11 Nisan 2014 Cuma

NERMİN YILDIRIM-YANSIMA MI YANILSAMA MI?


NERMİN YILDIRIM YANSIMA MI YANILSAMA MI?

"Orwell, bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan;  Huxley, pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna  tutacak olanlardan korkuyordu. Orwell, hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley, hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Huxley, Orwell'in 1984'ünde insanların acı çekerek denetlendiğine dikkat çekerken; Brave New World'de insanlar hazza boğularak denetlenmekteydi." *Gelinen noktada tarih Huxley'i haklı çıkardı. Ne var ki Orwel'in korkularının tümüyle yersiz olduğunu söylemek de mümkün değil. Ortada bir enformasyon bombardımanı, imajlar, görüntüler silsilesi olduğu doğru. Ve fakat bizim bu bilgilere temas etmemiz pek de mümkün olmuyor. Zira ya -doğru bile olsa- üzerimize yığılan laf/görüntü yükünün altında kalıyoruz ya da ulaşabildiğimiz bilgi kırıntıları gerçeği yansıtmaktan uzak oluyor.Egemenler, kaba kuvvete başvurmaksızın, toplumsal rıza ve onayı alarak, söylemlerini meşrulaştırmanın, düzenin yeniden üretimini sağlamanın, yani yollarına devam etmenin çok daha iyi ve başarılı bir metod olduğuna kanaat getirdiler. Varolan söylemlerin, değerlerin, toplumsal algıların meşrulaştırıldığı, yeniden üretildiği o alanlardan en fonksiyonel ve sinsi olanı medyaydı kuşkusuz. Zira orada izlediğimiz ve kendimizi içinde konumlandırdığımız dünya tam anlamıyla bir yanılsamaydı. Medyada gördüğümüzün kendi yansımamız olduğu yanılgısına kapılarak, sunulanı benimsememiz, kabullenmemiz esasına dayanıyordu bütün bu alicengiz oyunları.Bütün bu enformasyon ve görüntü kirliliği, kakafoni oluşturmaktan, yansımanın yanılsamaya dönüşmesinden, anlamını kaybedip yeni tanımlara bürünmesinden öte bir anlam taşımıyor. Yıllar evvel Körfez Krizi zamanında CNN'den tüm dünya televizyonlarına yayılan Karabatak görüntüsü bunun en birinci kanıtı olarak serildi gözlerimizin önüne. O vakitler bu savaşı meşru kılmak, haklı çıkarmak için televizyonlardan gözümüze gözümüze sokularak dönemin sembollerinden biri haline getirilen o görüntü, aslında yıllar yıllar önce Fransa açıklarında bir yerlerde çekilmişti. Batan bir petrol tankerinin haberini yapmak için hem de. Yani ne Irak'la bir alakası vardı, ne Irak'ın kullandığı söylenen silahlarla, ne de savaşla. Görüntüyü kaydeden kameraman, gazetecilik etiği gibi pek de "trend" olmayan sebeplerden ötürü bu gerçeği açıklamaya kalktığı vakit, bir biçimde susturularak, bütün dünya medyasının kara listesine alındı. Şimdilerde gazetecilik yap(a)mıyormuş artık. İşte medya ancak bu kadar güvenilir, ancak bu kadar masum. Yazılı ve görsel medya genelinde düşünecek olursak, herşey varolan söylemin hayatta kalabilmesi için kurgulanmış bir oyun gibi görünüyor. Kadınların geleneksel kimliğinin sürekli tekrarlanması, her fırsatta vurgulanması da bu oyunun en güçlü/en sinir bozucu taraflarından biri. Medya karakterlerini ne kadar modernize ederse etsin, hep aynı kadınlarla, vefakar, cefakar, biçare annelerle ve eşlerle ya da 'yatağa atılacak' kadınlarla karşılaşıyoruz. Medyanın kadına biçtiği rol bu.Ekranlarda ya da uçucu köşe yazılarında yaratılan algı ve yaşam tarzı, bir eğlence kültürü olmaktan çok daha tehlikeli bir yerde duruyor aslında. Tüm bunlar kültürümüzün kendisi haline dönüşmeye başlıyor zamanla. Haberlerde, televizyon dizilerinde, gazete sayfalarında,reklamlarda hikayelerine tanıklık ettiğimiz kadınların gerçeğin yansıması, gerçeğin ta kendisi olduğunu kabul etmemiz, işte bu söz konusu prototiplere göre şekillenmemiz bekleniyor bizden. Doğal değişmez olarak belirlenmiş, tanımlanmış tüm bu kalıpları giyinip, kuşanmamız. İyi de bu elbise bize dar.Reklamlardaki kadın prototipini ele alalım örneğin. Hayatı çocuk, koca ve temizlik üçgeninde geçen, en büyük mutluluğu kocasına hafif yemekler yapmak, tek derdi evladının poposunu pişirmeyecek en doğru çocuk bezini bulmak olan ve her daim otuziki diş tekmili birden gülümsemeyi becerebilen 'reklam kadınları'na bakın. Yok böyle kadınlar. Hiç olmadılar. İnsanın hayatı yağ çözücüler, kireç sökücüler ve envai çeşit temizlik malzemesine bulanmışken nasıl olur da  maç seyreden kocasına yemek pişirmekten zevk alabilir? Ya da bütün gün canı çıkmışken bile o kadar güzel ve bakımlı olmayı nasıl becerebilir? İki dakikada bir üstünü başını kirleten, özellikle yağ ve çimen lekesi üzerine ihtisas yapmış evladının bu "sevimli" haşarılıklarından ötürü mutlu olup hastalıklı bir gülümsemeyle koşarak yeni deterjanını kucaklar mı? Yok böyle kadınlar. Ben hiç görmedim. Hayatı koca/çocuk/temizlik üçgeninde geçtiği halde bu kadar mutlu olan, bu durumdan memnun olan kadın görmedim. Temizlik günlerinde en güzel giysilerini kuşanıp, çamaşır sularını oraya buraya döküp, mutluluk çığlıkları atan kadın görmedim ben.Biz pijama giyeriz öyle zamanlarda. Ne bileyim lekeli bir şeyler giyeriz. Eğer bütün gün temizlik yapmışsak, akşam hizmet bekleyen kocalarımıza hınç duyarız. Sırf deterjanımızın marifetlerini ölçmek için "hadi çocuğum, gel üstünü başını boyayalım, çimenlerde yuvarlanalım, ketçabı üzerimize sıkalım"demeyiz. Sabahları uyandığımız zaman saçımız başımız birbirine girmiş, yüzümüz, gözümüz şişmiş olur bizim. Fönlü ve makyajlı uyanmayız.
Her türlü eleştiriye "iyi de biz olanı yansıttık." diyenler ya doğruyu söylemiyor, ya da hakikaten acınacak kadar saflar. Bizi paranoyaklıkla, buluttan nem kapmakla, her lafın altında türlü çapanoğlu aramakla suçlayanlar olacak. Evet, kötü niyetliyiz biz. Güvensiziz çünkü. Bu yüzden elimize bir büyüteç alıyor ve gördüğümüz herşeyi didik didik ediyoruz. Önümüzdeki sayıda haberlerden, kadınların haberlerde yer alış biçimlerinden bahsedeceğiz. Görüşmek üzere...*'Televizyon Öldüren Eğlence', Neil Postman

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder