A) TASNİF BİLİMİ TARİH
19. yüzyıla gelinceye dek, hemen bütün bilimler Birikiş
Bilimi idiler. Olayları derleyip toplayan birer bilgi ambarı gibiydiler.
Biriktirirken, her olayı, -gerçekte hiç ayrılamayacağı,- öteki olaylardan
ayırarak soyutlaştırıyorlardı. (Mekan için TECRİT) Soyutlaştırılmış olayların,
gelişirken geçirdikleri değişikliklerin hepsini değil, yalnız en çok bilinen,
en çok belli olan en olgun biçimini (en mükemmel şeklini) ele alıp, incelemek
için duralatıyor veya durultuyorlardı. (Zaman içinde TESPİT).
Olayları böyle, önce: "Abstraction: SOYUTLAŞTIRMA"
(Tecrit), ve sonra: "Fixation: DURALATMA" (Tespit) yollarıyla
eleştirmeye METAFİZİK metot (Mabadüt-tabiiyye usul) Fizikötesi yol denir.
Metafizik metot, önceleri kaçınılmaz bir yoldu. Zamanla,
birikmeler çoğalınca, her olayın gerçekte (realitede) nasılsa öylece
kavranılması gerekti. Gerçekte, her olay zamanının bütün öteki olayları ile az
çok ilgili ve bağıntılı (münasebetli) idi; gene her olay ve her nesne hemen en
olgun (mükemmel) biçimiyle ortaya çıkmaz: Kimi yavaş yavaş değişen EVRİM
(Tekamül)ler, kimi ansızın değişen DEVRİM (İnkılap)lar geçirerek, durmayan bir
GELİŞİM (İnkişaf) gidişi (prosesi) ile boyuna olgunlaşır. Ve bu sırada bir çok
bambaşka DEĞİŞİK biçimlere girer. Biz bu olayların hepsini gözden geçirmedikçe
birisi üzerinde yeterce aydınlanamayız.
19. yüzyılda: Tabiat, eşya, fizik, kimya, matematik, tıp ve
ilh. gibi “Sciences exactes” denilen “müspet ilimler” kadar, Tarih ve Toplum
(Societe: Cemiyet) bilimleri de birikmiş belge ve olaylarla tıka basa doldular.
O dağlar gibi yığılı birikmiş olayları toptan kavramak değil, yer yer ve parça
parça ezberlemek için bile, artık yeni bir çeki düzene uğratmak gerekti. Eski
(Accumulation: BİRİKİŞ) bilimleri, artık, tüm (Classification: ÇEKİDÜZEN:
TASNİF) bilimleri durumuna girmeliydiler. Bunun için, olayların bütün iç ve dış
BAĞINTI (Münasebet) ve KIMILTI (Hareket)leri ile, bütün değişik BİÇİM
(Şekil)lerini ve bu arada değişiş YORDAM (Tarz)larını inceleyen DİYALEKTİK
metod (eskilerin “Cedel mantığı” dedikleri usul), 18. yüzyılın sevgili
metafizik metodu yerine geçti. Gerçek bilginler, hatta diyalektiğin adını
bilmedikleri, yahut onu ağızlarına almadıkları zaman bile, olumlu bir
araştırmaya kalkıştılar mı, diyalektik yola girer oldular. 23 Eylül 1885 günü
Friedrich Engels şöyle yazmıştı:
“Teorik (nazari) bilimin ilerleyişi, belki de emeğimin
çoğunu veya hepsini yersiz kılacaktır. Çünkü, yığınla birikmiş sırf ampirik
(dar denemeci) buluşları (Keşifleri) düzenleme gibi yalın bir kaçınılmazlığı
(zarureti) teorik bilime dayatan öyle bir devrim oluyor ki, bu devrim,
hadiselerin diyalektik karakterini en dik kafalı ampiristlere (dardenemecilere)
bile gittikçe daha besbelli ediyor.” (1)
Ancak bu iyimserlik, özellikle tarihsel bilimlerde, bilinen
sebeplerle bir türlü gerçekleşemedi.
Bugün, her bilim gibi TARİH de “çekidüzen bilimi” (Tasnif
ilmi) olacak birikişe çoktan ermiştir. Öyleyken, Tarih kitaplarımızı dolduran
olaylar kişisel (Şahsi) ve sübjektif çekidüzen metafiziğinden kurtulamadılar.
Yeryüzünde her ülkenin tarihi YERCE (mahalli olarak) başka başka ülkelerin
tarihlerinden kesin sınırlarla ayırt ediliyor: (SOYUTLAŞTIRMA: Tecrit)! Örnek:
Eskilerden Irak, Mısır, Hint, Çin, Yunan, Roma tarihleri; Yenilerden Fransa,
İngiltere, Almanya, Rusya, Türkiye tarihleri yer yer birbirlerinden karlı
dağlarla ayrılmıştırlar... Gene öylece bir tek ülkenin ardarda sıralanmış başka
başka toplum ve tarih basamakları, aynı ırktan gelmiş insanlar için bile
ZAMANCA (devir devir) birbirlerinden ayırt ediliyorlar: (DURALATMA: Tespit).
Örnek: Irak’ta Sümerler, Elamlar, Akkadlar, Asurlar, Persler, Medler;
Anadolu’da Eti, Frejya, Lidya, Yonya, Grek, Roma, Selçuk, Osmanlı tarihleri
birbirlerinden kopmuş, biri ötekinden habersizmişçe konulurlar.
Böyle ayrı bölümlü tarihler yok mudur? Vardır. Hatta, onlar
üzerine ayrı etüdler (monografiler) de yapılabilir. Ama, bütün bu “Tarihler”in,
zaman ve mekan içinde birbirlerine karşılıklı etki, sebep-netice, birinden
ötekine geçiş ve atlayış bağıntıları, kendilerinden daha az önemli değildir.
Daha doğrusu, o bağları iyi aydınlanmadıkça tarihlerin kendileri de ister
istemez yarım anlaşılmış kalırlar. Bir tek insanlık neden bir çok Tarihlere
bölünmüştür? Bir bütün olan medeniyet niçin param parça olmuştur? Hele Tarih
bölümlerinin birinden ötekisine geçişler, hep “medeniyet”lerin oluş ve
yokoluşları biçiminde görünüyor. Hatta, bu görünüş yüzünden “Tarih bir
tekerrürdür”demeye varılıyor. “Tekerrür” gibi görünüşün iç yüzü nasıldır?
İnsanlığı kalıptan kalıba sokan gelişimde kör tesadüfler mi, gelişigüzel
gidişler yaratmıştır? Yoksa, tabiat olaylarında görülene benzer genel kanunlara
mı uyulmuştur?.. Bütün bu sorular her gerçek tarihçiyi araştırmalara itmiştir.
En sonunda bu konu, güya “işbölümü” ile, tarih biliminin dışına atılmış: “Tarih
Felsefesi” kılığına sokulmuştur. Felsefe nereye girerse, orada objektif bilim
eksiği vardır. Demek, tarihin gidiş kanunlarını “Felsefe”ye daha ısmarlarken,
bilgimizi bilinmezliğe salmış oluruz.
Hiç değilse, 19. yüzyıl ortalarına değin klasik Tarih
yazarlarını, hatta, Tarih filozoflarını kınayamayız. Ama, o zamandan beri,
bilimleşmesi gereken Tarih yazarlığı büsbütün tersine götürülmüştür. Klasik
tarih yazarlığı didiklenirce ufalanmış monografi parçacılığına dökülmüş,
Tarihin büyük GİDİŞİ (Prosesi) söz yerinde ise, Tarih şarlatanlarına
bırakılmıştır.
B) KLASİK TARİH METODU
Klasik Tarih Yazarları: Yaman soyutlaştırma ve Duralatmalara
dalarlar. Yaptıkları, kaba deyimle: Canlı Tarihi önce koyun gibi boğazlayıp,
çengelde yüzmeye, etini, barsağını, derisini ayrı raflara dizmeye; sonra dönüp
okurlara: “ -İşte Tarih denilen koyun budur. Varın anlayın!” demeye getirirler.
Okuyucu birbirinden kopuk, ölü olayların kimisini bellerken, ötekilerini unutup
gider. Tarih masala karışır, insanlık olayları hiç bir yöneliş edinemez.
Metafizik-Klasik Tarih yazışına, en yenilerinden bir örnek
verelim. Alman bilgini Bertold Spuler “İran Moğolları” Tarihini yazıyor. (2)
Söze başlarken, emeğinde nelerin “yok” olduğunu şöyle sıralıyor:
1 - “Moğolların İran arazisine girdikleri: ana kadar ki
varlıkları, tetkikimizin dışında kalır.” diyor. (Demek: Moğolların Tarihe doğuş
ve gelişleri yok: Zaman içinde duralatma)
2 - “Moğolların Çin, Maveraünnehir ve Türkistan, Moğolistan
veya Altınordu ülkelerindeki inkişaflarına da girişilmeyecektir.” diyor.
(Demek, Moğolların bütün kapladıkları yer yok: Mekan içinde soyutlaştırma).
3 - “Burada, Moğolların hakimiyeti altında yaşayan
İranlıların sanat Tarihinden ve ne de onların kültür hayatlarından
bahsedeceğiz” diyor. (Moğolların üzerinde durdukları İran yok).
4 - “Moğolların İranlılık üzerine tesiri de keza bahis
dışıdır” diyor. (Demek, Moğolların İran’a yaptıkları etki de yok.)
5 - “Edebi ve dini dogmaya ait inkişaflar da tetkik dışı
kalıyor” diyor. (Demek, Moğol-İran sentezi yok).
6 - “İdari tedbirler hakkında: daha evvelki bir çok İrani
unsurlar, muhakkak alınmış veya Moğol unsurlarına uydurulmuş bulunuyor. Bir
bütünün eczasını teşkil eden bu iki unsurun gerçek İrani unsurlarla yabancı
unsurların arasında bir hudut çizmeye, pek haklı olarak çalışılmamıştır.”
deniyor. (İdare bakımından olsun Moğol nerede başlıyor, İran nerede bitiyor
ayırt yok.)
7 - “Eğer Türk-Moğol kültürü ile İran kültür hayatından biri
rasgele ele alınıp, diğeri bırakılmak istenmezse, bunların her üçünü de topluca
tetkik etmek gerektir.” diyor. (Kültür bakımından tasnif yok).
8 - Bir yerde: “Bütün yetkili kaynak ve eserlerin işlenmesi”
ne ve mümkün mertebe folklora ait tetkikler yapılmasına ise ihtiyaç vardır.”;
ötede: “Bütün bu dediklerimiz bu kitabın çerçevesine girecek şeyler değildir”
diyor. (Tek hedef kültür iken, kültürün kökü folklor vs. sınır dışı ediliyor.)
Tarih olaylarının önü yok, sonu yok, bütünü yok, çevresi
yok, tezatları yok, sentezleri yok... Ne var? Bilginin boş vakti, yardımcıları,
basıcıları çok. Zaman Tarih gerçeğini darmadağın etmiş. Biraz da biz
parçalayalım. Sayfa altlarına ne denli çok “me’haz” yığarsak, o denli
“bilimsel” oluruz.
Alman bilgini: “Fikrimce, diyor, mukayese yapmak ve bir
noktadan incelemek mümkün olmadan önce, bir kere muayyen devirlere ve muayyen
milletlere ait bildiklerimizin gerçekten ele alınması gerektir.”
“Bildiklerimizin gerçekten ele alınması”: Olayları gelişi
güzel istiflemekten ziyade onlara çekidüzen vermeli, bunun için de tarih
gidişinin gerçek kanunları üzerinde az çok aydınlanmalıdır. Tarih tasnifi
bulunmadıkça, şu veya bu bölümün işlenişi sübjektif yorumlardan kurtulamaz.
Bilim determinizmi gibi konulan soyutlaştırma ve duralatmalar, en yetkili
çabaları bekledikleri “mukayese”den biraz daha uzaklaştırmış olmuyor mu? Bugün
“bir noktadan incelemek mümkün” müdür, değil midir, sorusuna gelince, burada
büyütüldüğü kadar aşılmaz imkansızlık, malzeme kıtlığından ileri gelmese
gerektir. Sümerli Sinlekke-un-nim’den beri 4 bine, Homer’den beri 3 bine yakın
yıl geçmiş. Herodot’lar, Berose’lar, Thucydit’ler, Tacitus’ler, Sezar’lar,
Babur’ler bulabildiklerini, görebildiklerince derlemişler. İbn-i Haldun’dan
Katip Çelebilere dek Tarih yazarları artık Tarih kanunları aramak zorunda
kalmışlar.
Herodot’u düşünelim: Yazdıklarını Olimpiyatlarda kara halka
okuyup geçim sağlamış; gene Atina’da aç kalanlarla birlikte çarıkları sıkmış,
İtalya’da Thurium kolonisi gibi yeni Kentleri, “Büyük Yunanistan”ı yoktan var
etmeye koşmuş. Bu maddi, manevi kıtlık ortasında, yasak tapınak geleneklerinden
şaheser yaratmış ve Tarihe metot vermiş... Şimdi dağlar gibi yığılı Tarih
ambarında Tarih yazmaktan başka hiçbir görevleri ve kaygıları bulunmayan modern
bilginlerimiz, kuru “erudition: Mütebahhirlik”ten öteye geçmemeli midirler? Bu
“Tevazu” bay Spuler kadar değerli araştırıcıların yetkilerinden Tarihin
tasnifini mahrum bırakıyor. Alanı, Tarih “yağmur duacıları”na Tarih
simyagerlerine boş bırakıyor. Ve belki kendisini de, daha verimli olabileceği
bir metottan yoksun bırakıyor.
C) ORİJİNAL TARİH METODU
“ORİJİNAL” TARİH YAZARLARI: Klasiklerin tersine giderler.
Aşırı genelleştirmelere saparlar. Tarihin çok yanlı olaylarından çok defa bir
tekini parmaklarına dolarlar. O tek olayla, Tarihin bütününü aydınlatmaya
çabalarlar.
Metafizik “Orijinal” tarihçiler “İDEALİST” (fikirci,
spiritüalist=ruhçu, moralist=ahlakçı, maneviyatçı) iseler, bütün Tarihi: Ya
psikolojiye (ruhiyata), ya tesadüfe, ya yiğit kişilere (kahramanlara,
dahilere), yahut dürülü bir tablo gibi açılan “Tanrı”ya, majüsküllü “Fikir”e
bağlarlar; MATERYALİST (maddeci) iseler: Yalnız ırkın, yahut coğrafyanın,
yolların ve onlar gibi elle tutulur nesnelerin tarihte ana rolü oynadığını öne
sürerler.
Orijinal “idealist” tarih yazışına en yenilerinden bir
örnek: Anglo-Sakson bilgini B. Arnold Toynbee’dir. “Memleketimizde olduğu gibi,
dünyanın her tarafında, fikirlerine bol kıymet verilen alim” (3), “Dünyanın en
tanınmış tarihçisi” (4) olarak kamu oyuna sunulan ünlü profesörün iyi dileği
sonsuzdur. Bir yerde: “Bütün Mısır’ın kölelikten kurtulması ve rahat bir hayat
sürmesi imkan dahilinde idi..”, “Fakat baştakiler yanlış bir yol tutarak
ehramları inşa ettirdiler” der. O “yanlış”ı gören olsaydı, Mısır medeniyeti
sürüp gelebilir miydi?” Toynbee, Yunanistan için bir imparatorluk kurulmasını
gerekli buluyor ve şöyle yakınıyor: “Yüzlerce sene Yunanistan’ın en kıymetli
adamları bu maksat uğruna çalıştılar. Fakat hepsi de başarısızlıkla
karşılaştılar.” Demek “yanlış”ı görenler de olsa, Tarih bildiğinden şaşmıyor.
Sonra, Mısır’ı batıran dağınık Mısır kentlerini derleyen imparatorluktu. Yunan
kentlerini toplayacak bir başka imparatorluğun Yunan medeniyetini ölmezliğe
kavuşturacağı nereden kestirilmiştir? Nitekim, “Çifte boynuzlu: Zülkarneyn”
adıyla kutsal Tarihe giren İskender’in 13 yılda kurduğu imparatorluk, Grek
kentlerini birleştirdi. “Ama kendisi ölür ölmez, imparatorluğu generaller
arasında paylaşıldı.” (5) Roma İmparatorluğu ne idi? Heliopolis’teki
Aşağı-Mısır krallığının Thebes’teki Yukarı-Mısır krallığına geçmesi gibi,
Akdeniz medeniyetinin küçük Yunanistan’dan “büyük Yunanistan”a (yani
İtalya’ya)geçmesi idi. Yeryüzüne “Pax romana: Romen barışı” sunan batılı Roma
gibi, Doğulu Bizans İmparatorluğu da, yüzyıllarca korkunç savaşlardan ve kanlı
yıkılışlardan başka ne gördü?
Bir sözle tarihe akıl vermek, tarihi izah etmek olamıyor.
Öyleyken, sırtını Tarihe dayayan sayın profesör, zamanımız
insanlığına şu tılsımlı muskayı sunar: “Modern insan, en ziyade Tabiatüstü bir
kuvvete inanmak lüzumunu duymaktadır” der. “Zamanımızın insanları, sosyal
dertlere çare ararlarken, Allahın kudretini inkar ettikleri için bir çok
sürprizlerle karşılaşmışlardır.” (6)
Doğru mu? Yedi bin yıldır gelmiş geçmiş medeniyetler
“Allahın kudretine” güvenmedikleri için mi battılar? Medeniyet beşiği Irak’a
bakalım Ea tanrı: “Zeki öncü, görünür dünyanın beği, bilimlerin, şanın ve
hayatın efendisi” idi. Anu yaratıcı tanrı (Demiurge): “Eskilerin eskisi,
tanrıların babası, aşağı dünyanın beği, karanlıkların ve gizli hazinelerin
efendisi, ruhların hükümdarı” idi. Ay tanrı: “Sin, şef, kudretli, kıvılcımlı,
ayda otuz günün beği”idi. Güneş tanrıça Şamaş (Şems): “Büyük motor, naip, yerin
göğün hakemi” idi. Ramanu (Rahman) tanrı: “Yerin göğün bakanı, bolluğun
üleştiricisi, kanalların beği, fırtınanın, kasırganın, su basmalarının,
şimşeğin başı” idi. Nabu tanrı: “Evrenin komutanı, tabiat eserlerinin
buyurucusu, güneşin batışı ile doğuşunu ard arda getiren” idi. Santandanu
(Samedani) tanrı Ninip: “Yaman, yiğitlerin beği, gücün efendisi,yadları yok
edici, söz dinlemezleri cezalandırıcı, başkaldıranları ezici demirden efendi”
idi.
İnsan bunların hepsine tapmakta “Tabiatüstü bir kuvvete
inanmak lüzumunu duymakta” idi. Ne oldu?.. Irak medeniyetinin başına ilk
“TUFAN”ı o tanrılar, el birliği ile çıkardıklarına kendileri de şaşakaldılar.
“Ramanu göğün ortasında gürledi. Nergal kasırgaları
boşandırdı. Büyük İra, bütün bentlerin kazıklarını çekti. Ninip su akınlarını
sonsuz taşırdı. Cin’ler dört yana yıkım götürdüler, yeryüzünü silip süpürdüler.
Anunaki tanrıları, meşaleleri yukarı kaldırıyorlardı. Allahların saçtıkları
ışık, ülkeyi kızıla boğuyordu. Ramanu’nun taşkını göğe dek kabardı ve gündüzün
aydınlığı karanlıklar içinde sönüp gitti... Artık kardeş kardeşi görmedi.
İnsanlar birbirlerini tanıyamadılar. Allahlar bile gökte Tufandan korktular. Ve
birer sığınak arayıp Anu’nun en yüksek katına çıktılar. İştar, insanlığın
kaderi üstüne ağladı. Onunla birlikte tanrılar gibi, ruhlar da gözyaşı
döktüler. Allahlar orada (gök maviliğinde, korkularından) birer köpek gibi
kıvrılmışlardı.”
Destanlar böyle yakınıyor (7); Tarih böyle yazıyor (8)
Irak’tan sonra Mısır, Anadolu, Akdeniz, Hint; Çin
medeniyetleri; hep aynı “Tufan”larla modern çağa dek battılar, çıktılar. Hala
en ciddi arkeoloji bilginleri, otuz metrelik kuyularda o “Tufan”ların mil
tabakalarını tartışıyorlar. Bu kanlı, korkunç toplum facialarını aydınlatmak
tarih bilimine düşmez mi?
Metafizik metodlu Tarihlerden “Klasik”ler “Tarih kasaplığı”
“Orijinal”ler “Tarih aşçılığı” yapa dururlar. Tarihte elbet, klasik bölüntü,
girintiler, ayrıntılar da vardır; orijinal: Ruh, tesadüf, talih; kahraman;
tanrı ve ilh. da bulunur. Ama, bütün o araçlar, amaçlar ve güçler ortasında
tarih: İnsanın kendi yaşayışıdır. Canlı tarih gerçeğini “kendi kımıltısı
içinde” kavramalıdır.
1 - Tarih çok yanlıdır: Belli çağda yaşanmış her bölgenin,
medeni olsun, barbar olsun, bütün toplumların her yanlı olaylarını karşılıklı
etkileriyle ele almalıdır.
2 - Tarih tezatlıdır. Her gidiş gibi, Tarih akışının yayı,
zembereği karşılıklı etkilere yol açan çatışma ve çarpışmalar (zıtlık ve
karşıtlıklar)dır. Bunların (iktisat, siyaset, kültür, din gibi) her alandaki
belirtileri birbirleriyle ilişkili olarak izlenmelidir.
3 - Tarihin temeli üretimdir. Çatışmalı olaylar, hangi
gerekçe ile, ne biçimde sahneye çıkarlarsa çıksınlar, en son duruşmada üretim
güçlerini aksettirirler. Medeniyet başlayalı, insan toplumunda hiçbir olay,
ekonomi ölçüsünde geniş etkili olamamıştır.
Tarih ise, geniş yığınların hareketidir.
4 - Tarih kesintileriyle de bütündür: Her çağın ve
medeniyetin özel karakteristiği kadar, bir çağdan ötekine geçişi de önemlidir.
Her çağ, ne denli bağımsız ve eşsiz görünürse görünsün, kendinden önceki ve
sonraki çağlara sebep-netice ilişkileriyle bağlıdır.
II - ÖZEL OLARAK
A) BARBAR, NEDEN ÖNEMSENMEZ?
Tarihte medeniyetler niçin doğar, büyür, sonra yaşlanıp
ölürler? Gerçek sosyoloji bakımından tek başına bir medeniyetin nasıl çöktüğü,
en az yüzyıldan beri açıklanmış bulunuyor. Tarih bakımından ardarda gelen bir
çok medeniyetler, niçin birbirinden habersiz, dağ silsileleri gibi, bata çıka
yürümüşler? Medeniyet gelişimleri, neden şu veya bu yönde dal budak salarlar?
Bunun tam karşılığı aydınlanmıştır denilemez... Neden?
Özellikle, medeniyetler, çevrelerindeki barbarlıklarla
ilgili ve münasebetli olaylar gibi ele alınmadıkları için, eksik
anlaşılmışlardır. Metafizik Tarihin toplumsal nedeni: Medeni insanın, barbar
insanı küçümsemesinde gizlenir. Bu, tıpkı, antika toplumda hür insanın,köle
emeğini değerli saymadığı için, ekonomi değerini bir türlü kavrayamayışına
benzer.
Marks’ın not ettiği gibi: Aristoteles, her malın bir “kullanım
değeri”, bir de “değişim değeri” bulunduğunu sezdi. Ama, değerin insan
emeğinden doğduğunu göremedi. Çünkü Grek toplumunda, başlıca üretim işlerini
köleler yapıyorlardı. Köle, adam-yerine konulmuyordu ki, onun emeği medeniyeti
yaşatan değeri yaratmış sayılsın. Ancak hür işçi çalıştırmak daha karlı olduğu
gün, İngiltere’de Adam Smith’ler, David Ricardo’lar, değerin, insan emeğinden
çıktığını belirttiler.
Bu ekonomi politik olayı, Tarih bilimi için de doğru
kalıyor. Tarih (*) denince yalnız medeniyetlerin başından geçenler düşünülüyor.
Medeniyetten önce Tarih yok, Tarihöncesinin masal bilimi (mitolojiler) vardır.
Medeniyetle birlikte başlayan “Tarih” içinde barbarlar ancak “yıkıcı”
sayılırlar. Barbarlık gibi “olumsuz” (menfi) toplumlara, medeniyetlerin olumlu
(müspet) alanı olan Tarihte “yapıcı”, “olumlu” rol verilebilir mi?
Oysa, Tarihte barbarların oynadıkları rol, antika
medeniyetlerin ekonomi temellerinde kölelerin oynadıkları rolden aşağı kalmaz.
Medeniyetler yükselirken, çevrelerini sarmış masum
barbarları kılıçtan geçirip köleleştirdikçe, Tarih bu olayı “medenileştirici”
bir “ilerleme” diye şenlikle kutlar. Aynı medeniyet zamanla yatalak düşer,
kendi kendini yer. Barbar akını gelip, onu ortadan kaldırdı mı ,bu “yırtıcılık,
kan içicilik” olur... Doğrusu, medeniyetler koparıp almakta en az barbarlar
kadar vurucu, kırıcıdırlar; barbarlar da, başkalarını soymakta, ezmekte
medenilerden hiç aşağı kalmazlar. Yakıp yıkmanın önüne geçilmez bir toplum
kuralı olduğu bu çağlarda, neden medeniyetin kanlı savaşları “ZAFER” sayılıyor
da, barbarlığın zaferlerine “VAHŞET” deniyor?
B) BARBARLARIN İNSAN DEĞERİ:
Barbarlar, insan değerini mi yok ediyorlar?
Tersine: Kişinin haysiyet ve ahlakını sıfıra indirip,
toplumun dirlik ve düzenini uçuruma sürükleyen YALAN, medeniyetin icadıdır.
Barbar yalan bilmez, uygar kişi yalansız yaşayamaz... Uygarın hoşgörür,
barbarın gaddar, zalim sayılması da, görünüşe aldanmaktır. Barbar, dış düşmana,
yabancıya karşı ne kadar sert ise, kendi toplumu içinde o kadar eşit kan
kardeşidir. Uygar yabancıya yaltaklanır, kendi yurttaşına yukarıdan bakar.
Medeniyet ilerledikçe, eşitliğin ve kan kardeşliğinin yerine eşitsizlik
kanunlaşıp, zulüm geçer. Bütün dürüst tarihçiler, barbar toplumun temiz ve
yüksek karakterli insan yetiştirdiğinde söz birliği ederler. Herodot, barbar
Persleri anlatırken şöyle der: “Çocuklarını beş yaşından beri eğitime
başlatırlar. O yaştan yirmi yaşına dek, çocuğa yalnız üç şey öğretirler: Ata
binmek, ok atmak ve doğru söylemek.” (9). “Yalan söylemekten daha utanç verici
bir şey bilmezler.” (10) Cyrüs’e, İspartalıların meydan okudukları söylendiği
vakit, şu karşılığı verdi: “Öyle kentleri ortasında bir alan bulup, orada kendi
kendilerini karşılıklı and içmelerle aldatmak için dolaşan kimselerden ben
ömrümde korkmam.” (11). Tacitus, Cermen barbarları anlatırken: “Kumarda
kaybeden, gönlü ile, kazananın kölesi olur” der. “Daha genç ve daha kuvvetli de
olsa, kendisinin bağlanıp satılmasına müsaade eder. Bu onların aksilik ve
inadını gösterir. Kendileri ise buna “Sözünde durmak” derler.” (12) “Onların
iyi ahlakları, başka yerlerdeki (medeniyetlerdeki) iyi kanunlardan daha
tesirlidir.” (13) “Efendi ile köle arasında yetişme bakımından fark gözetilmez.
Aynı hayvanlar arasında, aynı toprak üstünde yatarlar.” (14). “Mongko (Büyük Moğol),
kendisine batılıların çocukça taassubu ile dinden konu açan keşiş Ruysbrak’a,
ardında yürüyen ve Cengiz Han’ın da ardında yürümüş olan Asya ulusları
federasyonunun dinlerini:Hıristiyanları (Nesturileri), müslümanları,
budistleri, şamanistleri, taoistleri sayarak: “Elin beş parmağıdırlar!” der.
(15)
C) BARBARIN TARİH DEĞERİ
Barbarların Tarihte ilerleme ve uygarlık kuruluşu bakımından
rolleri olumsuz mudur?
Yakından bakınca, görüyoruz: Tarihte medeniyetler
kendiliklerinden, tabii ölümleriyle ölmüyorlar. Söz yerinde ise:
Öldürülüyorlar. Mezar kazıcılarını ise, -modern devrimlerdekinin tersine,-
dışarıdan çağırıyorlar, hatta para verip elleriyle yetiştiriyorlar. Mezarcılar:
Medeniyetlere, -frenklerin “Coup de grace” dedikleri,- son öldürücü vuruşu indiren
barbarlardır.
Böyle bir sonuç karşısında, ne oluyor? Yazı: Medeniyet
aracıdır. Yazar ve Tarihçi: Uygar kişidir. O yüzden, yaman barbar akınları tek
yanlı olarak, yalnız yıkılan medeniyetin gözüyle görülüp kaleme alınır. Korku,
tiksinti, dehşet ve lanetle anılır. İlk Iraklı Sümer medeniyetinde “Tufan!”,
İslamlıkta “Kıyamet!” kopması, “Yecüc-mecüc” çıkması, “Seddi Çinin yarılması”
gibi tasvirler, hep barbar akınlarının masallaşmalarıdır. Atilla (sözde kendi
ağzıyla): “Allahın kırbacı: Flagellum dei” sayılır. Osmanlı Türk Tarihçisi için
bile Cengiz ancak “Fitne engiz!”dir; Timur: “Pürşür!” kaafiyesi olmadan ağza
alınmaz.
Gerçekte, yakıcı yıkıcılıklar, barbar akını madalyasının bir
yüzüdür. Kopan her “Kıyamet” veya “Tufan” belirli bir medeniyetin sonudur, ama,
anlatılmak istendiği gibi: Dünyanın sonu, insanlığın sonu, medeniyetin sonu
değildir. Barbarlıktan yeni çıkan Araplar, çürümüş Pers medeniyetini yıktılar,
taze İslam medeniyetini kurdular. Batı Avrupa’nın “Ulu göç” veya “Ulusların
göçü: Muhacereti akvam” dediği barbarlar akını, can çekişen Roma medeniyetini
yıktı; şimdiki Avrupa medeniyeti denilen konak için, modern milletlerin
temellerini attı. Moğol ve Türk akınları, Uzakdoğu’da Çin, Hint köhne
medeniyetlerini, Yakındoğu’da yatalak İslam topluluklarını çiğnediler;
yerlerine Sarı Irmaktan Tuna’ya dek yeni çığırlar ve devletler açtılar...
Yalnız en çok bilinen şu birkaç örnek, medeniyetler Tarihinin gelişiminde
barbarlıkların oynadığı olumlu rolü belirtmeye yeterdi.
Tarihin tümünü, önyargısızca inceledik miydi, görmemezlik
edemeyiz: Barbar akını, şurada, burada çıkmış, tuhaf, arızı; tesadüfi; gelgeç
bir “kaza bela” değildir. Bütün Tarih boyunca, nerede bir medeniyet doğduysa,
orada beliriş içten, şaşmaz, sürekli, muhakkak bir “determinizm: Belirlilik” sonucudur.
Antika Tarihin gidişinde bu hal: Büyük GEÇİT ve ATLAYIŞ’lar (Tarih
sentezlerini), sağlayan başlıca toplumsal kanunlardan birisidir. Acem körfezine
dökülen ırmak boyunda ilk Sümer kenti, medeniyete varıp sonra çıkmaza girdiği
gün:Tarihin akışını duraklatan engel, barbar kılıcı ile yarılmıştır. Sümer
medeniyetinin en ünlü barbar akını (Agade’li Sargina’nın ya kendisince, ya
atalarınca güdülen) “Tufan” adı ile insanlığın en büyük efsanesini
doldurmuştur. Avrupa’da, ortaçağa kapı açan “Uluslar göçü”, insanlığın başından
geçmiş en son “Tufan” olmuştur.
Modern çağ: Bu gidişe son vermiştir. Ama , modern çağa
gelinceye dek, Tarihte barbarlıkla uygarlık: Aynı dünyanın gecesi ile gündüzü
gibi, birbirlerini kovalayarak Tarihin akışını yaratmışlar, bütünlemişlerdir.
D) TARİHSEL DEVRİM
Demek, yazılı Tarihin düşe kalka gidişini kavramak istedik
mi, insanlığın bir medeniyetten ötekisine sıçrayışında, Tarih zembereğini
yayından boşandıran “vurucu güç” olarak barbarlığa değer vermek zorundayız.
Yoksa, tezatsız,yalınkat, yavan görüşümüzle şaşırır kalır; Tarihin bütün
“Kıyamet”lerini bulutsuz gökte ansızın yıldırım gören vahşiler gibi yorumlarız.
Gelin görün ki, Aristo’nun köle emeğine değer
yakıştıramadığı gibi, metafizik tarihçi de: Barbarlığın Tarihte oynadığı köklü
rolü önemseyemedi. O yüzden eski medeniyetlerin çöküşlerini, Kel’dan papazları
gibi göksel “Tufan”lara bağladı. Yeni doğan medeniyetleri de, ya bir “ırkın”
özelliği, yahut (Grek Medeniyeti için söylendiği gibi) bir ülkeye düşmüş
“Mucize” saydı. Dolayısıyla Tarih, kanunları belirli, çekidüzenli bir bilim
olamadı.
Bu bakımdan, antika Tarihte medeniyetlerle barbarlıklar
arasındaki münasebetler, atomlar arasındaki şimik ilgileri izah eden elektron
münasebetleri gibidirler. Barbar akınları, Tarih gidişinin nükleer gücüdür.
Yaşama savaşındaki canlıların içgüdüsü ile işler. Denizlerin karalara, aç
kurtların zengin sürülere hoyratça saldırısını andırır. Çetin, kanlı, acımaksız
geçer. Masalbilim (mitoloji)lerde “Tufan”, dinlerde “Mahşer” ve ilh. adlarını
alır. Biz, barbarlarla medeniyetler arasında patlayan kıyametlere “TARİHSEL
DEVRİM” (TARİHİ İNKILAP) adını vereceğiz.
Tarihsel Devrim: Toplumsal Devrim değildir; onun zıddı,
ikinci kerte ürünü, -söz yerinde ise,- “Ersatz”ı, vekili “derivation”u
“iştikakı, sapa yolu”dur.
Toplumsal devrimle yeni bir senteze varılamayan yerde,
“Tarihsel devrim” seli taşar. Tarihsel devrimlerden sonra, çok defa toplumsal
bir DİRİLİŞ (RÖNESANS: YENİDEN DOĞUŞ), yahut yeni ve orijinal bir MEDENİYET
gelir. Çünkü, göreceğiz: Eski toplumların temeli olan TOPRAK ekonomisindeki
çıkmazları kazıyan, o temel üzerinde azgınlaşmış TEFECİ-BEZİRGAN
münasebetlerinin bütün (sosyal, siyasi, hukuki, ilmi, felsefi; ahlaki; edebi;
dini) Gordios kördüğümlerini kesen ancak barbar akınının yalın kılıcı olabilirdi.
Tarih bilimine işaret ettiğimiz genel ve özel bakımlardan
verilecek çekidüzen (TASNİF): Bilinen bir metodu, bilinen veri (donne)ler ve
olay (fait)lar üzerine uygulamaktır. Bu, belki Kristof Kolomb’un yumurtasından
basittir. Ama, konu o denli engin denizdir ki, pek çok Kolomb’ların yelken
açmaları boşa gitmeyebilir.
TARİHTE: AÇIKLAMA VE DEĞİŞTİRİM
Modern Bilim: Kavradığı olayları önce, (kişisel düşünce-mize
göre bozmaksızın) oldukları gibi ele alarak, sebep netice bağlarıyla
aydınlatır, izah eder (açıklar); sonra bulduğu gerçek kanunlara uygun
davranışlarla insan yararı ve düşüncesi yönünde gelişim’lere uğratır
(Değiştirir).
Yağmurun hangi sebep-netice kanunlarıyla yağdığı
bilinmedikçe yağmur yağdırılamaz: 1) Dünyanın nerelerinde kaç türlü yağmur yağdığını
rasathanelerde saymak, yağmuru izaha yetmez; 2) Yağmur duasına çıkmak, yağmuru
yağdırmaya yetmez... Atom çekirdeğinin yapısı bilinmedikçe, taştan altın
yapılamaz; 1) Dünyada kaç çeşit madde ve birleşim bulunduğunu saymak, atom
enerjisini bulmaya yetmez; 2) Simyagerlikle taş altına çevrilemez.
Bugün insan, yağmur yağdırabiliyor: Ne rasathanecilikle, ne
yağmur duası ile... Taşı da altın edebiliyor: Ne simyagerlikle, ne
kimyagerlikle... Olaylar arasındaki gerçek münasebetleri düşünen ve düşünceyi
gerçek olaylardan çıkaran bilimle.
Tarih biliminde olaylara karşı ya yağmur rasathaneciliği,
yahut yağmur duacılığı sürüp gitmektedir. Tarihi modern bilim durumuna getirmek
için:
1 - Genel olarak: Tarih simyasını tarih kimyasına çevirmek,
2 - Özet olarak: Tarih kimyasından “Nükleer” tarihe geçmek,
artık zamansız sayılamaz.
Nükleer Tarih: MEDENİYETLERLE BARBARLIKLARIN GÜREŞİ
bakımından Tarihi ele almak diyalektiğidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder