğin bir sembolüdür. Halbuki kıta olarak en görkemli
bir ana olabilecek her şeye sahiptir. Ama kötü kocaların, hem yerlisi hem
yabancısının elinde en kötü durumlara düşmekten kolay kolay kurtulamayacaktır.
Ama geç de olsa doğuşu, güzel siyah ana biçiminde olacaktır. Erkeğin değil,
kadının rengiyle doğacak uygarlığın en kolay yayıldığı alan olacaktır. Bunu
Latin Amerika ve Hindistan izleyecektir. Üçünün de ana ve kadın geleneği
güçlüdür ve umut vaat etmektedir. Geç ve güç de olsa, Afrika direnecek ve belki
de gerçek kişiliğini yeni uygarlıksal gelişmenin tam zaferinde yakalayacaktır.
Uygarlığın
gelişimi yönünde eskiyi sürdürmeye dayanan dogmatizmle, yeniyi belirleme hayallerini
ifade eden ütopyacılığın gücü önemli kırılmalara uğramıştır. Sürükleyici
yetenekleri büyük bir kuşkuyla karşılanmaktadır. Tarihte buna benzer dönemlere
tanık olmaktayız. MÖ 2 binin sonlarında Sümerlerin çöküşü ile dönüşümü, miladi
yıllarda köleci bakış açılarının çözülüşü ve MS 1500'lerde Rönesans’ın doğuşu
dönemlerinde geçmişe ilişkin kuşku ve şüpheler artmaktadır. Geleceğe ilişkin
karamsarlık ve arayış iç içe olmaktadır.
2000’ler
dünyası benzer bir konumu yaşamaktadır. Dogmatizm adeta can çekişirken, ütopyaların
içine düştüğü durumda da hayaller yıkılmakta, sığ bir pragmatizmin etkisi
insanlığı heyecansız ve biraz da çaresiz bırakmaktadır. Adeta ‘vur patlasın,
çal oynasın’ felsefesi yaşanmaktadır. Kapitalizmin yeni hayaller yaratması
olası görünmemektedir. Bu hayalleri ancak ABD, Hollywood film dünyasında
yaratabiliyor ki, bununla insanlığı uzun süre oyalamak ve uyuşturmak pek mümkün
değildir. Tüketim toplumuyla yürüyen pragmatizmin köklü bir felsefi gelenek
oluşturması ve hayal yaratması özüne aykırıdır. Her şeyi günübirlik yaşamak
geçerlidir. Bu, bunalım dönemlerinin tipik günü gün etme anlayışıdır. Komünizm
ütopyacılığının temelindeki sakatlık, idealize ettiği amaçlara ters pratik
sergilemesi, reel sosyalizmin kötü örneğinde sosyalizmin çekiciliğine büyük
kuşku duyulmasına yol açmıştır. Sosyalizm kendini yenileme ve köklü dönüşüm
çabalarına ihtiyaç duymaktadır.
Çağımızın
insanı bu gerçeklik karşısında yeniden büyük bir arayış içine girmek durumundadır.
Eldekiyle güncelliği kurtarabilir, ama geleceğin köklü inşasını
gerçekleştiremez. Dogmatizmden fazla medet umacak durumda olmadığının bilincine
erişmiştir. Bilimsel teknik temeli yeterli olmayan ütopyaların peşine
takılmanın da dogmatizmden pek farklı sonuçlara yol açmadığını görmüş ve
denemiştir. Bunlarla birlikte tarihin en büyük bilimsel teknik devrimler çağını
yaşamaktadır. Bu temelin mümkün kıldığı demokratik uygarlık dünyayı
sarmaktadır. Fakat demokratik uygarlığın kendisi de zıt uçların vahşet
aşamasını bile geride bırakan varlığını yumuşatma ve uygun uzlaşı
platformlarıyla çözümü kolaylaştırmaktan öteye köklü olma, kalıcılığı uzun
süreli ve temelli kılma zaaflarını tümüyle aşmış olmaktan uzaktır. Mevcut aşama
aslında tipik bir araştırma, arayışları derinleştirme, daha köklü çözümler
bulma anlamında yaşanması zorunlu ve oldukça uzun sürmesi gereken bir tarih
aşamasıdır. Yaşamadan atlanamaz. Aksi halde Paris Komünü’nden reel sosyalizmin
birçok felaketli örneklerine kadar olgunlaşmayan çözümlerin tahripkar sonuçları
önlenemez.
Birçok
yüce amaçlı ve kutsal çabalı devrimci pratiklerin karşılaştığı acı sonuçlar, bu
gerçeklikle bağlantılıdır. Demokratik uygarlık döneminde yeni insanlık sentezi,
çok yönlü ve karmaşık birçok tez ve antitez, daha insani ve çok renkli evrensel
hukukun meşru savunma hakkı dışında şiddete yer vermeyen mücadelesi sonucunda
doğacaktır. Çağımız, dünyanın birçok önemli merkezinde bu yönlü gelişmelerin
birikimine sahip olmakla birlikte, sentezi doğurmaktan uzak bir durumdadır.
Anlayış ve gözlem gücümüzü yeniden uygarlığın beşiği olmuş, gençliğini yaratmış
Ortadoğu kültür geleneğine çevirmek, olası sentezi ortaya çıkarmaktaki
potansiyel gücünü ve ufkunu değerlendirmek çözümleyici bir nitelik
taşımaktadır.
****
-demokrasi bir
sistemmidir yoksa bir süreçmidir
-demokratik gelişmelerde zorun rolü varmıdır nereye kadar
ve nasıldır.
-toplumsal
gelişmenin önündeki engellerin ortadan kaldırılmasında
demokrasinin rolü nedir.
-demokrasilerde toplumsal
kesimlerin yeri ne olmalıdır.
.....................................
-demokrasi teknik
gelişim arasındaki bağlantı nedir.
-demokrasi ile bilim arasındaki ilişki nedir.
......................................
-demokrasi ile meşru savunma arasındaki ilişki nasıldır.
-Toplumsal sistemlerin oluşumunda demokrasi ile zor arasındaki karşılaştırma nasıl yapılabilir.
.....................................
demokrasi ile devlet arasındaki ilişki nasıldır
demokrasi ile siyaset arasındaki ilişkiler nasıldır
demokraside insan hakları ve kadın özgürlüğü sorunu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder