Kapitalist
Devlet Mülkiyeti ve Özelleştirme
Özgür Doğan
Türkiye kapitalizminin dünya pazarına daha derinden
entegrasyonu çabalarının özellikle yoğunlaştığı 80’li ve 90’lı yıllarda,
burjuvazisinin gündeminden hiç düşürmediği konulardan biri “özelleştirmeler”
idi. İktisat profesörlerinden, gazetecilere, hukukçulara, aydınlara kadar geniş
bir burjuva ideologları yelpazesi, bu dönemde hep özelleştirmenin nimetlerinden
dem vurdular. Bu sorun burjuvazi tarafından –çöken SSCB örneğinden de
hareketle– geniş bir ideolojik saldırının da en rağbet gören argümanlarından
biri haline getirildi. Öyle ki, Türk burjuvazisinin gelmiş geçmiş en sığ
başbakanlarından Tansu Çiller, “komünizmin sadece Türkiye’de halen ayakta
olduğunu” söylemeye kadar vardırdı işi. Niçin söylemesin ki! Komünizm
denildiğinde, 12 Eylül rejiminin bu sığ iktisat profesörünün aklına, devlet
mülkiyeti ve devletçilikten başka bir şey gelmiyordu. Bu değerlendirme, onun
ardından birçok başka burjuva siyasetçi ve akademisyen tarafından da
dillendirildi.
80’li yıllarda tüm dünyada başlayan neo-liberalizm rüzgârının
bir parçası olarak gündeme gelen ve Türkiye’de de esintilerini hissettiren
özelleştirme sorununa, sendikacılardan, sosyalist siyasi çevrelere kadar geniş
bir yelpaze, devletçi ve ulusalcı bir bakış açısıyla yaklaşmayı tercih ettiler.
Önce, “devlet işletmelerinin zarar ettiği ve bunun da halkın sırtına binen bir
yük olduğu” şeklindeki burjuva argümanlarla boğuşulmaya ve sözde sol
profesörlerin de yardımıyla bu argümanın tersi kanıtlanmaya çalışıldı. Zamanla
bu tür argümanlarla karşı çıkışın yetersizliği pratik olarak görüldü. Ardından
özelleştirmeye daha cepheden karşı çıkış izlerini taşıyan karşı argümanlar
geliştirildi. Genel bir “popülist” söylemin arkasına sığınılmaya çalışıldı.
Devlet işletmelerinin nasıl halkın genel çıkarına olduğunun altı çizildi uzun
uzun. Halen de çiziliyor. Yanı sıra, özelleştirmenin ülke kaynaklarını
emperyalist sermayeye ve onun yerli işbirlikçilerine peşkeş çekmek anlamına
geldiğinden, bu kaynakların değerlerinin çok daha altında, ucuz bir fiyatla
satıldığından vs. dem vuran “muhasebeci sosyalizm” örnekleri ortalığa serildi.
Bu da yetmedi, gelecekteki sosyalist Türkiye’nin de bir sanayiye ihtiyacı
olduğu, özelleştirmenin sanayisizleşme anlamına geleceği gibi iddialara sığınıldı.
Böylece, bir yanıyla sözde “anti-emperyalist” gerçekte ulusalcı-devletçi bir
söylemin, diğer yanıyla da halkçı ideolojinin temel taşlarından biri haline
getirildi özelleştirme karşıtlığı. Ama en temel çarpıtmalar ve görünüşte en
“bilimsel” izahlar, devlet mülkiyeti kavramı üzerinden geliştirildi.
İşin aslında bu sonuncu nokta hiç de yeni değildi ve gerek reformizmin gerekse
de Stalinizmin ulusalcı-devletçi geleneğinin bir uzantısı idi.
Yazımızda kısaca bu konuyu ele alacağız. Ancak daha baştan
belirtmek gerekiyor ki, devrimci Marksistler, özelleştirme sorununda,
kapitalist devlet mülkiyeti ile kapitalist özel mülkiyet arasında bir taraf
değildirler. Ne var ki bu konuda Türk solunda bir kafa karışıklığının
yaygınlığı da bir gerçektir. Bu topraklardaki sol hareketin büyük bölümünün
soruna sınıfsal bir pencereden bakamadığı, dar ulusalcı güdülerle hareket
ettiği ve Kemalist devletçilik geleneğinden hâlâ yakasını sıyıramadığı
görülüyor.
Oysa burjuva devletin özelleştirme programına karşı, bu tür
milliyetçi-devletçi argümanlara en küçük bir taviz vermeden de mücadele etmek
mümkündür! Yeter ki, bu programın boyutları, uluslararası içeriği ve işçi
sınıfı açısından yaratacağı gerçek sonuçlar doğru kavranabilsin. Burjuvazinin
özelleştirme programı elbette ki işçi sınıfını ilgilendiriyor, ama kapitalist
mülkiyet biçiminde yaratacağı değişiklik açısından değil, işçi sınıfının işine,
ekmeğine, sendikal örgütlülüğüne ve sosyal haklarına yönelik bir saldırı boyutu
olduğu için. Özelleştirmenin işçi sınıfını ilgilendiren tek yanı budur, yoksa
patronunun kapitalist devlet mi yoksa kapitalist özel bir şirket mi olduğu
değil.
Öte yandan bu noktadaki kafa karışıklığı, yalnızca devlet
mülkiyetine ilişkin çarpıtmalarla sınırlı kalmıyor. Özellikle sendika
bürokratları cenahında, işyerlerinin kapanmasını, işten çıkarmaları, ağır
çalışma koşullarını, düşen ücretleri, sendikasızlaştırmayı, taşeronlaştırmayı
vb. kapitalizmin sonuçları olarak değil de, bir hükümet politikası olarak
(özelleştirme politikaları) sunmayı tercih eden bir tutum hakim. Ama aynı
tutumların kimi sol çevrelerde de ortaya çıkması işin vahametini bir kat daha
arttırıyor. Bu “çarpık” kapitalizmin yerine, adam gibi işleyen bir kapitalizm
isteyen sol çevrelerin özellikle 90’lı yıllarla birlikte burjuva ideolojisinin
etkilerine çok daha açık hale geldiklerinin de bir kanıtıdır bu.
Sendikal bürokrasi, reformist temelde bile olsun bir karşı
çıkışı sınıf mücadelesi alanında örgütlemekten ısrarla kaçıyor. Sınıf bir kez
harekete geçtiğinde, kendi koltuklarının da sallanacağının bilinciyle ve bu
hareketin nerede duracağını kestirememenin telâşıyla sendikal bürokrasi sorunu
burjuva partiler arasında mekik dokuyarak bir hal yoluna sokmaya çalışıyor. Son
günlerde sendika ağalarına karşı artan tepkiler, bu korkularının kendi açılarından
hiç de yersiz olmadığını kanıtlıyor. Gerçekte başta Türk-İş bürokrasisi olmak
üzere bu sendika ağaları, çeşitli burjuva partilerle ve hükümetle,
özelleştirmenin kendi koltuklarına ve aidat fon gelirlerine zarar getirmeden
nasıl yapılabileceğinin pazarlığını yürütüyorlar.
Marksistler, işyerlerinin kapanması, işten çıkarmalar, ağır
çalışma koşulları, düşük ücretler, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma gibi
sorunların şu ya da bu hükümet politikasından veya şu ya da bu partinin
basiretsizliğinden kaynaklanmadığını, tüm bu sorunların temelinde kapitalizmin
yattığını bilirler. Kapitalizm varolduğu sürece bu tür sonuçlar kaçınılmazdır.
Bizi burada ilgilendiren kapitalistlerin bu tür tedbirlerinin işçi sınıfına
maliyetidir. Bir savunma mevzisi olarak öne çıkartılması gereken unsurlar
sınıfın gasp edilmek istenen kazanımları olmalıdır. Ne var ki, bu savunma
mevzisini ne mevcut statükonun aynen korunması hedefiyle oluşturabiliriz ne de
bu mevzide yığılması gereken sınıf güçlerini sınıfın yalnızca bu somut saldırıyla
doğrudan ilgili kesimleriyle sınırlayabiliriz. İşsizlik, sendikasızlaştırma,
taşeronlaştırma, çalışma ve yaşam koşullarının kötüleştirilmesi gibi tehditlere
karşı, sınıfın, örgütlü ve örgütsüz, gerek devlet işletmelerinde çalışan
kesimini gerek “özel sektör”de çalışan kesimlerini gerekse de her ikisinde de
bir iş bulamayan milyonlarca işsizi bir bütün olarak seferber etmek, söz konusu
saldırıları kararlı bir biçimde geri püskürtebilmenin temel yoludur. Sınıfın
genelleşen ve birleşen hareketi onu devletle ve yasalarla karşı karşıya
getirdiği ölçüde, bir savunma mevzisi olarak inşa edilmiş bu direniş hattı, bir
saldırı hattına dönüşmenin dinamiklerini de barındırır. Dolayısıyla,
komünistler, bu tür saldırıları göğüslemek için verilmesi gereken mücadeleyi,
ne eski statülerin korunması hedefiyle ne de geçici kazanımlar ve kırıntılar
elde edilmesi perspektifiyle değil, proleter devrimle bağlantısı içerisinde ele
almak zorundadırlar.
İşçi sınıfını iktidar yolundan saptıran devletçi-milliyetçi
anlayışlarla mücadele her dönem tavizsiz yürütülmeyi gerektiren bir görevdir.
Bu nedenle, sorunun gerçek bam teli olan burjuva devlet ve devlet mülkiyeti
konusu üzerinde durmak istiyoruz.
Devlet, kamu, mülkiyet
“Devlet mülkiyeti” kavramının burjuva iktisatçılar tarafından
“kamu mülkiyeti” kavramıyla eş anlamlı olarak kullanılması, burjuva
ideolojisinin en temel argümanlarından biri olan devletin bütün toplumun
temsilcisi olduğu argümanının mantıksal sonucudur. Bundan ötürü söz konusu
kullanım, bu temel burjuva argümanı meşrulaştırmak ve emekçi kitlelerin
bilincine kazımak için sık sık karşımıza çıkar. Buna göre devlet, tüm
vatandaşlarına aynı uzaklıkta bulunan, sınıflardan ve sınıflar arasındaki
mücadeleden bağımsız ve tarafsız bir aygıttır.
Kamu mülkiyeti kavramı tüm toplumun mülkiyeti anlamına gelir.
Durum bu olduğunda, devlet mülkiyeti kavramı ile kamu mülkiyeti kavramının
birbiri yerine kullanılması, devlete ait olan mülkiyetin tüm topluma ait olduğu
varsayımına dayanır.
Burjuvazinin bu temel ideolojik argümanı, yalnızca işçi
sınıfının geniş kitleleri arasında değil, onların temsilcisi olduğu
iddiasındaki sol hareketin çok büyük bir kesiminde de doğrudan olmasa bile
dolaylı yankılar bulmaktadır. Durum bu olunca, devlet mülkiyetine kamu
mülkiyeti olarak bakılmasının, sol harekette yaygın bir ifade kolaycılığından
kaynaklandığını ileri sürmek de pek kolay gözükmüyor.
Örneğin, ele aldığımız özelleştirme sorunu söz konusu
olduğunda, sol hareketin bazı kesimleri, devletin yerli ve yabancı
kapitalistler tarafından soyulduğundan dem vurabiliyorlar. Onlara göre devletin
mali kaynakları ve devlete ait işletmeler, yerli ve yabancı kapitalistlere
peşkeş çekilmektedir. Böylelikle alttan alta devletin halkın devleti olduğu
kabul edilmekte, emekçi kitleler arasında son derece yaygın olan bu inanç
üzerinden politika yaparak kolayca prim toplanacağının hesabı yapılmaktadır. Bu
politik temelden hareket edenlerin, yeri geldiğinde, aynı devletin ve temsil
ettiğini varsaydıkları ulusun “onur”undan, “ulusal çıkarlarımız”dan dem
vurmaları, emekçi kitlelerin yaygın bilincine, yani burjuva bilincine
seslenerek milliyetçi “hassasiyetler”i kaşımaları hiç de tesadüf değildir.
Oysa, sorulması gereken ilk soru kimin kimi soyduğudur.
Burjuvazi devleti soyuyorsa, bu devlet kimin devletidir? Bu devlet burjuvazinin
devleti olduğuna göre, “bazı kötü siyasetçiler”in devletin kaynaklarını
burjuvazinin şu ya da bu kesimine “peşkeş çekiyor” olmasından işçi sınıfı neden
üstüne alınmak durumundadır? Gerçekte, burjuvazinin şu ya da bu kesimi
böylesine bir “soygun”la, bir bütün olarak burjuvaziye ait olan kaynakları
diğer kesimlerin aleyhine olacak şekilde kendi cebine indirmektedir. Bu
“soygun”a karşı avazı çıktığı kadar bağıran burjuvalar, bunu “halkın çıkarları”
için değil, kendilerine bundan pay düşmediği için yapıyorlar. Solculuk adına,
“halkın malları peşkeş çekiliyor”, “devlet soyuluyor”, “yolsuzluklar artıyor”
şeklinde çığlıklar atmak, işçi sınıfını, söz konusu “soygun”dan nasiplenemeyen
burjuva kesimlerin peşine takmaktan başka bir şey değildir. Çünkü Marx ve
Engels’in defalarca yineledikleri gibi, kapitalist toplumda devlet “tüm
burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değil” ise, bu
“komite”nin fonları da esasen bir bütün olarak burjuvaziye aittir ve onun
hizmetinde kullanılması için vardır. İşçi sınıfını ilgilendiren şey, sınıfın
soyulması temelinde elde edilen bu fonlardan şu ya da bu burjuva kesimin daha
fazla nasiplenmesi vb. değildir. Onu ilgilendiren şey, artı-değer sömürüsüne
dayalı bu soygun sisteminin, yani bizzat kapitalizmin ortadan kaldırılmasıdır.
“KİT’ler halkın malıdır!” Ya diğerleri?
Sol hareketin büyük bir bölümünde hakim olan aynı dar kafalı
küçük-burjuva bakış açısı, ister kamu mülkiyeti olarak ister devlet mülkiyeti
olarak adlandırılsın, kapitalist toplumda, devlete ait işletmelerinin “halkın
malı” olduğu söyleminde de kendisini ele vermektedir.
Türkiye’de devlete ait sanayi işletmelerinin bir kısmı, “kamu
iktisadi teşebbüsleri” (KİT) olarak adlandırılıyor. Değindiğimiz gibi bu
işletmelerin “kamu” işletmesi olarak sunulması baştan aşağıya ideolojik bir
boyuta sahiptir. Bu tür kuruluşların sahibi devlettir diye bu kuruluşlar
“halkın malı” olmuyorlar. Kapitalizmde devletin hiçbir malı halkın malı
değildir. Çünkü devlet bir bütün olarak burjuvazinin malıdır. Bu nedenle işçi
sınıfı açısından, patronun özel kapitalistler mi, yoksa onların temsilcisi olan
devlet mi olduğu sorusunun tek başına bir anlamı yoktur.
KİT’lerin halkın malı olduğu iddiasını gerekçelendirmek için
kimileri yukarıda da belirttiğimiz gibi devletin sınıf karakterini gizleyen en
kabasından küçük-burjuva görüşler ileri sürerken, kimileri de sözümona daha
bilimsel, daha Marksist görünümlü tezler ileri sürüyorlar. “Bu işletmelerin
emekçilerden alınan vergilerle kurulduğunu ve bu nedenle de gerçekte onlara ait
olduğunu” söylüyorlar. Oysa gerçek şudur ki, özel kapitalist işletmelerin
olduğu gibi devlete ait kapitalist işletmelerin (KİT’lerin) sermayesi de
vergilerle değil, temelde, emekçilerin sömürüsüyle oluşur ve büyür.
Doğanın doğrudan sunduğu kaynaklar bir tarafa bırakılırsa,
kapitalist toplumda zenginliğin en temel kaynağı ücretli emeğin sömürüsünde
yatmaktadır. İster kâr olarak sanayicinin cebine, ister faiz olarak bankacının
cebine, isterse de rant olarak toprak sahibinin cebine girsin, tüm bunların temelinde
işçinin karşılığı ödenmemiş emeği yani artı-değer vardır. Kapitalist sistem
sürdüğü sürece, işçi sınıfının sömürüsüyle yaratılan her iki sektördeki
işletmeler de ne hukuken ne de fiilen işçi sınıfının “mülkü”dür. Onun
çalışmasının ve sömürülmesinin ürünüdür, hepsi bu. Çünkü bu toplumda işçiler,
tüm değerleri yaratmış olmalarına karşın, kendileri için ücretten başka bir şey
elde edemezler. Aksi takdirde, kelimenin gerçek ve bilimsel anlamıyla işçi
sınıfı, ücretli emekçiler sınıfı olmaktan çıkardı. Şöyle deniliyor Komünist
Manifesto’da: “İyi ama, ücretli emek, işçi için herhangi bir mülkiyet
yaratır mı? Ne gezer. Ücretli emek sermaye yaratır, yani ücretli emeği sömüren
cinsten mülkiyet yaratır, ki bu sermaye de bir şartla artar: yeni sömürü için
yeni ücretli emek arzı yaratmak şartıyla.” Dolayısıyla yaratılan mülkiyet,
kapitalist mülkiyettir.
Marksizmin bu temel ve basit gerçeğini reddedercesine,
“KİT’ler halkındır satılamaz” türünden söylemler geliştirmek, gerek devlet
teorisi gerekse de mülkiyet hakkı başlıklarındaki temel tezleri itibarıyla
burjuva ideolojisini benimsemek anlamına gelir. Ama kimsenin hakkını da yememek
gerekir! Bu söylemlerle hareket edenler, her devletin egemen sınıfın
çıkarlarının temsilcisi olduğu şeklindeki temel Marksist önermeyi yeri geldikçe
bilgiççe tekrar ederler. Hatta (kimileri belirsiz bir geleceğe erteleyerek de
olsa) bir bütün olarak burjuvazinin mülksüzleştirilmesi hedeflenir. Ama sorun
tam da bu noktadadır; “KİT’ler halkın malıdır” saçmalığıyla Marksist önermeleri
yan yana sunmak, işçi sınıfının kafasını bulandırmaktan, hem de, devletin
sınıfsal anlamı ve özü konusunda kafa bulandırmaktan başka bir anlama gelmeyen
küçük-burjuvaziye özgü bir tutumdur.
Devlet mülkiyeti
İşçi sınıfı hareketinin tarihi boyunca, devlet mülkiyeti
üzerine sosyalist hareket içerisinde birçok tartışma yaşandı. Tüm bu
tartışmalar sırasında esas olarak iki temel eğilimin belirdiğini görüyoruz.
Birincisi, devlet mülkiyetini bir fetiş haline getiren ve onu devletin sınıfsal
tabiatından bağımsız olarak ele alarak, her dönemde özel mülkiyete göre
tarihsel bir ilerleme olarak değerlendiren devletçi gelenek. Bu gelenek,
sosyalizmin, bizzat kapitalist toplumda devletin üretim araçlarını kendi
mülkiyeti altında toparlamasıyla gelişeceğini savunan Lassalcı devlet
sosyalizmi anlayışı ve aslen bu anlayıştan türeyen reformizden, sosyalizmi
devlet mülkiyeti, planlı ekonomi ve tek parti diktatörlüğü altında bir ulusal
kalkınma çizgisine indirgeyen Stalinist anlayışa kadar uzanır. Birbirlerinden
birçok temel noktada ayrı düşen bu farklı siyasal akımlar, son tahlilde, devlet
mülkiyetini sınıflardan bağımsız olarak ele alan bir ortak paydada buluşurlar.
Geçerken belirtmeliyiz ki, Troçkist hareket içinde de, genel olarak devlet
mülkiyetini özel mülkiyete göre tarihsel bakımdan ileri bir adım olarak
değerlendiren bazı yanlış anlayışlar mevcuttur.
Bu devletçi geleneğin karşısında ise esas olarak Marksizm yer
alır. Marksizm, devlet mülkiyeti söz konusu olduğunda, bu mülkiyet biçimini,
üretim ilişkilerinden ve onun hukuksal ifadesi olan mülkiyet ilişkilerinden
bağımsız olarak ele almaz. Sınıflardan ve sınıfların birbirleriyle ve devletle
olan ilişkilerinden kopuk olarak ele alındığında devlet mülkiyeti kendi başına
salt bir biçimden ibarettir. Onu anlamlı kılacak olan şey, bu biçimsel kabuğun
nasıl bir öze sahip olduğu, hangi sınıfın çıkarlarıyla doldurulduğudur. Tam da
bu noktada sorun üretim araçlarının mülkiyetinin devletin elinde olup
olmadığından uzaklaşır. Sorun artık devletin kimin mülkiyeti durumunda olduğu
noktasından, yani devletin sınıfsal tabiatının tespitinden kalkarak ele alınmak
zorundadır. Böylece Marksistlerin devlet mülkiyetine ilişkin tutumu, devletin
hangi sınıfın egemenlik aracı olduğu saptamasından hareket eder. Bir başka
deyişle Marksistler, devlet mülkiyetine a priori ilerici bir misyon
biçmezler. Böyle bir misyona sahip olabilmesi için devletin bizzat proletarya
tarafından fethedilmesi ve doğrudan işçi sınıfının kendi öz örgütlenmelerine
(yasama ve yürütme gücünü kendinde toplamış dinamik işçi meclisleri) dayanması
gerekir. İşçi devletinin oluşumuna dair bu temel önkoşul yerine gelmediği
sürece, devlet mülkiyeti, ne tarihsel ilerlemenin bir manivelâsı ya da
ifadesidir, ne de işçi sınıfının çıkarına olarak addedilebilir.
20. yüzyılda yaşanan bürokratik-despotik diktatörlükler, bu
Marksist saptamanın ne denli doğru olduğunu aslında ziyadesiyle kanıtlamıştır.
Ancak bu deneyimden ders çıkarmak istemeyenler, devlet mülkiyetini bir fetiş
olarak ele almaya devam ediyorlar. Bırakalım SSCB ve onun gibi bürokratik
oluşumları, gerçek bir işçi devletinde bile, devlet mülkiyeti henüz tam
anlamıyla toplumsal mülkiyeti, yani tüm toplumun doğrudan ortaklaşa mülkiyetini
temsil edemez. Bunun temel sebebi, böylesi bir geçiş döneminde, sınıfların
henüz ortadan kalkmamış oluşudur. Sınıfların henüz ortadan kalkmadığı bir
dönemde devlet mülkiyeti, toplumun tümünün değil, ancak iktidarı elinde tutan
sınıfın fiili ortak mülkiyeti anlamına gelecektir. Dahası, bizzat devletin
varlığı, üreticilerin üretim araçları üzerinde doğrudan değil, dolaylı bir
egemenlik kurması anlamına gelir. Devlet mülkiyetinin kamu mülkiyeti olduğunu
söylemek ya da bu mülkiyet biçimini toplumsal mülkiyetle eşitlemek son derece
yanlıştır. Doğrusu şudur ki,
“Devlet mülkiyeti, toplumsal mülkiyete giden yolda önemli
bir adımdır ama sadece bir adımdır. Kaldı ki bu tarihsel işlevini yerine
getirebilmesi için, proleter devletin gerçekten işçi sınıfının kendi öz
örgütlülüğüne (işçi konseylerine, sovyetlere) dayanması ve yasama-yürütme
erkinin doğrudan işçilerin elinde toplanmış olması (doğrudan demokrasi)
gerekir. Eğer bu dönemde devletin yönetimini, her ne biçim altında olursa
olsun, işçiler değil de onlar “adına” başka birileri (örneğin bürokrasi)
sahiplenirse ve işçiler kamusal-siyasal yaşamın dışına itilirlerse, o takdirde
ileriye (komünizme) doğru gelişme kesintiye uğrar ve devlet mülkiyeti tarihsel
işlevini yerine getiremez.” (Mehmet Sinan, Marksizm
ve Merkezcilik)
Kapitalist toplumda devlet mülkiyeti
Kapitalizmde devlet burjuvazinin örgütlenmesinden başka bir
anlama gelmediğinden, devletin sahip olduğu üretim araçları ile işçi sınıfı
arasında, hakimiyet, denetim, yönetim vb. şöyle dursun, sömürü ilişkisinden
başka hiçbir türden bir ilişki söz konusu değildir. Bu toplumda devlet
mülkiyeti bir bütün olarak burjuvazinin kolektif mülkiyetini ifade eder. Engels
Anti-Dühring’de kapitalist devlet ve onun mülkiyetinin işçi sınıfı için
ne anlama geldiğini şu şekilde ifade ediyor:
“Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özü itibarıyla
kapitalist bir makinedir, kapitalistlerin devletidir, toplam ulusal sermayenin
ideal kişileşmesidir. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse,
o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok
sömürür. İşçiler ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Kapitalist ilişki
ortadan kaldırılmaz, bilakis doruğuna tırmandırılır.”[1]
Kapitalist toplumun temel çelişkisi, üretimin ve üretim
araçlarının toplumsallaşmış karakteri ile üretim araçlarının özel mülkiyeti
arasındaki çelişkidir. Her geçen gün toplumsallaşma düzeyi daha da yükselen ve
bugün artık ancak dünyasal ölçekte düşünülebilecek olan üretim faaliyeti ve
onun asli unsurları, burjuva özel mülkiyet üzerinde muazzam bir basınç yaratır.
Burjuva özel mülkiyetin tek tek bireylerin mülkiyeti olmaktan giderek daha
geniş kolektiflerin kapitalist mülkiyetine dönüşmesi eğilimi bu basıncın dışa
vurumudur. Ne var ki, üretici güçlerin toplumsallaşmasının ve artık bireysel
özel mülkiyetle bağdaşmaz bir düzeye yükselişinin belirtisi olan bu eğilim,
kapitalizmin çelişkisini çözmez, tersine onu daha da sancılı bir hale getirir.
“Başlangıçta kapitalistlerin üretim araçları üzerindeki
bireysel mülkiyeti temelinde örgütlenen kapitalist üretim süreci, hisse senetli
anonim şirketlerin gelişmesi ve tekelleşmesi sonucunda, üretim sürecinin dünya
ölçeğinde dev ölçekli sermaye grupları tarafından organize edildiği bir sürece
dönüşmüştür. Emperyalizm dönemi ilerledikçe tekelleşmenin ulaştığı boyutlar,
üretimin alabildiğine toplumsallaşması, kapitalizmin neredeyse kendi özünü
inkâr ettiği bir noktaya doğru hızla ilerlemesi anlamına gelir. Kuşkusuz ki bu
Marksist analiz, kapitalizmin tekelci gelişiminin içerdiği ana eğilime, onun
gidişatına, onun yerini komünizmin alması gerektiğine işaret ediyor. Ancak
kapitalizm kendiliğinden, doğal bir evrimin sonucunda yerini komünizme
bırakmayacaktır. Bu niteliksel dönüşümün olabilmesi için proleter devrimlerle
dünya kapitalist sisteminin yıkılması zorunludur.” (Elif Çağlı, Kolonyalizmden
Emperyalizme)
Demek ki, ister tek tek burjuvaların, ister grup halinde
burjuvaların, isterse de kapitalist devletin elinde olsun, bu mülkiyetin
sınıfsal karakteri burjuva olarak değişmeksizin kalır. Görünüşte birbirinden
farklı olan bu mülkiyet biçimleri gerçekte bir ve aynı mülkiyet ilişkisi temeli
üzerinde yükselirler: kapitalist mülkiyet ilişkisi. Dolayısıyla bir
işletmenin devletleştirilmesi onun burjuva mülkiyeti olmaktan çıkmasına yol
açmadığı gibi, devlet elindeki bir işletmenin özelleştirilmesi de ona öncesinde
sahip olmadığı yeni bir sınıfsal karakter yüklemez. Engels’in dediği gibi; “ne
hisse senetli şirketler durumuna dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti durumuna
dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırmaz.”
(Anti-Dühring) Durum bu olduğunda şu noktanın altını bir kez daha çizmek
gerekiyor: Kapitalist toplumda devletleştirme ya da özelleştirme, mülkiyetin
özü açısından işçi sınıfı için alternatifleri temsil etmezler. Mülkiyet sorunu
söz konusu olduğunda, işçi sınıfı açısından tek bir alternatif vardır, o da,
bir devrimle kendi iktidarını kurarak, yani kendisini egemen sınıf olarak
örgütleyerek, toplumsal mülkiyete giden yolu açmak üzere başlıca üretim
araçlarına bizzat kendi devleti aracılığıyla kolektif olarak el koymaktır.
Reformizm ve devlet mülkiyeti
Sol hareket içerisinde, kapitalist toplumda devlet mülkiyeti
ile özel mülkiyeti birbirinden kalın çizgilerle ayırt etme eğilimi, daha önce
de belirttiğimiz gibi gerek reformizmin gerekse de Stalinizmin bir uzantısı
olarak son derece güçlüdür. Bu ayrımın doğrudan sonucu devlet mülkiyetinin
kapitalist toplumda bile savunulması gerektiği düşüncesidir. Sendikaların
başına çöreklenmiş bürokratlar bu ayrımı, gerçekte, devlete ait işletmelerde
çalışan işçilerden kesilen aidat gelirlerini kıllarını bile kıpırdatmadan
ceplerine indirmek ve bu tatlı hayattan feragat etmemek için savunuyorlar.
Bunda şaşacak bir şey de yok!
İşin tuhaf tarafı, bir yandan sendika ağalarına haklı olarak
küfredip duran birçok sol siyasi çevrenin de aynı ayrımı, aynı argümanlarla ve
aynı söylemle sahipleniyor oluşudur. Böylesi küçük-burjuva anlayışların sorunu
popüler bir ağızla ifade etmeleri ile daha teorik bir cilayla ortaya koymaları
arasında bir fark yoktur. İkinciler, birincilerin söylediklerini daha usturuplu
bir biçimde ifade ediyorlar, hepsi bu.
Devletin sınıfsal karakterini çok açık olarak dile getirmekle
birlikte, yine de devlet mülkiyetinin tercih edilmesi gerektiğini savunan
görüşlere Marksist saflar içinde bile rastlanabilmektedir. Bu görüş, devlet
mülkiyetinin kapitalizm koşullarında bile işçi ve emekçilerin kısa vadeli
çıkarlarına daha denk düşeceği ve uzun vadede ise sosyalizme geçişi
kolaylaştıracağı iddialarına dayanmaktadır. Böylelikle devlet mülkiyeti,
devletin kimin devleti olduğundan bağımsız olarak, işçilerin ve emekçilerin hem
güncel hem de tarihsel çıkarları açısından daha iyi, daha olumlu, tercih
edilmesi gereken bir kapitalist mülkiyet biçimi olarak kutsanmış olmaktadır.
Kapitalizm altında devlet mülkiyetinin işçi sınıfının güncel
çıkarlarına neden daha denk düşeceği konusunda özetle şunlar söyleniyor: 1)
Devlet işletmeleri, kapitalizmin hareket yasaları karşısında –özel sektörün
tersine– çok daha korunaklı bir konuma sahiptir. Çünkü devlet, üretilen toplam
toplumsal değerin önemli bir bölümünü devlet geliri olarak kullanma
kapasitesine sahiptir. 2) Devlet işletmeleri, işçi ve emekçilere daha fazla
taviz vermek zorunda kalır.
Engels burjuva devlet için “üretici güçleri ne kadar çok
kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna
gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür” diyordu. Oysa, yukarıdaki satırlarda
dile getirilen anlayış, kapitalist devlet işletmelerinin ve devletin, toplumun
genel çıkarları doğrultusunda şu ya da bu ölçüde baskı altına alınabileceğini,
devlet işletmelerinin kapitalist üretimin şu ya da bu ölçüde dışında
tutulabileceğini savunuyor. Ama bu tastamam reformizmdir.
Aynı anlayış, uzun vadeden bakıldığında da devlet
mülkiyetinin yine özel mülkiyete tercih edilmesi gerektiğini iddia etmektedir.
Kapitalizm koşullarında üretim ve dolaşım araçlarının büyük bir bölümünün zaten
devlet mülkiyeti altına girmiş olmasının, işçi sınıfı iktidarı ele aldığında
ona büyük bir avantaj sağlayacağı söylenmektedir. Peki neymiş bu avantaj?
Kapitalizm altında ne kadar çok üretim aracı devlet mülkiyetinde olursa, işçi
iktidarında devletleştirmeler o kadar kolay ve sorunsuz bir biçimde
gerçekleştirilebilirmiş.
Devrimci Marksist kavrayışa sahip bir kişinin akıl
erdiremeyeceği bu “avantaj”, gerçekte kapitalizme karşı mücadeleyi çarpıtan bir
zihniyetin ürünüdür. Bir kere her şeyden önce, işçi sınıfının kapitalist düzeni
yıkma mücadelesi, kapitalist devlet aygıtının ele geçirilerek, olduğu şekliyle
sahiplenilmesini değil, onun baştan aşağıya yıkılmasını gerektirir. İkincisi,
kapitalist düzeni ortadan kaldırmak demek, bir bütün olarak kapitalist mülkiyet
ilişkilerine son vermek anlamına gelir. Unutmayalım ki, mülkiyet ilişkileri
üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesidir. Kapitalist mülkiyet ilişkilerinin
tasfiyesi, yalnızca kapitalist özel mülkiyetin değil, kapitalist bürokrasinin
yönetimi ve denetimi altındaki devlet mülkiyetinin de ilgası demektir. Eğer
proletaryanın devrimci iktidarına karşı gerici bir direnç söz konusu olacaksa,
bu yalnızca özel kapitalist işletmelerin ele geçirilmesi sürecinde değil,
kapitalist devlet işletmelerinin ele geçirilmesi sürecinde de söz konusu
olacaktır. Üçüncüsü, devlet mülkiyetinin kapitalist biçimiyle, proleter biçimi
arasında bir bütün olarak toplumun kapitalist örgütlenmesini yıkıp geçecek
koskoca bir proleter devrim yer almaktadır. Sonuç olarak, devlet mülkiyetinin
sınıfsal karakterini tamamen göz ardı ederek, işçi devleti altında
gerçekleştirilecek devletleştirmeleri basitçe bir el değiştirme düzeyine
indirgeyen zihniyet Marksizme tamamen yabancıdır. Ayrıca siyasal iktidarı
zapteden proletaryanın özel mülkiyetteki büyük holdingleri devletleştirmesiyle,
kapitalist devlet işletmelerini kendi mülkiyeti altına alması arasında büyük
bir ayrım gören ve ikincisinin çok daha kolay ve avantajlı olacağını tahayyül
eden anlayış özünde reformisttir. Zira kapitalist devlet bir bütün olarak kapitalist
sınıfın kolektif iradesidir ve işçi sınıfının kapitalist mülkiyete el koyma
mücadelesi bütün alanlarda kapitalist devletin zoruyla karşılaşacaktır.
Gerçekler buyken, proleter devrime daha “kolay” ve “avantajlı” yollar bulma
adına Marksizmin karikatürize edilmesi, olsa olsa devrimci mücadelenin zor
yönlerinden kaçmaya çalışan küçük burjuva zihniyetin dışavurumudur. Oysa daha
Manifesto’da devrimin nasıl olacağına dair tasarım çok netti:
“işçi sınıfının devrimde atacağı ilk adım, proletaryayı
hakim sınıf durumuna getirmek, demokrasi savaşını kazanmaktır. Proletarya
siyasi üstünlüğünü, bütün sermayeyi kerte kerte burjuvazinin elinden koparıp
almak, bütün üretim araçlarını devletin elinde, yani hakim sınıf olarak
örgütlenen proletaryanın elinde merkezileştirmek ve üretici güçler toplamını
olabildiği kadar hızla arttırmak için kullanacaktır.” (Komünist Manifesto)
Proleter devrimin evrimci bir yoldan gerçekleşeceğini
varsayan ve günlük mücadeledeki “kazanım”ları öne çıkartan yaklaşım hiç de yeni
değil. Bu düşüncelerin en olgun halini Alman işçi hareketi içerisinde Bernstein
ve izleyicilerinde görüyoruz. Bu eğilim, özetle üretim araçlarına “bir defada
el koymanın olanaksızlığı”ndan hareketle “kademeli olarak el koyma” teorisini
geliştirmişti. Benzer temellerden hareketle Hilferding de, emperyalizm
analizinde, kapitalist toplumda sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması
eğiliminin giderek dev bir tekele doğru gidebileceğini öne sürüyordu. İşler bir
kez bu noktaya geldiğinde, artık burjuvazi kendi varlığının anlamsızlığını çok
kolayca görebilirdi ve bu dev tekelin işçi sınıfının denetimi altına sokulması
sosyalizme giden yolu açabilirdi! Yukarıda eleştirdiğimiz anlayış, bu reformist
tezlerin daha usturuplu ve ihtiyatlı bir biçimde dile getirilmiş halidir. Ayrıca
sosyal hizmetler alanını devletin organize etmesi özel sektöre tercih
edilirken, bu durumun “sosyal adalet” bakımından daha olumlu bir rol oynayacağı
savunulmaktadır. Böylece Marksist zeminden hareket ettiklerini söyleyenler, ne
yazık ki sosyal demokrasinin “sosyal devlet” kavramını sahiplenmekle işi
bitirmektedirler.
Sosyalizm adına hareket edenler, devlet mülkiyeti konusunda
net bir Marksist tutum benimsemedikleri sürece, yalnızca işçi sınıfının
tarihsel deneyimini yanlış değerlendirmekle kalmayacaklar, aynı zamanda en
yakıcı güncel sorunlarda bile işçi sınıfını, burjuva ideolojisinin saldırıları
karşısında savunmasız bırakmaya mahkûm olacaklardır.
8 Kasım 2003
[1]
Engels, Anti-Dühring, Sol Yay., Mart 1977, s.441
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder