Modern Anlamıyla Demokrasi
Demokrasi
günümüzde kullanılan en popüler politik adlandırmaların başında gelmektedir.
Buna karşın söz konusu kavramın anlam içeriği konusunda bir mutabakatın olduğu
söylenemez. Her politik aktör politik mücadelenin seyrine ve benimsediği
politik ideolojiye göre demokrasiye farklı anlamlar yükleyebilmektedir. Bu
durumu politikanın semboller üzerinden yapıldığı postmodern dönemde
demokrasinin anlaşılmasını sorunlu hale getirdiği ise bir gerçektir.
Söz
konusu güçlüğün aşılmasında etimolojik bir yaklaşım benimsemenin bir takım
avantajlar sağlayabileceği düşünülebilirse de bu yaklaşımın da bazı
sınırlılıklarının olduğu ortadadır. Kelime anlamı olarak ele alındığında
demokrasinin demos (halk) ve cracy (iktidar) kavramlarından oluştuğu ve böylece
demokrasinin basit anlamıyla halkın yönetimi anlamına geldiği söylenebilir.
Fakat analiz biraz daha derinleştirildiğinde hem demos hem de cracy
kavramlarının anlamlandırılmasında önemli sorunlar ortaya çıkabilmektedir.
Örneğin demos sözcüğü Sartori’ye göre herkes, pek çok insan, aşağı sınıf,
organik bir bütün, salt çoğunluk, sınırlı çoğunluk gibi bir çok anlamda ele
alınabilmektedir. Öte yandan yönetim kavramı da bu günün demokrasilerini
anlamada sorun teşkil eder. Çünkü yönetim, biri yöneten diğeri yönetilen olmak
üzere en az iki unsuru gerektirir. Halkın hem yöneten hem de yönetilen olması
mantıksal açıdan mümkün değildir. halkın yönetimi şeklindeki bir tanımlamanın
antik yunan dünyasındaki demokrasi deneyimlerini bir ölçüde açıklayabilse de modern
demokrasileri açıklayabilmesi söz konusu olamaz.
Sartori’nin
de vurguladığı gibi kökenbilimsel tanım (etimolojik) bizi pek ileriye götürmese
de bir temel, bir dayanak sağlar. İktidarın halka ait olmasıyla iktidarın
meşruiyeti ile ilgili bir ilke benimsenmiş olur. Yani iktidar aşağıdan
verildiği, ancak halkın iradesinden doğduğu ve bir onaya dayandığı takdirde
meşru olur. Etimolojik anlamda demokrasi demos’un cracy’den önce geldiği bir
yönetim biçimine işaret eder.
Etimolojik
yaklaşımın yani demokrasi kavramının anlamını sabit kılmayı amaçlayan bir
yaklaşımın sınırlılıklarını görmek, esasında bir başka yaklaşımında kapısını
aralamayı mümkün kılar. Söz konusu yaklaşım tarihselci yaklaşımdır.
Tarihselcilik, er türlü kavramın, kurumun, değerin kısaca insana ilişkin her
şeyin tarihsel bir perspektifle ele alınmasını ifade eder. Bir kavramın
tarihsel olması söz konusu kavramın anlamının ilgili olduğu tarihsel döneme
bağlı olarak değişime açık olması demektir. Bir politik adlandırma olan
demokrasi kavramının da tarihsel süreç içerisinde birden fazla anlama sahip
olabileceğinin göz önünde bulundurulması modern toplumsal koşullarda demokrasi
deneyiminin anlaşılabilmesi açısından son derece önemlidir.
Modern
demokrasiler bir çok yönden antik demokrasi deneyimlerinden farklılaşırlar. Her
şeyden önce bir ölçek farklılığı söz konusudur. Polisin nüfusu 3000-5000
arasında olduğu kabul edilen demos’una karşılık günümüz ulus devletlerinde
politik katılım hakkına sahip insanların sayısı milyonları bulmaktadır. Antik
Yunan dünyasının statik, durağan ve buna bağlı olarak da homojen sosyal
yaşamına karşılık modern sosyal yaşam yatay ve dikey hareketlilik ivmesinin son
derece yüksek olduğu heterojen bir mahiyet arz eder. Daha da önemlisi antik ve
modern dünya arasında politik kültür yönünden önemli farklılıklar vardır.
Devlet, politik özgürlük, çoğulculuk, eşitlik, insan hakları gibi antik Yunan
politik kültür dağarcığında olmayan kavramlar, modern demokrasileri anlamak
açısından son derece önemli işlevlere sahiptirler.
Modern
toplumlardaki demokratik yönetimlerin, her ne kadar ilgili oldukları
toplumların özgül tarihsel deneyimlerine bağlı olarak bir takım farlılıklar
gösterseler de bazı ortak niteliklere sahip olduklarını söyleyebiliriz.
Modern
demokrasiler kavramı ile kast ettiğimiz esasında temsili demokrasilerdir. Ulus
devlet ölçeğinde doğrudan katılım imkanının ortadan kalkmasıyla birlikte temsil
kurumu demokratik yönetimlerin vazgeçilmez bir unsuru haline gelmiştir. Temsili
demokrasilerde politik iktidarın meşruiyeti belirli periyotlarla düzenlenen
seçimlerde halkın tercihi ile iş başına gelmesinden kaynaklanır. Böylece
politik iktidarı oluşturan elitlerin halkı temsil ettiği var sayılır.
Temsili
olma niteliğinin mantıksal bir sonucu olarak modern demokrasiler, antik Yunan
demokrasilerinin aksine dikey demokrasilerdir. Burada dikey kavramı
yöneten-yönetilen ilişkisini hiyerarşik niteliğine göndermede bulunur. Modern
toplumlarda demokratik yönetimler, politik elitlerin halkın oyu için
birbirleriyle rekabet etmeleri esasına bağlı olarak işlerler. Demokratik
yönetimlerde elit gerçeği ölçek olarak demos’un büyüklüğünün yanı sıra modern
toplumlarda politikaya ilişkin bilginin giderek bir uzmanlık bilgisi haline
gelmesinin bir sonucu olarak da görülebilir.
Son
olarak modern demokrasiler, sadece adı demokrasi olan ve bu gün ortadan kalkmış
sosyalist toplumlardaki rejimler bir yana bırakılırsa, çoğulcu demokrasilerdir.
Bu anlamıyla modern demokrasilerin liberal demokrasiler olduklarını
söyleyebiliriz. Chantal Mouffe’nin de belirttiği gibi günümüz demokrasilerinin
çoğulculuk vasfı onları antik Yunan demokrasilerinden sadece biçim yönünden
değil, mahiyet yönünden de ayıran önemli bir göstergeye işaret eder. Antik
Yunan toplumlarının homojen yapılarından farklı olarak farklı iyi anlayışlarına
sahip insan topluluklarında oluşan modern toplum için çoğulculuk demokratik
yönetim modelleri açısından hayati bir unsurdur.
Modern
demokratik yönetimlerin her ne kadar temelde ortak bir takım niteliklere sahip
olsalar da ilgili oldukları toplumu tarihsel ve sosyal gerçekliklerine göre
biçimlenerek farklılaşabildikleri de bir gerçektir. Arend Lijphart söz konusu
farklılaşmayı Westminster (çoğunluk modeli), ve Oydaşma (konsensüs) modeli
şeklinde ikili bir ayrımla ele alır. Lijphart çoğunlukçu demokrasi modelinin
homojen oydaşmacı demokrasi modelinin ise heterojen toplumlar için daha uygun
ve işler olduğunu belirterek demokratik yönetimlerin arkasındaki sosyolojik
unsurların önemine dikkat çeker. Gerçekten de homojen toplumlar için elverişli
olan çoğunluk ilkesi bir toplum birden fazla azınlık gruba ayrılmışsa
demokratik açıdan uygun bir lke olmaktan çıkar. Ortak karar almalarda talepleri
ve ilkeleri sistematik bir biçimde hesaba katılmayan azınlık gruplarının
varlığı, çoğulcu demokrasiyi kolayca işlemez hale getirebilir. Her bireyin
oyunun matematiksel olarak diğerlerinin ki ile eşit sayılması böyle durumlarda
bazı oyların hiçbir etkisinin olmaması olgusunu gizler.
Westminster
Modeli Demokrasi
Westminster
modelinin özü çoğunluk hakimiyetidir. Burada söz konusu olan çoğunluk bir
anlamda pratik bir işleve sahiptir. Demokrasinin anlaşılmasında rasyonel
ölçütlerden ziyade pratik işleyişlere önem verilmesi özellikle Anglo-Sakson
dünyanın düşünce karakteristiğinin bir tezahürü olarak görülebilir. Gerçektende
“akılcı bir demokrasi”nin (bu modern koşullarda temsili demokrasi olabilir)
rasyonel tutarlılık gereği, halkın tam anlamıyla temsiline yönelik savunusu
pratikte demokratik rejimleri bir yönetilemezlik krizi içerisine sokacaktır. Bu
anlamda demokrasinin kavramsal rasyonalitesinden ziyade işleyişine önem atfeden
“deneyci demokrasilerde” çoğunluk ilkesi yönetimi kimin yapacağı, bir
anlaşmazlık söz konusu olduğunda ne yapılabileceği gibi pratik sorunları
gidermek açısından hayati bir öneme sahip olagelmiştir.
Daha
önce de belirtildiği gibi çoğunluk ilkesinin bir meşruiyet ölçütü olabilirliği
toplumun bir ölçüde homojen olmasını gerektirir. Etnik, dinsel, dilsel
ayrılıkların söz konusu olduğu bir toplumda söz konusu ilkenin meşruiyet için
geçerli olabilmesi zordur. Çoğunlukçu demokrasi modelinin en iyi örneğinin
İngiltere olması bu meyanda önemlidir. Gerçekten de İngiliz Modernleşmesi
evrimsel bir değişim süreci içerisinde gerçekleşmiş ve bu yönüyle de demokrasi
toplumsal kesimlerin uzlaşması esasına dayalı bir politik kültür üzerinde
temellenebilmiştir. Çoğunlukçu modelin (Büyük Britanya parlamentosunun
Londra’daki Westminster Sarayında toplanması nedeniyle) Westminster Model
adıyla da anılması İngiltere’nin söz konusu modelin iyi bir örneği olmasından
kaynaklanmaktadır.
Teknik
anlamıyla düşünecek olursak Westminster modeli bir demokrasinin birbirleriyle
ilişkili bazı temel unsurlara sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Söz
konusu modelin ilk önemli unsuru yürütmenin gücünün bir noktada toplanmasıdır.
Bu modelde hükümetin en güçlü organı kabinedir. Ve kabine genellikle mecliste
çoğunluğu elinde tutan partinin üyelerinden oluşur. Kabine çok ezici olmayan
bir çoğunluğa dayalı, onun çıkarlarını gözeten ve onun temsilciliğini yapan bir
kimlik taşır. Azınlık ise iktidarın dışında kalarak muhalefet rolünü oynar.
İlk
unsurla yakından ilişkili olan ikinci unsur iktidarın birleşmesi ve kabinenin
üstünlüğüdür. Kabinenin üstünlüğü çoğunluk ilkesinin mantıksal bir uzantısı
olarak görülebilir. Sistem her ne kadar parlamenter bir sistem olarak bilinse
de kabineyi oluşturan parti parlamentonun da çoğunluğunu teşkil ettiğinden
yasama ve yürütme bir anlamda birleşmiş olmaktadır. Duverger’in de belirttiği
gibi gerçekte İngiliz rejimi bir güçler dengesi sisteminin bütünüyle tersidir. Parlamentoda
salt çoğunluğu elinde tutan parti, dolayısıyla da hükümet başkanı sınırsız
yetkileri elinde bulundurur.
Üçüncü
unsur politik parti sistemiyle ilgilidir. Her ne kadar çok partili politik
sistemler demokratik bir rejim açısından hayati öneme sahip olsalar da pratikte
yani demokratik sistemin işleyişinde politik partilerin sahip oldukları önem
derecesine göre parti sistemleri de değişebilmektedir. Westminster Demokrasi
Modelinde iki partili bir sistem hakimdir. Bu sistemde bir çok parti seçime katılabilme
ve hatta parlamentoya girebilme imkanına sahip olsalar da politik yaşam iki
parti ekseninde işler.
Westminster
modeli demokraside parti sisteminin bir başka özelliği ise tek boyutlu
olmasıdır. Politik partileri birbirinden ayıran şey sağ ve sol yelpaze uyarınca
sosyo-ekonomik politikaların ne olacağı hususudur. Örneğin İngiltere’de işçi
partisi ortanın solundaki tercihleri muhafazakar parti ise ortanın sağındaki
tercihleri simgeler. Politik partilerin sosyo-ekonomik politikalarına göre
farklılaşmasının temelinde etnik, dinsel ve benzeri konulardaki görüş
ayrılıklarının politik bir öneme haiz olmayacak bir mahiyete sahip olmaları
yatmaktadır.
Dördüncü
unsur seçim sistemiyle ilgilidir. Westminster modeli bir demokrasinin tipik
seçim sistemi çoğunlukçu sistemdir. Bu sistem uyarınca çoğunluk oylarını alan
ya da eğer bir çoğunluk yoksa en çok oyu alan adayın seçimi kazanması söz
konusudur. Çoğunlukçu seçim sistemi bir anlamda Anglo-Sakson dünyanın demokrasi
anlayışının bir göstergesi olarak da değerlendirilebilir. Kıta Avrupası’nın
akılcı demokrasi anlayışının tersine daha önce de belirtildiği gibi deneyci
demokrasi anlayışında önemli olan sistemin istikrarlıişleyişidir. Bu anlamıyla
katıksız temsil demokrasinin bir ölçütü olarak telakki edilmez. Oysa akılcı
demokrasi kavramlaştırmasında hali hazırdaki demokrasi işleyişine göre değil de
mantıksal tutarlılığına göre yani ideal demokrasi tanımına uygunluğuna göre
değerlendirildiği için çoğunlukçu seçim sistemi demokratik sistemin
meşruiyetini zayıflatan bir teknik olarak görülür.
Westminster
modeli demokrasinin beşinci unsuru merkeziyetçi bir yönetim yapısına sahip
olmasıdır. Örneğin İngiltere’de yerel yönetimler önemli bir takım işlevleri
yerine getirmelerine karşın büyük ölçüde merkezi hükümete bağımlıdırlar.yerel
yönetimlerin mali bakımdan özerk olmamaları ve yetkilerinin federal sistemde
olduğu gibi anayasa tarafından garanti altına alınmamış olmaması bu
bağımlılığın önemli göstergeleri olarak değerlendirilebilir.
Westminster
modeli demokrasinin önemli unsurlarından birisi de meclis egemenliği ilkesidir.
Yine İngiltere örneğine bakılacak olursa parlamentonun gücü açık bir şekilde
görülebilir. İngiltere’de parlamentoyu denetleyecek bir organ yoktur. Hukuki
açıdan yasama gücüne konulmuş hiçbir sınır yoktur. Parlamento anayasal nitelikli kuralları da aynı adi
yasalar gibi koyar veya kaldırır. Parlamentonun dikkate aldığı tek etken
kamuoyudur. Öte yandan İngiltere’de parlamentonun gücünü sınırlandırma işlevini
görebilecek yazılı bir anayasanın olmaması kamuoyunun önemini daha da
arttırmıştır. Bu bağlamda Westminster modeli demokrasinin temelinde özgür bir
kamuoyu ve bu kamuoyuna duyarlı olmayı içerisinde barındıran bir politik
kültürün olduğu söylenebilir. Bu politik kültür nedeniyledir ki İngiltere’de
muhalefetin iktidarın baskı ya da zorbalığından korkmasına gerek yoktur.
Herhangi bir hukuki ve kurumsal güvence olmamasına karşın İngiliz halkındaki
özgürlük duygusu en büyük güvencedir. Duverger, hoşgörü ve liberalizm
geleneklerinden eteri kadar payını almamış diğer ulusların Britanya kurumlarını
tehlikesizce benimseyemeyeceklerini ve bu ulusların aslında Britanya
kurumlarında bulunmayan ama bu kurumlardan türemiş bazı benzer rejimlerde
görülen frenleri ve güçler dengesini de birlikte kabul etmeleri gerektiğini
ifade ederek liberal politik kültürün çoğunlukçu demokrasi modeli açısından
önemini vurgular.
Son
olarak Westminster modelinin “münhasıran temsili demokrasi” düşüncesini esas
aldığını söyleyebiliriz. Bu düşünce aslında parlamentonun egemenliği ilkesinin
bir sonucu olarak da görülebilir. Parlamenter egemenlik demek referandum gibi
doğrudan demokrasi unsurlarına yer olmaması demektir. Referandum gibi doğrudan
demokrasi uygulamalarının halk egemenliği ilkesine dayandığı düşünüldüğünde,
Westminster modelinde demokrasinin “halkın iktidarı” şeklinde etimolojik
anlamıyla telakki edilmediği görülür. Sartori’nin de belirttiği gibi tek tek
bireylerin üzerinde onları kuşatan organik bir toplum kavrayışı Anglo-Sakson
dünyaya yabancıdır. Fransızca “peuple”, İtalyanca “populo”, Almanca “Volk” gibi
muadilleriyle karşılaştırıldığında “people” çoğuldur.
Lijphart’ın
da belirttiği gibi yukarıda ifade edilen Westminster modeli demokrasinin
karakteristikleri, modelin ideal tipi için söz konusudur. Uygulamada bu
karakteristiklerden önemli sapmalar olduğu görülür. Örneğin, İngiltere’de
koalisyon hükümetleri üçüncü bir partinin parlamentoda etkin olabilmesi,
sosyo-ekonomik faktörlerin dışında etnik ve benzeri faktörlerin de politik
yaşamda rol oynaması, zaman zaman nispi temsil esasına dayalı seçim sisteminin
uygulanması, Avrupa Birliği gibi uluslar arası kuruluşların mevzuatının
parlamento kararlarının üzerinde yer alması ve Avrupa Topluluğuna üyelik için
yapılmış olan referandum bu sapmaların örnekleri olarak gösterilebilir.
Westminster
Demokrasi Modeli’nin Sorunları
Westminster
demokrasi modelinin sorunları özellikle 1970’li yıllardan sonra yaşanan sosyal
değişim süreçlerinin bir sonucu olarak görülebilir. Söz konusu sorunların
globalleşme ve postmodernizm tartışmaları bağlamında liberal demokrasi
kavramlaştırmasına yönelik eleştiriler ile birlikte ele alınması bu anlamda
önemlidir.
Bilindiği
gibi modern anlamıyla demokrasi yani liberal demokrasi, soyut birey anlayışı
üzerine temellenir. Bu anlamıyla düşünüldüğünde demokrasi bu bireylerin vatandaşlık kimliği ile yönetime katılmaları
(bu katılım belirli periyotlarla düzenlenen seçimlerde vatandaşların
temsilcilerini seçmeleri şeklinde olmaktadır.) şeklinde gerekleşir. Politika
dar bir politik kamusal alanda gerçekleştirilen bir faaliyeti ifade eder.
Bireylerin vatandaşlık dışındaki etnik,
dinsel, cinsel ve benzeri kimlikleri politik kamusal alanın dışında telakki
edilir. Bu durumda politika biçimlerinin temel belirleyici unsurları sosyal ve
ekonomik meselelerdir. Söz konusu belirleyici unsurlara bağlı olarak politik yelpaze
sağ-sol ayrımı ekseninde şekillenir. Politika, vatandaşlık
ve sınıf gibi sosyal kategoriler temelinde kavramlaştırılır.
Liberal
demokrasilerde önemli olan bir başka unsur hak nosyonudur. Soyut bireylerin
doğal bir takım haklarının olduğu ve bu hakların politik iktidara karşı
korunması gerekliliği politik sistemin meşruiyeti açısından temel bir öneme
sahiptir. Söz konusu haklar tarihsel ve toplumsal bağlamdan bağımsız olarak var
olup, rasyonalist bir epistemolojiyle temellendirilmişlerdir. Toplumdaki
tarihsel, toplumsal ve dolayısıyla da kimliksel iyi anlayışları politik kamusal
alanın dışına, özel alana bırakılmıştır. Bu anlamda politik kamusal alan ve
onun kurumları nötr olarak düşünülmüştür. bu durumda toplumun bütünü için
geçerli olan bir iyi anlayışı söz konusu değildir. sivil toplum içerisinde
gördüğümüz kanaatler çoğulluğu, iyi anlayışına ilişkin farklı düşünceler
politik toplum için geçerli değildir.
Homojen
politik kültüre sahip bir toplumda çoğunlukçu demokrasi liberal demokrasinin
yukarıda belirtilen karakteristikleriyle örtüşür. Gerçektende nötr devlet
politikanın sosyo-ekonomik meselelere bağlı olarak ifade edilen bir faaliyet
olarak işlemesi, sağ ve sol ayrımına dayalı politik partiler ve bu partilerin
temsili demokrasi açısından önemli roller icra etmeleri, temel ha ve
özgürlüklerin güvence atına alınması ilkesi ve katılımı önemli bir değer olarak
telakki etmeyen daha çok istikrarlı bir yönetim anlayışını esas alan ve bu
anlamda demokrasiye hükümetlerin barışçı bir yolla değişebilmesine imkan veren
bir yöntem olarak değer atfeden bir demokrasi anlayışı gibi unsurları nedeniyle
Westminster modeli demokrasiler, liberal demokrasilerin en müşahhas örnekleri
olarak görülmüşlerdir.
Fakat
1970’li yıllardan sonra yaşanan sosyal değişimler sonucunda liberal
demokrasilerin bir meşruiyet krizi içerisinde oldukları bir gerçektir. Yeni bir
politika anlayışı ve yeni politik aktörlerin ortaya çıkışı klasik politik
adlandırmaların (ulus devlet, sağ-sol, temel hak ve özgürlükler, sınıf,
vatandaş) anlamlarını önemli ölçüde belirsiz ve tartışılır hale getirmiştir.
Yeni
politika anlayışı ile kast edilen farklı yaşam biçimlerinin meşruluğunu ve
özgünlüğünü savunan kimlik politikası ve çoğulcu politika anlayışıdır. Diğer
bir adıyla postmodern politika anlayışı kimlik politikasının yaşama
geçirilmesidir. Bu anlamda yeni politika anlayışı modernist söylemlerin
toplumsal kimlikleri rasyonel birey ya da sınıf kategorisi içine özümleyerek
geliştirdikleri demokrasi kavramlaştırmasını sorunlu hale getirir.
Yeni
politika anlayışı politikayı dar bir politik kamusal alanda cereyan eden ve
soyut bireylerin vatandaşlık kimliği
ile gerçekleştirdikleri bir eylem olarak telakki etmez. Politika farklı
kimliklerin kendilerini politik kamusal alanda sunabilmesine imkan veren ve dolayısıyla
da liberal demokrasinin öngörmüş olduğu kurumsal yapının dışına taşan geniş bir
alana gereksinim gösteren bir faaliyeti ifade eder. Öte yandan yeni politika
anlayışına göre politika iyi anlayışına dönük bir eylem olup, farklı
kimliklerin kendi iyi anlayışlarını politik kamusal alana taşımalarını esas
alır.
Günümüzde
liberal demokrasilerin önündeki en önemli sorunlardan birisinin farklı kültürel
kimliklerin tanınması meselesi olduğu söylenebilir. Resmi düzeyde bir tanıma
politikası önündeki en büyük engel ise liberal demokrasilerin tanımı ve
uygulaması gereği tüm vatandaşların eşit temsil ilkesine dayanmasıdır. Çağdaş
demokrasilerde kamu kurumlarının gayri şahsiliği esas olduğundan vatandaşlar
devletin kendilerine etnik, dinsel ve kültürel kimliklerinden bağımsız olarak
eşit bir şekilde davranması karşılığında söz konusu kimliklerinden vazgeçerek
bir bedel ödemektedirler. Bu durumda farklı kimliklerin politik eylemde bulunma
talebi vatandaş bireylerin temsiline dayalı liberal demokrasi açısından bir
meşruiyet krizine yol açmaktadır. Söz konusu olan esasında bir temsil krizidir.
Ve bu kriz farklı kimliklerinin politik taleplerinin ulus devlet ölçeğinde
yürütülen liberal demokrasilerce karşılanamaması anlamına gelir.
Yeni
politika anlayışı beraberinde yeni politik aktörleri de gündeme getirmiştir.
Özellikle çoğunlukçu demokrasi modeli açısından son derece önemli işlevler
gören politik partiler, baskı grupları gibi politik öznelerin ötesindeki yeni
toplumsal hareketler politikanın yeni özneleri olarak ön plana çıkmaya
başlamıştır. Modern demokrasilerin yukarıda belirtilen bir meşruiyet krizi
içerisinde olmaları beraberinde politik partiler gibi formel kurumlara olan
güveni sarsmış ve bu da yeni toplumsal hareketlerin önemini arttırmıştır. Öte
yandan globalleşme süreci ile birlikte politikada global bir nitelik kazanmış
ve çeşitli uluslar üstü kuruluşlarda politik eylemin bir öznesi haline
gelmiştir. Uluslar arası kuruluşların ve uluslar arası hukukun ulus devletler
üzerindeki giderek artan etkisi genel olarak ulusal egemenlik düşüncesinin özel
olarak da çoğunlukçu demokrasi modelinin temel unsurlarından biri olarak
parlamenter egemenlik ilkesini önemli ölçüde zayıflatmıştır.
Globalleşme
bir yönüyle global bir politika anlayışını beraberinde getirirken, zaman ve
mekanın sıkışması olarak nitelendirebileceğimiz diğer bir yönüyle de farklı
kimliklerin birbirlerini daha yakından tanımaları ve bir arada yaşamalarına
zemin hazırlamış, eski sömürgelerden sömürgeci ülkelere göç ve işçi akışı
sonucunda Batılı ülkelerde ulusal kimlik ve ulusal kültür kavramlarını sorunlu
hale getirmiştir. Daha önceleri mekan olarak kendinden uzak olanı öteki olarak
telakki edilen Batı’nın ötekini daha yakından tanıması oryantalizm
tartışmalarını gündeme getirmiş ve bu da Batı merkezli bakış açısının
sorgulanması için bir temel oluşturmuştur. Bu sorgulamanın ötekinin varlığını
kabul etme ve ötekine saygı esasına dayanan postmodern politika anlayışı
açısından önemli sonuçları olduğunu söyleyebiliriz.
Kimlik/fark
esasına dayalı yeni politika anlayışı politika ve politik özgürlüğün mahiyeti
açısından da önemli sonuçlar doğurmuştur. Politikanın konusunun sosyal ve
ekonomik meselelerin ötesine geçerek etnik, dinsel, cinsel kimlik sorunlarını
da kapsar hale gelmesi özellikle sınıf esasına dayalı sağ ve sol politik
ayrımını belirsiz hale getirmiş ve klasik sağ ve sol politik ayrımıyla
açıklayamayacağımız yeni politik oluşumların ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Bu durumun ideal olarak iki partili ve tek boyutlu bir parti sistemine dayalı
çoğunlukçu demokrasi modeli açısından önemli sorunlar doğurduğu söylenebilir.
Öte yandan yeni politika anlayışıözgürlük kavramının anlamını da
değiştirmiştir. Özgürlük, klasik özgürlük kavramlaştırmasının, doğal hakların
korunması esasına dayalı negatif özgürlük ve sosyal ve ekonomik hakların
korunmasını esas alan pozitif özgürlük anlayışlarının ötesinde farklı
kimliklerin varlıklarını koruyabilme politik kamusal alanın aktörleri olarak
kabul görmeleri şeklinde ontolojik bir içerik kazanmıştır. Liberal demokrasilerde
özgürlüklerin tek güvencesi olarak telakki edilen yasaların yeni özgürlük
anlayışı açısından yetersi kaldıkları ve özgürlüğün korunabilmesinin politik
kamusal alanın farklılıklara açılarak, politik katılımın arttırılması ile
sağlanabileceğine ilişkin düşünceler de katılım unsurunu asli bir mesele olarak
görmeyen çoğunlukçu demokrasi modelini sorunlu hale getirmiştir.
Aslında
özgürlüklerin korunmasında yasaların önemini kaybetmesi bir anlamda yasa
anlayışında meydana gelen değişimin bir sonucu olarak da görülebilir.
Sartori’nin ifadesiyle hukuki pozitivizmin hakimiyeti ile birlikte yasa ile
adalet arasındaki bağ kopmuştur. Yasanın meşruiyetinin yalnızca ilgili yasama
organı tarafından çıkarılması ve belli prosedürlerin takip edilmesi şartlarına
bağlanması yasaları her hangi bir organın kararları düzeyine düşürmüş ve bir
yasa enflasyonuna yol açmıştır. Günümüzde söz konusu olan toplumların genel
adalet duygularını temsil eden ve kolayca çıkarılıp değiştirilemeyen yasalar
değil ülkelerin parlamentoları tarafından kolayca çıkarılıp, değiştirilebilen
parlamento kararlarıdır. Yasa anlayışının mahiyetindeki bu değişim, parlamenter
egemenlik ilkesine dayalı çoğunlukçu demokrasi modeli içinde özgürlüklerin
korunabileceğine ilişkin düşünceyi de kuşkulu hale getirmiştir.
Modern politik düşüncenin genel, nötr ve bireylerin temel hak e
özgürlüklerini güvence altına almanın önemli bir unsuru olarak düşünülen hukuk
ve bu bağlamda yasanın adalet ile eşitlenmesi düşüncesi postmodern politik
düşünce bağlamında ciddi eleştiriler almıştır. Evrensellik, rasyonalite ve
belirlilik gibi modern düşüncenin temel karakteristiklerinin yerine
olumsallığı, tikelliği ve belirlenemezliği esas alan postmodern politika
anlayışına göre yasa ile adalet arasındaki boşluk kapatılamayacak cinstendir.
Ernesto Laclau’ya göre yapı çözümünü imkan dahiline sokan da söz konusu
boşluğun varlığıdır. Laclau Derrida’nın “gelecek demokrasi” kavramının
teleolojik hiçbir yanı olmayan ve ötekiyle ilişkiyi açık tutma konusunda
bitmeyen bir taahhüdü içeren bir demokrasi anlayışını olduğunu ifade eder. Bu
anlamda adaleti mümkün kılan şey, önceden belirlenmemiş bir öteki ve bu ötekiye
yönelik radikal açılıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder