11 Mayıs 2014 Pazar

Demokratik Uygarlık Çağı



Demokratik Uygarlık Çağı
Abdullah  ÖCALAN
Eski uygarlık sisteminin derinleşen ve süreklileşen bunalımıyla yeni uygarlıksal çıkışın belirginleşmediği bu geçiş aşamasına Demokratik Uygarlık Çağı demek uygun düşmektedir. 20. yüzyılın sonunda bir uzlaşma rejimi olarak demokratik yönetimlerin hakim duruma geçmesi keyfi bir tercih olmayıp, yaşanılan koşulların bir sonucudur. Bu duruma gelinmesinde kapitalizmin faşizm seçeneğiyle, reel sosyalizmin totalitarizminin iflas etmesinin belirleyici payı vardır.
Kapitalizmin faşizm tercihi sadece Hitlerci biçimiyle değerlendirilemez. Bu, kapitalizmin toptan gericileşmesinin kanlı rejim gerçeğinin, sermaye olarak da finans sermayesinin egemen hale gelmesinin doğurduğu bir süreçtir. Sadece kapitalizmin merkezlerinde değil, çevre ilişkilerinde ve kenar ülkelerinde de yaygınlaşmaya çalıştığı bilinmektedir. Faşizmin tarihin tanıdığı en sert rejim olması; çöküş koşullarının verdiği ürküntü, milliyetçiliğin dinsel taassubu bile geride bırakan şoven karakteri ve sosyalizmin bir sistem olma ihtimalinin güç kazanmasından ileri gelmektedir. Başarısızlığının temelinde ise, genelde insanlığın kazandığı özgürlük düzeyiyle bilimsel-teknik devrimlerin başarıları yatmaktadır. Bu durum kapitalizmi yeni seçeneğe zorlamıştır. Faşizmin topyekün zaferi mümkün olmadığına ve çöküş de kabul edilemeyeceğine göre, uzun süreli bir uzlaşma sistemi kaçınılmaz olmaktadır. Bu uzlaşma rejimine demokrasi denilirken, fazla yabancısı değildir. Özellikle teknik devrimin büyük başarıları, demokrasinin sadece dayanmakla kalmayıp gelişmeyi en çok sağlayan rejim olduğunu kanıtlaması, kapitalizmin artan güvenine yol açmaktadır. Demokrasi, baştaki sınırlı uygulamalarına karşılık, 20. yüzyılın sonlarında evrensel bir sisteme gidişin en uygun yaşam ve yönetim biçimi olarak kabul görmekte ve giderek yaygınlaşmaktadır.
Reel sosyalizmin totaliter yönelmesi, sosyalizmin daha da ilerletmesi gereken özgürlük ilkesiyle çelişmektedir. Bireyin toplum adına eritilmesi eşitlik amacına bağlansa da, burjuva liberalizmi kadar yaratıcı kılamayacağı ortaya çıktığında başarısızlığı kaçınılmazdır. Kölelikte en mükemmel eşitlik vardır. Kölelikte olmayan şey özgürlüktür. O dönemden beri insanlığın en önemli tüm eylemleri biraz daha özgürlük için olmuştur. Reel sosyalizm, bir tür zamana uydurulmuş Sümer rahip rejimidir. İlk kolektif köleliği Sümer rahipleri gerçekleştirmiştir. Bu bir tür devlet köleciliği olmakta ve reel sosyalizmin devletçiliğine çok benzemektedir. İster sağ ister sol adına gerçekleştirilsin, devlet temelinde kurulan sistemlerin belki eşitliğe hizmeti olabilir, ama bu mutlaka birey özgürlüğünün feda edilmesiyle mümkündür. Devletin kendisi, sınıflı toplum koşullarında özgürlüğün inkârıdır. Daha da yoğun ve çok genişlemiş bir uygulama olarak, reel sosyalist devletçilik birey özgürlüğünü kapitalizmin çok gerisine düşürmüştür.
Özgürleştirmeyen rejimlerin özgürleştiren rejimler karşısında başarılı olmasının zor dışında başka bir yolu olamaz. Sovyet sistemi esas olarak bu noktada kaybetmiştir. Tabii bu gerçekliğin arkasında ideolojik kimliğin yanlışlıkları yatmaktadır. Birey kimliğini kapitalizm kadar özgürleştiren bir felsefi yaklaşımı gerçekleştirmeden ve bunu gerçekçi bir eşitlik anlayışıyla bütünleştirmeden, yeni bir uygarlıktan bahsetmek ağır bir yanılgıdır. Kaba materyalist bir felsefeyi de yaşam kılavuzu olarak aldıktan sonra, kendini yeni bir kölelik düzeniyle karşı karşıya bulmak kaçınılmazdır. İnsan yaşamı gibi son derece karmaşık bir olguyu birkaç kaba materyalist klişeye indirgemek, güdülerine mahkûm insanı yaratmanın kapısını ardına kadar açmış olacaktır. Sovyet deneyimi biraz da bu gerçekliğin kanıtıdır. 20. yüzyılın şahlanan her türden milliyetçiliği ise, çağdaş kabilecilikten başka bir içeriğe sahip değildir. Nicel ve nitel olarak büyümüş kabilecilik olarak, milliyetçiliğin yeni bir uygarlığa katkı sağlaması beklenemez. Çağdaş demokrasiyi çözümlerken, bu temel gerçeklerle ilişkili olarak bakmak gerekir. Nükleer dehşet dengesinde en totaliter devletçilikle bütün insanlar asker ya da işçi olurlar. Sınıflı toplumun katlanılabilir tüm ölçülerini aşan bu gelişmeler, tıkanmış devrim ve karşı-devrim yapılanmaları olup, normal rejim işlevini göremezler. Ne herhangi bir devrim ne de karşı-devrim böylesi yapılanmalarla uzun süre ayakta kalabilir. Kalamayacağı da çok sayıda örnekle güçlü bir biçimde kanıtlanmıştır.
Demokrasiye ilişkin birçok tanımlama yapılabilir. Sınıf karakteri, uzlaşmacılığı, barışçılığı üzerinde uzun boylu durabilir. Teorik ve pratik gelişmesi derinliğine açımlanabilir. Kendi başına bir uygarlık sistemi olmadığı da belirtilebilir. Fakat ilk defa tüm halklar, kültürler, ideolojik, ekonomik ve politik tercihler adına en kapsamlı bir arada barış içinde gelişme ve yarışma olanağının çok yetersiz de olsa gerçekleştiğini söylemek mümkündür. 20. yüzyılın sonunda zaferi kesinleşen demokrasinin dar sınıf karakterini aştığını belirlemek büyük önem taşır. Bu döneme kadar uygulanan tüm demokrasiler dar bir sınıf damgasını taşırlar. Demokrasinin biçimde de olsa tüm resmi yurttaşları kapsamına almadığı, dar bir zengin yurttaş topluluğunun yönetim biçimi olmaktan öteye gidemediği söylenebilir. Bir nevi ilk Athena demokrasisi gibi sınıf gerçeklikleri esastır. Fakat 20. yüzyıl sonunda kesinleşen demokratik sistem bu darlıkları ileri düzeyde aşmış bulunuyor. Sadece sınıf kapsamını genişletmekle kalmıyor; en geniş düşünce, inanç, kültürel yaşam, ekonomik farklılıklar, siyasal partileşmeler gibi temel alanlarda özgür ifade ve örgütlenmeye olanak tanıyor. Bütün karşıtlar zora başvurmaksızın kendilerini değiştirme ve geliştirme şansına az veya çok sahipler. Burada sınıfsal ve ulusal, düşünsel ve inançsal, ekonomik ve kültürel, sosyal ve siyasal alanlarda karşıt mücadele ve dayanışma bitmiyor. İlişki ve çelişkiler dondurulmuyor. Sadece barışçıl biçimlerde ve geçerli yasalara bağlı olarak yürütülme dönemi doğuyor.

Demokrasinin Daha İnsani Bir Öz Taşıdığı Kesindir.
Çok kan dökmenin yiğitlik ve büyüklük ölçütü olarak kullanılması, en barbar bir sınıflı toplum geleneğidir. Bunun o kadar yüceltilmesi ve kutsanması, aslında en lanetli bir gerçekliği örtbas etmek içindir. Korkunç katliamlarla kazanılmış hiçbir zafer kutsal olamaz. Eğer mutlaka kutsallıktan bahsedilecekse, tüm insanlığın hayrına zorunlu doğum sancıları dışında, en az acıyla gerçekleşen ilerlemeler bu sıfata layık olabilir. Dolayısıyla sınıflı toplum tarihi boyunca onun kanlı yönetim biçimlerini aşarak herkese, her etnik, dini, cinsi, ekonomik ve siyasal gruba kendini özgürce ifade etme rejimi olarak tanımlanabilecek çağdaş demokrasi, kutsallık sıfatına en yakın yönetim ve yaşam biçimidir. Bu kapsamda da tarihte ilk defa gerçekleştiğini belirtmek yerindedir.
Çağdaş demokrasinin gelişimi içten ve evrimseldir. Kendini çarpıcı sonuçlarla ortaya koymaz. Ama zihnini ve ruhunu yaratıcı gelişmelerle doldurmak istiyorsa, insanlığın bu rejimden daha iyisini bulamadığı da rahatlıkla belirtilebilir. Demokrasinin neden ilk defa bu kapsamda gerçekleştirildiği sorununa yeterince yanıt verilmekle birlikte, yine de derinleşen ve süreklilik kazanan bunalım ile bunu aşmanın maddi imkânlarını ortaya çıkaran bilimsel-teknik devrimler demeyi bıkmadan tekrarlamalıyız.
Uygarlık çözümlemelerimizin kanıtlamaya çalıştığı önemli bir gerçeklik, sınıfların oluşması ve ortadan kalkmasının zorla gerçekleştirilmeyeceğini ortaya koymaktadır. Bunda daha çok teknik kapasite belirleyici olmaktadır. Teknik verimle bir topluluk gelişme imkânını kanıtlayınca sınıfın oluşması kaçınılmazdır. Çünkü bu gelişmeden herkes yararlanmaktadır. Başlangıçta kölelik sistemi kurulduğunda bile, yaşam koşulları birçok köle açısından eskiye göre daha güvenli ve karın doyurucu niteliktedir. Sınıflaşmayı asıl doğuran bu maddi imkândır. Tarih boyunca tüm sınıfsal gelişme diyalektiği bu gerçekliği doğrulayıcı niteliktedir.
O halde kapitalist uygarlık döneminde devrimle, zorla ortadan kaldırmak fiziki olarak mümkün olsa da, kurumsal olarak sınıfların ortadan kaldırılamayacağı, imkân bulur bulmaz yeniden doğacağı özellikle reel sosyalizmin deneyimlerinden iyi anlaşılmaktadır. Reel sosyalizmde zorla bazı sınıflar ortadan kaldırıldı. Ama daha piçleşmiş olarak yenilerinin oluşması engellenemedi. Bunun nedeni yine teknik düzeydir. Teknik düzeyin müsaade ettiği, gelişmesine yol açtığı bir sosyal olgu, ancak bir teknik düzeyde gereksizleşirse ve ihtiyaç olmaktan çıkarsa ortadan kalkar. Devrimle, zorla, karşı-devrimle sosyal olgular belki engellenir, ama ortadan kaldırılamaz. Dolayısıyla teşkil edildikleri toplumlar da hem alt hem üstyapılarıyla ancak teknik gelişmeler kaçınılmaz kıldığında ortadan kalkar veya başka bir toplumsal biçime dönüşürler. Çağdaş demokrasilerden önce yapılan çılgınlıklar bu kuralın göz ardı edilmesine dayanmaktadır. Hem faşist totalitarizm, hem de reel sosyalist düzenler bu nedenle başarılı olamadılar. Ama gelişen teknik onların isteyip de başaramadığı birçok gelişmeyi imkân dahiline sokmaktadır. Herhalde Hitler’in elinde nükleer silahlar bugünkü gibi birikmiş olsaydı, istemediklerini yok edebilirdi. Çünkü teknik temel vardır. Artık kalabalık işçi ve köylü sınıfına gereksinim yoktur. Çünkü teknik gelişme bu tür sınıfların bu kapsamda varlığını gereksiz kılmıştır. Sonuçta belirleyici olanın zor değil, teknik olduğu açıktır.
Bu durumda çağdaş demokrasi hem teknik ayıklamaya, dolayısıyla gelişmeye en çok imkân veren, hem de bu temelde sosyal olguların zora başvurmadan, doğallık içinde ve bir tür sosyal ayıklama yoluyla ortadan kalkmasına ve dönüşmesine imkân sunan en gerçekçi yol oluyor. Demokrasinin esas gücü, ona çok yürekten bağlı olanlardan değil, bu doğru çözüm yolundan ileri gelmektedir. Yapılan bilimsel çalışmalar, demokrasiyle ekonomik gelişme arasında sağlam ve kalıcı bir korelasyonun (bağlılaşımın) bulunduğunu ortaya koymuştur. Hiç şüphesiz bunun da altında yatan temel neden, oluşumun doğal düzenine en yakın toplumsal duruşun temsil edilmesidir. Burada doğanın rahipçe tarzı veya kaba materyalist bir yorumuna dayalı gelişmesinden bahsetmiyoruz. Olduğu gibi, kendi özgünlük yasaları da göz önünde bulundurularak, toplumun dönüşüm yasaları ancak genel evrim kuramının çerçevesi içinde olabilir. Onun dışında veya onu aşan bir sosyal olgu yapıcılığı, insan cehaleti elinde ancak çılgınlıklara yol açabilir.

Demokratik Çağın Bazı Özellikleri.
a- Çağdaş demokrasi, köleci dönemden beri sürekli yetkinleşen sınıflı topluma dayalı uygarlık sisteminin derin ve süreklileşen bunalımının ürünüdür. Toplumun tüm ilke ve kurumlaşma sistemi büyük bilimsel-teknik devrim karşısında yetmezliğe düşmüştür. Bu durum ekonomik alandan ideolojik alana kadar genel bir savrulmayı, alt üst oluşu ifade etmektedir. Tüm ilkelerden kuşku duyulmakta, kurumlar işlevsizliğe düşmektedir. Buna karşın yeni toplumsal sistem de belirginleşmekten uzaktır. İdeolojik kimliği ve temel kurumlarının ne şekil alacağı kestirilememektedir. Eskinin faşist restorasyonuyla yeninin devrimci Sovyetik yapılanmaları çözüm gücü olmadıklarını kanıtlamışlardır. Çağdaş demokrasi bu tarihi evrenin yönetim ve yaşam biçimidir.

b- Bilimsel-teknik devrimler sınıflı toplum biçiminde yaşamayı ve uygarlaşmayı buna dayandırmayı bir zorunluluk olmaktan çıkarmıştır. Teknik temel sınıflaşmayı değil, sınıfsızlaşmayı geçerli kılmaktadır. Sınıflı uygarlık teknik seviyeye dayalı olarak geliştiği gibi, mevcut teknik düzey artık bu tarzı toplumun önünde en temel engel olarak görmektedir. Teknik, sınıflı toplumun inkârını gerektirmekte; sınıflı toplumdan meslek toplumuna, yeni bir toplumsal kategoriye doğru zorlamaktadır. Çağdaş demokrasinin altyapısı, teknik temelin sınıflı toplumu bir zorunluluk olmaktan çıkarmasına dayanmaktadır. Diğer bir deyişle, teknik devrim çağdaş demokrasinin en güçlü temelidir. Çağdaş demokrasiyle bilimsel-teknik devrim arasında tayin edici bir bağ oluşmuştur. Daha önceki hiçbir tarihsel dönemde bu yönlü bir gelişme ortaya çıkmamıştır. Dolayısıyla çağdaş demokrasi keyfi bir seçenek değil, yeni tarihsel aşamayı belirleyen tekniğin bilinçli ve örgütlü toplumu mümkün kılan maddi gücüne dayanmaktadır. İkisi birbirini en iyi besleyen seviyeyi yakalamışlardır. Birbirine gereksinim duymakta ve geliştirmektedirler.

c- Sınıfların ve her türden toplumsal olguların ortadan kaldırılması veya dönüştürülmesi zorla değil, ancak teknik ve bilimsel seviyenin değişmesiyle mümkündür. Zorla toplumsal olgu yaratılmayacağı gibi, ortadan da kaldırılamaz. Dönüştürülmede de belirleyici olan zor değil, bilimsel-teknik temeldir. Belki bazı sınıfsal ve toplumsal olgular fiziki olarak ortadan kaldırılabilir veya oluşturulabilir. Ama zora dayalı oldukları için, bunlar başka zorlar karşısında ortadan kaldırılmaktan kurtulamazlar. Zorun temelinde cehalet belirleyici rol oynar. Pratik ve bilim cehaleti aştıkça, zorun anlamsızlığı daha da iyi ortaya çıkar. İnsanlık tarihinde zor, büyük oranda bilim ve pratiğin gelişmeyişinin bir ürünüdür. Zorun yeni doğmakta olan bir toplumun ebesi olduğuna ilişkin teori doğru anlaşılmak durumundadır. Bir annenin doğum sancısında ebenin görevi, daha az sancılı ve sağlıklı bir doğuma yardımcı olmaktır. Ama tarihte uygulanan zorların niteliği, daha çok doğmuş sağlıklı çocukları, yani insanları daha da küçültmeyi, özgür gelişiminden yoksun bırakmayı, hatta sürü kimliğine koymayı, kimi zaman da yok etmeyi belirleyen bir karakter taşımaktadır. Ebelikle ilişkisi fazla yoktur, daha çok cellatlık ve tutsak kılmayla ilişkisi vardır. Tarihte zorun çok abartılı ve amansız kullanışı, toplumun doğal evrimini aşmakta ve onu zorlamaktadır. Teknik gerilik ve bilimin gelişmeyişi bunun en temel nedenlerindendir. Sınıflı toplum uygarlığının emrindeki zor, başta devlet ancak bu temel aşıldığında anlamını yitirir.
Bu tarihi dönem bir gerçek olmuştur. Dolayısıyla toplumun karşı-devrimci, gerici ve tutucu zorla devrimci zora dayalı dönüşüm ve yok etme teorileri anlamlı olmaktan çıkmışlardır. Çağdaş demokrasi toplumun doğal evrime uygun dönüşümünü esas almakta; bunun bilimsel-teknik temelinin güçlü bir biçimde varolduğunun bilincine dayanmaktadır. Bundan demokrasi devrimci ve karşı-devrimci zorun bir uzlaşmasıdır gibi bir sonuç çıkarılamaz. Bu tür yaklaşımlar kesinlikle yanlıştır. Demokrasinin özünde zorla uzlaşma yoktur. Tersine, demokrasi zorun toplumsal gündemden çıkmasını esas almaktadır. Bunun boyun eğmecilikle de ilgisi yoktur. Tersine, en doğru özgürlükçü gelişmenin zorun geçerli olmadığı ortamlarda olabileceğine inanılmaktadır. Çağdaş demokrasi bu yönüyle zora dayalı her tür uygarlıksal varlığın özeleştirisini de gerektirmektedir. Demokrasi köklü bir özeleştiri rejimidir. Zor karşısında tavır taktiksel, hatta stratejik değil, ilkeseldir. Demokrasinin en temel ilkesi, zoru dışlayan bir tarihsel dönemin varlığına inanma, bilim ve tekniğin gücüyle buna ulaşmadır. Bu ilke derin bir felsefi temeli ifade etmektedir. Siyasal ve yönetsel strateji ve taktikleri esas almamakta, bunları daha çok pratiğin gerekleri biçiminde değerlendirmektedir. Zora yönelik bu yaklaşım, çağdaş demokrasinin barışçıl karakterini öne çıkarmaktadır. Toplumsal barış doğal gelişmenin biçimi olarak kavranmakta, buna inanılmaktadır. Barışın zora boyun eğme olarak anlaşılmaması gerekir, tersine zorun devreden çıkarılması gibi bir anlamı vardır. Savaşsız bir toplum ve uygarlık dünyasına inanmakta, bunu esas almaktadır.
Meşru savunma, çağdaş demokrasinin diğer önemli bir ilkesidir. Çağdaş demokrasi ilişkilerinin olmadığı veya demokrasinin saldırıya uğradığı toplumlarda, meşru savunma temelinde varlığını savunmak bir haktır, hem de en temel anayasal bir haktır. Demokratik olmayan yasalara ve rejimlere boyun eğmek, demokratik bir tutum olamaz. Bu yaklaşım karşı saldırıyla antidemokratik güçleri yok etmeyi içermez. Daha çok toplumun genel bilinçlilik, örgütlülük ve gösteri hakkını süreklileştirip haksızlığı aşmayı öngörür. Uygulanan direnme kutsal savunma hakkına girmekte ve hukukun da özünü teşkil etmektedir. Meşru savunma, silahlı olanı da dahil, kaynağını çağdaş demokratik ilkelerden alır. Bunu aşan her eylem meşru savunma kapsamına giremez.

d- Demokrasinin kapsamında sınıf, zümre, hakim ulus değil, tüm toplum esastır. Tarih boyunca birçok demokratik kurum sınıf, zümre ve etnik esasları aşmamıştır. Bunlara klasik sınıf demokrasileri demek daha uygundur. Çağdaş demokrasi ise, tersine toplumla ilgili tüm kimlikleri meşru kabul etmekte, hiçbirine yasak getirmemekte, özgürlük ve eşitlik haklarını savunmaktadır. Toplumsal kimlikler arasındaki farklılıkları sorun olarak görmemekte, zenginlik olarak kabul etmekte, hatta serpilip gelişmelerini teşvik etmektedir. Bu yönüyle çağdaş demokrasi zora başvurmayan, tüm ideolojik, kültürel, sosyal, ekonomik, siyasal, ırksal ve cinsel farklılıklara dayalı örgütlenme ve eylemliliklere dayanan dinamik bir sistem değerindedir. Zemini bu tarzda örgütlenmiş bir toplumsal mozaiği esas almaktadır. Hep ak veya karaya benzeştirme eğilimlerini demokrasiyi tehdit eden eğilimler olarak değerlendirmekte; bu yönlü otoriter ve totaliter rejim girişimlerini varlığına yönelmiş tehlikeler olarak görmektedir. Demokratik sistemin bu dayatmalara karşı kendini savunma hakkını esas almaktadır.
Topluma bu tarz yaklaşım çağdaş demokrasinin gerçek gücünü teşkil etmektedir. Yaşamak ve gelişmek isteyen, birbirlerine dayanarak daha da zenginleşmenin sağlanabileceğine inanan tüm toplum kesimleri, demokrasinin en kararlı savunucuları, dolayısıyla güçleridir. Bu anlamda çağdaş demokrasi demokratik toplumu esas almaktadır. Demokratik toplum her fikrin, inancın ve kültürel varlığın özgürce bilinçlenmesini, örgütlenmesini ve yasal eylemini ifade etmektedir. Bastırılmış, örgütsüz ve bilinçsiz bırakılmış, korkudan iradesini ortaya koymayan durumlarda toplumun demokratik olmasından bahsedilemez. Demokratik toplum olmadan, çağdaş demokrasiden de bahsedilemez.

e- Çağdaş demokrasi demokratik devleti gerektirir. Demokratik devlet, temel karar ve yürütme organlarını toplumun seçmesine dayalı görevlendirmeyi esas alır. Hanedanlık, otoriter bir gücün dayatılması tarzında halkın seçimiyle ilişkisi olmayan görevlendirmeler devletin demokratik oylama karakterini ilgilendirir. Klasik devlet teorileri ve uygulamaları da, kendilerini ezici bir biçimde toplumun üstünde, ilahi iradenin tecellisi sayar, babadan veya çeşitli otoritelerden devralınan kutsallık maskesine büründürülmüş bir biçimde kendilerini takdim ederler. Bu yönüyle uygarlık tarihi adeta devletin topluma karşı bir antidemokratikleşme tarihi olarak belirmektedir. Toplumun üstüne çıkma, toplumu sindirme, kendini gizleme, ilahi kaynaklı olduğuna inandırma, anlaşılmaz kılma devlet sanatı haline getirilmektedir. En iyi devlet toplumu en çok kontrol eden, dilediği gibi yöneten, sömüren, savaştıran devlet olmaktadır. Uygarlık önemli gelişmelerini bu yönlü devlet faaliyetlerinde bulmaktadır.
Çağdaş demokrasi ise, devletin bu niteliklerini tersine çevirmektedir. Kaynağını karmaşıklaşan toplum ilişkilerine dayandırmakta, kendini şeffaf ve açık hale getirmeye özen göstermekte, korku değil güven aracı olarak kabul edilmesini temin etmekte, sömürünün değil adil dağılımın güvencesi olarak görmek istemektedir. Klasik anlamda devletten çıkmaktadır. Daha çok toplumun karmaşık ilişki düzenini en üst düzeyde koordine etmek gibi bir tanımlamaya uygun hale gelmeye çalışmaktadır. Genel güvenlik, eğitim, sağlık, ulaşım ve diplomasi gibi alanlarda toplumun tek tek kesimlerinin üstesinden gelemeyeceği, özelleştirilemeyecek işlerin karar ve yönetim gücü olarak yeniden yapılanmayı esas almaktadır.
Günümüzde klasik devlet anlayışından çağdaş demokratik devlet anlayışına doğru yoğun bir değişim ve dönüşüm mücadelesi yaşanmaktadır. Çağdaş demokrasiye doğru en zor dönüşen kurum devletin kendisi olmaktadır. Şüphesiz bunda devletin uygarlık tarihi kadar eski, kökleşmiş kurum ve geleneklerinin belirleyici payı vardır. Fakat bilimsel-teknik devrim karşısında fazla dayanamayacağını gördükçe, dönüşmekten başka çaresinin olmadığını görmekte ve dünya çapında bu yönlü gelişmeler her geçen gün büyük hız kazanmaktadır.

f- Çağdaş demokraside siyaset kurumu da devlet ve toplumun demokratikleşmesi yönünde dönüşmekte, devletle toplum arasında bir köprü rolünü oynamaktadır. Siyasetin demokratikleşmesi, devletten topluma, toplumdan devlete doğru akış kanallarının gelişmesi ve kurumlaşmasının önem kazanmasıdır. Bu durum dinamik siyaset kavramına ve uygulamasına yol açmaktadır. Daha önceleri siyaset toplumun dışında, rolü ve organları belirlenmiş, kuralları gelenekselleşmiş, donuk bir kurum niteliğindeydi. Siyasetin bu gerçekliği değişimi zorla, darbe yoluyla sağlamayı kaçınılmaz kılmaktadır. Bu yüzden değişimler hem zor hem de kanlı gerçekleşmektedir. Demokratik siyaset ise, düzenli seçimler ve çoğulcu parti anlayışıyla, istenen fikir ve program altında her kültüre ve gruba kendini demokratik devlete yansıtma şansı vererek, değişimlerin barışçıl ve hızlı aralıklarla gerçekleşmesine uygun bir sistem olmaktadır. Değişimin hem şansı, hem yöntemi herkese açık bırakılmaktadır. Bu durum demokratik partileşmeler, lobiler ve çeşitli sivil toplum kuruluşları için siyasal karar organları üzerinde oldukça etkili olma yolunu açmaktadır. Adeta üçüncü bir alan doğmaktadır.
Demokratik siyaset araçları da diyebileceğimiz bu alan yeni gelişim sağlamaktadır. Daha önceki çağlarda yasaklı kılınmalarından ötürü gizli çalışmak zorunda kalan bu araçlar, çağdaş demokrasilerde vazgeçilmez araçlar konumuna gelmektedir. Siyasal partiler başta olmak üzere ekonomik, kültürel, sanatsal, sosyal, sportif, bilimsel, çevresel ve teknik alanlarda daha çok mesleki özelliği olan bu kurumlaşmalara bir bütün olarak sivil toplum kuruluşları denilmektedir. Klasik devletle toplum arasında çağdaş demokrasinin gelişim tarihinde en önemli toplumsal gelişme araçları olarak, sivil toplum kuruluşları demokratik yaşamın vazgeçilmez araçlarıdır. Buna üçüncü alan denilmesi önemlidir. Tarihte üçüncü alan ilk defa bu biçimiyle ortaya çıkmaktadır. Çağa demokratik uygarlık niteliğini vermesi de bu öneminden ve yeniliğinden ötürüdür.
g- Çağdaş demokrasinin gelişiminde insan hakları ve kadın özgürlüğü, önemi en çok artan konuların başında gelmektedir. İnsan haklarını ve kadın özgürlüğünü kapitalist toplumun bir kurumu saymak eksik bir değerlendirme olur. Tersine, bunlar kapitalist uygarlığın aşılması sürecinde, onun geleneksel yönetim ve yaşam gerçekliğinin yetmezliğinin açığa çıkmasıyla gelişme sağlamışlardır. İnsan hakları ve kadın özgürlüğü, toplumun genel demokratikleşmesinin iki temel parçasıdır. Klasik uygarlık çerçevesi aşıldıkça gelişim şansı artmakta ve yeni uygarlık gelişmesine giden yolda süreci en çok belirleyecek iki temel olgu olmaktadır. Kapitalist toplum koşullarının bir ürünü değil, onu geride bırakan toplumsal gelişmenin ürünleridir. Bu yönüyle çağdaş demokratik ölçülere yanıt verici niteliklerdir. Çağdaş demokrasinin gelişimi, kendisini en çok insan hakları ve kadın özgürlüğünde göstermektedir. Yeni uygarlıksal çıkışın belirlenmesinde her iki konu başat rol oynayacağa benzemektedir. Tarih boyunca adeta sınıflı toplum defterinden silinen insan hakları ve kadın özgürlüğü, yenilenmenin en temel alanları olarak büyük gelişme sağlamaya adaydır. Yeni uygarlığın yasal çerçevesini temelde insan hakları belirlerken, toplumsal zeminini de esas olarak kadın özgürlüğü teşkil edecektir. Çağdaş demokrasinin evrimini ve derinliğini bu iki alanda sağlanan gelişmeler tayin edecektir.
h- Çağdaş demokratik uygarlığın felsefi temelleri konusunda açık olmak, inandırıcı ve bilinçli katılım açısından önem taşır. Demokrasi, ilkesiz ve her kesimin çıkarlarına göre yorumlayabileceği bir sistem değildir. Bilime dayalı bir felsefeye ve bundan kaynaklanan ilkeli, programlı ve eylem anlayışı olan sistematik bir dünya görüşüne sahiptir. Diyalektik materyalizmin zıtların varlığı, birliği ve dönüşümüne dayalı kuralı çağdaş demokrasinin en güçlü dayanağıdır. Çağdaş demokrasinin temel zıtlığı, eski sınıflı topluma dayalı uygarlık gerçekleriyle yeni uygarlıksal gelişmenin ortaya çıkardığı gerçeklerin oluşturduğu zıtlıktır. Yani eski uygarlığı tez, yeni uygarlıksal olguları antitez olarak değerlendirirsek, ortaya çıkacak olan sentez sürecin son aşaması olacaktır. Çağdaş demokrasi gelişmesinin başlangıcında yaşadığı için, eski uygarlık olgularının daha fazla, ama bunalımda oldukları için yıpranmış ve güçsüz konumlarına karşılık, yeni uygarlıksal gelişmeyi zorlayan olgular az, ama geleceği temsil ettikleri için genç diri ve güçlüdürler. Teknik koşulların ve demokratik kriterlerin varlığı sayesinde, bu karşılıklı güç konumlarının fazla zora başvurmadan, daha çok doğum sancısına benzeyen zorluklarla, üst düzeyde yeni diyebileceğimiz bir sentezle sonuçlanması sağlanmaktadır.
Felsefenin bu temel ilkesi, aslında çağdaş demokrasinin olgu, ilişki  ve dönüşüm kavramlarına verdiği anlama denk düşmektedir. Tarihsel diyalektik materyalizm, çağdaş demokrasiyle açık ve uygulanabilir bir toplum, siyaset ve devlet sistemine ulaşmaktadır. Kaba materyalist ve idealist dünya görüşlerinden kaynaklanan kaba zora dayalı, durgun, evrimsiz ve değişime kapalı sistemler toplum, siyaset ve devleti çözümsüzlüğe itmekle büyük tahribatlara uğratmakta ve sonuçta çözülerek yine de tarihin diyalektik kuralına uymaktan kaçınamamaktadır.
Sonuç olarak, demokratik uygarlık çağı sınıflı uygarlık çağlarının bilimsel-teknik evrime bağlı olarak aşılmasının tam sağlanamadığı, yenisinin ise tam belirginleşmediği uzun süreli bir tarihsel dönemin kavramlaştırılmasını ifade etmektedir. Yeni ile eski iç içe, ama barışçıl tarzda dönüşümü öngörmektedir. Mevcut teknik düzeyin, zora başvurmaksızın, her türlü dönüşüme maddi zemin oluşturacak kadar elverişli koşullar sağladığı görüşüne dayanmaktadır. Klasik devletle kapalı toplumun aşıldığını, üçüncü alan olarak sivil toplumun etkinlik kazandığını ileri sürmektedir. Birinci ve ikinci alan olan devlet ve toplum arasında üçüncü alan olan sivil toplumun sivrilmesi, federatif yönetim ve yaşam tarzını öne çıkarmaktadır. İdeolojik, ekonomik, sosyal, etnik, cinsi, ırki ve siyasal farklılıklar toplumun zenginliği olarak düşünülmekte, her grubun ifade özgürlüğüne sahip olarak istediği bilinç ve örgütlülükle sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal yaşama aktif olarak katılımına dayanmaktadır. Bu tarz yönetim ve yaşamın en doğru ifadesi, toplumun ve devletin federatif temelde gerekli her tür kurumlaşmaya kavuşması olmaktadır. Monolitik, otoriter ve totaliter yönetim ve yaşam tarzı ne kadar çağdaş demokratik değerlere ters düşüyorsa, sivil toplum kuruluşlarına dayalı federatif yönetim ve yaşam tarzı da çağdaş demokrasiye o kadar uygun düşmektedir. Buna dayanarak çağımızın genel bir kavramlaştırılmasını yapmak istediğimizde, Dünya Demokratik Federasyon Çağı dememiz uygun düşmektedir.
Demokratik uygarlık çağının gelişimi ve tanımlanması çerçevesinde temel özelliklerini bir kez daha özetlemeye çalışırsak:

Somut Teknik, Bilimsel Ve İdeolojik Bir Temele Dayanmaktadır.
Mekanik fizik kökenli tekniklere ilaveten, elektronik ve nükleer enerjinin kontrolüne dayalı teknikler toplumun maddi temelini köklü değişikliklere uğratmıştır. Doğru ve yerinde kullanılmaları halinde, bunlar her türlü sınıflaşma ve sosyal eşitsizliklerin dayandığı yoksulluk zincirlerini parçalayabilir. Sınıflaşma ve sosyal eşitsizliklerin kaynağının başta teknik olmak üzere üretim araçlarının geriliğine dayandığı bilimsel bir tespittir. 20. yüzyılın ikinci yarısındaki teknik devrimler toplumu bu mahkûmiyetten kurtarmış, tam eşitsizliğe dayalı kurumlaşmaların maddi zeminini parçalamıştır. Tüm toplumun hizmetinde kullanılmayı mümkün kılan ekonomik ve siyasal yönetim ilişkilerine kavuşturulursa, bu teknik temel altında insanlık özgürlük ve eşitliği birlikte geliştirebilir. Eskiden bunun hayali kurulurdu. Ama demokratik uygarlık çağında artık bu hayal gerçekleştirilebilir araçlara kavuşmuştur. Bu anlamda teknik, temel özgürleştirici etkendir. Tersi durumda bencil ve gerici güçlerin elinde yok edici bir canavar olmaktadır. Ayrıca tüm teknik demokratik uygarlık zamanına çevrilmiştir. Tüm sorun, teknolojinin en verimli biçimde toplumun hizmetinde kullanılmasını mümkün kılacak toplumun, siyasetin ve devletin demokratik yönetimin gerçekleştirilmesidir.

Bilimsel Devrimler Ve Bilgi Toplumu, Çağın Diğer Önemli Bir Özelliğidir.
Eskiden dar bir çevrenin uğraşısı olan bilim, iletişim teknolojisi sayesinde hızla topluma ulaşabilmektedir. Bilgi toplumu gerçeği buradan doğmaktadır. Bu sayede demokrasi ve özyönetim gücü kazanılmaktadır. Bilgiyle donanmış toplum, devlet ve siyaset şeffaf olmak ve karşılıklı demokratik denetimi yaşamak zorundadır. Bilimle teknik arasında sıklaşan ve birbirini beslemeye yol açan gelişmeler hız kazanmıştır. İlk defa gerçekleşen bu olgu üretim olanaklarında büyük patlamaya yol açmaktadır. Tüm fizik, kimya, biyoloji ve toplumsal bilgiler çığ gibi gelişerek toplum için muazzam bir güç kaynağına dönüşmektedir. Sorun, tekniğin yönetimde olduğu gibi bilimin kullanılmasında da demokratik bir yönetimin gerçekleştirilmesidir. 
İdeolojinin esas rolü, geleneğin dogmatikliğini yıkmak, umudun ütopyasını oluşturmak ve canlı tutmaktır. Eskiden zihniyete daha çok dogmalar hakimken, kapitalizm çağında fütürizm ve çeşitli ütopyacılıklar gelişti. İki ideolojik biçim de zihniyet ve her tür kurumsallaşma üzerinde önemli sakıncalar doğurmuştur. Dogmatizm türü ideolojiler engel oluşturmaktadır. Ütopyacılık ise daha az sakıncalı olup sınırlı bir yaratıcılığa yol açmakla birlikte, gerçeklikten kopukluğu, boş inancı, kuru hayalciliği ve beklentili kişiliği doğurmaktadır. İki ideolojik biçimin de gerçek olgular dünyasından ve yaratıcılıktan uzaklığı ortak temel noktalarıdır. Her ikisi de demokratik uygarlık çağının ideolojik temeli olamazlar. 

Çağ İdeolojik Bilimselliği Ve Yaratıcılığı Esas Almak Zorundadır.
Zaten ikisi arasında sıkı bir bağ vardır. Olgular ve ilişkiler bilimle ne kadar aydınlatılırsa, yaratıcılığa yol açılması da o kadar olanak dahiline girer. Tarih ve toplum bilgisiyle bilinçlenmiş, doğanın diyalektik işleyişine akıl erdiren birey, çağın ideolojisini yakalamış demektir. Dogmanın gücünü tanır, ama ona teslim olmaz. Ütopyası vardır, ama bilime dayanır. Bu temelde yükselecek ideolojiye dayanan çağımız tüm olgu ve ilişkilerin doğru bilgisiyle hareket edeceğinden, iyiliğin ve güzelliğin ahlâki ve sanatsal gücüne yetkince ulaşmak durumundadır. 

Toplumun Demokratikleştirilmesi Çağı Olarak Demokratik Uygarlık Sistemi Söz Konusudur.
Bu yönüyle halkların kendi öz kimliği, bilinci ve özgürlük iradeleriyle devreye girmeleri gerekir. Bin yıllarca uyutulmuş ve bastırılmış kimlikler kendilerine sahiplenmeye çalışacaklar, kültürel varlıklar en değerli miras olarak benimsenip yeni yaşamın temel harcı olacaklardır. Şimdiye kadar şahıslar, hanedanlıklar, dinsel varlıklar ve dar zümre çıkarları için girişilen çabalar, artık toplumsal varlığın kendisi için, tanınması ve yaşamsal kılınması için harcanacaktır. Toplumun demokratikleştirilmesi; bilgi toplumu olarak kendi çıkarlarının farkına varması, bunu talep haline getirmesi ve siyasal kurumlara taşırması anlamına da gelmektedir. Bu, toplumun bastırılmış iradeden faal, isteyen ve denetleyen bir dinamizme kavuşması demektir. Tarihte toplum bu çerçevede ilk defa bilimsel olarak kendini tanımakta, hak sahibi olduğunun bilincine ulaşmakta, kaderini özgürce belirleyebilecek bir duruma gelmektedir. Bu gerçeklik demokratik uygarlığın neden toplumların demokratikleşmesi çağı olduğunu yeterince kanıtlamaktadır.

Demokratik uygarlık çağını belirleyen temel unsurlardan biri de siyasetin demokratikleştirilmesidir.
Tarih boyunca en üst yönetim gücünün yoğunlaşması ve kullanılması sanatı olan siyasetin kendi sırlı dar elbise ve maskelerinden kurtulması çağımızın şahane bir gelişmesidir. Bu, siyasetin adeta göklerden, Allah’tan yeryüzüne inmesi anlamına gelmektedir. Kaynağı hakkında bitmez tükenmez münakaşalar sona ermekte ve kaynağın esasta toplum olduğu itiraf edilmektedir. Yüzyıllarca insanları sürü haline getirmek ve kandırmak için en geliştirilmiş ve sahte bir yüceliğe büründürülmüş siyaset, toplumun basit bir aracı durumuna getirilmiştir. Ancak uzun vadeli ve hayati çıkarların aracı olarak değer ifade edebileceği bilincine ulaşılmıştır. Bu yüzyılların sihirli, kudretli, tanrısal aracı gerçek anlamına kavuşturulmuş ve halka hizmet aracı olarak tanınmasını kabul ettirmiş olmakla demokratik uygarlık çağının belirgin bir özelliği haline getirilmiştir.
Devletle toplum arasında üçüncü alan olarak demokratik siyaset, en doğurgan ve yenileyen bir kurum rolüne erişmiştir. Temel aracı halka olarak toplumdan devlete, devletten topluma sürekli aktarılması gereken değerlerin demokratik ve adil karakterlerini belirleyen başta siyasal partiler olmak üzere gerekli her alanda kurulan çağdaş kurumlar, ekonomiden politikaya, insan haklarından çevreye, kültürden sağlığa, eğitimden barışa kadar her konuda oluşan bu demokratik siyaset araçları olmadan, ne toplumun sağlıklı demokratikleşmesinden ne de devletin bu yönlü duyarlılığını geliştirmesinden bahsedilebilir. Adeta üçüncü alanın üçüncü toplumu olarak yükselen bu sivil toplum kuruluşları çağımızın vazgeçilmezleri haline gelmişlerdir. Demokratik uygarlık çağında demokratik siyasetin her tür sivil toplum kuruluşları çağı olduğu yeterince kanıtlanmıştır. 

Devletin demokratik duyarlılığının geliştirilmesi, demokratik uygarlık çağının başta gelen diğer bir özelliğidir.
Tarihin bu en eski ve eline geçirenin ejderha kesildiği aracın demokratik kurumlara kavuşturulması aslında en önemli devrimci bir gelişmedir. Göksel varlığın yeryüzü temsili olarak sürekli yüceltilen bu aracın da toplumun en üst düzeyde bir koordinasyon aracından başka bir anlama sahip olmaması gerektiği, çağın bir hükmüdür. Devletin insan ve birey için olduğu, tanrısallıkla alakasının olmadığı, tarih boyunca azgınlaşmasının bireyciliğe, hanedancılığa ve dar zümre fanatizmine alet olmasından kaynaklandığı yeterince aydınlatılmıştır. Devleti soyut bir varlık olarak yücelten her şeyin alçakça olduğu, tersine toplumun en genel bir koordinasyon aracı olması gerektiğini vurgulayan her toplumun gerçek yücelticilik olduğu da yeterince anlaşılmıştır. Devletin bu tanımlanmaya göre dönüştürülmesi ve denetime sokulması, demokratik uygarlık çağının en önemli kazanımı ve gerçeğidir. Devletin bu yönlü bir hizmet aracına dönüştürülmesi ve demokratik siyasetin en temel kurumu rolüne yüceltilmesi, demokratik uygarlık çağının en üst düzeyde ifadesi olmaya layık bir değerlendirmedir de. Demokratik devlet haline dönüşüm, çağımızın en temel gelişmesidir. 
Demokratik devlet biçimleri sorunu, ikincil düzeyde önem kazanmaktadır. Ama esnek yapılanmasının bir sonucu olarak, konfederatif biçimlerden üniter biçimlere kadar geniş bir yelpazede açılım yeteneğinde olmaları, çözümleyici karakter açısından büyük önem taşımaktadır. Ülkelerin ve toplumların somut koşullarına göre en uygun biçim kararlaştırılabilir. Sorunların karmaşık niteliği ile çok sayıdaki demokratik çözüm kurumlaşmaları ve araçları, zaten demokrasiyi doğuran temel etkenlerdendir. Devlet bu kurumlaşmalara dayanmak zorunda olduğundan zaten klasik anlamını yitirmekte, bir nevi kurumlar arası en üst koordinasyon aracı olarak rol oynamaktadır. Bu yapıdaki devletin temel karakteri demokratikliğidir. Demokrasinin kurumlar rejimi olması ise, devleti doğal olarak plüralist, çoğulcu bir konumda olmaya zorlamaktadır. Özellikle yerel organların artan önemi, merkeziyetçiliği büyük bir yük haline getirmektedir. Güç, merkezden yerele ve temel odaktan yerel odaklara doğru akışkanlığı zorunlu kılmaktadır. Çağın genel akışı da bu yönlüdür. Toplumdan aileye, devletten ekonomiye kadar her düzeyde gücün ve olanakların adil dağılımına ve özgürlüğe dayalı çoğulcu bir yapı gelişmektedir. Bu çerçeve devletin bir yandan demokratik evrimini geliştirirken, diğer yandan yeni anayasalar hareketinin önemli bir hedefi olarak konfederasyonlardan üniter demokratik yapıya kadar zengin bir biçimlenmeye götürmektedir. Bu olgu zoraki birlik anlayışından doğan sakıncaları giderdiği gibi, sonuçta tüm taraflara daha çok kaybettiren ayrılıkçı mikro devlet sakıncalarını da ortadan kaldırmaktadır. ABD, AB ve BDT gibi olgular çağdaş demokratik devletin evrim yönünü gösteren, özünde yeni toplum ve demokratik siyasetin zorunlu kıldığı tarihsel gelişmelerdir.

Demokratik uygarlık çağı, halkların yeniden doğuşu kadar ve belki de daha belirleyici olarak kadınların doğuş çağıdır.
Neolitik toplumun doğurucu tanrıça gücü olan kadın, sınıflı toplum tarihi boyunca sürekli yitirmeyle karşı karşıya kalmıştır. Tarih bir anlamda yükselen sınıflı toplumla birlikte güç kazanan egemen erkeğin tarihidir. Egemen sınıfsal karakter, egemen erkek karakterle birlikte oluşur. Burada da geçerli kural, mitolojik yalanlar ve ilahi cezalandırmalardır. Bunun altında ise çıplak kaba zor ve sömürü gerçeği vardır. Toplumun egemen erkek karakteri, günümüze kadar kadın olgusunun bilimsel değerlendirmesine bile fırsat tanımamıştır. Kadın gerçeği dinden çok tabusal bir alan sayılmaktadır. Namus adı altında, aslında erkeğin en sinsi, en hain ve zorbaca gasbettiği kadın gerçekliği ve hakları gizlenmektedir. Kadının tarih boyunca kimliği ve kişiliğinden yoksun bırakılarak sürekli erkeğe tutsak edilmesi, sınıfsallaşmadan daha olumsuz sonuçlara yol açan bir olgudur. Kadının tutsaklığı genel köleliğin, düşüşün bir ölçüsüdür; toplumda yaygınlaşan yalanın, hırsızlığın ve zorbalığın bir ölçüsüdür; her tür kirlenmenin, uşaklığın ölçüsüdür. 
Bu tarihin tersine çevrilmesinin en derin toplumsal sonuçları beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. Kadının özgürce yeniden doğuşu, toplumun tüm alt ve üst kurumlarında genel bir özgürleşmeyi, aydınlığı ve adaleti zorunlu kılacaktır. Savaşın yerine barışın daha değerli olduğuna ve yüceltilmesi gerektiğine ikna edecektir. Kazanan kadın, her düzeyde kazanan toplum ve birey demektir. Bu kısa çerçeve bile kadın hakları ve özgürlükleri alanında demokratikleşmenin ne kadar tarihsel olduğunu açıkça göstermektedir. 21. yüzyılın bu anlamda uyanan, özgürleşen ve güçlenen kadının çağını başlatması, sınıfsal ve ulusal kurtuluştan da önemli bir olgudur. Demokratik uygarlık zamanı, her dönemden daha fazla kadının yükseldiği ve kazandığı bir çağ olacaktır.
Erkek egemen bir kültürün ihmal ettiği bir konu da, çocuk ve yaşlılara karşı sorumsuz ve bilinçsiz tavrıdır. Bunlar bir nevi ikinci ve üçüncü kadın durumuna indirgenmişlerdir. Çocuklara karşı zalim ve duyarsız bir dünya dayatılmıştır. Erkek egemen sistem onların psikolojisini ve dünyasını hiç hesaba katmadan, en hoyrat, eşitlik ve özgürlük değerlerinden uzak, yüce hayallere hep ihanet eden kendi bitmiş kişiliklerini ve dünyalarını olduğu gibi çocuk zihnine ve beynine gece gündüz pompalamaktan korkmaz, endişe etmez ve acı duymaz. Çocuklara yaklaşımı sanıldığından daha fazla yanlışlık ve tehlikelerle doludur. Bu gerçeklik aileden okula, sokaktan oyun yerlerine kadar hakimdir ve kurumsallaşmıştır. Çocuk dünyasına kabuslar hakim kılınmıştır. İhtiyarların dünyası da buna benzer bir anlayışsızlıkla kuşatılmıştır. Evlatlarıyla aralarında adeta çelikten bir duvar örülmüştür. Sınıflı toplumun geliştirdiği bir duyarsızlık da bu alandadır. Tarih bu alanda da ağır hükmünü icra etmektedir. Genel vicdansızlık ve duyarsızlık ihtiyarlık sürecinin çilesini artırmaktadır.
Demokratik toplumun bu her iki alanı da yeniden düzenlemesi kaçınılmazdır. Yaşam sadece toy ve hoyrat gençlikten ibaret değildir. Çocukların hiçbir zaman ihanet edilmemesi, hep saygı gösterilmesi ve gereklerinin yerine getirilmesi gereken bir özgün dünyaları vardır. Bu dünyaya ihanet edilmesi topluma çok değer kaybettirmiştir. Yaşlıların ise, hayat tecrübesinin süzgecinden geçmiş bilgece bir dünyaları vardır. Bu dünyanın derslerini almayan bir toplumun sağlıklı düşünmesi ve yaşaması mümkün değildir. Bu nedenle çocukluk ve ihtiyarlık tüketen dünyalar değil, zenginleştiren üretken dünyalardır. Bu iki dünyanın da demokratik toplum koşullarında özgün konumlarının gerekli kıldığı özgürlük ve hakları temelinde yeniden kurumsallaşarak kazanılması, çağdaş uygarlığın kaçınılmaz bir görevidir. Demokratik uygarlığın aynı zamanda çocukların ve ihtiyarların sevgi ve saygıyla anıldığı, toplumla bu bilinç ve ahlâki tutumla bütünleştiği çağdır. 

Demokratik uygarlık çağı, insan hakları ve bireyselliğin en çok yükseldiği ve yeni yaşam tarzının ayrılmaz özellikleri haline geldiği bir dönem olacaktır.
Dogmaların ve ütopyanın gölgesi altında daha çok kaybeden insanlık ve bireyin kendine gelmesi, uzun bir tarihi sürece dayansa da, en çok Rönesans’la tarihi bir adım atmış, fakat kapitalizmin bireycilliğinde tekrar yitirmeyle karşı karşıya kalmıştır. Ancak 20. yüzyılın bilimsel-teknik devrimleri, insanlığı ve bireyi daha olgun bir hümanizmaya ve bireyselliğe de zorlamaktadır. Sadece insanlığa ve bireye karşı dehşetle kaybettirilen bir ihanet ve kanlı yüzyıl değil, bilimin bilinciyle ve tekniğin olanaklarıyla yeni hümanizm ve bireysellik yükselen vazgeçilmez değerler olarak kazanılmak ve hakim kılınmak durumundadır. İnsanlık tarihi kadar eski ve toplumun oluştuğu çağlardan beri sürekli büyüyen bir umut olan insanlık ve bireyselleşme, ilk defa sağlam bir maddi zemin ve bilimsellik sayesinde gerçekleşebilecek bir çağı yakalamıştır. Sürekli etnik, dini ve milli özelliklerle bölünen insanlık, artık ortak teknik, bilim ve demokrasi diliyle bütünleşmek durumundadır. Bunun olanakları gerçek bir hümanizmayı besleyecek zenginliktedir. Enternasyonalizm hiçbir dönemde kıyaslanmayacak kadar yaşanabilecek ve vazgeçilmeyecek bir kurum haline gelmiştir. İnsan hakları sadece hukukun en gözde alanı haline gelmekle yetinmeyen, bireysellik alanında da gerçekçi ve toplumla optimal (en elverişli) dengeyi yakalayacak bir bilince erişerek kurumsallaşmaktadır.
Gerektiği kadar toplumsallık ve gerektiği kadar bireysellik, çağdaş yaşamın merkezine ilk defa hukukla oturmuşlardır. Tarihin belki de en anlamlı gelişmesi, toplumsallıkla bireyselliğin optimal durumunun ilk defa gerçekleşmeye yüz tutmasıdır. O halde yalnız başına bu nedenle bile demokratik uygarlık dönemine gerçek hümanizm, insan hakları ve bireysellik çağı demek yerinde ve doğrudur.
Demokratik uygarlığın mekânsal boyutları taze başlangıçlar halindedir.
Fakat denilebilir ki, ilk defa coğrafi koşulların zorladığı bir uygarlık aşaması geride kalmış bir durumdur. Bu gerçeklik, yeni uygarlıksal gelişmenin belli bir coğrafi koşulu zorunlu kılmadığı anlamına sahiptir. Eskinin tüm uygarlık çağları gelişme ve yayılmalarıyla coğrafyanın şiddetli etkisi altında kalmışlardır. Kapitalizm çağıyla bu dönem sona ermiştir. Mevcut durumda kapitalizm dünyanın her parçasında dengesiz durmakla birlikte, yeniden dönüşerek yayılacak bir toprak parçasına gereksinim duymamaktadır. Aradığı, daha çok küreselleşme adı altında kendisi için tüm dünyada geçerli benzer hukuk koşullarının yaratılmasıdır. Uygun coğrafyadan çok, uygun hukuk aramaktadır. Tabiatıyla hukuktan kast ettiği, ekonomik ve siyasal kurumlaşmanın engel teşkil eden yapılardan kurtarılmasıdır. Çağdaş kapitalizm bu anlamda milliyetçilik değil, kozmopolitizm yapmaktadır.
Daha önceki kapitalizm dönemleri milliyetçilik ve milli devletler dönemini dayatırken, evrenselleşen kapitalizm artık çok zorunlu olmadıkça milliyetçilik ve milli devlete öncelik tanımamakta ve hatta bunları bir engel gibi görmektedir. İlk defa bilimsel-teknik devrimlerin olanaklarından yararlanarak küreselliği kendi çıkarlarına göre yeniden kurumsallaştırmaya çalışmaktadır. Artık milli ölçüler değil, küresel ölçüler geçerlidir. Her şey küresel ölçülere göre tartılmakta ve ona göre değer bulmaktadır. Milli değerler uyum göstermediklerinde, eski eserler müzesine atılmaktadır. Kapitalizmin bu çağdaş hamlesi, onu içinde bulunduğu derin ve sürekli bunalımdan kurtaracak bir çare değildir. Kapitalizm daha çok ömrünü uzatmak ve bu süre içinde gerekli dönüşüme uğrayarak demokratik uygarlık içinde yeniden temel belirleyici bir güç konumuna erişmek amacındadır. Bu açıdan dönüşüm ihtiyacını teorik ve pratik düzeyde daha erken duyumsadığını ve bilince çıkardığını belirtmek gerekir. Tarihsel tecrübeden de yararlanarak, bilimsel-teknik devrimin zorunlu kıldığı değişiklikleri yapmada reel sosyalizmden erken davranarak üstünlüğünü kanıtlamıştır. Bu daha çok gelişkin kapitalizmin merkezleri için geçerlidir. 20. yüzyılın sonlarında reel sosyalizmle birlikte bütün dünyayı globalizm adı altında kendine bir çevre gibi yeniden eklemlemiştir. Merkez ve çevre ilişkileri yeni küreselleşmenin sıcak sorunlarını teşkil etmektedir.
BM kendini yenilemezse, aşılmaya mahkûm bir devletlerarası model gibi durmaktadır. Benzer kıtasal ve bölgesel birlikler yenilenme ihtiyacıyla karşı karşıyadır. Siyasal alanda eski model devletlerarası birlik anlayışı ne kapitalizmin küreselliğine, ne de çağın demokratik uygarlık ölçülerine cevap olabilmektedir. Bunlar klasik kapitalizm ile reel sosyalizmin denge durumunun ürünüydüler. Bu dönem aşıldığına göre siyasal yapılanmaları da aşılmak durumundadır. 
Temel askeri kurumlar olarak NATO ve Varşova Paktının da sona ermesi gerekmektedir. Varşova Paktı çoktan sona erdiğine göre, NATO aslında işlevsiz duruma düşmüştür. Yeni rol tanımlamaları varlığını anlamsız kılmaktan kurtaramamaktadır. Bu ve benzeri askeri paktlar dönemi aşılmıştır. 
Başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere, ekonomik kurumların yenilenmeden varlıklarını sürdürmeleri giderek zorlaşmaktadır. Bunların dayandıkları mantık, reel sosyalist ülkeleri ekonomik olarak tecrit etmek ve azgelişmiş ülke ekonomilerini güçlü ekonomi merkezlerine bağlamaktı. Bu kaba mantığın dayandığı dünya da aşıldığına göre, yeniden bir ekonomik düzenleme kaçınılmaz olmaktadır. Küreselciliğe karşıtlık aslında küreselleşmeye karşı değil, daha çok bu adil olmayan eski düzenlemesine karşı olmaktadır.
Bu gerçekliklerin bilinciyle hareket eden çağdaş kapitalizm, ikinci dünya savaşıyla birçok bölgesel ve yerel savaşın verdiği dersler temelinde, faşizm seçeneğinin bunalımdan başarıyla çıkışın yöntemi olamayacağının tamamen farkındadır. Eski burjuva demokrasisi deneyiminden de yararlanarak, hem merkez hem de çevre ülkeler için kendini yeni uygarlıksal gelişmeye uyarlamanın en doğru seçenek olduğuna ikna olmuş gibidir. Bu da demokratik uygarlığın gelişme şansını en çok artıran bir faktördür. Eskiden demokrasiden kaçan, gericiliğe ve faşizme sığınmaya çalışan kapitalist merkezler, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren genel bir tercih gibi demokratik sisteme dört elle sarılmışlardır. Kendi sınıf ölçüleri ve önceliklerinden vazgeçmemekle beraber, tümüyle kaybetmemek için genel demokratik ölçülere uymanın gereğini de en çok bilince çıkaran sınıf konumundadır. 
Demokratik uygarlık, kesinlikle bir kapitalist yaratım ve olgu değildir.
Bunalım çağından çıkmanın genel bir tarihsel ve toplumsal dönemi ve dayatmasıdır. Kapitalizmin burada başardığı, hızlı kavrama ve adaptasyondur. Bu bilinci ve uyarlanmayı zamanında gösteremeyen reel sosyalizm dağılmaktan kurtulamamıştır. Çünkü çağın mantığı ve akış gücü sonuçta en belirleyici etken konumundadır. 
Demokratik uygarlığın mekânsal boyutunun tali plana düşmesi, önceliğinin ne olduğunu sorgulamaya götürür. Bunda başta gelen etken, bilimsel-teknik gelişmenin evrensel niteliğidir. Bilim ve teknik, tüm insanlığın ortak malı olarak değerlendirebilecek en temel toplumsal değerlerdir. Hiçbir uygarlığa, sınıfa ve ulusa mal edilemeyecek kadar kolektif karakterlidirler. Tüm insanlığın bu gelişmede payı vardır. İlk klan topluluklarının vahşi çağlarda attıkları bir iki küçük adım, ABDli veya Avrupalı bilim adamlarının attıkları adımlardan daha az önemli değildir. Tarih, bilim ve teknikteki gelişmede MÖ 6000-4000 yılları arasında Verimli Hilal’de gerçekleştirilenlere denk gelen ikinci bir dönemin ancak MS 1600 yıllarından itibaren ortaya çıktığını göstermektedir. Neolitik bilim ve tekniğin hem süre hem de kapsam bakımından insanlık açısından en evrensel sonuçları doğuran ve yaşatan gelişmeler olduğu genelde kabul edilen bir görüştür. 
Bilim ve tekniğin evrensel özellikler taşımasıyla dünyanın yeniden paylaşımının eski tarzının anlamlı olmaktan çıkması, taşıdıkları kapsam itibariyle ilk defa gerçekleşen olgulardır. Bu olgular, mekânsal yayılmayla gelişme arasında eski tarzda sıkı bir bağ kurulamayacağını göstermektedir. Bu gerçeklik demokratik uygarlığın bir bölgenin has ürünü olarak değerlendirilemeyeceğini, tıpkı bilim ve teknik gibi evrensel bir yaratım olarak anlaşılmasının daha doğru olacağını göstermektedir. Demokratik uygarlık, insanlığın ortak deneyiminin tarih boyunca süzülmüş en değerli uygarlık ürünüdür. Gelişimi, kapsamı ve biçimlenmesi üzerinde tanımlama düzeyinde kapsamlı durduğumuzdan tekrarlamayacağız. Daha çok evrensel boyutta gerçekleşme durumunu gözden geçirmenin yararlı bir bilgilendirmeye yol açması açısından ana hatlarıyla değerlendirmeye çalışacağız. 
Demokratik uygarlığa en erkenden ulaşma gücünü kapitalizmin güçlü merkezleri göstermektedir. Bu özellik, demokratik uygarlıkla ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler arasındaki bağı da kanıtlamaktadır. Daha doğru olan, demokratik uygarlığın gelişmeler üzerindeki belirleyici etkisidir. Hangi ülke ve toplumsal düzen bu gelişmeyi kapsamlı yaşıyorsa, ekonomik ve politik yapısını daha üretken ve yaşamsal kılabilmektedir. Kapitalizmin gelişmiş merkezleri bunun farkına en erkenden ve kapsamlı olarak vardıkları için, yeni dönem gelişmesinin öncülüğünü de yakalayabilmişlerdir. Demokratik teori ve pratiği titizlikle inceleme, özümseme ve uygulamada hayli ileri gitmişlerdir. 
Avrupa bu konuda öncü rolü oynamaktadır. Aralarında farklılıklar olsa da, tüm Avrupa ülkeleri demokratik sistemi özümseyip daha da geliştirmeleri gerektiğinin farkındadırlar. Özellikle yüzyıllarca süren dinsel ve milliyetçi kavgaların yol açtığı çok ağır ve kanlı bilançolar, Avrupa’yı demokrasinin uzlaşıcı ve barışçıl karakterine sımsıkı sarılmaya götürmüştür. Ne kadar karmaşık olurlarsa olsunlar, sorunların siyasal sınırlar, farklı din ve ideolojiler, etnik ve ırksal nedenlerle çatışmaya dönüşmeden çözüme kavuşturulması, yeni siyasal kültürün en önemli özelliğidir. Bu gelişmenin en somut ifadesi, Avrupa Birliği (AB) olgusunun giderek gelişmesidir. AB sadece bir siyasal birlik olmayıp, genel uygarlık prensibidir. Birliğin genişleme ve derinleşme sorunları vardır. Tüm Avrupa ülkelerini federal bir çatı altında birleştirmesi güçlü bir olasılıktır. Daha geri bir Avrupa’ya yol açması düşünülemez. Avrupa’nın dünyayı da en çok bu yeni uygarlık projesiyle etkilemesi gündemdedir. Demokratik uygarlığı ne kadar derinleştirir ve genişletirse, dünyadaki öncü konumunu da o denli pekiştirebilir. Fakat kapitalizmi doğuran koşulların varlığı ve kapitalist yaşamın kök salmış olmasından ötürü, bu konumu fazla ilerleme potansiyeline sahip değildir. Yeni uygarlıksal gelişmenin sağ güçlerini temsil edecektir. Diğer birçok uygarlıksal gelişmede görüldüğü gibi, yeni merkez rolün ancak ona uzak ve hatta onunla çelişkili bir konuma sahip alanda gelişmesi gerekmektedir. Bu rolü alanın coğrafi koşullarından çok, kültürel koşullarının belirleyeceği konum arz ettiği vurgulanmıştır.
Avrupa uygarlığı potansiyelini büyük oranda kullanmış sayılmaktadır. Doğuracak yenilikleri fazla kalmamıştır. Kapitalist zihniyet ve ruh son derece sert dokularını oluşturmuş olduğundan, yeni uygarlık kişiliğine açılımı sınırlı olacaktır. Ama yine de iç çelişkilerinden ötürü, birçok kişi ve güç odağı yeni uygarlık alanında katkı rolünü oynamak durumundadır. Avrupa özelliklerini tümüyle inkâr etmek ancak gericilikle mümkündür ve ilerlemeye imkân tanımaz. Yapılması gereken, eleştirel yaklaşımla alınması gerekeni alarak, tutuculaşan kabuğunu parçalayıp atmaktır. Avrupa’nın kendi refleksleriyle yeni uygarlığa yol açma yeteneği olmadığından, rolü ancak katkı düzeyinde olabilir. En doğru tutum, ne ondan bir kurtarıcı rol beklemek ne de onu inkâr etmektir. Çözümlemek ve yeni ideolojik kimlikle aşma gücü göstermek bu tutumun gereğidir. Avrupa; Sümer, Mısır, Grek ve Roma uygarlık merkezlerinin bir dönem yaşadığı duruma benzer bir konuma gelecektir. Aslında bu sürece girmiştir. Bu süreci derinliğine yaşaması gerekir. Daha şimdiden birçok çevre, merkezi Avrupa’yı aşılmayla karşı karşıya getirmektedir. Doğurdukları olgunlaşırken, kendisi ihtiyarlaşmaktadır.
ABD, Avrupa’nın ilk elde başka kıtada doğurduğu en hoyrat evladı durumundadır. Kuzey Amerika’nın elverişli ve bakir coğrafyası hızla büyümesine yol açmıştır. Avrupa’nın maceracı eğilimlerine tanık olan coğrafya, başlangıçta Kızılderili katliamlarıyla karşılaşmıştır. Belli bir ayaklanmadan sonra, son iki asır içinde bağımsızlaşmış ve birçok alanda üstünlüğü yakalamıştır. Dünyanın her tarafından akan göçler bir dünya modelini ortaya koymuştur. Buna yeni yetmeler dünyası da denilebilir. Hoyrat ve gün görmemişliği bu özelliğinden ileri gelmektedir. Ülkelerinde kaybetmenin hırsı ve kiniyle hareket eden nüfus; acımasız, her şeyi para olan, bütün ölçülerinde menfaati ve pragmatizmi esas alan soğuk mantık yapısını ve vicdansız bir ruh dünyasını oluşturmuştur. Denilebilir ki, insanlığın en köksüzleri burada birleşip karşı bir dünya oluşturmuş gibidir. ABD bir yana, dünya bir yana ikilemini doğurmuşlardır.
20. yüzyılın bir ABD yüzyılı olduğunu söylemek bazı yönleriyle doğrudur. Bilim ve tekniğin gelişiminde katkıları önde gelmektedir. Demokratik uygarlığın gelişiminde de rolü küçümsenemez. Her iki alanda da Avrupa’nın bir eki ve tamamlayıcısı olmakla birlikte, küreselleşmede daha güçlü ve hızlı adımların sahibidir. 20. yüzyılın sonlarında kendini dorukta görmektedir. Ama içten içe büyük bir çürümeyi yaşadığı kesindir. Roma’nın son günlerine benzemese bile, yine de yükselişin değil, çöküşün işaretleri daha çok geçerlidir. Dünya için geliştirmek istediği yeni sömürgecilik Vietnam’la aşılmıştır. Küreselleşme adımları ise, mevcut özellikleriyle her geçen gün daha çok tepki toplamakta ve tecrit edilmektedir. BMli, NATOlu ve IMFli dünya egemenliği çok hantal işlemekte ve astarı yüzünden pahalı olmakta; bu egemenliğin 21. yüzyılda aşılması ve ikincil plana düşmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Bu durum Avrupa’nın bir yansıması olarak da görülebilir. Ana merkezin yaşadıklarını evlatlarının yaşamaması düşünülemez. ABD’nin demokratik uygarlık çağı için geliştireceği fazla bir yenilik yoktur. Ama yine de dünya çapında sınırlı da olsa oynayacağı rol AB'ninkiyle örtüşmektedir. Daha otoriter ve faşist eğilimleri beslemesi çıkarına olmaktan çıkmıştır. Açık müdahaleleri yürütecek gücü yoktur. Bilimsel-teknik gücüne dayanarak, demokratik örtü içinde küreselleşmeyle kendini sürdürmeyi temel strateji durumuna getirmiştir. Hem dıştan hem de içten giderek sorgulanacağı ve etkisinin sınırlandırılacağı kesindir. Tarihte bir dönem Grek dünyasının Roma’nın karşısında yaşadığı durumu, Avrupa ve ABD ikileminde görmekteyiz. Sanki tarihi bir tekerrür söz konusudur. Kaderlerinin de birbirine benzemesi doğaldır. Nasıl barbarların hamlesi Roma’ya yönelerek çözülme sürecini hızlandırmışsa, tüm dünyanın barbarları denilmese de, benzer konuma sahip akınlar ABD'ndeki bunalım ve çözülüş için benzer rolü oynamaktadır. 21. yüzyıl bu biçimde bir diyalektikle ABD'yi Rusların reel sosyalizmde yaşadıkları duruma düşüreceğe benzemektedir. 
Uygarlıkların ana kıtası Asya, parçalı bir gelişime tanık olmaktadır: Kuzeyde ve ortada Rus önderlikli blok, Doğuda ve Büyük Okyanusta Çin, Güneyde ise Hindistan. Japonya ve Avustralya’nın özgün konumlarından bahsedilemez. Batı uygarlığının uzantısı durumundan öteye rolleri yoktur. 
Ruslar ve Rusya, ne tam Avrupalı ne de Asyalı karakterleriyle derin bir ikilemi yaşamaktadır. Bir özgünlüğü yakalamaktan uzaktır. Rusların reel sosyalizmin önderliğine soyunmaları hem kendilerine hem dünyaya pahalıya mal olmuştur. 20. yüzyılın tahripkâr ve kanlı geçmesinde rolleri önemlidir. Bir nevi dogmatizmle ütopyacılığın en anlamsız biçimini deli gömleği gibi sosyalizm adına insanlığın sırtına geçirmeye çalışmışlardır. Bu tutmayınca, sanki hiç sorumlulukları yokmuş gibi utanmazca sıvışmayı politika sayarak düşkünlüklerini kanıtlamışlardır. Uç bir komünizm umacılığından diğer uca, kapitalizmin mafyacı tarzına düşmeyi karakterlerine yakıştıracak kadar bir düşkünce ve üstünce ikilemi yaşamaktan çekinmemişlerdir. Şu anki durumları sersemleşmeye benzemekte, nereye yönelecekleri kestirilememektedir. Ama karakterlerindeki ikilemi sürdürmeleri kaçınılmaz görünmektedir. Kapitalizmi derinleştirirken, reel sosyalizme benzeyen durumları yaşamaktan da geri durmayacaklardır. Toparlanır toparlanmaz, başta Orta Asya ve Kafkasya’da olmak üzere, etkili olmak isteyeceklerdir. Ama 21. yüzyılda 20. yüzyıldaki seviyelerine gelmeleri de beklenemez. Bir çevre merkezi olarak konumlarını pekiştirmeyi ve ehlileşmeyi yaşamaları kaçınılmazdır. Bilimde, teknikte ve demokratik uygarlıkta ABD ve AB'ye öykünüp benzemeye çalışacaklardır. Özgün bir katkıları düşünülemez.
Çin, daha ilginç gelişmelere konu olabilir. Şimdiden ekonomide kapitalizmle, siyasette ise reel sosyalizmle çirkin bir evliliği sürdürme başarısını göstermektedir. Tam gayri meşru bir evlilik; ‘Çin işi, Maçin işi’ tekerlemesini doğrularcasına. Nüfus büyüklüğü ve çalışkanlıkları ejderhavari bir büyümeye yol açacaktır. Ne kadar özgün bir uygarlık olacağı belli değildir. Tarihte Çin’in rolü, büyük uygarlıkları mükemmelce taklit etme yeteneğinde bir üstünlüğe sahip olmasında görülmüştür. Çinlilerin müthiş taklitçi oldukları söylenebilir. Japonlar ve diğer Hindi Çini halkları da bu dalgaya dahildir. Reel sosyalizmi taklitleri de müthiş ve başarılı olmuştur. Şimdi tüm sistemlerden yararlı olanı almaya devam etmektedirler. Bunun karşılığında dünyaya neyi nasıl saçacakları belli değildir. Sakinlik ve barış ihtimali yüksektir. Ama herhangi bir dünyalı güçle takışmaları halinde, felaketi geliştirebilecek güçlerin başında gelmektedir. 21. yüzyılın yükselen bir gücü olması kaçınılmaz görünmektedir. Çirkin evliliğin nasıl sonuçlanacağı en çok merak uyandıran bir konudur. Ama farklı bir uygarlıksal çıkış merkezi olması beklenmemelidir. Çinliler en değme kapitalistten daha kapitalist, en değme komünistten daha komünist olma cambazlığını gösterme yetenekleriyle ancak taklitte ilerleyebileceklerdir. Yeni bir sentezle ilgileri yoktur. 
Hindistan’daki durum, özgünlüklerinden çok, tarih boyunca yaşadığı kültürlerin işgal derinliğini sürdüreceğe benzemektedir. Hindistan bir dönemler Aryen kültürün muhteşem sesleriyle çınlayıp gelişti, Brahmanizm’e kadar ulaştı. Budha’yı yarattı. İslami kültürü yaşadı. Feodalizmi derinliğine kendine mal etti. Tanımadığı ve özümsemediği işgal kalmadı. Daha çok her işgalciyle yatan, ama kendine mal eden kadını andırmaktadır. İngiliz kocasıyla kapitalist evliliği kendisine yaramışa benzemektedir. Liberal demokrasiyi uygulayabilmektedir. Bilim ve teknikte ABD'ye bile ulaşabilir. Barışçı yanı ağır basan bir halk mozaiğine sahiptir. En renkli bir kültür olarak Asya’nın geleneğindeki yerini koruyacaktır. Ama yeni bir uygarlıksal adımdan çok uzaktır. İngiliz çizgisinde sadıkane gelişmesini sürdürecektir. Bu çerçeve altında tarihsel kimliğini koruyarak gelişecek ve varlığını sürdürebilecektir. 
Asya’nın birçok marjinal kültürü de vardır. Türkler, İranlılar ve Endonezya gibi. Ama bunlar daha çok Ortadoğu denkleminde yer almaya yatkındırlar. Rusya, Çin ve Hindistan’ın ortak bir Asya potasında birleşmeleri beklenemez. Bir ABD veya AB olmaları, mevcut özleri itibariyle şimdilik mümkün görünmemektedir. Genel bir ittifak konumları bile ufukta görünmemektedir. Tarihte Asya nasıl idiyse, öyle olmaya devam edecektir. Tüm uygarlıkların büyük arka cephesi olmayı sürdürecektir. Ama dev gibi görünme konumundan da hiçbir zaman vazgeçmeyecektir.
Latin Amerika, Avrupa ve ABD'nin bileşkeli uzantısıdır. İkisiyle kurduğu ilişkiler kendisi gibi harika bir melezliğe yol açmıştır. Irkların, kültürlerin, sistemlerin melezliği, güzellik yanları da dahil, ne kadar çarpıcıdır? Bundan bir özgünlük çıkması zordur, ama bireysel kahramanlıklar ve özgünlüklere en çok gebe bir kültürdür. Bolivar’ları, Zapata’ları, Che'leri ve Castro'ları çıkarmayı sürdürebilir. Büyük ağabeylerin Hint ve Çin benzeri taklitçiliği beklenmemelidir. Asidirler, ama mevcut aşılanmış kişilikleriyle yeni uygarlıksal adımları doğurmaları zordur. Yine de devrimci çıkışlarla yeniliğin umutlarını en çok diri tutacak bir kıta parçasını ve kültürünü temsil etmeleri beklenmelidir. Zordakilerin onurlu umut kişilikleri olmayı kolay kolay bırakmayacaklardır. Ama güçleri bir sistem yaratmaya yetmez. Çağdaş demokratik uygarlığı özümsemelerinin 21. yüzyılda gerçekleşmesi bile kendileri için başarı sayılmalıdır. 
Kara Afrika’sı en alttakileri oynamaya devam edecektir. Siyah ırk büyük sorun olarak duracaktır. AIDS bu gerçeğin bir sembolüdür. Halbuki kıta olarak en görkemli bir ana olabilecek her şeye sahiptir. Ama kötü kocaların, hem yerlisi hem yabancısının elinde en kötü durumlara düşmekten kolay kolay kurtulamayacaktır. Ama geç de olsa doğuşu, güzel siyah ana biçiminde olacaktır. Erkeğin değil, kadının rengiyle doğacak uygarlığın en kolay yayıldığı alan olacaktır. Bunu Latin Amerika ve Hindistan izleyecektir. Üçünün de ana ve kadın geleneği güçlüdür ve umut vaat etmektedir. Geç ve güç de olsa, Afrika direnecek ve belki de gerçek kişiliğini yeni uygarlıksal gelişmenin tam zaferinde yakalayacaktır. 
Uygarlığın gelişimi yönünde eskiyi sürdürmeye dayanan dogmatizmle, yeniyi belirleme hayallerini ifade eden ütopyacılığın gücü önemli kırılmalara uğramıştır. Sürükleyici yetenekleri büyük bir kuşkuyla karşılanmaktadır. Tarihte buna benzer dönemlere tanık olmaktayız. MÖ 2 binin sonlarında Sümerlerin çöküşü ile dönüşümü, miladi yıllarda köleci bakış açılarının çözülüşü ve MS 1500'lerde Rönesans’ın doğuşu dönemlerinde geçmişe ilişkin kuşku ve şüpheler artmaktadır. Geleceğe ilişkin karamsarlık ve arayış iç içe olmaktadır.
2000’ler dünyası benzer bir konumu yaşamaktadır. Dogmatizm adeta can çekişirken, ütopyaların içine düştüğü durumda da hayaller yıkılmakta, sığ bir pragmatizmin etkisi insanlığı heyecansız ve biraz da çaresiz bırakmaktadır. Adeta ‘vur patlasın, çal oynasın’ felsefesi yaşanmaktadır. Kapitalizmin yeni hayaller yaratması olası görünmemektedir. Bu hayalleri ancak ABD, Hollywood film dünyasında yaratabiliyor ki, bununla insanlığı uzun süre oyalamak ve uyuşturmak pek mümkün değildir. Tüketim toplumuyla yürüyen pragmatizmin köklü bir felsefi gelenek oluşturması ve hayal yaratması özüne aykırıdır. Her şeyi günübirlik yaşamak geçerlidir. Bu, bunalım dönemlerinin tipik günü gün etme anlayışıdır. Komünizm ütopyacılığının temelindeki sakatlık, idealize ettiği amaçlara ters pratik sergilemesi, reel sosyalizmin kötü örneğinde sosyalizmin çekiciliğine büyük kuşku duyulmasına yol açmıştır. Sosyalizm kendini yenileme ve köklü dönüşüm çabalarına ihtiyaç duymaktadır. 
Çağımızın insanı bu gerçeklik karşısında yeniden büyük bir arayış içine girmek durumundadır. Eldekiyle güncelliği kurtarabilir, ama geleceğin köklü inşasını gerçekleştiremez. Dogmatizmden fazla medet umacak durumda olmadığının bilincine erişmiştir. Bilimsel teknik temeli yeterli olmayan ütopyaların peşine takılmanın da dogmatizmden pek farklı sonuçlara yol açmadığını görmüş ve denemiştir. Bunlarla birlikte tarihin en büyük bilimsel teknik devrimler çağını yaşamaktadır. Bu temelin mümkün kıldığı demokratik uygarlık dünyayı sarmaktadır. Fakat demokratik uygarlığın kendisi de zıt uçların vahşet aşamasını bile geride bırakan varlığını yumuşatma ve uygun uzlaşı platformlarıyla çözümü kolaylaştırmaktan öteye köklü olma, kalıcılığı uzun süreli ve temelli kılma zaaflarını tümüyle aşmış olmaktan uzaktır. Mevcut aşama aslında tipik bir araştırma, arayışları derinleştirme, daha köklü çözümler bulma anlamında yaşanması zorunlu ve oldukça uzun sürmesi gereken bir tarih aşamasıdır. Yaşamadan atlanamaz. Aksi halde Paris Komünü’nden reel sosyalizmin birçok felaketli örneklerine kadar olgunlaşmayan çözümlerin tahripkar sonuçları önlenemez.
Birçok yüce amaçlı ve kutsal çabalı devrimci pratiklerin karşılaştığı acı sonuçlar, bu gerçeklikle bağlantılıdır. Demokratik uygarlık döneminde yeni insanlık sentezi, çok yönlü ve karmaşık birçok tez ve antitez, daha insani ve çok renkli evrensel hukukun meşru savunma hakkı dışında şiddete yer vermeyen mücadelesi sonucunda doğacaktır. Çağımız, dünyanın birçok önemli merkezinde bu yönlü gelişmelerin birikimine sahip olmakla birlikte, sentezi doğurmaktan uzak bir durumdadır. Anlayış ve gözlem gücümüzü yeniden uygarlığın beşiği olmuş, gençliğini yaratmış Ortadoğu kültür geleneğine çevirmek, olası sentezi ortaya çıkarmaktaki potansiyel gücünü ve ufkunu değerlendirmek çözümleyici bir nitelik taşımaktadır.
****






-demokrasi  bir sistemmidir yoksa bir süreçmidir
-demokratik gelişmelerde zorun rolü varmıdır  nereye kadar  ve nasıldır.
-toplumsal  gelişmenin  önündeki  engellerin ortadan kaldırılmasında demokrasinin rolü nedir.
-demokrasilerde toplumsal  kesimlerin yeri ne olmalıdır.
.....................................
-demokrasi teknik  gelişim  arasındaki  bağlantı nedir.
-demokrasi ile bilim arasındaki  ilişki nedir.
......................................
-demokrasi  ile  meşru savunma arasındaki  ilişki nasıldır.
-Toplumsal sistemlerin oluşumunda demokrasi ile  zor arasındaki  karşılaştırma nasıl yapılabilir.
.....................................
demokrasi  ile  devlet arasındaki  ilişki nasıldır
demokrasi  ile  siyaset arasındaki ilişkiler  nasıldır
demokraside insan hakları ve kadın özgürlüğü sorunu




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder