18 Mayıs 2014 Pazar

POST-MODERN TOPLUMDA KADIN

POST-MODERN TOPLUMDA KADIN

1960’lardan itibaren Batı toplumları cinsiyetçiliğe dayalı toplumsal ayrımların hızla gerilemesine tanık oldu. Cinsel rollerdeki simetrisizlikler azaldı. Bu “eşitlikçi ve demokratik” süreç üniseks bir geleceğin çok uzakta olmadığı yolundaki inancı güçlendirdi. Cinsiyet farklılıklarına bağlı eşitsizlikler zamanla yok olmaya mahkûm, tarihî geri kalmışlık belirtileriydi. Toplumsal ilerleme cinsiyetlerle ilgili klişeleri doğal olarak yok edecekti.
Post-modern toplumda bireyselliğin gelişimiyle ilgili çalışmaları bulunan Lipovetsky, Üçüncü Kadın adlı kitabında yukarıda bahsedilen sürecin sınırlarını gösteriyor. Söz konusu olan sadece “demokratik evrime” karşı toplumsal sistemin içinde barındırdığı dirençler değil, aynı zamanda cinselliğe ilişkin eski işlevlerin ve rollerin yeni rollere eklemlenerek sürmesi, cinsiyetle ilgili standartların yeni biçimler altında tekrar oluşması, gelenekle yeni olanın birleşmesi ve “demokratik dinamiğin” farklılıklar üretme ihtiyacının “eşitlikçi” eğilime baskın çıkması.
Popüler bir konudan, aşktan başlayalım. 1960’lardaki feminist hareketler kadını erkek karşısında köleleştiren, ona kendinden vazgeçme ethos’unu aşılayan basmakalıp romantik aşkı eleştiriyorlar. Tek aşk ve bağlılığı burjuva değerleri olarak nitelendiriyorlar. Vurgu aşktan erosa, engelsiz haz duymaya doğru kayıyor. Ancak bunu takip eden süreçte kadınların cinsel özgürlüğünün erkeklere yaradığı ortaya çıkıyor. Cinsellikle duyguyu eskiden beri ayrı olgular olarak ele alan, asgari duyguyla rastgele ilişkiler sürdürmeyi tercih eden, benmerkezci olmaya yatkın, duygularını saklamayı tercih eden erkekler cinsel özgürlük dalgasından çok memnun kalıyorlar. Bu kez eve kapalılık ve kendini adama söyleminden sıyrılmış bir aşk ve sevgi anlayışına yaklaşıyor kadınlar. Yakınlık, samimiyet, süreklilik, duygusallık, içten bir iletişim gereksinmesi gibi değerlere önem veriyorlar. Psikolojik kültürün ön plana çıkmasıyla birlikte aşk bireyselci kültürel niteliklerle, özerklikle, mahrem mutlulukla, duygusal yoğunlukla, ötekine doğru kendini aşmayla bir arada düşünülüyor. Ama bireyselci kültür kadınları ve erkekleri farklı biçimlerde etkiliyor. Erkeğin kişiselliği, aşkı ve duygusallığı dışarıda bırakan eril anonim kodlarca işgal edilmiş durumda. Bu nedenle aşkın “demokratikleşmesinden” söz etmek bir hayli güç. Post-modern toplumda maço değerler azaldı, eşitsizlik şimdi daha az bariz, daha az katı ama duygusal rollerin cinslere göre dağılımı hâlâ sürüyor.
Maço kültürünün gözden düşmesiyle birlikte baştan çıkarmanın biçimleri de değişiyor. Patavatsız ve incelikten uzak tavlama çabaları, kur “sanatı” ve donjuanlık doğal görünmekten çıktı. Karşı cinsin elde edilmesi erkeklere özgü bir ayrıcalık değil artık. Post-modern şeffaflık cinsler arasındaki mesafenin azalmasını beraberinde getirdi. Tavlamak için kişinin sadece kendisi olması yeterli, kartlar açık oynanıyor, zahmetli dolayımlara gerek kalmadı. Kaygısız bir alaka, minimal bir ilgi, post-romantik bir ısı yeterli oluyor. İlişki işaretlerinin mübadelesinin yüzeyselliğini bir nebze olsun gidermek için mizah işe yarıyor, nasıl derler, sempati konfetileri serpiyor sembolik değiş tokuşun üzerine. Cinslerin hiyerarşik kültürünün meşruluğunu yitirmesini getiren süreç içinde cinsel doğruculuk güç kazanıyor. Cinsel taciz sayılabilecek davranışların sınırlarının çok geniş bir biçimde tanımlanması ise erkeklerde bir ölçüde bir kaygıya ve geri çekilmeye neden oluyor. Yine de erkek kimliğinde ciddi bir duyarlılaşmanın gerçekleştiğini söylemek zor. Baştan çıkarmanın harekâta ve stratejiye ilişkin boyutu hâlâ erkeklerin egemenliğinde. Öte yandan kadından farklı olarak erkeğin baştan çıkarma yaklaşımında bir kendisi için tüketmek arzusu, bir gönenç hedonizmi yatıyor.
... her iki cinsiyetin konumlarındaki yapısal ayrılık devam ediyor. Ne var ki, serbestlik marjları, rollerdeki dalgalanmalar artık sistemin bir parçası oldu. Cins ayrımlarındaki kesinlik azaldı, daha esnek hale geldi: Yine de eşitlikçi dinamik, baştan çıkarma farklılığının bin yıllık düzenini yıkmayı pek başaramadı. (s. 48)
II. Dünya Savaşı öncesi disipliner çağda güzellik “tek en iyi yol” mantığına dayalı tekdüze buyruklarla oluşturuluyordu. Dış görünüşün abartılı yapaylığınca belirlenen bu anlayış kadını dekoratif bir obje, bir süs eşyası olarak ele almaktaydı. 1960’lardan itibaren kadın bedeni cinsellik, üreme ve giyinmeyle ilgili eski baskılardan kurtulmaya başladı. Bu yeni ticarî ve “demokratik” dönemde güzellik ürünleri ve imgeleri kitlesel olarak üretilmeye ve tüketilmeye başlandı. Ancak eskinin pasif uygulayıcı kadınından farklı olarak post-modern dönemin kadını kendi güzelliğini kendi oluşturmak, bedeninin yazgısına karşı çıkmak, onu olanakları ussalca kullanarak optimal bir duruma getirmekle yükümlü. Yeni beden anlayışında vücudun genç ve ince olması, tenin tazeleşmesi ve sıkılaşması, canlı olması, her türlü gevşeklik, yumuşaklık ve yaşlılık belirtisinden kurtulması gerekiyor. Bireyselci kültüre özgü etkililik, özdenetim, özerklik, yapıcı bir irade gücü, beden yönetimi gibi kavramlar fonksiyonel bir beden aktivizmine işaret ediyor. Kişiselleştirilmiş rejimler, esnek, değişik seçeneklere imkân veren, bireylerin yaşam tarzlarına uygun diyet ve form programları, kişisel inisiyatiflere ve motivasyonlara adapte edilmiş planlamalar farklılık ve çeşitlilik üzerine temellenmiş post-modern kültür tarafından teşvik ediliyor. Öte yandan bu tüketim farklılaştırması güzellik kültünün standartlaştırıcı gücünü azaltmadığı gibi kadınların kendilerine olan güvenini azaltıyor, kadın cinsinin güzelliğini metalaştıran geleneksel cinsiyet hiyerarşisini yeniden oluşturuyor.
Kişilik ve özgünlük idealleri ortaya çıktıkça, beden kültürü daha fazla teknik bilgi ve irade gerektiriyor; bireysel özerklik ideali ağırlık kazandıkça, bedenle ilgili sosyal modellere uyma gereği artıyor. Paradoksal olarak, dişi bireyselciliğin yükselişi ile beden normlarındaki sosyal baskıların şiddetlenmesi birlikte ilerliyor. (s. 103)
Bu gelişmelere karşın özdenetimli, zayıf, düzenli bedenler yaratılması süreci sorunsuz yaşanmıyor. Arzuların hemen şimdi tatmin edilmesini öneren post-modern tüketim kültürü düzenli ve sert rejimlere karşı tepki oluşmasına neden oluyor. Birey kendini frenlemekle doyasıya yemek arasında gidip geliyor. Beslenme alışkanlıklarındaki düzensizlik sonucu gastronomik rahatsızlıklarda patlama yaşanıyor. Benzer bir şekilde aşırı sportif görünümlü bir hayata eylemsizlik ve çökkünlük eşlik ediyor. Güzellik zorlaması kadınlardaki suçluluk duygusunu artırıp onları yaralıyor, vücutlarından nefret etmelerine yol açıyor.
Feministler haklı olarak güzellik kültürünün bir eril egemenlik aracı olduğunu söylüyorlar. Öte yandan güzellik ve dış görünüş mesleklerin cinsler arasındaki dağılımını da etkiliyor. Kadınlar görüntünün önemli olduğu mesleklerde yoğunlaşırken erkekler otoritenin ağırlıklı olduğu mesleklere yöneliyorlar. Eski düzenin femme fatale, tehlikeli, yıkıcı, zehirli güzellik anlayışının ortadan kalkmasıyla birlikte yeni zevk ve keyif kültürüne tekabül eden dingin, sorunsuz ve pürüzsüz bir güzellik ön plana çıkıyor. Üniseksin hız kesmesine paralel olarak estetik amblemler cinslerin birbirinden farklı kişisel özerklik talepleri çerçevesinde oluşuyor.
Demokratik devrim burada bir sınıra varıyor. Yarın güzelliğe verilen değer kadın ve erkek açısından aynı olmayacak: Eşitlikçi değerler sarmalının, estetik rollerin cinsel eşitsizliğini yok etme şansı hiç yok. (s. 152)
Post-modern toplumda ev kadını tiplemesi büyük ölçüde sarsılıyor. Özverili, tutumlu anne kimliği yerini çalışan, kendi olanaklarıyla kendini ayakta tutabilen, bireysel mutluluğuna önem veren, refah ve eğlenceyi paylaşmak isteyen özgür kadına bırakıyor. Cinselliğin ahlaktan özerkleşmesiyle birlikte erosun ancak aile içinde gerçekleşebileceği tabusu yıkılıyor. Erkek ev içi yaşamında yardımlaşmaya açık hale geliyor. Tüm bu gelişmelere karşın erkekler iş ve aile hayatını kalın çizgilerle birbirinden ayırabilirken kadınlar buna yatkın değil. Aile hayatı kadınlar için işten daha önemliyken erkeklerde durum tersi.
Aile hayatında, kadının bireyselliği erkeğinkinden daha merkezcil, iş alanında ise daha merkezkaçtır. (s. 184)
Ev içi faaliyetlerde kadına düşen fiziksel yük azalmakla birlikte özellikle çocuklarla ilgili olarak eğitimsel, sportif, kültürel faaliyetlerin, temasların, planların gerçekleştirilmesi esas olarak kadına düşen görevler arasında. Çalışma hayatı da hâlâ önemli ölçüde cinsiyetlerarası farklılığa göre belirleniyor. Kadınlar işlevsel görevlerde yoğunlaşırken erkekler savaşımcılık ve harekâtın önemli olduğu mesleklerde çalışıyor. Kadınların iş dünyasındaki yükselişi ise sanıldığının aksine bu alanda cinsiyetlerarası eşitsizliğin yok olmakta olduğu lineer bir gelişmeyi temsil etmekten çok uzak.
Şu saptamayı yapmak zorundayız: Maço kültürünün gözden düşmesine, kadınların diploma sahibi olmasına, canlılık ve iletişime yönelik bir liderliğin teşvik görmesine karşın, kadınların kararlardan sorumlu çevreye katılımında neredeyse hiçbir şey değişmiyor. Kumanda makamları hâlâ hemen hemen tamamen erkeklerin elinde, her şey belli bir düzeyden sonra sanki bir “cam tavan” (glass ceiling) kadınların önünü kapatıyormuş gibi olup bitiyor. En dikkat çekici olgu kadınların zirveye varışı değil, saf dışı edilmelerinin ve erkek iktidarındaki sosyal türeyişin sürekliliğidir. (s. 199-200)
Dönemin özgünlüğü saydam işletmelerin devreye girmesinde değil, cinsel klişelerin daha az küçümseme, sınıflandırma ve dışlama kapasitesine sahip olacağı erk yapılarının ortaya çıkışındadır. (s. 205)
Kadınların yönetim alanında yükselmelerini engelleyen nedenlerin bir ölçüde onların yapılarından kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz. Kadınlarda iktidar için iktidar saplantısı yoktur. Meslekî başarı ve servet birikimi hâlâ kadınlardan çok erkekler için önemlidir. Erkekler çocukluktan itibaren rekabete, meydan okumaya, saldırganlığa, kazanmaya, kudrete, araçsallığa, teknik olana, üstünlüğe, şiddete ve sonuçlara yönlendirilir. Kadınlar ise kariyerizme, hiyerarşik egemenlik ilişkilerinin gerektirdiği tavizlere karşı daha eleştireldir, psikolojik, ilişkisel, duygusal, yakınlık içeren, mahrem değerlere daha çok önem verirler.

Mevcut eğilimlerin ışığında “erkeklerin bozgunu” tezleri ancak kuşku uyandırabilir. Başkalarıyla yüzleştiklerinde “ben”lerini öne sürmeye sosyal açıdan hazırlıklı olan erkekler, güç ve şöhret oyununu kazanmaktaki ayrıcalıklı konumunu yitirmedi. Yalnızca maço değerler, erkeksiliğin en vurgulu belirtileri değer kaybına uğradı. Önemli olan, erkeklik krizi değil, üstüne geçirdiği örtmeceli kalıpların ötesindeki kimliksel sürekliliğidir. Hâkim olma istenci, başkalarıyla boy ölçüşme, kazanmak için kazanmaktan alınan tat, kadından çok erkek tarafından içselleştirilen ilkeler olmayı sürdürüyor. Hegel’in görmüş olduğu gibi, erkeğin öznelliği insanlar arasındaki itibar ve prestij çatışmasında oluşuyor. Bu model geçerliliğini yitirmedi, savaşçı boyutu kalmamış olsa da, devam ediyor. (...) İncinmiş olmaktan çok yeniden yönlendirilmiş olan erkek kimliği, açık toplumlarda, erkeklere her zaman iktidar alanlarında baskın olma olanağını sunuyor. “Erkeklik krizi” derin bir toplumsal fenomen olmaktan çok, yazınsal bir imgedir: Demokratik çağların geleceğinde, yine ısrarla erkek ve erkeğin iktidarı görünmektedir. (

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder