POST-MODERN
TOPLUMDA KADIN
|
1960’lardan
itibaren Batı toplumları cinsiyetçiliğe dayalı toplumsal ayrımların hızla
gerilemesine tanık oldu. Cinsel rollerdeki simetrisizlikler azaldı. Bu
“eşitlikçi ve demokratik” süreç üniseks bir geleceğin çok uzakta olmadığı
yolundaki inancı güçlendirdi. Cinsiyet farklılıklarına bağlı eşitsizlikler
zamanla yok olmaya mahkûm, tarihî geri kalmışlık belirtileriydi. Toplumsal
ilerleme cinsiyetlerle ilgili klişeleri doğal olarak yok edecekti.
Post-modern toplumda
bireyselliğin gelişimiyle ilgili çalışmaları bulunan Lipovetsky, Üçüncü Kadın adlı kitabında yukarıda
bahsedilen sürecin sınırlarını gösteriyor. Söz konusu olan sadece “demokratik
evrime” karşı toplumsal sistemin içinde barındırdığı dirençler değil, aynı
zamanda cinselliğe ilişkin eski işlevlerin ve rollerin yeni rollere
eklemlenerek sürmesi, cinsiyetle ilgili standartların yeni biçimler altında
tekrar oluşması, gelenekle yeni olanın birleşmesi ve “demokratik dinamiğin”
farklılıklar üretme ihtiyacının “eşitlikçi” eğilime baskın çıkması.
Popüler bir konudan,
aşktan başlayalım. 1960’lardaki feminist hareketler kadını erkek karşısında köleleştiren,
ona kendinden vazgeçme ethos’unu
aşılayan basmakalıp romantik aşkı eleştiriyorlar. Tek aşk ve bağlılığı burjuva
değerleri olarak nitelendiriyorlar. Vurgu aşktan erosa, engelsiz haz duymaya
doğru kayıyor. Ancak bunu takip eden süreçte kadınların cinsel özgürlüğünün
erkeklere yaradığı ortaya çıkıyor. Cinsellikle duyguyu eskiden beri ayrı
olgular olarak ele alan, asgari duyguyla rastgele ilişkiler sürdürmeyi tercih
eden, benmerkezci olmaya yatkın, duygularını saklamayı tercih eden erkekler
cinsel özgürlük dalgasından çok memnun kalıyorlar. Bu kez eve kapalılık ve
kendini adama söyleminden sıyrılmış bir aşk ve sevgi anlayışına yaklaşıyor
kadınlar. Yakınlık, samimiyet, süreklilik, duygusallık, içten bir iletişim
gereksinmesi gibi değerlere önem veriyorlar. Psikolojik kültürün ön plana
çıkmasıyla birlikte aşk bireyselci kültürel niteliklerle, özerklikle, mahrem
mutlulukla, duygusal yoğunlukla, ötekine doğru kendini aşmayla bir arada
düşünülüyor. Ama bireyselci kültür kadınları ve erkekleri farklı biçimlerde
etkiliyor. Erkeğin kişiselliği, aşkı ve duygusallığı dışarıda bırakan eril
anonim kodlarca işgal edilmiş durumda. Bu nedenle aşkın “demokratikleşmesinden”
söz etmek bir hayli güç. Post-modern toplumda maço değerler azaldı, eşitsizlik
şimdi daha az bariz, daha az katı ama duygusal rollerin cinslere göre dağılımı
hâlâ sürüyor.
Maço kültürünün gözden
düşmesiyle birlikte baştan çıkarmanın biçimleri de değişiyor. Patavatsız ve
incelikten uzak tavlama çabaları, kur “sanatı” ve donjuanlık doğal görünmekten çıktı.
Karşı cinsin elde edilmesi erkeklere özgü bir ayrıcalık değil artık.
Post-modern şeffaflık cinsler arasındaki mesafenin azalmasını beraberinde
getirdi. Tavlamak için kişinin sadece kendisi olması yeterli, kartlar açık
oynanıyor, zahmetli dolayımlara gerek kalmadı. Kaygısız bir alaka, minimal bir
ilgi, post-romantik bir ısı yeterli oluyor. İlişki işaretlerinin mübadelesinin
yüzeyselliğini bir nebze olsun gidermek için mizah işe yarıyor, nasıl derler,
sempati konfetileri serpiyor sembolik değiş tokuşun üzerine. Cinslerin
hiyerarşik kültürünün meşruluğunu yitirmesini getiren süreç içinde cinsel
doğruculuk güç kazanıyor. Cinsel taciz sayılabilecek davranışların sınırlarının
çok geniş bir biçimde tanımlanması ise erkeklerde bir ölçüde bir kaygıya ve
geri çekilmeye neden oluyor. Yine de erkek kimliğinde ciddi bir duyarlılaşmanın
gerçekleştiğini söylemek zor. Baştan çıkarmanın harekâta ve stratejiye ilişkin
boyutu hâlâ erkeklerin egemenliğinde. Öte yandan kadından farklı olarak erkeğin
baştan çıkarma yaklaşımında bir kendisi için tüketmek arzusu, bir gönenç
hedonizmi yatıyor.
...
her iki cinsiyetin konumlarındaki yapısal ayrılık devam ediyor. Ne var ki, serbestlik marjları, rollerdeki dalgalanmalar
artık sistemin bir parçası oldu. Cins ayrımlarındaki kesinlik azaldı, daha
esnek hale geldi: Yine de eşitlikçi dinamik, baştan çıkarma farklılığının bin
yıllık düzenini yıkmayı pek başaramadı. (s. 48)
II.
Dünya Savaşı öncesi disipliner çağda güzellik “tek en iyi yol” mantığına dayalı
tekdüze buyruklarla oluşturuluyordu. Dış görünüşün abartılı yapaylığınca
belirlenen bu anlayış kadını dekoratif bir obje, bir süs eşyası olarak ele
almaktaydı. 1960’lardan itibaren kadın bedeni cinsellik, üreme ve giyinmeyle
ilgili eski baskılardan kurtulmaya başladı. Bu yeni ticarî ve “demokratik”
dönemde güzellik ürünleri ve imgeleri kitlesel olarak üretilmeye ve tüketilmeye
başlandı. Ancak eskinin pasif uygulayıcı kadınından farklı olarak post-modern
dönemin kadını kendi güzelliğini kendi oluşturmak, bedeninin yazgısına karşı
çıkmak, onu olanakları ussalca kullanarak optimal bir duruma getirmekle
yükümlü. Yeni beden anlayışında vücudun genç ve ince olması, tenin tazeleşmesi
ve sıkılaşması, canlı olması, her türlü gevşeklik, yumuşaklık ve yaşlılık
belirtisinden kurtulması gerekiyor. Bireyselci kültüre özgü etkililik,
özdenetim, özerklik, yapıcı bir irade gücü, beden yönetimi gibi kavramlar
fonksiyonel bir beden aktivizmine işaret ediyor. Kişiselleştirilmiş rejimler,
esnek, değişik seçeneklere imkân veren, bireylerin yaşam tarzlarına uygun diyet
ve form programları, kişisel inisiyatiflere ve motivasyonlara adapte edilmiş
planlamalar farklılık ve çeşitlilik üzerine temellenmiş post-modern kültür
tarafından teşvik ediliyor. Öte yandan bu tüketim farklılaştırması güzellik
kültünün standartlaştırıcı gücünü azaltmadığı gibi kadınların kendilerine olan
güvenini azaltıyor, kadın cinsinin güzelliğini metalaştıran geleneksel cinsiyet
hiyerarşisini yeniden oluşturuyor.
Kişilik
ve özgünlük idealleri ortaya çıktıkça, beden kültürü daha fazla teknik bilgi ve
irade gerektiriyor; bireysel özerklik ideali ağırlık kazandıkça, bedenle ilgili
sosyal modellere uyma gereği artıyor. Paradoksal olarak, dişi bireyselciliğin
yükselişi ile beden normlarındaki sosyal baskıların şiddetlenmesi birlikte
ilerliyor. (s. 103)
Bu gelişmelere karşın
özdenetimli, zayıf, düzenli bedenler yaratılması süreci sorunsuz yaşanmıyor.
Arzuların hemen şimdi tatmin edilmesini öneren post-modern tüketim kültürü
düzenli ve sert rejimlere karşı tepki oluşmasına neden oluyor. Birey kendini
frenlemekle doyasıya yemek arasında gidip geliyor. Beslenme alışkanlıklarındaki
düzensizlik sonucu gastronomik rahatsızlıklarda patlama yaşanıyor. Benzer bir
şekilde aşırı sportif görünümlü bir hayata eylemsizlik ve çökkünlük eşlik
ediyor. Güzellik zorlaması kadınlardaki suçluluk duygusunu artırıp onları
yaralıyor, vücutlarından nefret etmelerine yol açıyor.
Feministler haklı olarak
güzellik kültürünün bir eril egemenlik aracı olduğunu söylüyorlar. Öte yandan
güzellik ve dış görünüş mesleklerin cinsler arasındaki dağılımını da etkiliyor.
Kadınlar görüntünün önemli olduğu mesleklerde yoğunlaşırken erkekler otoritenin
ağırlıklı olduğu mesleklere yöneliyorlar. Eski düzenin femme fatale, tehlikeli, yıkıcı, zehirli güzellik anlayışının
ortadan kalkmasıyla birlikte yeni zevk ve keyif kültürüne tekabül eden dingin,
sorunsuz ve pürüzsüz bir güzellik ön plana çıkıyor. Üniseksin hız kesmesine
paralel olarak estetik amblemler cinslerin birbirinden farklı kişisel özerklik
talepleri çerçevesinde oluşuyor.
Demokratik devrim burada bir sınıra varıyor. Yarın
güzelliğe verilen değer kadın ve erkek açısından aynı olmayacak: Eşitlikçi
değerler sarmalının, estetik rollerin cinsel eşitsizliğini yok etme şansı hiç
yok. (s. 152)
Post-modern
toplumda ev kadını tiplemesi büyük ölçüde sarsılıyor. Özverili, tutumlu anne
kimliği yerini çalışan, kendi olanaklarıyla kendini ayakta tutabilen, bireysel
mutluluğuna önem veren, refah ve eğlenceyi paylaşmak isteyen özgür kadına
bırakıyor. Cinselliğin ahlaktan özerkleşmesiyle birlikte erosun ancak aile
içinde gerçekleşebileceği tabusu yıkılıyor. Erkek ev içi yaşamında
yardımlaşmaya açık hale geliyor. Tüm bu gelişmelere karşın erkekler iş ve aile
hayatını kalın çizgilerle birbirinden ayırabilirken kadınlar buna yatkın değil.
Aile hayatı kadınlar için işten daha önemliyken erkeklerde durum tersi.
Aile
hayatında, kadının bireyselliği erkeğinkinden daha merkezcil, iş alanında ise
daha merkezkaçtır. (s. 184)
Ev içi faaliyetlerde
kadına düşen fiziksel yük azalmakla birlikte özellikle çocuklarla ilgili olarak
eğitimsel, sportif, kültürel faaliyetlerin, temasların, planların
gerçekleştirilmesi esas olarak kadına düşen görevler arasında. Çalışma hayatı
da hâlâ önemli ölçüde cinsiyetlerarası farklılığa göre belirleniyor. Kadınlar
işlevsel görevlerde yoğunlaşırken erkekler savaşımcılık ve harekâtın önemli
olduğu mesleklerde çalışıyor. Kadınların iş dünyasındaki yükselişi ise
sanıldığının aksine bu alanda cinsiyetlerarası eşitsizliğin yok olmakta olduğu
lineer bir gelişmeyi temsil etmekten çok uzak.
Şu
saptamayı yapmak zorundayız: Maço kültürünün gözden düşmesine, kadınların
diploma sahibi olmasına, canlılık ve iletişime yönelik bir liderliğin teşvik
görmesine karşın, kadınların kararlardan sorumlu çevreye katılımında neredeyse
hiçbir şey değişmiyor. Kumanda makamları hâlâ hemen hemen tamamen erkeklerin
elinde, her şey belli bir düzeyden sonra sanki bir “cam tavan” (glass ceiling) kadınların önünü
kapatıyormuş gibi olup bitiyor. En dikkat çekici olgu kadınların zirveye varışı
değil, saf dışı edilmelerinin ve erkek iktidarındaki sosyal türeyişin
sürekliliğidir. (s. 199-200)
Dönemin
özgünlüğü saydam işletmelerin devreye girmesinde değil, cinsel klişelerin daha
az küçümseme, sınıflandırma ve dışlama kapasitesine sahip olacağı erk
yapılarının ortaya çıkışındadır. (s. 205)
Kadınların yönetim
alanında yükselmelerini engelleyen nedenlerin bir ölçüde onların yapılarından
kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz. Kadınlarda iktidar için iktidar
saplantısı yoktur. Meslekî başarı ve servet birikimi hâlâ kadınlardan çok
erkekler için önemlidir. Erkekler çocukluktan itibaren rekabete, meydan
okumaya, saldırganlığa, kazanmaya, kudrete, araçsallığa, teknik olana,
üstünlüğe, şiddete ve sonuçlara yönlendirilir. Kadınlar ise kariyerizme,
hiyerarşik egemenlik ilişkilerinin gerektirdiği tavizlere karşı daha
eleştireldir, psikolojik, ilişkisel, duygusal, yakınlık içeren, mahrem
değerlere daha çok önem verirler.
Mevcut eğilimlerin ışığında
“erkeklerin bozgunu” tezleri ancak kuşku uyandırabilir. Başkalarıyla
yüzleştiklerinde “ben”lerini öne sürmeye sosyal açıdan hazırlıklı olan
erkekler, güç ve şöhret oyununu kazanmaktaki ayrıcalıklı konumunu yitirmedi.
Yalnızca maço değerler, erkeksiliğin en vurgulu belirtileri değer kaybına
uğradı. Önemli olan, erkeklik krizi değil, üstüne geçirdiği örtmeceli kalıpların
ötesindeki kimliksel sürekliliğidir. Hâkim olma istenci, başkalarıyla boy
ölçüşme, kazanmak için kazanmaktan alınan tat, kadından çok erkek tarafından
içselleştirilen ilkeler olmayı sürdürüyor. Hegel’in görmüş olduğu gibi, erkeğin
öznelliği insanlar arasındaki itibar ve prestij çatışmasında oluşuyor. Bu model
geçerliliğini yitirmedi, savaşçı boyutu kalmamış olsa da, devam ediyor. (...)
İncinmiş olmaktan çok yeniden yönlendirilmiş olan erkek kimliği, açık
toplumlarda, erkeklere her zaman iktidar alanlarında baskın olma olanağını
sunuyor. “Erkeklik krizi” derin bir toplumsal fenomen olmaktan çok, yazınsal
bir imgedir: Demokratik çağların geleceğinde, yine ısrarla erkek ve erkeğin
iktidarı görünmektedir. (
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder