Çok daha iyiydi. Eğer günlerden söz etmek uygun olursa, her gün biraz daha kilo alıyor, güçleniyordu.
Beyaz ışık ve uğultu sesi öteki hücrelerinkiyle aynıydı, ama daha rahattı. Tahta yatakta bir yastık ve battaniye, köşede bir tabure vardı. Banyo yapmasına ve sık sık kendini çinko lavaboda yıkamasına izin vermişlerdi. Yıkanması için sıcak su bile sağlıyorlardı. Yeni iç çamaşırları ve temiz bir tulum vermişler, varis yarasını merhemle sarmışlar, kalan dişlerini söküp yerine takma diş takmışlardı.
Haftalar, aylar geçmiş olmalıydı. Eğer isteseydi, şimdi düzgün aralıklarla kendisine yemek getirdikleri için, bu yolla zama-
nı hesaplayabilirdi. Yirmi dört saatte üç öğün yemek verdiklerini sanıyordu. Yemekler çok iyiydi, üç öğünde bir, et veriyorlardı. Bir keresinde, bir paket sigara bile vermişlerdi. Kibriti yoktu, ama kendisiyle hiç konuşmayan gardiyan ona ateş verebilirdi. İlk içtiğinde midesi bulandı, ama inat etti ve her öğünde yarımşar tane içerek bir paketi uzun süre dayandırdı.
Ona, ucuna küçük bir kalem bağlı beyaz bir yazı tahtası vermişlerdi. Önce elini bile sürmedi. Uyanık olduğu zamanlarda bile uyuşukluğu üzerinden atamıyordu. Bazen bir öğünden öbürüne kadar, kimi zaman uykuda, kimi zaman gözlerini açma sıkıntısına bile katlanmadan, düşler içerisine dalmış olarak yatıyordu. Yüzünde güçlü bir ışık varken uyumaya alışmıştı, artık fark etmiyordu, ama düşleri daha canlılaşmıştı. Bütün zamanını düşler içerisinde geçiriyordu, gördükleri hep mutlu düşlerdi. Altın Ülkede oluyordu, güneşin aydınlattığı görkemli yıkıntılar arasında annesi, Julia ve O'Brien'la birlikte, bir şey yapmaksızın güneşin altında oturuyorlar, huzur veren konular üzerinde konuşuyorlardı. Uyanık olduğu zamanlarda da bu düşleri üzerinde düşünüyordu çoğunlukla. Kendisine verilen acılar dindiğinden bu yana, düşünme yeteneğini yitirmişti. Sıkılmıyordu, konuşmak ya da düşünmek için bir istek duymuyordu. Yalnızca kendi başına olmak, dövülmemek, sorgulanmamak istiyordu; yeterli besinin olması, temiz olması yetiyordu ona.
Zamanla uyku saatleri azaldı, ama yataktan kalkmak için bir itki, bir istek duymuyordu içinde. Tek istediği, kıpırtısız uzanmak ve gücün bedeninde toplandığını hissetmekti. Kaslarının güçlendiğini, derisinin gerginleştiğini hissetmek için parmaklarıyla bedenini yokluyordu. Şişmanladığı açıktı. Baldırları dizlerinden daha kalındı. Bundan sonra, önceleri gönülsüzce, düzenli bir şekilde beden hareketlerine başladı. Kısa bir süre içinde hücreyi kollarıyla ölçerek hesapladığı gibi, üç kilometre yürüyebiliyordu. Çökmüş omuzlan dikleşmekteydi. Daha güç hareketlere girişince, yapamadığı şeylerin sayısı kendisini şaşkınlığa düşürdü. Kollarını uzatmış durumda tabureyi tutamıyor, devrilmeden tek ayağının üzerinde duramıyordu. Çömel-dikten sonra ayağa kalkmak istediği zaman, bacak ve baldır kaslarını dayanılmaz acılar kaplıyordu. Yüzükoyun yatıp vücudunu elleriyle kaldırmayı denedi, ama boşunaydı çabası, bir san-
tim bile kıpırdanamıyordu. Ama birkaç gün sonra (birkaç yemekten sonra) bunu da yapabiliyordu, artık. Bir zaman sonra, bu hareketi üst üste altı kez yapabiliyordu. Bedeniyle gurur duymaya başlamıştı, belki yüzü de eski durumuna gelirdi. Ama elini saçsız kalan başında gezdirdiği zamanlar, aynadan kendisine bakan, yıkıntıya dönmüş yüzünü hatırlıyordu. Aklı canlanmaya başlamıştı. Sırtı duvara dayalı, tahta yatakta oturup dizlerine de yazı tahtasını dayayıp kendisini yeniden eğitmeye başladı.
Boyun eğmişti, bunu kabulleniyordu. Gerçekte bu kararı almadan çok önce boyun eğmeye hazır bulunduğunu fark etti. Sevgi Bakanlığından içeri adımını atar atmaz, hatta kendisine ve Julia'ya o demir gibi ses tele ekrandan seslendiği andan başlayarak, Partinin gücüne karşı çıkmanın boş ve anlamsız olduğunu anlamıştı. Yedi yıl boyunca Düşünce Polisi kendisini pertavsızın altında bir böcek gibi incelemişti. Hiçbir eylemi, hiçbir sözcüğü, hiçbir düşüncesi gözden kaçmamıştı. Günlüğünün kapağının kenarına koyduğu toz parçası bile. Banttan sesler dinletmişler, fotoğraflar göstermişlerdi ona. Hatta bazıları kendisinin ve Julia'nın fotoğraflarıydı. Evet... Partiye artık karşı koyamıyordu. Üstelik Parti haklıydı. Haklı olması gerekti; ölümsüz kolektif bir beyin nasıl yanılabilirdi? Onun yargılarını hangi dış ölçütle ölçebilirdi, insan? Sorun onların düşündükleri biçimde düşünmeyi öğrenmekti. Yalnız!..
Kalem eline kalın ve garip geliyordu. Kafasına gelen düşünceleri yazmaya başladı. Önce büyük harflerle şöyle yazdı:
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
Sonra durmaksızın altına ekledi: -
İKİ KERE İKİ BEŞ EDER
Ama bir an durdu. Bir şeyden çekiniyormuş gibi dikkatini toplamakta güçlük çekiyordu. Ardından ne geleceğini biliyor, ama o an için hatırlayamıyordu. Ancak mantığını kullanarak hatırlayabildi ve şöyle yazdı:
TANRI İKTİDARDIR
Her şeyi kabulleniyordu. Geçmiş değiştirilebilirdi. Geçmiş hiçbir zaman değiştirilmemişti. Okyanusya, Doğu Asya'yla sa-vaşıyordu. Okyanusya her zaman Doğu Asya'yla savaş durumunda olmuştu. Jones, Aaranson ve Rutherford, yargılandıkları suçlardan sorumluydular. Onları temize çıkaran fotoğrafı hiçbir zaman görmemişti. Öyle bir şey yoktu, kendisi uydurmuştu. Gerçekte her şey ne kadar basitti! Yalnızca teslim ol, gerisini düşünme! Ne kadar çabalarsan çabala, seni sürekli geriye atan bir akıntıya karşı yüzmek ve sonra geri dönüp akıntıyla birlikte yüzmeye karar vermek gibi bir şeydi bu. Sizin tutumunuzdan başka değişen bir şey yoktu. Olması kararlaştırılan şey nasıl olacaktı; neden başkaldırdığını bile bilmiyordu artık. Her şey kolaydı, yalnız!..
Her şey doğru olabilirdi. Doğa yasaları denen şeyler saçmaydı. Yerçekimi yasası saçmaydı. O'Brien, "İstesem bir sabun köpüğü gibi uçabilirim," demişti. Winston düşündü, "Eğer o uçtuğunu düşünürse, ben de aynı anda onun uçtuğunu gördüğümü düşünürsem, o zaman olay gerçek olur. Bir batığın ansızın su yüzüne çıkması gibi bir düşünce aklından fırladı. Olay gerçekten olmuyor, onu düşlüyoruz. Sanrı bu. Düşüncesini bastırdı. Hile ortadaydı. İnsanın kendi dışında bir yerde bir 'gerçek' dünyanın olduğunu, orada 'gerçek' olayların olduğunu varsayıyordu. Ama böyle bir dünya nasıl var olabilirdi? Her şey insanın kafasında yer alıyordu. Herkesin kafasında var olan olaylar, gerçek olaylardır.
Hileyi açığa çıkarmakta bir güçlük çıkmıyordu ve olayı benimseme tehlikesi yoktu. Yine de hileyi hiç düşünmemiş olması gerekirdi. İnsanın aklı, tehlikeli bir düşünce ortaya çıktığı anda kör bir nokta oluşturmalıydı. Bu işlem, otomatik, içgüdüsel olmalıydı. Yenikonuşta buna suçdurdurma deniyordu.
Suçdurdurma uygulaması için alıştırmalara başladı. Kendine, "Parti dünya düzdür der, Parti buz sudan daha ağırdır der," önermelerini verdi ve onlara karşıt olan düşünceyi görmezlikten ve anlamazlıktan gelmeye alıştırmaya çalıştı kendini. Kolay değildi bunu yapmak. Büyük bir mantık ve doğaçlama gücü gerektiriyordu. Örneğin, "İki kere iki beş eder," gibi matematik-
sel sorunlar, kavrayışının sınırlarını aşıyordu. Ayrıca, aklın çevikliğini, bir an en ince mantığı kullanma, öteki anda en belirgin mantık yanlışlarını görmeme yeteneği gerektiriyordu. Zekâ kadar aptallık da gerektiriyordu ve aptallığı edinmek, en az zekâyı edinmek kadar güçtü.
Bu arada, aklının bir kenarında, ne zaman kurşuna dizeceklerini düşünüyordu. "Her şey sana bağlı," demişti O'Brien. Ama bunu isteyerek hızlandıramayacağını biliyordu. Belki on dakika sonra olacaktı, belki on yıl sonra... Onu yalnız bir hücrede bırakabilirler, bir çalışma kampına gönderebilirler, bir süre için, bazen yaptıkları gibi serbest bırakabilirlerdi. Kendisini kurşuna dizmeden önce, bütün sorgulamaları ve işkenceyi yinelemeleri olasılığı da büyüktü. Kesin olan tek şey, ölümün beklenildiği anda gelmeyeceğiydi. Gelenek - sözü edilmeyen gelenek, insan bir yerlerden bilirdi, ama söylendiğini duymazdı - insanı arkadan vurmaktı. Her zaman enseden, uyarmaksızın, koridorda hücreden hücreye giderken.
Bir gün -ama 'bir gün' doğru bir tanım değildi; gecenin yarısı da olabilirdi- bir keresinde tuhaf, kendisini rahatlatan bir düş görmüştü. Kurşunun her an gelmesini bekleyerek koridorda yürüyordu, geleceğinden kuşkusu yoktu. Her şey yoluna girmiş, her konuda fikir birliğine varılmıştı. Kuşku, tartışma, acı çekme, korku kalmamıştı artık. Bedeni sağlam ve güçlüydü. Hareket etmekten zevk duyarak, güneş ışığında yürüyormuş gibi rahatça yürüyordu. Sevgi Bakanlığının bembeyaz dar koridorlarından çıkmış, iğnelerle uyutulduğu zaman gördüğü düşteki gibi, bir kilometre genişliğinde koskocaman, aydınlık bir geçitte yürüyordu. Altın Ülkede, tavşanların otları yolarak izler açtığı bir çayırda, bir patikada yürüyordu. Ayaklarının altında kısa, yumuşak çimleri, yüzünde tatlı güneşi hissediyordu. Rüzgârda hafif hafif sallanan karaağaçlar, hâlâ çitin yanındaydı. Onun gerisinde de içinde balıkların oynaştığı küçük yeşil havuzlar vardı.
Birdenbire bir dehşet duygusuna kapıldı. Sırtını ter kaplamıştı. Yüksek sesle bağırmaya başladı:
"Julia! Julia! Sevgilim! Julia!.."
Bir an için, onun varlığıyla dolup taşmıştı. Onu yalnız yanında değil, içindeymiş gibi hissetti. Julia teninin dokusuna işle-
misti sanki. Julia'ya karşı o anda, birlikte ve özgür oldukları zamankinden çok daha fazla sevgi duymuştu. Onun yaşadığını ve yardıma gereksinimi olduğunu da hissetmişti.
Yatağa uzanıp kendini toparlamaya çalıştı. Ama ne yapmıştı? Bu güçsüzlük anıyla köleliğine birkaç yıl daha eklememiş miydi?
Biraz sonra, dışarıdan ayak sesleri duyacaktı. Böyle bir davranışı cezasız bırakmazlardı. Eğer önceden bitmiyorlarsa bile, şimdi biliyorlardı artık, onlarla yaptığı anlaşmayı bozmuştu. Partiye boyun eğmişti, ama hâlâ Partiden nefret ediyordu. Görünüşteki bağlılığın gerisinde, doğru yoldan sapmış bir kafa taşıyordu. Şimdi bir adım daha geriye çekilmişti. Aklıyla yenilmişti, ama yüreğini boyun eğmemiş olarak korumayı umut ediyordu. Yanıldığını biliyordu, ama yanılmış olmayı seçiyordu. Bunu anlayacaklardı; O'Brien anlayacaktı. O aptalca çığlıkla her şeyi açığa vurmuştu.
Şimdi, en baştan başlaması gerekiyordu. Yıllarını alabilirdi bu. Kendisinin yeni biçimine alıştırmak için elini yüzünde gezdirdi. Yanaklarında derin izler oluşmuştu, elmacık kemikleri çıkıktı, burnu yassılaşmıştı. Üstelik, kendisini aynada son gördüğünden beri, takma dişleri görüntüsünü çok değiştirmişti. İnsan yüzünün nasıl olduğunu bilmezse, anlatımını denetleyemezdi. Ayrıca, çizgilerin denetlenmesi yeterli değildi. Eğer insan bir sırrı saklamak istiyorsa, onu kendisinden de saklamalıydı, bunu ilk kez düşünmüştü. Onun orada olduğunu her an bilmeli, ama gerekinceye kadar onun sözcüklere dökülebilecek herhangi bir biçimde bilincine yansımasına engel olmalıydı insan. Bundan sona yalnızca doğru düşünmesi yetmiyordu, doğru hissetmeli, doğru düşler görmeliydi. O arada nefretini içinde, bir ur gibi, kendisinin bir parçası olan, ama bedeninin geri kalan kısmıyla ilgisi bulunmayan bir yumak gibi saklayacaktı.
Günün birinde onu öldürmeye karar vereceklerdi. Ne zaman olacağını söyleyemezdi, ama olmadan birkaç saniye önce bilebilirdi. Her zaman koridorda yürürken arkadan vururlardı. On saniye yeterliydi. O zaman, içindeki dünya yüzeye çıkacaktı ve sonra bir anda tek söz söylemeden, adımlarında bir farklılık, yüzünün anlatımında bir değişiklik olmadan, birden o örtü kalkacak ve nefreti şiddetle dışarı vuracaktı. Nefret onu güçlü
bir alev gibi dolduracaktı. İşte o anda kurşun da patlayacaktı! Kurşun ya çok erken ya da çok geç bulacaktı onu, aklını yeniden denetleyebilmelerinden çok önce, beynini parçalamış olacaklardı. Yoldan sapmış düşünce, cezalandırılmadan kalacak, sonsuza dek ellerinden kaçmış olacaktı. Yetkinliklerinde bir delilik açılacaktı. Onlardan nefret ederek ölmek; işte özgürlük buydu.
Gözlerini yumdu. Bu, düşünce denetiminden daha güçtü. Kendisini alçaltmasıydı insanın. Pisliklerin en koyusuna dalması gerekiyordu. En korkunç, en iğrenç şey hangisiydi? Büyük Biraderi düşündü. O siyah bıyıklı, koskocaman yüzün görüntüsü (onu sürekli posterlerinde gördüğü için, yüzünün bir metre eninde olduğunu düşünüyordu), o insanı durmadan izleyen gözler, kafasında serbestçe dolaşıyordu. Büyük Biradere duyduğu gerçek duygular neydi?
Dışarıda çizme sesleri duyuldu. Çelik kapı gürültüyle açıldı. Hücreye O'Brien girdi. Onun arkasında balmumu yüzlü subay ve siyah üniformalı gardiyanlar vardı.
"Ayağa kalk," dedi O'Brien. "Buraya gel."
Winston onun karşısına geçti. O'Brien güçlü ellerini Wins-ton'ın omuzlarına koydu ve ona yakından baktı.
"Beni aldatmayı düşünüyordun," dedi. "Aptallıktı. Dik dur ve yüzüme bak."
Durakladı ve daha nazik bir tonla sürdürdü konuşmasını:
"İyileşiyorsun. Zihinsel olarak eksik bir yanın yok gibi. Ama duygusal açıdan henüz düzelemedin. Söyle Winston, unutma sakın, yalan yok: Bilirsin yalanı hemen anlarım. Büyük Biradere karşı neler duyuyorsun?"
"Ondan nefret ediyorum."
"Ondan nefret mi ediyorsun? Güzel. Öyleyse son adımımızı atma zamanımız geldi. Ona boyun eğmen yetmez, onu sevmelisin de."
Winston'i hafifçe gardiyanlara doğru itti.
"101 no'lu oda," dedi.
5
Tutuklandığından beri her gittiği yerde, penceresiz yapının neresinde olduğunu kabaca kestirebilmişti. Hava basıncında bazı değişmeler vardı. Gardiyanların kendisini dövdüğü hücreler yer düzeyinden aşağıda olmalıydı. O'Brien'ın kendisini sorguya çektiği oda çatıya yakın bir yerlerde olmalıydı. Burasıysa, yerin çok altındaydı, gidilebileceği kadar altında.
Şimdiye dek içinde bulunduğu çoğu hücrelerden büyüktü, ama çevresini pek seçemiyordu. Tek fark ettiği, tam önünde duran, üzerleri yeşil keçe kaplı iki küçük masaydı. Bir tanesi kendisinden bir ya da iki metre ötedeydi, ikincisi uzakta, kapının yanında duruyordu. Başını bile oynatamayacak kadar sıkı kayışlarla bir sandalyeye bağlanmıştı. Boynunun arkasına yerleştirilen bir tür yastık, onu dimdik önüne bakmaya zorluyordu.
Bir an yalnız kaldı, sonra kapı açıldı, O'Brien içeri girdi.
"Bana bir kez 101 no.'lu odada ne olduğunu sormuştun. Sana bunun karşılığını bildiğini söylemiştim. Herkes bilir bunu. 101 no'lu odada dünyanın en kötü şeyi vardır."
Kapı yeniden açıldı. İçeri bir gardiyan girdi. Elinde telden yapılmış bir kutu ya da sepet gibi bir şey vardı. Bunu uzaktaki masaya bıraktı. O'Brien önünde durduğu için Winston ne olduğunu göremedi.
"Dünyadaki en kötü şey, kişiden kişiye değişir. Diri diri gömülmek, ateşte yakılmak, boğulmak ya da kazığa sokulmak ya da sayısız ölüm biçimlerinden biridir. Bazı durumlarda öldürücü olmayan, sıradan bir şey bile olabilir."
O'Brien, Winston masada duran şeyi daha rahat görebilsin diye biraz kenara çekildi. Bu, etrafı demir çubuklarla kaplı, üstünde taşınabilmesi için bir sapı olan bir kafesti. Ön kısmında içeri dönük bir eskrim maskesine benzer bir şey vardı. Kendisinden üç dört metre ötede olmasına karşın, Winston kafesin boylamasına ikiye bölünmüş olduğunu ve her ikisinde de birer yaratığın bulunduğunu gördü. Bunlar fareydi.
"Senin durumunda," dedi O'Brien, "dünyadaki en kötü şey farelerdir."
Winston kafesi görür görmez içini bir dehşet duygusu kaplamıştı. Ama şimdi kafesin önündeki o maskenin ne anlama geldiğini anlamıştı. Eli ayağı kesildi.
Çatlak bir sesle bağırmaya başladı: "Yapamazsınız bunu! Yapamazsınız! Olamaz!"
"Düşlerinde kapıldığın o panik duygusunu hatırlıyor musun?" diye sordu O'Brien. "Önünde karanlık bir duvar, kulaklarında da bir uğultu olurdu. Duvarın öte yanında korkunç bir şey olurdu, onun ne olduğunu bilir, ama aydınlığa çıkarmaya cesaret edemezdin. İşte duvarın öbür yanındaki şeyler farelerdi."
"O'Brien!" dedi Winston, sesini denetlemeye çalışıyordu. "Bunun gerekli olmadığını biliyorsun. Yapmamı istediğiniz şey
nedir?"
O'Brien doğrudan yanıtlamadı bu soruyu. Konuştuğu zaman yine öğretmen havasındaydı. Gözlerini uzaklara dikip, Winston'm arkasında bir dinleyici kitlesine sesleniyormuş gibi
konuştu:
"Yalnız acı kendi başına yeterli olmayabilir. Bazı durumlarda insan, ölümle sonuçlansa bile acıya katlanabilir. Ama herkesin karşı koyamayacağı, düşünmek bile istemediği bir şeyler vardır. Böyle durumlarda korkaklık ya da cesaret söz konusu değildir. Yüksek bir yerden düşerken, bir ipi yakalamaya çalışmak korkaklık değildir. Su yüzüne çıkarken ciğerleri havayla doldurmak korkaklık değildir. Bunlar yok edilemeyecek basit içgüdülerdir. Aynı şey fareler için de geçerlidir. Senin için onlara karşı koymak olanaksızdır. Onlar senin için istesen de direnç gösteremeyeceğin bir baskıdır. Sonunda senden istenileni yapacaksın."
"Ama nedir benden istenilen? Eğer ne olduğunu bilmezsem
nasıl yapabilirim?"
O'Brien kafesi aldı; yakındaki masaya getirdi ve özenle yeşil çuhanın üzerine yerleştirdi. Winston kanın kulaklarına hücum ettiğini hissediyordu. Tam bir yalnızlık içinde olduğu duygusuna kapıldı. Güneş ışığıyla kavrulan koskocaman düz bir çölün ortasındaydı, çok uzaklardan gelen değişik bir yığın ses duyuyordu. Oysa, kafes kendisinden iki metre uzakta duruyordu. Bunlar çok büyük farelerdi. Ön dişlerinin körleştiği ve yırtıcı-
la§tığı, tüylerinin griden kahverengiye dönüştüğü bir yaştaydı bu fareler.
"Fareler," dedi O'Brien, hâlâ o görünmez dinleyici kitlesine sesleniyordu, kemirici olmakla birlikte, etoburdurlar. Bunu biliyorsun. Kentin yoksul kesimlerindeki olaylar kulağına gelmiştir. Bazı sokaklarda kadınlar, çocuklarını evde beş dakika bile yalnız bırakamazlar. Bıraksalar, fareler derhal saldıracaktır. Kısa bir süre içinde, geriye bir avuç kemik bırakırlar. Hasta ve ölmekte olan insanlara da saldırırlar. İnsanın korunmasız ve zayıf olduğu zamanı hissetmekte şaşılası bir zekâ yeteneği gösterirler."
Kafeste farelerin çığlıkları duyuldu. Winston'a uzaklardan geliyor gibiydi çığlıklar. Kavga ediyorlar, bölmenin arasından birbirlerine saldırıyorlardı. Birisinin derinden iç çektiğini duydu. Ses uzaktan gelir gibiydi.
O'Brien kafesi açtı, içine bir şey soktu. Trık' diye bir ses duyuldu. Winston kendisini sandalyeden kurtarmak için çılgınca bir çaba harcıyordu. Ama boşunaydı, bedenindeki her organ, başı bile, bir kıskaç içine alınmıştı. O'Brien kafesi yakına getirdi. Kafes Winston'ın yüzünden bir metre ötedeydi şimdi.
O'Brien, "İlk mandala bastım," dedi. "Kafesin yapısını anlıyorsun. Maske yüzüne oturacak. Öteki mandala bastığım zaman, kafesin kapısı açılacak ve günlerdir aç bırakılmış bu iki fare ok gibi fırlayıp yüzüne saldıracaklar. Bazen önce insanın gözlerine saldırırlar, bazen de yanaklarını oyup dilini yerler."
Kafes gittikçe yaklaşıyordu. Winston, çığlıkları üstünden geliyorlarmış gibi duyuyordu. Ama yine de kapıldığı paniğe karşı koymaya çalışıyordu. Düşünebilmek, düşünebilmek, saniyenin yarısı kadar zamanı kalsa bile düşünebilmek, tek umudu buydu. Birden farelerin ağır kokusu çarptı burnuna. Midesi altüst oldu, az kalsın kendini kaybediyordu. Gözleri karardı. Kısa bir süre için, bağırıp çağıran bir deliye döndü. Ama bir zaman sonra kafasında bir düşünce parladı. Kendisini kurtarmanın bir tek yolu vardı: O da kendisi ve fareler arasına bir başka insanın bedenini koymaktı.
Maske herhangi başka bir şeyi görmesine engel oluyordu. Tel kapak, yüzünden iki karış ötedeydi. Fareler neyin gelmekte olduğunu biliyordu. Birisi olduğu yerde sıçrayıp duruyor, öte-
ki, eski bir lâğım kurdu, parmaklıklara yaslanmış havayı koklu-yordu. Winston hayvanın bıyıklarını ve sarı dişlerini görüyordu. Yeniden kapkara bir panik sardı her yanını. Kördü, çaresizdi, aklı yerinde değildi. O'Brien her zamanki didaktik tavrıyla, "Bu, Çin İmparatorluğunda yaygın bir cezalandırma yöntemiydi," dedi.
Maske yüzüne doğru yaklaşıyordu. Teller yanağına deği-yordu. Ve sonra - hayır, ama heveslenmemeliydi, çok zayıf bir umuttu bu. Belki de çok geçti artık. Artık dünyada cezasını devredebileceği tek bir kişi olduğunu anlamıştı, farelerle kendisi arasına koyabileceği bir tek kişi vardı. Yeniden bağırmaya başladı.
"Julia'ya yapın! Julia'ya yapın! Bana değil, Julia'ya." Ona ne yaparsanız yapın! Umurumda değil! Yüzünü yırtın, etlerini parçalayın. Bana değil! Julia'ya! Bana değil!"
Geriye doğru, farelerden uzak bir yerlere, korkunç bir derinliğe düşmeye başladı. Hâlâ sandalyeye bağlıydı, ama zeminden içeri, yapının duvarlarından geçerek yerin içinden, okyanusların içinden, atmosferden, dış uzaya, yıldızlar arasındaki boşluklara, uzaklara, uzaklara düşmekteydi. Binlerce ışık yılı uzaktaydı, ama O'Brien hâlâ yanındaydı. Yanağında hâlâ kafesin soğukluğu vardı. Onu saran karanlık içinde ikinci bir mandal sesi duydu ve kafesin kapısının kapandığını anladı.
6
Kestane Ağacı kahvesi hemen hemen boş gibiydi. Pencereden içeri dolan güneş ışıkları, tozlu masaları aydınlatıyordu. Saat on beşti. Tele ekrandan teneke gibi bir müzik sesi gelmekteydi.
Winston her zamanki köşesinde oturmuş, önündeki boş kadehe bakıyordu. Arada sırada kafasını kaldırıp karşı duvarda asılı olan, kendisini izleyen koskocaman yüze bakıyordu. BÜYÜK BİRADERİN GÖZÜ SENDE, diyordu altındaki yazıda. Çağrılmadan bir garson gelip kadehini ağzına kadar Zafer Ci-
niyle doldurdu ve içine başka bir şişeden birkaç damla bir sıvı koydu. Bu, kahvenin bir özelliği olan karanfil tadı verilmiş, erimiş sakarindi.
Winston tele ekranı dinliyordu. Şu sırada yalnız müzik çalınıyordu, ama her an Barış Bakanlığından bir haber duyurabilirdi. Afrika cephesinden gelen haberler kötüydü. Bütün gün onun hakkında endişelenip durmuştu. Bir Avrasya ordusu (Okyanusya Avrasya'yla savaşıyordu: Okyanusya hep Avrasya'yla savaş durumunda olmuştu) güneye doğru inanılmaz bir hızla ilerlemekteydi. Öğle bülteninde belirli bir bölgeden söz edilmemişti, ama çarpışmadan Congo Irmağının ağzına kadar ilerlemiş olabilirdi. Brazzaville ve Leopoldville tehlikedeydi. İnsanın bunun anlamını anlaması için haritaya bakması gerekmiyordu. Sorun yalnızca Orta Afrika'yı yitirmek değildi. Bütün tarih boyunca ilk kez, Okyanusya bölgesinin kendisi de tehlikeye girmişti.
içinde korku değil, ama kayıtsız bir heyecan olan bir şiddet dalgası esti, sonra kayboldu. Savaşı düşünmeyi bıraktı. Bugünlerde, birkaç dakikadan fazla düşüncelerini tek bir noktada yo-ğunlaştıramıyordu. Bardağını kaldırıp bir dikişte içti. Cin hep titremesine neden olurdu, midesini burardı. İğrenç bir şeydi. Karanfil ve sakarin de iğrençti, üstelik cinin en berbat yanı olan o yağ kokusunu bastıramıyorlardı. Cinin kokusu gece gündüz içinde yer etmişti. Kafasındaki o kokuyla karışmıştı. O şeylerin kokusuyla...
Onların adını düşüncelerinde bile açığa vurmuyordu. Mümkün olduğu sürece onları gözünde canlandırmıyordu. Yarı yarıya farkında olduğu, yüzüne yakın bir yerden burnuna çarpan o koku... Cin midesinden geri döndü, mor dudakları arasından geğirdi. Onu bıraktıklarından bu yana şişmanlamıştı, rengi yerine gelmişti. Yüz çizgileri kalınlaşmış, yanaklarının ve burnunun derisi kırmızılaşmıştı, kel başının derisi bile koyu pembe bir renk almıştı. Garson -yeniden çağrılmaksızın- satranç tahtasını ve satranç sayfası açık olan Times'ın son sayısını getirdi. Winston'ın bardağının boşaldığını görünce, bir şişe cin getirerek bardağını doldurdu. Emir vermeye gerek yoktu. Alışkanlıklarını biliyorlardı. Satranç tahtası her zaman onu bekler, köşe masası her zaman kendisi için ayrılmış olurdu. Kimse ona
yakın oturmak istemediği için, kahve dolu bile olsa, yeri boş olurdu. İçtiklerinin sayısını tutmazdı. Arada sırada ona kirli bir hesap listesi verirlerdi. Kendisinden az para aldıkları izlenimi vardı Winston'da. Tersi olsa bile fark etmezdi zaten. Artık çok parası vardı. Eski işinden daha yüksek ücretli, rahat bir işte çalışıyordu.
Tele ekrandan gelen müzik kesildi, birisi konuşmaya başladı. Winston dinlemek için başını kaldırdı. Ne yazık ki, cepheden bir haber yoktu. Bolluk Bakanlığının birkaç duyurusu okundu yalnızca. Geçen üç ay süresince, onuncu üç yıllık planın ayakkabı bağı üretimindeki hedefi, yüzde doksan sekiz oranında aşılmıştı.
Satranç problemini inceledi, taşları yerleştirdi. İlginç bir bitişi vardı, iki at hareketiyle sonuçlanacaktı. "Beyazlar oynar, iki hareketle mat." Winston Büyük Biraderin posterine baktı. Bulutlu bir gizemcilikle, "Beyaz her zaman mat eder," diye düşündü. Her zaman, istisnasız, satranç problemlerinde siyahların kazandığı hiç görülmemiştir. Bu, İyinin Kötü üzerindeki değişmez, sonsuz zaferinin imgesi miydi? Kocaman yüz, dingin bir güçle dolu, ona bakmaktaydı. Beyaz her zaman mat eder.
Tele ekrandaki ses bir an durdu ve ciddi bir tonda devam etti: "Saat on beş otuzda çok önemli bir duyuru için tele ekranlarınızın başına geçmeniz için uyarlıyorsunuz. On beş otuzda!" Teneke müzik yeniden başladı.
Winston'ın yüreği çarpmaya başladı. Cepheden gelen haberler olmalıydı; içgüdüsü haberlerin kötü olduğunu söylüyordu. Gün boyunca, gidip gelen heyecan dalgasıyla Afrika'daki yenilgiyi düşünmüştü. Avrasya ordusunun cepheyi yarıp Afrika'nın ucuna bir karınca sürüsü gibi üşüştüğünü görür gibi oluyordu. Onları neden yan taraflarından sarmıyorlardı? Batı Afrika haritası gözünün önünde apaçık canlandı. Beyaz atı aldı ve oynadı. İşte doğru nokta huydu. Güneye doğru hızla akan siyah sürülerin ansızın gerisinde belirip bütün kara ve deniz bağlantısını kesen, gizlice toplanmış bir güç gördü. Ama hemen eyleme geçmek gerekiyordu. Eğer Afrika'nın bütününü ele geçirip güneyde hava ve deniz üsleri kurarlarsa, Okyanusya'yı ikiye bölmüş olacaklardı. Bunun ne demek olduğu ortadaydı! Yenilgi, dünyanın yeniden paylaştırılması ve Partinin ortadan kalkması
demekti! Derin bir iç çekti. Çok karışık duygular altındaydı. Daha doğrusu en üstte hangisinin olduğunu bilmediği duygu tabakaları içinde çarpışmaktaydı.
Spazm geçti. Beyaz atı eski yerine koydu. Bir süre bu ciddi satranç oyununa kendisini veremedi. Düşünceleri yeniden dolaşmaya başladı. Bilinçsiz bir biçimde, parmağını masanın tozları üzerinde gezdirdi ve;
2x2 =
diye yazdı.
"Senin içine giremezler," demişti Julia. Ama girebiliyorlardı işte. "Sende olan değişiklikler sonsuza dek kalacaktır," demişti O'Brien. Doğru olanı buydu. Öyle şeyler vardı ki, insanın kendi öz eylemleri, bunlar unutulamazdı. İçindeki bir şeyler öldürülmüştü, yakılmış, dağlanmıştı.
Julia'yı görmüş, konuşmuştu bile. Bir tehlike yoktu artık. Winston'ın yaptıklarına bir ilgi duymadıklarını içgüdüsel olarak biliyordu. Eğer ikisinden biri istemiş olsa, yeniden buluşabilirlerdi. Aslında bir rastlantı sonucu parkta karşılaşmışlardı. Toprağın kaskatı kesildiği, dondurucu bir Mart günüydü. Otlar ölmüştü, oradan buraya rüzgârla savrulan çalıların dışında sürgünler ortadan kaybolmuşlardı. Soğuktan elleri mosmor, gözleri yaşarmış, parkta yürüyordu ki, kendisinden on metre ötede duran Julia'yı gördü. Julia değişmişti, ama olumsuz bir değişimdi bu. Bir şey söylemeksizin yan yana geçtiler, sonra Winston geri döndü, isteksizce onu izlemeye başladı. Çekinecek bir şey olmadığını, kimsenin onlarla ilgilenmeyeceğini biliyordu. Julia konuşmadı. Winston'dan kurtulmak ister gibi hızlı hızlı yürümeye başladı, sonra yanında yürümesine izin verdi. O sırada kendilerini ne rüzgârdan ne de başka gözlerden saklayan, yapraksız bir çalı kümesinin arasına girmişlerdi. Durdular. Hava dondurucu soğuktu. Rüzgâr dalların arasından eserken sesler çıkartıyordu. Winston kolunu Julia'nın beline doladı.
Çevrede tele ekran yoktu, ama gizli mikrofonlar olduğu belliydi, üstelik görülebilirlerdi de. Ama fark etmiyordu, hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Eğer isteselerdi, toprağa uzanıp her şeyi yapabilirlerdi. Winston bunu düşününce iliklerine dek ürper-
di. Julia onun kolunu beline dolamasından etkilenmemişti, kendini kurtarmaya bile çalışmadı. Winston şimdi onda değişmiş olanın ne olduğunu anlamıştı. Julia'nın rengi solmuştu. Yüzünde saçıyla gizlemeye çalıştığı, alnından şakağına kadar uzanan bir yara izi vardı. Ama değişiklik bu değildi. Beli kalınlaşmış, garip ama sertleşmişti. Bir keresinde bir roket bombasının patlamasından sonra, yıkıntılar arasında çıkarılmasına yardım ettiği bir cesedi hatırladı. Ceset bir bedenden çok bir taşı andırıyordu. Julia'nın bedeni de böyleydi şimdi. Cildinin bile eskisinden farklı olduğunu düşündü, Winston.
Winston onu öpmeye kalkışmadı, konuşmuyorlardı. Otların üzerinde yürüyüp geri dönerlerken Julia, ilk kez ona baktı. Bu, aşağılama ve iğrenme dolu, bir anlık bir bakıştı. Winston, bunun geçmişten gelen bir sevgisizlik mi, yoksa şiş yüzünden ve rüzgârdan sulanmış gözlerinden mi olduğunu merak etti. Oradaki demir iskemlelere oturdular, birbirlerine yakın değillerdi. Winston Julia'nın konuşmak üzere olduğunu anladı. Ayağındaki kaba ayakkabılarla bir dalı ezdi. Ayaklan bile genişlemiş gibiydi.
"Seni sattım," dedi, kuru bir sesle.
"Seni sattım," dedi Winston da.
Julia ona yeniden hoşnutsuzlukla baktı.
"Bazen insanı, direnç gösteremeyeceği, aklına bile getiremeyeceği bir şeyle tehdit ediyorlar," dedi Julia. "İşte o zaman, 'Bana yapmayın, başkasına yapın, falancaya yapın,' diyorsun. Bunun sonradan bir hile olduğunu söyleyebilirsin kendine, onları durdurmak için yaptığını, gerçekte bunu düşünmediğini söyleyip kandırmak isteyebilirsin kendini. Ama doğru değildir. Olay yer aldığı zaman onu gerçekten istemişsindir. Kendini kurtarmanın başka yolu olmadığını düşünürsün ve bu yolla kendini korumaya dünden hazırsındır. Bu şeyin diğer kişiye olmasını gerçekten istersin. Onun acı çekmesi umurunda değildir. Tek düşündüğün kendinsindir."
"Tek düşündüğün kendinsindir," diye yineledi Winston.
"İşte ondan sonra, öbür kişiye karşı aynı duygulan duyamıyorsun artık."
"Doğru," dedi Winston, "duyamıyorsun."
Söylenecek bir şey kalmamıştı. Rüzgâr ince tulumlarını bedenlerine yapıştırıyordu. Bir anda orada suskun oturmaktan utanç duydular. Üstelik hava çok soğuktu. Julia metroya yetişeceğini söyleyerek ayağa kalktı.
"Yeniden görüşelim," dedi Winston.
"Evet," dedi Julia da, "yeniden görüşelim."
Bir süre Julia'nın bir adım gerisinden yürüdü. Bundan sonra konuşmadılar. Julia ondan gerçekten kurtulmaya çalışmadı, ama yan yana yürümelerini engelleyecek biçimde yürüyordu. Winston ona metro istasyonuna kadar eşlik etmeyi tasarlamıştı, ama bunu yapmayı bir anda saçma ve katlanılmaz buldu. Ansızın, Julia'dan kurtulmaktan çok, Kestane Ağacı kahvesine kavuşmak isteği sardı içini. Köşedeki masası, satranç takımı ve bol bol cin içmek burnunda tüttü; özellikle kahvenin tatlı sıcaklığını çok özlemişti! O sırada aralarından birkaç kişinin geçmesine izin verdi, yetişmek ister gibi yaptı, ama sonra yavaşladı, döndü ve ters yönde yürümeye başladı. Elli metre kadar gittikten sonra geri döndü ve baktı. Cadde çok kalabalık değildi, ama onu se-çemiyordu. Koşuşan o insanlardan biri Julia olabilirdi. Artık, sertleşmiş, kalınlaşmış o bedenini arkadan tanıyabilmesi olanaksızdı belki de.
"Olay yer aldığı zaman," demişti, "onu gerçekten istemiş-sindir." Evet gerçekten istemişti. Bunu yalnızca söylememişti, dilemişti de. Kendisinin değil de, onun üzerine gönderilmesini dilemişti, şeylerin...
Tele ekrandan gelen müzikte bir değişiklik oldu. Çatlak, alaycı, san bir nota başladı. Bir ses şarkı söylüyordu, belki de sesi, müziği kafasında canlandırıyordu.
"Kestane ağacının altında, Sen beni sattın, ben de seni"
Gözleri yaşlarla doldu. Yanından geçen garson bardağının boşaldığını görerek cin şişesiyle geri döndü.
Kadehini kaldırıp kokladı. Her aldığı yudumda bu sıvı daha da iğrençleşiyordu. Artık içinde yüzdüğü bir şeydi bu. Hayatı, ölümü, yeniden dirilişi olmuştu. Artık geceleri cinle sızıyor, sabahlan cinle kendine geliyordu. Çapaklı gözler, yapış yapış
bir ağız ve sırtında ağrılarla uyandığı zaman -bu genellikle on biri buluyordu- akşam başucuna yerleştirdiği cin şişesi olmasa, değil kalkmak, yataktan doğrulamazdı bile. Saat on beşe kadar elinde cin şişesi tele ekranı dinliyor, saat on beşten kapanma saatine kadar Kestane Ağacı kahvesinde oturuyordu. Artık ne yaptıklarıyla ilgilenen, ne de tele ekrandan ona bağıran vardı. Arada sırada, belki haftada iki kez, Doğruluk Bakanlığına giderek tozlu bir odada, biraz çalışıyordu; eğer yaptığı işe çalışmak denilebilirse elbette. Yenikonuş Sözlüğünün on birinci baskısının hazırlanmasında karşılaşılan güçlükleri çözümlemek için kurulmuş olan sayısız kuruldan birine yardımcı kurullardan birinin yardımcı kuruluna atanmıştı. Geçici Rapor adlı bir şeyin ortaya çıkarılması için uğraşıyorlardı, ama rapor ettikleri şeyin ne olduğunu henüz bulabilmiş değillerdi. Virgüllerin parantezin içine mi, yoksa dışına mı konulması gerektiği sorunuyla ilgili bir şey olabilirdi. Kurulda çalışan dört kişi daha vardı, onlar da kendisine benzer kişilerdi. Bazı günler buluşup sonra yapacak bir işin bulunmadığını açık gönüllülükle birbirlerine söyleyerek ayrılıyorlardı. Ama bazı günler istekle işlerinin başına geçiyorlar, tanımlar hakkında tartışıp uzun yazılar hazırlıyorlardı. Sonra bir anda cansızlaşıp, hayaletler gibi, ilgisiz gözlerle birbirlerine bakakalıyorlardı.
Tele ekran bir süredir suskundu. Winston başını kaldırdı. Bülten! Ama hayır, yalnızca müziği değiştirmişlerdi. Gözkapak-larının ardında Afrika haritası vardı. İlerleyen orduların şekilleri çizilmişti; bir siyah ok dikey olarak güneye, bir beyaz ok yatay olarak doğuya doğru ilerliyordu. Emin olmak ister gibi, duvardaki koskocaman portreye baktı. "O ikinci ok olmayabilir miydi acaba?"
Yeniden ilgisini yitirdi. Cinden bir yudum aldı, beyaz atı alarak oynattı, inceledi. Ama doğru bir hareket değildi bu.
İsteği dışında bir anısını hatırladı. Mumla aydınlatılmış, beyaz battaniyeyle örtülü geniş bir yatağın olduğu odadaydı. Do-kuz-on yaşlarında bir çocuktu. Yere oturmuş, zarlar atıyor, coşkuyla, kahkahalarla gülüyordu. Annesi de karşısına oturmuştu, o da gülüyordu.
Bu, annesi kaybolmadan bir ay önce olmalıydı. Yeniden barıştıkları bir zamandı herhalde, açlığını unutmuş, ona karşı
duyduğu şefkat canlanmış olmalıydı içinde. O günü çok iyi hatırlıyordu. Yağmurlu bir gündü, sular camlardan süzülüyordu, içerisi soluk bir ışıkla aydınlatılmıştı. Her iki çocuğun bu karanlık, karışık odadaki can sıkıntısı katlanılmaz olmuştu. Winston mızmızlanıyor, yiyecek bir şeyler istiyor, orayı burayı kurcalıyor, komşuların duvarlarını tekmeleyerek onları rahatsız ediyordu. Küçük kız ise sürekli ağlıyordu. Sonunda annesi, "Şimdi uslu durun bakalım. Size oyuncak alacağım. Çok hoşunuza gidecek," demişti. Sonra o yağmurun altında dışarı çıkmış, her zaman açık olan bir dükkâna gitmiş ve elinde bir karton kutuyla geri dönmüştü. Winston hâlâ kartonun nemli kokusunu hatırlıyordu. Berbat bir şeydi. Karton yırtıktı. Küçük tahta zarı çok kötü hazırlanmıştı, bir kenarı üstünde güçlükle durabiliyordu. Winston bu şeye ilgisizce bakmıştı. Annesi bir mum yakarak oynamak için yere oturmuştu. Sonra Winston deli gibi bir coşkuya kapıldı, oynadıkça kahkahadan kırılıyordu. Her ikisi de dört kez kazanarak sekiz oyun oynadılar. Oyunu anlamayacak kadar küçük olan kızkardeşi oturmuş onlara bakıyor, onlar gülüyor diye o da neşeli kahkahalar atıyordu. Bütün öğleden sonra, ilk çocukluk yıllarında olduğu gibi mutluluk içinde geçmişti.
Winston bu görüntüyü aklından silmeye çalıştı. Yanlış bir anıydı bu. Bu tür yanlış anıları sık sık hatırlar olmuştu. Ama onların ne olduğunu bildiği sürece önemleri yoktu. Bazı şeyler olabilirdi. Yeniden satranç tahtasına döndü ve beyaz atı aldı. Ama onu gürültüyle tahtanın üzerine düşürdü. Sanki tüm bedeni iğnelenmişti.
Tiz bir borazan sesi yardı havayı. Bültendi bu! Zafer! Haberlerden önce borazan çalması zafer olduğuna işaretti. Kahvede bir tür elektriklenme oldu. Garsonlar bile kulak kabarttılar.
Borazan korkunç bir ses yaymıştı ortalığa. Tele ekranda coşkulu bir ses konuşmaya başlamıştı bile. Dışarıdan gelen bağ-rışmalar onu bastırdı. Haber caddelerde yıldırım hızıyla yayılmıştı. Duyduğu kadarıyla olaylar, önceden kestirdiği gibi gelişmişti. Büyük bir filo, gizli olarak hazırlanmış ve düşmana arkasından bir darbe indirilmişti; beyaz okun başı siyahınkini parçalamıştı. Gürültüler arasından zafer sözcükleri duyuluyordu. "Görkemli bir stratejik manevra -yetkin bir eşgüdüm- -kesin bir
bozgun- yarım milyon tutsak -bütün Afrika'nın denetim altına girmesi- savaşın sonunun iyice yaklaştığı -zafer, insanlık tarihindeki en büyük zafer-zafer-zafer!"
Masanın altında Winston'ın bacakları titriyordu. Yerinden kıpırdamamıştı, ama kafasının içinde, dışarıdaki kalabalığa karışmış, koşuyor, koşuyor, sağır olabilecek kadar yüksek sesle naralar atıyordu. Başını kaldırıp yeniden Büyük Biraderin posterine baktı. Tüm dünyaya hükmeden bir anıt! Asyalı sürülerin boş yere bindirdikleri bir kaya! On dakika önce -evet, on dakika önce- yüreğinde sonucun yenilgi mi yoksa zafer mi olacağına dair kuşkular taşıdığını düşündü. Bu, yok olan Avrasya ordusundan da ötede bir olaydı. Sevgi Bakanlığına götürüldüğü ilk günden beri içinde çok şey değişmişti, ama son, kaçınılmaz, onu tümden iyi eden değişiklik işte o anda oldu!
Tele ekrandaki ses hâlâ ele geçirilen tutsak, malzeme ve öldürülenler hakkındaki duyurularını sürdürüyordu, ama sokaktaki sesler azalmıştı. Garsonlar işlerine geri dönmüşlerdi. Aralarından birisi bir cin şişesiyle yaklaştı. Düşlerinin içine gömülmüş oturan Winston, onun bardağını dolduruşuna hiç aldırış etmedi. Artık sokaklarda koşup çığlıklar atmıyordu. Sevgi Bakanlığına geri dönmüştü. Her şey bağışlanmıştı, ruhu kar gibi bembeyazdı. Halk mahkemesindeydi, itiraf ediyor, herkesi ele veriyordu. Beyaz fayans kaplı koridorda güneş altındaymış gibi arkasında silâhlı bir gardiyanla yürüyordu. Uzun süredir beklenen kurşun beynine giriyordu.
Başını kaldırıp, o koskocaman yüze baktı. O siyah bıyığın altındaki gülümsemenin ne anlama geldiğini öğrenmesi kırk yılını almıştı. Ah! Kötü, gereksiz anlaşmazlık! Ah! Kendisini koruyan o şefkatli kucaktan kovulan inatçı kafa! İki cin kokulu gözyaşı, yanaklarından süzüldü. Ama olsun, her şey yolundaydı, çekişme son bulmuştu. Kendisine karşı zafer kazanmıştı. Büyük Biraderi seviyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder