ŞİDDETİN PSİKOLOJİSİ
ŞİDDETİN PSİKOLOJİSİ
İnsan niçin şiddete başvurur? insanı, tanımadığı insanları bile acımasızca öldürmeye iten etkenler neler olabilir? Tüm siyasal düşünce tarihi, aynı zamanda, iki düşünür kesimi arasındaki bir karşıtlığın tarihidir: insanların doğuştan "kötü" olduklarına inananlarla, insanların "iyi" ya da "kötü" olmalarının koşullara bağlı olduğuna inananlar arasındaki bir karşıtlıktır bu. Ama insanların doğuştan özellikleri ne olursa olsun; içinde bulundukları koşulların, "kötü" davranışların ortaya çıkıp çıkmamasında etkili olduğu da bir gerçektir. Erich Fromm, ruhsal kaynaklarını araştırırken, bizi ilgilendiren şiddet türlerini üçe ayırarak inceliyor: Tepkisel şiddet, ödünleyici şiddet ve "kana susamıştık." 1. "Tepkisel şiddet", insanın -kendisinin ya da başkasının- "yaşamını, özgürlüğünü, onurunu ve malını korumak" için başvurduğu bir şiddet türü. Tehdit edilme duygusundan, yani "korku"dan kaynaklanıyor. Tepkisel şiddetin de kendi içinde dört ayrı türü var. İnsanların -gerçek ya da görüntüde- bir "saldırı" karşısında bulundukları izlenimini almaları, onları "korunma amaçlı şiddet"e itebiliyor. Çağdaş savaşların çoğunda da, "savaş" halkın gözünde bu gerçek ile "yasallık" kazanıyor. Tepkisel şiddetin bir başka türü de, "engellemelerden kaynaklanan şiddet." Gereksinmelerinin karşılanması engellendiğinde, hayvanların, çocukların ve hatta ergin kişilerin saldırganlaştığını görüyoruz. Bu "yok etmek" amacına değil, "yaşamak" amacına yönelik bir saldırganlıktır. (Sevilen, gereksinme duyulan şeye bir başkasının sahip olmasının yarattığı "kıskançlık"tan kaynaklanan saldırganlık da, bu türe girer.) "Öç alıcı şiddet" de, tepkisel şiddet içerisinde yer alır. Fromm, bu şiddet türünü şöyle tanımlıyor: "Güçsüzlerin, sakatların, zarar görerek yıkılmışlarsa, kendilerine saygılarını onarmak için başvurabilecekleri bir tek yol vardır; 'göze göz, dişe diş' kuralına göre öç almak. Yaratıcı biçimde yaşayan bir insan hiç de böyle bir gereksinme duymaz. Aşağılanmış, incinmiş olsa bile üretici yaşama süreci ona geçmişte gördüğü zararları unutturur. Üretme yeteneği, öç alma isteğine ağır basar... En geri topluluklarda öç alma duygusunun çok güçlü olduğunu görebiliriz. Bu yüzden, sanayileşmiş ulusların en çok ezilen alt-orta sınıfları, ırksal ve ulusal duyguların odaklandığı sınıflar oldukları gibi, öç alma duygularının da toplandığı sınıflardır..." Tepkisel şiddet grubu içinde, bizi belki de en çok ilgilendiren şiddet türü, "inancın -ve umudun- yıkılmasından doğan" şiddettir. "Büyük ölçüde aldatılmış ve düş kırıklığına uğramış bir kişi yaşamdan nefret de edebilir. Yaşamın kötülük dolu, insanların kötü, kendisinin de kötü olduğunu kanıtlamak ister. Yaşama inanan, yaşamı seven, ama düş kırıklığına uğramış olan kişi böylece sinik, yıkıcı biri olup cikar. Yıkıcılık umutsuzluktan doğmuştur; yaşamda karşılaşılan umut kırıklığı yaşamdan nefrete yol açmıştır." 2. Erich Fromm, "ödünleyici şiddet'i, "ölüm sevgisi"nden daha hastalıklı bir şiddet türü olarak nitelendiriyor. Ödünleyici şiddet, "güçsüzlüğü" gizlemeye ya da güçsüzlüğü "telafi" etmeye yönelik bir şiddet türü olarak ortaya çıkıyor. İnsan "zayıflık, kaygı, yetersizlik" gibi nedenlerle eyleme geçemiyorsa "güçsüz "dür. Güçsüzlüğünü hissetmenin verdiği acı, ruhsal dengesini bozar. Güçsüzlüğünü kabullenememesi nedeniyle başvurabileceği iki yol vardır: Ya güçlü bir kişi veya topluluğa boyun eğip onunla özdeşleşmeye çalışmak, ya da başkalarını öldürerek yok ederek kendini kanıtlamak. Fromm bu durumu şöyle anlatıyor: "Yaşam yaratabilmek, güçsüz insanda bulunmayan birtakım nitelikler gerektirir. Yaşamı yok etmek içinse, yalnızca bir tek nitelik -şiddete başvurmak- yeter. Böylece kendisini yadsıyan yaşamdan öç almış olur. Ödünleyici şiddet, güçsüzlükten doğan, güçsüzlüğü ödünleyen bir şiddet türüdür. Yaratamayan insan yok etmek ister... Ödünleyici şiddet, yaşanmamış, sakat bir yaşamın sonunda doğan bir şiddet türüdür. Bu şiddet, cezalandırılma korkusuyla bastırılabilir (...), ancak insanı yaşama bağlayan koşullarla ortadan kaldırılabilir. Ödünleyici şiddet, tepkisel şiddet gibi yaşamın hizmetinde değildir; yaşamın yerini alan hastalıklı birşeydir; onun sakatlığının, boşluğunun kanıtıdır." 3. Erich Fromm'a göre, "kana susamışlık" da bir şiddet türü. Kişi "kan akıtarak kendisini canlı, güçlü, eşsiz ve başkalarından üstün" duyuyor. Gerçi bu daha çok ilkel topluluklarda görülen bir durum ise de, çağdaş dünyada tümden yok olduğunu da söyleyemiyoruz. "Öldürmek, en ilkel düzeyde en büyük sarhoşluk, en büyük kendini doğrulama yolu olur. ilkel anlamda yaşamın dengesi şöyle kurulur: öldürebildiğince öldürmek, yeterince kana doyduktan sonra da öldürülmeye hazır olmak..." Şiddet türlerini böylece sınıflandıran Fromm; "şiddet ya da "barış"a yatkın ruhsal yapıları da ikiye ayırıyor: "Ölüm severlik" ve "yaşam severlik." Ölümseverler için, gelecek değil geçmiş önemlidir. Hiç bir zaman gelecekte yaşamaz, hep geçmişte yaşarlar. Onlara göre, yalnızca iki "cins" insan vardır: Güçlülerle güçsüzler, öldürenlerle öldürülenler. "Katıksız bir ölümsever" tipinin en açık örneği ise Hitler'dir. "Ölümsever önderlerin etkili olmaları, sınırsız öldürme yetilerinden ve isteklerinden gelir. Onların ölümsever kişiler tarafından tutulmaları bundandır, ölümseverlerin dışında kalanlara gelince; onlar, bu kişilerden korkar, korkularının bilincine varmaktansa onlara hayranlık duymayı yeğlerler...Ölümsever kişi denetime tutkundur; denetlerken yaşamı öldürür Yaşama karşı derin bir korku duyar; çünkü yaşam, yapısı gereği düzensiz ve denetimsizdir..." Bir toplumda "ölümsever" kişilik yapısının yaygınlaşması ölçüsünde şiddet ve baskıyı önlemenin, hoşgörülü ve barışçı bir ortam yaratmanın zorlaşacağını söyleyebiliriz. Sağlıklı bir kişilik, "yaşam sevgisi"nin ağır bastığı kişiliktir. Kişiliğin oluşumunda çocukluk yılları belirleyici olduğuna göre; çocukta yaşam sevgisinin gelişebilmesi için en önemli koşul, onun "yaşamı seven insanlarla birlikte" bulunmasıdır, "insan enerjisinin çoğu, saldırılara karşı yaşamı savunmak, açlıktan kurtulmak için harcanırsa, yaşama sevgisi engelenir ve ölüm sevgisi güçlenir." Fromm, bir toplumu oluşturan bireylerde yaşam sevgisinin gelişebilmesini, en çok şu üç koşulun varlığına bağlıyor: Güvenlik, adalet ve özgürlük... Yani, toplumu oluşturan bireylerin canları ve onurlu bir yaşama elverecek "maddesel koşulları" tehlike içinde olmamalıdır. Hiçbir birey, başkalarının amaçları için "araç" olarak kullanılamamalıdır. Herkese toplumun "etkin ve sorumlu bir üyesi" olma olanağı sağlanmalıdır. Yaşama karşı ilgisini yitirmiş bir insanın "iyiliği seçebilmesinin umulamayacağı unutulmamalıdır...*** Son yıllarda dünyada -giderek artan ölçülerde- tanık olduğumuz "milliyetçi şiddet" ve "etnik terör" olgularının gerisinde acaba ne gibi ruhsal etkenler var? Her canlı kendi varlığını koruyabilmek için "çevre"ye karşı bir savaşım verir. "Dost" ve "düşman" kavramları da, bu süreç içinde ortaya çıkar, insan, varlığını koruyabilmesi açısından "engel" olarak algıladığı öğeleri "düşman", kendini "destekleyici" gördüğü öğeleri de "dost" olarak algılar. Yurtseverlik, üzerinde yaşanan toprakları ve o topraklarda geçerli "belirli bir yaşam biçimi"ni benimseme ve koruma eğilimidir. Oysa milliyetçilik, parçası olunan "ulus" ve "etnik grup" adına "güç ve saygınlık" kazanma amacını da içerir. George Orwell'e göre kendi kesiminin "aşağılanması, küçümsenmesi ya da rakiplerin övülmesi", milliyetçi kişide huzursuzluk yaratır. Bu durumdaki kişinin rahatlayabilmesi, "sert bir tepki"nin verilmesine bağlıdır. Milliyetçi kişi, kendi tarafına yapılan "zulüm" ve haksızlığa sert tepki gösterirken; karşı tarafa yapılan "zulüm" ve haksızlığı algılamakta ve kabul etmekte zorlanır. Etnik gruplar ise, "farklı bir kimlik" duygusunun ve bu duygunun gelecek kuşaklara aktarılmasının ürünüdür. Bu durum, bir yandan grup üyelerinin kaynaşmasını ve dolayısıyla grubun devamlılığını sağlarken, öte yandan, diğer gruplardan ayırarak geleceğini tehlikeye sokar. Çünkü bir grubun varlığını sürdürebilmesi için, aynı zamanda "düşman"a gereksinmesi vardır. Gerçek ya da "varsayılan" düşman, grup içi dayanışmayı ve birliği kolaylaştırır. Birey, genellikle grup içinde "kendi özelliklerini yitirir" ve "grubu grup yapan özelliklere göre" davranır. Birey, içinde bulunduğu grubun değerini abartmak, kendi yeteneklerini ve gücünü "askıya almak" eğilimi içine girer. Freud'a göre, "insan güçlü bir önder tarafından yönetilen güçlü bir grup içinde olmak isteyen düzensiz bir hayvandır". Birey, önderi "yüceltirken" kendisini "yetersiz" olarak algılar. Unutmamak gerekir ki; etnik grup içindeki "ortak kimlik" duygusu, bireyin "zedelenen benliği"ni koruyan duygusal bir işlevi de yerine getirir. Düşman grup "psikolojik olarak bir uzaklıkta tutuldukça" etnik grubun kaynaşmasını sağlar. Ama "düşmanın bize benzediğini" düşünmek bunalım yaratır. Varlığını sürdürmek isteyen grup, aradaki "küçük" farklılıkları büyütmek, hatta yeni farklılıklar yaratmak arayışı içine girer. "Etnik şiddet"e katılma eğiliminin en çok gençler arasımla bulunmasının bir nedeninin de ruhsal olduğunu söyleyebiliriz. Ergenlik çağındaki en önemli sorunlardan birisi, "ben kimim" sorusundan kaynaklanıyor. Yanıtı bulamamak ya da "net" bir yanıt verememek, bunalım yaratıyor. Örneğin Almanya'da yaşayan Türk ailelerin çocukları, bu bunalımı aşabilmek ve dolayısıyla "açıkça farklı" bir kimliğe sahip olabilmek için, "dinci" ya da "aşırı milliyetçi" gruplar içinde daha kolaylıkla yer alabiliyorlar. Güneydoğu'daki "etnik terör" olgusunun gerisinde de, bu ruhsal etkenden söz edilebilir. Özellikle askeri yönetim dönemlerinde artan "Kürt kültürel kimliği" üzerindeki baskıların, öncelikle gençler üzerinde "olumsuz" etki yaptığı acıktır. Buradaki "direnme", bir tür "kişiliğini savunma" doğal mekanizmasının ürünüdür. Ancak "bireysel kimlik" karşısındaki tehdidin kalkmasından sonra da "savunma mekanizmaları"nın sürmesi durumunda, sağlıksız bir ruhsal durumdan söz etme olanağı vardır. "Siyasal psikoloji" alanında uzman olan Prof. Vamık D. Volkan, "etnik duygu" oluşup yerleştikten sonra, onu değiştirmenin çok güç, hatta bazen olanaksız olduğunu öne sürüyor. Etnik kimliğin değiştirilmesi yönünde baskıların artmasnın, etnik grubun kendi kimliğine daha sıkı bağlanması sonucunu yarattığını ve gerekirse "ölmeyi göze alabilecek" noktaya gelinebildiğini anlatıyor. "Farklılığı koruma "nın önemini vurgulayan şu örneği veriyor: "Kıbrıs Türk ve Rum çiftçileri, siyah pantolon ve siyah gömlek giyerlerdi. Bellerine biri kırmızı, biri mavi kemer takardı. Gerginlik durumunda, her iki toplum da, renklerini değiştireceklerine ölmeyi göze alırlardı. Bu mantıksız görünen şey yaşamın gerçeğidir. Burada psikolojik durumun insan davranışlarını nasıl yönlendirdiğini açıkça görmekteyiz."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder