ATLANTİS
PLATON’UN ESERLERİNDE ATLANTİS
Atlantis
Platon’un iki diyaloğuna konu olmuştur. Bunlar , Timaios ve Kritias adlı
dialoglardır.
Platon
Atlantis’in öyküsünü anlatmaya Timaios adlı dialoğunda başlamış Kritias’da
yeniden ele alarak devam etmiştir. Ancak , Kritias yarım kalmıştır.
Timaios
Platon’un en ilginç eserlerinden biridir. Platon bu eserinde evrenin doğuş
temasını işlemiş ve çağına göre oldukça radikal bir anlayış ile sergilemiştir.
Platon’un bu dialogda bir "Evren’in Yaratıcısı" kavramı kullanması da
değişik yorumlara neden olmuştur. Bazı yazarlar bunu bölümlerin daha sonra
eklendiğini söylemiş bazıları da Platon’a tanrısal ilhamın geldiğini
söylemişlerdir. Ancak çoğunluğun kabul ettiği bu eserin Platon’un özgün eseri
olduğu yolundadır. Gerçekten de dikkatle incelendiğinde Platon’un diğer
eserlerinden büyük farklılık göstermez. Timaios, daha çok son yıllarına
yaklaşan bir yazarın , döneminin ezoterik bilgisini daha yoğun bir şekilde
verdiği bir eserdir.
Timaios’un
bir başka özelliği de , bu dialogda Sokrates’in sadece dinleyici olması ve lafa
fazla karışmamasıdır. Bu eserde Evren ile ilgili bilgileri içlerinde "en
iyi astronomi bilen ve dünyanın özüne varmak için en çok uğraşmış" olan
Timaios ve Atlantis ile ilgili bilgileri de Kritias vermektedir.
Kritias
da tarihsel bir kişilik olmakla birlikte bu eserde adı geçen Kritias’ın kim
olduğu tam olarak bilinememektedir. Burada Kritias Solon’un dedesinin dostu
olduğunu söylemekte , aynı öyküyü dedesinden de duyduğunu belirtmektedir. Buada
Platon’un ustalıkla öykünün çok eski çağlardan beri anlatıldığını ima ettiğini
düşünebiliriz.
Timaios’da
Atlantis ile ilgili bölümler şu şekilde geçer :
"
Solon’un anlattığına göre Mısır’da Delta’da , Nil’in ikiye ayırdığı çıkıntıya
doğru Saitikos denilen bir ülke vardı ; bu ülkenin en büyük şehri de , kral
Amasis’in memleketi olan Sais’tir. Bura halkına göre şehirlerini kuran bir
tanrıçadır ; ona kendi dillerinde Neith adını vermişler , fakat bu tanrıçanın
Hellencede adı Athena’dır. Bu adamlar Atinalıları pek severler ve onlarla
uzaktan akrabalıkları olduğunu söylerler . Solon onların memleketine varınca
pek parlak karşılandığını , bir gün eski zamanlara dair , en bilgin rahiplere
bir şey sorduğu zaman , ne kendisinin ne de ne de başka bir Hellen’in hemen hemen
hiç bir şey bilmediğini gördüğünü anlattı. Bir seferinde de onları eski
şeylerden söz açmaya sürüklerken , bizde bilinen en eski şeyleri anlatmaya
koyulmuş . Onlara ilk insan olarak anılan Phoroneus’dan , Niobe’den , tufandan
, kendilerini kurtaran Deukalion ve Pyrrha’dan , onların doğuşu hakkında dönen
mythos’lardan ve torunlarının neslinden bahsetmiş. Olayların geçtiği tarihleri
tahmin ederek de tarihleri hesaplamaya çalışmış
O
zaman pek ihtiyar olan rahiplerden biri ona « Ah Solon , Solon , demiş , siz
Hellenler her zaman çocuksunuz , sizin memleketinizde hiç ihtiyar yok.» Bunun
üzerine Solon «Bununla ne demek istiyorsun ?» diye sormuş . Rahip -Sizin
hepinizin ruhları çok genç diye cevap vermiş, çünkü kafanızda ne bir eski
geleneğe dayanan , öteden beri edinilmiş fikir ne de zamanla ağarmış bir
bilginiz var. Bunun sebebi şudur . İnsanlar birçok şekillerde yok edilmişler
daha da edileceklerdir. En büyük felâketler ateşle sudan gelmişti, ama bin
türlü başka sebeplerle meydana gelen daha küçük felâketler de vardır. Sizin
memleketinizde de bir gün babasının koşu arabasını koşturup yine aynı yoldan
süremeyince yeryüzündeki her şeyi yakan , kendisi de yıldırımlarla vurulup ölen
Helios’un oğlu Phæton’un hikâyesi gerçekten bir masal gibi anlatılır , ama hakikat
şudur ki , gökte dünyanın etrafında dönen gök cisimleri bazan yollarından
şaşarlar , uzun aralıklarla meydana gelen bir tutuşma yeryüzündeki herşeyi
mahveder. O zaman dağlarda, yüksek kuru yerlerde oturanlar , şehirlerde , deniz
kenarında oturanlardan daha çok mahvolurlar. Fakat , Nil , her zamanki
kurtarıcımız olan Nil , taşarak bizi bu felaketten de kurtarıyor. Bunun aksine
Tanrılar , bir tufanla dünyayı yıkadıkları zaman yalnız dağdaki sığırtmaçlarla
çobanlar kurtuluyor, ama sizin şehirlerin ahalisini nehirler alıp denize
sürüklüyor. Halbuki bizde sular hiç bir zaman ovalara yükseklerden gelmiyor,
her zaman tabiî bir şekilde toprağın altından çıkıyor. İşte burada en eski
adetlerin bundan dolayı korunmuş olduğu söyleniyor. Fakat gerçek şudur ki :
kendilerini kaçıracak kadar şiddetli bir soğuğu da yakıcı bir sıcağı da almayan
bir yerde , her zaman az ya da çok insan vardır. Hem sizde olsun , bizde olsun
, , yahut da adını duyduğumuz başka bir ilde olsun , güzel , büyük , yahut da
başka bir bakımdan ilgiye değer bir şey meydana gelmişse bütün bunlar , en eski
çağlardan beri burada tapınaklarda duruyor , böylece de korunmuş oluyor. Sizde
ve başka uluslarda tam tersi , daha yazmayı ve devletlere lazım olan her şeyi
öğrenir öğrenmez , gök yüzünün suları belirli bir zamandan sonra , bir hastalık
gibi sağanak halinde üzerinize yağıyor , içinizden okuyup yazması olmayanlarla
cahillerden başkasının kurtulmasına meydan bırakmıyor ; o kadar ki toy çocuklar
gibi kendinizi yeniden , hareket ettiğiniz yolun başında buluyor , eski
zamanlarda , burada , kendi memleketinizde olup bitenlerden hiç bir şey
bilmiyorsunuz ; çünkü Solon , yurttaşlarının biraz önce saydığın soyu sopu ,
sütnine masallarından pek farklı değildir. Her şeyden önce daha eskiden bir çok
tufanlar olduğu halde siz , bir tek kara tufanını hatırlıyorsunuz ; sonra
insanlar arasında görülen en güzel ve en iyi soyun sizin memleketinizde
doğduğunu ve kendinizin , senin de bugünkü devletinizin de , felaketten
kurtulabilmiş bir tohum sayesinde o soydan geldiğinizi bilmiyorsunuz.
Bİlmiyorsunuz , çünkü felaketten kurtulabilenler , bir çok nesiller boyunca ,
hiç bir yazı bırakamadan ölüp gittiler. Evet , Solon , bir zamanlar suların
sebep olduğu en büyük felaketlerden önce , bugün Atina adı verilen devlet ,
savaştan yana en yiğit , her bakımdan ölçülemeyecek kadar da medeni bir
devletti : Göğün altında sözünü işittiğimiz en güzel şeyleri başaran , en güzel
siyasa kurallarını icat eden odur , diyorlar.»
Solon’un
anlattığına göre , bunları duyunca şaşkalmış , rahiplerden eski yurttaşlarına
dair ne biliyorsa hepsini dosdoğru , hemen kendisine anlatmasını rica etmiş .
Bunun üzerine ihtiyar rahip cevap vermiş : « İsteğini yerine getirmememe hiç
bir sebep yok , Solon , bunu senin hatırın için olduğu kadar yurdunun hatırı ,
hele sizinki kadar bizim ilimizi de koruyan , onları büyütüp yetiştirmiş olan
tanrıçanın hatırı için de yapacağım. O tanrıça ki, sizin ili bizimkinden bin
yıl önce , toprak ile Hephaistos’tan aldığı bir tohumla vücuda getirmişti,
kutsal kitaplara göre , bizim ilin kuruluşundan beri sekiz bin yıl geçmiştir.
Demek oluyor ki sana dokuz bin yıl önceki yurttaşlarının kurumlarını , onların
en şanlı başarılarını kısaca anlatacağım. Başka zaman vaktimiz olunca bunların
hepsini yeni baştan sıra ile teker teker ele alırız.
[…]
Biz
burada ilinizin hayranlık uyandıran büyük başarılarından bir çoğunu yazılı
olarak saklıyoruz . Ama bunların içinde bir öylesi var ki büyüklük ,
kahramanlık bakımından hepsini geride bırakıyor. Gerçekten eski yazılar ,
vaktiyle ilinizin , büyük Atlas denizinin ötelerinden gelip Avrupa ile Asya’ya
küstahça saldıran koskoca bir devleti yok ettiğini söylüyor. O zamanlar bu koca
denizden geçilebiliyordu ; çünkü sizin Herakles Sütunları dediğiniz o boğazın
önünde bir ada vardı. Bu ada Libya ile Asya’nın ikisinden daha büyüktü. O
zamanlar oradan başka adalara , oradan da karşılarında uzanan ve gerçekten
adını hak eden denizin kenarındaki bütün kıtaya ulaşılabiliyordu. Çünkü sözünü
ettiğimiz boğazın iç tarafı , girişi dar bir limana benzer , dış tarafı ise
gerçekten büyük bir denizdir. Etrafını çeviren kara parçası da gerçekten kıta
denebilecek bir topraktır. İşte bu Atlantis adasında , hükümdarlar ,
hakimiyetini bütün adaya , öteki adalara , hatta kıtanın bazı parçalarına kadar
uzatan büyük , hayranlığa değer bir devlet kurmuşlardı. Bunlardan başka boğazın
iç tarafında, bizim tarafta , Mısır’a kadar Libya’nın , Tyrhenia ya kadar da
Avrupa’nın hakimi idiler. Bir gün bu devlet bütün kuvvetlerini bir araya
toplayarak sizin yurdunuzu , bizimkini , boğazın iç tarafındaki bütün ulusları
boyunduruğu altına sokmak istedi. İşte o zaman , Solon , iliniz bütün
değerlerini , bütün kuvvetini dünyanın gözü önüne serdi. Cesaretten , savaş
bilgilerinden yana öteki illerin hepsinden üztün olduğu için Hellenlerin başına
geçti ; ama ötekiler kendini bırakıp çekilince bir başına kalan , böylece en
tehlikeli duruma düşen iliniz istilacıları yendi , bir zafer anıtı dikti ,
şimdiye kadar hiç kölelik etmetyenleri kölelikten kurtardı ve bizim gibi ,
Herakles sütunlarının iç tarafında oturanları iyi yüreklilik ile serbestliğine
kavuşturdu. Ama bundan sonra korkunç yer sarsıntıları , tufanlar oldu . Bir gün
, bir uğursuz gecenin içinde , ne kadar savaşçınız varsa hepsi birden bir
vuruşta toprağa gömüldüler. Atlantis adası da , aynı şekilde , denize gömülerek
yok oldu. İşte bunun içindir ki , ada çökerken meydana getirdiği sığ
bataklıklar yüzünden o deniz bu gün bile , geçilmez , dolaşılmaz bir haldedir.
"
Atlantis
ile ilgili anlatılanlar Timaios adlı eserde burada son bulmaktadır. Platon ,
Critias da ise daha ayrıntılı bilgi vermektedir…
Bu
iki eserde geçen Atlantis öyküsünü dikkatlice incelersek burada anlatılanların
sadece basit bir kurgu olmadığını anlarız. Gerçi Platon yine Devlet adlı
kitabında anlattığı devlet düzenine dayanmaktadır fakat bilerek , başka bir
devlet kurgulayacağına, özellikle Mısır’daki erginlenme merkezlerinde anısı
yaşayan Atlantis’i örnek göstermektedir.
Atlantis’le
dolaysız olarak ilgili bir Mısır kaynağı elimizde olmadığı için Atlantis’in
orjinal adını bilemiyoruz. Ancak Platon’da geçen Atlantis sözcüğünü etimolojik
olarak inceleyebiliriz.
Yunanca’da
Atlantis ("Atlant…j ,-…doj ) Atlas ile ilgili bir kökten gelmektedir.
Atlas bilindiği gibi , Yunan mitolojisinde Titan Iapetos’un oğlu olarak geçer
ve Hesiodos’a göre Atlas göğü ayakta tutar:
"Dünyanın
bittiği bir yerlerde
güzel
sesli akşam perilerinin karşısında
dimdik
durup ayakta tutuyor göğü
başı
ve yorulmaz kolları üstünde.
Akıllı
Zeus’un ona ayırdığı kader bu."
Atlas
Homeros’a göre de yeri göğü birbirinden ayıran direkleri taşır :
"Bu
Atlas görür denizin bütün uçurumlarını ,
ve
koca direkleri omuzlarında taşır,
yeri
göğü birbirinden ayıran direkleri." ( Odysseia I , 53-55 )
Atlas’ın
çocukları da incelememiz açısından önemli bir yer tutmaktadır. Efsaneye göre
Pleione’den olma Pleiades ve Hyades , Hesperis’ten olma Hesperid’ler Atlas’ın
kızları , Hyas ve Hesperos da oğulları olarak mitolojik kaynaklarda yer
almaktadır.
Bunlar
içinden Hesperid’ler mitolojide ilginç bir yer tutmaktadırlar. Azra Erhat
"Mitoloji Sözlüğü"nde Hesperid’leri ayrıntılı olarak anlatır :
"Hesperos
ya da Batı Kızları diye anılan Hesperid’ler Hesiodos’a göre Okyanus Irmağının
ötesinde , geceyle gündüzün sınırlarında oturan ince sesli perilerdir. […]
Hesperid’ler dünyanın batı ucunda , Mutlular Adalarının dolaylarında
otururlarmış , ama zamanla coğrafya bilgileri artınca , Hesperid’lerin yurdu
Atlas dağlarının eteğinde bir yer sayıldı.
Hesperid’lerin
başlıca görevi , altın elmaların bittiği bahçeye bekçilik etmekmiş. Bir
zamanlar Gaia tanrıçanın Hera’ya düğün hediyesi olarak verdiği bu elmaları
dünyanın batı ucundaki bir bahçeye dikmişler ve başlarına bekçi olarak
Hesperid’lerden başka bir ejder koymuşlardı. Batı Kızları bu cennet bahçesinde
ezgi söylemekte ve tatlı balı akan pınarların başında hora tepmekle vakit
geçirirlermiş Altın elmalar ölümsüzlük bağışlayan bir yemiştir. Herakles onları
koparmakla ölümsüzle hak kazanmış olur. Altın elma motifi Üç Güzeller ve Paris
efsanesinde de geçer."
Hesperos
sözcüğü Yunanca akşam anlamına gelen
DİĞER
ANTİK KAYNAKLARDA ATLANTİS EFSANESİ
Odysseia
MÖ
8 ila 6ncı yüzyıllar arasından kaynaklanan ve Homeros’a atfedilen Odysseia ,
mitolojik kahraman Odysseus’un , Troya savaşından sonra evine dönmek için
yaptığı yolculukları anlatmaktadır. Odysseia , her ne kadar içrek anlamı ağır
basan bir destan olsa da o dönemde anlatılan , yaygın olan efsanelerden izler
taşımaktadır.
O
dönemde bilinen ve yok olan bir kara parçasından söz eden bir efsanenin
izlerine Odysseia’da rastlıyoruz.
Tanrılar
Odysseus’un tutsak bulunduğu Kalypso’nun adasından ayrılıp yurduna dönmesine
karar verince, Odysseus kendine bir sal yapar ve denize açılır. Ancak denizde
bir fırtınaya yakalanan Odysseus Phaiak’ların ülkesine kadar sürüklenir.
Odysseia’da geçtiği kadarı ile burada bambaşka bir mitos ile karşı karşıya
olduğumuzu anlarız .
"Eskiden
Phaiak’lar engin Hypereia’da otururdu,
güçte
üstün zorba Tepegözlere yakın,
Tepegözler
onların topraklarını boyuna yağma ederdiler.
Tanrı
yüzlü Nausisthoos onları kaldırdı,
götürdü
yerleştirdi Skherie’ye ,
alın
teriyle yaşayan insanlardan uzağa.
Dört
yandan surla çevirmişti kenti,
evler
kurmuş , tapınaklar yapmıştı tanrılara ,
tekmil
topraklar dağıtmıştı,
Ama
çoktan boylamıştı Hades ülkesini ,
düşünceleri
tanrılardan gelen Alkinoos kraldı şimdi." ( VI , 4-12 )
Bu
bölümde ilginç bir mitos ile karşı karşıya kalmaktayız. Phaiak’ların kökeni
anlatılırken Hypereia adlı bir ülkeyle de karşılaşıyoruz. Bu isim Hyper
(Upšr-), üzerinde sözcüğünden gelmekte olup , bizim kanaatimizce üzerinde olan
- belki de deniz üzerinde - anlamına gelmektedir. Burada Tepegözler , yani
Kyklop’lar ( KÚklwpej ) da yer almaktadırlar. Kyklop’lar , mitolojik
varlıklarının yanı sıra Dev anlamında da kullanılmaktadırlar ve bu pasajdaki
devler daha önce gördüğümüz Nefilim ile benzerlik göstermektedirler. Kısaca
Phaiak’ların bir ülkede devlerle birlikte yaşadığını öğrenmekteyiz. Ancak
devlerin zorbalığından kaçan Phaiak’lar başka bir yere belki de bir adaya
yerleşmişlerdir. Bu da daha bir çok efsane ile benzerlik göstermektedir.
Odysseus’un
Alkinoos’un sarayına gitmesi ve sarayı betimlemesi ile Platon arasındaki
benzerlikler de gözden kaçırılmamalıdır :
"Bu
ara Odysseus’da gitti Alkinoos’un şanlı konağına ,
giremedi
içeri , gözleri kamaşıverdi,
durakaldı
tunç eşiğin önünde ,
ulu
canlı Alkinoos’un yüksek çatılı sarayı
ışıldıyordu
güneş gibi ,ay gibi !
Tunç
duvarlar uzanıyordu iki yanda
girişten
ta içerilere dek,
kuşaklar
vardı bu duvarlarda , mavi mineden
altın
kapılar açılıyordu sağlam evin içerisine doğru ,
eşikleri
tunçtan , söveleri gümüştendi,
iki
yanları ve kapı tokmakları altından
Yerde
iki köpek vardı , biri altındı , biri gümüş ,
bütün
ustalığını göstermişti Hephaistos bunlarda ,
korusunlar
diye ulu canlı Alkinoos’un konağını ,
ölümsüzdüler
ve eskimek bilmeyeceklerdi.
[…]
Heykeller
dikilmişti güzel ayaklılar üstüne,
yanan
çırağılar tutuyordu ellerinde altından delikanlılar,
konaktaki
şölenleri aydınlatmak için geceleri.
[…]
Bir
büyük bahçe vardı avlu dışında , kapılara yakın ,
dört
dönümlük , çitlerle çevrili çepeçevre ;
Ağaçlar
dal budak salmıştı burda kocaman kocaman ,
armut
ve nar ağaçları , pırıl pırıl yemişli elma ağaçları ,
bal
gibi incirler , yemyeşil fışkıran zeytinler,
ne
yok olur , ne eksilir yemişleri bu ağaçların ,
yaz
, kış ara vermeden bütün yıl yeşerirler,
Zephiros
estikçe biri biter , biri düşer ,
taze
armut biter kuruyan armut yerine ,
elma
üstüne elma biter , salkım üstüne salkım ,
incir
üstüne incir biter.
Bir
bağ var ötede ,salkım salkım üzümlü ,
arada
bir güneşlik çardaklar kurulu ,
işte
kızarmış salkımlar , koparıp ezilmeye hazır ,
ama
koruklar var yanıbaşında ,
çiçek
dökmedeler yeni yeni,
alttan
da başka salkımlar kızarır .
En
dipte öbür ucunda bağın ,
asma
kütüklerinini yanında , düzenli bostanlarda ,
fışkırırı
yol boyunca çeşit çeşit bitkiler .
Bağın
içinde iki çeşme akar ,
biri
dolaşır bütün bahçeyi,
biri
gider avlu eşiğinden yüksek konağa doğru ,
hep
bu çeşmeden su alır yurttaşlar .
İşte
parlak armağanlar bunlardı ,
tanrıların
Alkinoos’a verdiği." (VII 83-133)
Her
türlü meyvenin , her zamanda yetiştiği bir tür "Cennet Bahçesi"
tanımlaması bir çok mitte ortaktır. Özellikle Platon’un da Atlantis’i bu
şekilde betimlemesi ve Odysseia’da aynı motiflerin bulunması dikkat çekicidir.
Bir başka ortak nokta da iki su kaynağının bulunmasıdır.
Ayrıca
burada dikkat çeken bir husus da sarayda madenin bol kullanılması ve otomatik
robotumsu eşyaların varolmasıdır.
Odysseia’da
Phaiak’lar denizcilikte çok kuvvetli bir halk olarak geçerler ve dolayısıyla
Poseidon önemli tanrılardan biridir. Odysseia’da bir çok yerde Phaiak’ların
denizcilikte üstünlükleri anlatılır :
AZTEK
MİTOLOJİSİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Eski
Kıta’nın karşısında yer alan ve yüzyıllar boyu Eski Kıta’dan tamamen izole
yaşadıkları varsayılan Orta Amerika yerlilerinin mitolojilerininde Klasik
mitoloji ile benzer motiflerin bulunması ve Aztek efsanelerinde Atlantis’i
andıran motiflerin geçmesi ilgi çekicidir.
Diğer
Orta Amerika toplulukları gibi Aztekler de bizim yaşadığımız kara parçalarından
önce dört dünyanın varolduğuna inanırlardı. Aztekler’e göre , bizim
zamanımızdan önce , her birinin farklı bir tanrısı ve insan soyu olan dört
güneş varolmuştu ve her bir güneş , toprak , hava , ateş ve su ile ilgiliydi .
Bu dört element ait olduğu dünyanın varoluşu ile ilgiliolduğu kadar yok oluşu
ile de ilgili idi.
Aztek
mitolojisine göre yaratıcı tanrı Ometeotl idi. Ometeotl düaliteyi temsil ettiği
için dişi ve erkek özellikleri de kendinde barındırıyordu. Ometeotl bu ikili
özelliğinden ötürü aynı zamanda Tonacatecuhtli ve Tonacacihuatl çifti ile de
gösteriliyordu.
Ometeotl’un
iki çocuğu Quetzalcoatl ve Tezcatlipoca Aztek mitolojisinde önemli roller
üstleniyorlardı. Tüylü yılan Quetzalcoatl bir çok efsanede yer almış , hatta ,
İspanyollar kıtayı işgale geldiklerinde Quetzalcoatl ile ilgili efsanelerden
ötürü yerliler bu istilacıları saygı ile karşılamışlardı.
Aztek
yaradılış efsanelerine göre , göğün on üçüncü katında bulunan Yaratıcı , dört
oğul hayata getirir. Bunlaradan birincisi , Kızıl Tezcatlipoca’dır. Öbürü ise
Kara Tezcatlipoca’dır. Efsanelerde sıkça adı geçen Tezcatlipoca budur. Öbür
çocukları ise Quetzalcoatl ve Huitzilopochtli’dir. Bu kardeşler varolan herşeyi
ve aynı zamanda da ilk insan çiftini yaratırlar .
İlk
dünya üzerinde, toprağa ait güneş zamanında , Kara Tezcatlipoca hüküm
sürmektedir. O zamanlar dünya üzerinde devler vardır. Quetzalcoatl
Tezcatlipoca’yı denize atarak hükümdarlığına son verir. Tezcatlipoca Okyanustan
çıkarak büyük bir jaguar olur ve devler soyu jaguarlar tarafından yok olur.
Büyük jaguar ise bugün hala görebileceğimiz Büyük Ayı takım yıldızına dönüşür.
Quetzalcoatl
ikinci dünya üzerinde , havaya/rüzgara ait güneş devrinde hüküm sürer. Fakat bu
dünya da Tezcatlipoca tarafından yok edilir. Quetzalcoatl ve bu dünya üzerinde
yaşayanlar kuvvetli rüzgarlar tarafından sürüklenir. Bu devirde yaşayanların
soyundan gelenler bugün maymuna dönüşmüş olarak ormanlarda görülebilirler.
Yağmur
tanrısı Tlaloc , üçüncü dünya üzerinde , suya/yağmura ait güneş devrinde hüküm
sürer . Bu devrin sonunu da Quetzalcoatl ateş yağmurları ile getirir. Bu ırk da
hindilere dönüşür.
Dördüncü
ırk ise Tlaloc’un karısı Chalchiuhtlicue tarafından yönetilir. O da bir su
tanrıçasıdır. Büyük bir sel dünyayı kaplar ve bu ırka mensup olanlar balığa
dönüşür. Dağlar seller altında kalır ve gökler yeryüzüne çöker.
Aztek
mitolojisine göre bu dört soy yok olduktan sonra beşinci soy ortaya çıkar. İşte
bu son olarak ortaya çıkan soydur. Aynı soylar Hesiodos tarafından da
anlatılmaktadır. Hesioods da bizim soyumuzdan önce dört soyun varolduğunu fakat
bunların yok olduğunu , şimdi yeryüzünde bulunan insanların beşinci soya ait
olduğunu anlatmaktadır.
Aztek
mitolojisi ile Yakın Doğu mitolojisi arasındaki şaşırtıcı bir benzerlik de
tufan efsanelerinden kaynaklanır.
Aztek
efsanesine göre , Tata ve karısı Nene Tezcatlipoca tarafından korunurlar ve bu
büyük sel baskınlarından kurtulurlar. Ancak bu çift izinsiz olarak ateş
yaktıklarından tanrı tarafından cezalanırlar.
Tata
ve Nene efsanesinde hem Mezopotamya tufan efsanesi ile ortak yönler buluruz hem
de Yunan mitolojisindeki Prometheus efsanesi ile benzer yönler gözümüze çarpar.
Aslında
Atlantis’in varolduğu söylenen okyanusun iki tarafında da aynı efsanelerin var
olması ve bu toplumların belleklerinde daha önce varolan bir felaketin
anılarını saklamaları Atlantis’in varlığının basit bir efsaneden öte olduğunu
düşündürmektedir.
Aynı
şekilde , Maya efsanelerinde de , gerek kutsal kitapları Popol Vuh’da gerekse
de Yucatec yazılarında tufan miti ve yokolan ırklar söylencesi mevcuttur.
Aztek
efsanelerinde Atlantis
İlginç olan bir nokta da Aztek efsanelerinde
Atlantis’den söz edilmesidir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder