10 Nisan 2014 Perşembe

George Orwell-Bin Dokuz Yüz Seksen Dört-BÖLÜM 1

George Orwell
BİRİNCİ BOLUM

l
Nisan ayının soğuk, ama açık bir günüydü; saatler on üçü gösteriyordu. Yıldırıcı esen rüzgârdan korunabilmek için çenesini göğsüne gömmüş olan Winston Smith, hızla Zafer Konağının camlı kap ından içeri süzüldü; ama bir toz bulutunun da kendisiyle birlikte içeri dalmasına engel olabilecek kadar çabuk davranamadı.
Hol, kaynamış lahana ve eski paçavra kilim kokuyordu. Ev için oldukça büyük, renkli bir poster, dipteki duvara asılmıştı. Posterde, özenilmeden yapılmış, bir metreden daha geniş, koskocaman bir yüz resmi vardı: Kırk beş yaşlarında, siyah gür bıyıklı, sert çizgileriyle bir erkek yüzü. Winston merdivenlere yöneldi. Asansöre binmeyi denemenin bir yararı yoktu. En iyi zamanlarda bile çalıştığı seyrekti; üstelik son günlerde elektrik kısıntısı vardı. Nefret haftasına hazırlık nedeniyle ekonomik önlemlerin bir parçasıydı bu. Daire yedinci kattaydı. Otuz dokuz yaşında olan ve sağ ayak bileğinin üstünde bir varis ülseri taşıyan Winston, yolda birkaç kez dinlenerek, ağır ağır çıktı merdivenleri. Her katta asansörün karşısında asılı olan poster, kocaman yüzüyle ona bakıyordu. Gözleriyle insanın hareketlerini izliyormuş gibi yapılmış resimlerdi bunlar. Resmin altındaki başlıkta: BÜYÜK BİRADERİN GÖZÜ SENDE, yazılıydı.
içeride yumuşak bir ses, ham demir üretimiyle ilgili birtakım istatistik değerleri okuyordu. Ses, sağdaki duvara yerleştirilmiş, buğulu bir aynayı andıran, dikdörtgen metal levhadan geliyordu. Winston, bir düğmeyi çevirdi. Ses azalır gibi oldu, ama sözcükler hâlâ seçilebiliyordu. Tele ekran denilen bu âletin
sesi azaltılabiliyor, ama tümden kapatılamıyordu. Pencereye yaklaştı. Ufak tefek, çelimsiz bir yapısı vardı; Partinin üniforması olan mavi tulum, bedeninin inceliğini ortaya pek çıkarmı-yordu. Saçlarının rengi açıktı. Yüzü doğal bir pembelikteydi. Teni ise âdi sabun ve kör jiletlerden ve yeni biten kışın soğuğundan sertleşmişti.
Kapalı pencerenin kanatlarının gerisinde, dışarıdaki dünya soğuk gibiydi. Aşağıda caddede küçük rüzgâr girdapları, tozları ve kâğıtları çevirip savuruyordu ve güneşin ışımasına, gökyüzünün koyu maviliğine karşın her yana asılmış posterlerin dışında hiçbir şeye canlılık ve renklilik göze çarpmıyordu. Bu kara bıyıklı yüz her köşeden bakmaktaydı. Posterlerden biri, hemen karşıdaki evin önüne asılmıştı. Karanlık gözleri Winston'a dikilmiş, BÜYÜK BİRADERİN GÖZÜ SENDE, diyordu. Aşağıda, caddede köşesi yırtılmış başka bir poster rüzgârla inip kalkarken tek sözcük INGSOS bir görünüp bir kayboluyordu. Uzakta bir helikopter, damları sıyırarak alçaldı, büyük bir mavi sinek gibi bir süre havada asılı kaldı, sonra bir eğri çizerek ok gibi fırladı, insanların pencerelerini gözleyen polis devriyesiydi. Bu devriyeler pek önemli değildi, ası önemli olan Düşünce Polisiydi.
Winston'ın arkasındaki tele ekrandan gelen ses dokuzuncu üç-yıllık planın hedefleri aştığı konusunda ve ham demir hakkında hâlâ bir şeyler geveleyip duruyordu. Tele ekran aynı anda hem yayın yapabiliyor, hem de kaydedebiliyordu. Winston'm çıkardığı fısıltıyı aşan her ses, hemen kayda alınabiliyordu; üstelik Winston, metal levhanın egemen olduğu görüş alanı içinde bulunduğu sürece, işitilebildiği kadar görülebiliyordu da. Herhangi bir anda seyredilip seyredilmediğinizi anlayabilmeniz olanaksızdı. Düşünce Polisinin, ne kadar sıklıkla ya da nasıl bir sistemle kimi izlediği bilinemezdi. Her an, canları ne zaman dilerse, alıcıyı çalıştırabilirlerdi. Çıkardığınız sesin işitildiği, karanlıkta olmadığınız sürece, her hareketinizin izlendiği varsayımı, içgüdüsel bir alışkanlık haline dönüşmüştü, bununla yaşamanız gerekiyordu - yaşıyordunuz.
Winston, sırtı tele ekrana dönük durdu. Böylesi daha güvenliydi; gelgelelim, yine de bir sırtın bile bir şeylere işaret edebileceğini çok iyi biliyordu. Bir kilometre ötede çalıştığı yer
olan Doğruluk Bakanlığı kirli bir görüntü olarak, geniş ve bembeyaz ayaktaydı. Bu, diye düşündü belli belirsiz tiksintiyle - bu, Londra, Birinci Havaüssünün merkez kenti. Okyanusya kentlerinin en yoğun nüfuslu üçüncü kenti. Londra'nın hep böyle mi olduğunu anımsayabilmek için bazı çocukluk anılarını belleğinden söküp çıkarmaya çalıştı. Yanları kereste kirişlerle kapatılmış, pencereleri kartonlarla yamanmış, çatıları oluklu demir levhalardan, düzensiz bahçe duvarları dört bir yana eğilmiş, çürümeye yüz tutmuş 19. yüzyıl evlerinin bu görüntüsü her zaman var olmuş muydu? Peki ya sıva tozlarının girdaplar oluşturarak uçuştuğu, moloz yığınlarının üstünde, tek tük söğüt ağaçlarını barındıran, bombardımana tutulmuş bölgeler, bombardımanların açtığı geniş alanlara serpilmiş ahşap kulübelerin bulunduğu yerler? Bir yararı yoktu, anımsayamıyordu; çocukluğundan geriye, zemini belirsiz, anlaşılmaz bir sürü anlık görüntü dışında hiçbir şey kalmamıştı.
Doğruluk Bakanlığı, Yenikonuşda Doğrubak, görünürdeki herhangi bir nesneden çok farklıydı. Bu koskocaman piramit biçimindeki, pırıl pırıl beyaz beton 300 metre yüksekliğindey-di. Winston'm bulunduğu yerden, beyaz cephesine süslü harflerle yazılı, partinin üç sloganını okuyabilirdiniz.
SAVAŞ BARIŞTIR ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR BİLGİSİZLİK KUVVETTİR
Söylentilere göre, Doğruluk Bakanlığının yer üstünde üç bin odası, yer altında da, bir o kadar dehlizi vardı. Londra'nın değişik yerlerinde, aynı büyüklük ve mimaride başka üç yapı daha vardı. Bunlar öteki yapıları öylesine cüceleştiriyorlardı ki, Zafer Konağının çatısından dördünü birden aynı anda görebilirdiniz. Bunlar, hükümetin tüm organlarının bölüştürülmüş olduğu dört bakanlığın barındığı yapılardı. Doğruluk Bakanlığı haberler, eğlence, eğitim ve güzel sanatlarla ilgileniyordu. Barış Bakanlığı, savaşlarla uğraşıyordu. Sevgi Bakanlığı, yasaları ve düzeni koruyordu. Bolluk Bakanlığı, ekonomik olayların so-
Yenikonuş, Okyanusya'nın resmi diliydi. Bu dilin kökenini ve yapısını kavramak için lütfen 'Ek' bölümüne bakınız.
rumluluğunu almıştı üzerine. Bunların yeni dilde adları, Doğru-bak, Barışbak, Sevbak ve Bolbak'tı.
Aralarında en ürkünç olanı, Sevgi Bakanlığıydı. Bu yapıda bir tek pencere bile yoktu. Winston, oraya hiç girmemişti, hatta yarım kilometre yakınına bile sokulmamıştı. Resmi bir görev dışında, içeriye girmek olanaksızdı; o zaman bile, içeriye ulaşabilmek için, dikenli tellerin koruduğu labirentleri ve gizli makineli tüfek yuvalarını aşmak gerekiyordu. Bakanlığın dış engellerine ulaşan caddeler bile, kalın coplu, siyah üniformalı, goril yüzlü gardiyanlardan geçilmiyordu.
Winston, ansızın geri döndü. Tele ekranla yüz yüze gelince, gerektiği gibi, yüzüne sakin bir iyimserlik ifadesi yerleştirdi. Odayı geçerek küçük mutfağa girdi. Bakanlıktan günün bu saatinde ayrılmakla, kantindeki yemeğini gözden çıkarmıştı; mutfakta, yarınki kahvaltıya ayırdığı bir parça siyah ekmekten başka yiyecek yoktu. Raftan, sade, beyaz etiketinde ZAFER CİNİ yazılı, içinde renksiz bir sıvı bulunan şişeyi aldı. Kapağını açınca burnuna Çinlilerin pirinç ruhuna benzer, ağır bir yağ kokusu çarptı, Winston kendisine bir çay kaşığı cin doldurdu, etkisine hazırlandı ve ilaç gibi yutuverdi.
Birden, yüzü kıpkırmızı kesildi, gözlerinden yaşlar boşandı. Bu, nitrik aside benzer bir şeydi; üstelik yutunca, insanın başının arkasına lastik bir copla vurulmuş gibi oluyordu. Ama az sonra, midesindeki yanma hissi geçti ve dünya daha neşeli görünmeye başladı. Zafer sigarası yazılı buruşmuş bir paketten bir sigara aldı, ama dikkat etmeyip sigarayı ters tutunca, bütün tütün yere döküldü. Bir sonrakinde, daha başarılıydı. Yeniden oturma odasına döndü ve tele ekranın solundaki küçük masanın başına geçti. Çekmeceden bir kalem kutusu, bir şişe mürekkep, arkası kırmızı, ön kabı ebrulu dörtköşe, kalın, boş bir defter çıkardı.
Oturma odasındaki tele ekran, nedense, bir garip yerleştirilmişti. Tüm odayı denetleyebileceği en dipteki duvar yerine, pencerenin karşısındaki uzun duvara konmuştu. Ekranın bir yanında, Winston'ın oturmakta olduğu alçak bir girinti vardı, burası daireler yapılırken, kitap raflarını barındırmak amacıyla inşa edilmişti. Girintide sırtı dönük oturan, Winston, tele ekranın görüş alanının dışında kalıyordu. Elbette sesini duyabilirler-
di, ama şu andaki konumunda kaldığı sürece, onu göremezlerdi. Az sonra yapacağı işi de aklına getiren odanın bu olağanüstü düzeni olmuştu.
Ama bunda, az önce çekmeceden çıkarmış olduğu defterin de payı vardı. İnanılmaz güzellikte bir defterdi bu. Yılların etkisiyle biraz sararmış, pürüzsüz, kaymak gibi kâğıdı, kırk yıldır üretilenlere hiç benzemiyordu. Defterin bundan bile eski olduğunu düşünüyordu. Kentin ıssız köşelerinden birinde, ıvır-zıvır satılan küçük bir dükkânın vitrininde görmüştü onu (yerini tam olarak anımsayamıyordu) ve ansızın, ona karşı yenilmez bir sahip olma tutkusu oluşmuştu. Parti üyelerinin sıradan dükkânlara girmemeleri gerekti, (buna serbest piyasada alışveriş deniyordu) ama bu kural sıkı sıkıya uygulanmıyordu, çünkü ayakkabı bağı, jilet gibi şeyleri başka yerde bulmak olanaksızdı. Caddeye şöyle bir göz atmış, sonra içeri girerek defteri iki buçuk dolara satın almıştı. O sırada, defteri istemek için herhangi bir özel nedeni yoktu. Suçluluk duygulan içinde, çantasında eve taşımıştı onu. İçinde bir şey yazılı olmamasına karşın bu, uğrunda özveride bulunulabilecek bir eşyaydı.
Şu anda yapmak üzere olduğu iş, bir günlük tutmaya başlamaktı. Bu, yasaya aykırı bir şey değildi (aslında artık yasa diye bir şey kalmadığı için, yasaya aykırılık da söz konusu değildi.) Ama durum fark edilirse, ölüm cezasına çarptırılabilir ya da en az yirmi beş yıl, zorunlu çalışma kampına gönderilebilirdi. Winston dolmakalemine uç taktı, içindeki birikintileri temizlemek için emdi. Dolmakalem eski bir araçtı artık; ancak arada sırada imza atarken kullanılıyordu. Winston uzun uğraşılardan sonra bir tane edinebilmişti, çünkü bu kaymak gibi kâğıdın tükenmezle karalanmak yerine gerçek bir dolmakalemle yazılmaya hakkı olduğu duygusu uyanmıştı içinde. Aslında, elle yazı yazmaya alışkın değildi. Aldığı çok kısa notlan dışında, her şeyi mikrofonlu daktilo ile yazıyordu, ama şu anki amacı için, elbette böyle bir araç kullanması düşünülemezdi. Kalemini mürekkebe batırdı, sonra bir an duraksadı. İçinde bir ürperti duydu. Kâğıda bir işaret koymanın karar anındaydı. Küçük, kalın harflerle yazdı:
4 Nisan 1984
Geriye yaslandı. Kendini tümden çaresiz hissetti. Her şeyden önce, yılın 1984 olduğundan emin değildi. Yaşı, tam otuz dokuz olduğuna göre, yıl 1984 olmalıydı. 1944 ya da 1945 yılında doğduğunu sanıyordu, ama bir ya da iki yılın içindeki kesin tarihleri saptamak olanaksızdı artık.
Birden, bu günlüğü kimin için tuttuğu sorusu geldi aklına. Gelecek için mi? Henüz doğmamışlar için mi? Düşünceleri, bir an sayfanın üzerindeki belirsiz tarihte gezindi ve sonra çiftdüşün sözcüğü çaktı beyninde. İlk kez üzerine aldığı sorumluluğun büyüklüğünü fark etti. Gelecekle nasıl iletişim kurabilirdi insan? Yapısı gereği olanaksızdı bu. Gelecek ya şimdiki zamanı andıracaktı (bu halde onu dinlemeyecekti), ya da şimdikinden farklı olacaktı (o zaman önsezilerinin bir anlamı olmayacaktı).
Bir süre kâğıda aptal aptal bakarak oturdu. Tele ekranda tiz bir sesle askeri marşlar çalmaya başlamıştı. Tuhaftı, yalnızca anlatım gücünü yitirmemiş, aynı zamanda, ne söylemek istediğini bile anımsayamaz olmuştu. Kendisini dört haftadır bu âna hazırlamıştı, ama aslında cesaret dışında hiçbir şeye gereksinimi olmadığını düşünememişti. Yazma eylemi kolaydı aslında. Yapacağı iş, yıllardır kafasında sürüp giden o monologu kâğıda aktarmaktı. Ama şu anda, o monolog kurumuştu sanki. Üstelik, varis ülseri dayanılmaz biçimde kaşınıyordu. Yarasını kaşımaya cesaret edemiyordu, çünkü yara her zamanki gibi mikrop kapabilirdi. Saniyeler geçiyordu. Önündeki boş sayfanın varlığından, bileğinin üstündeki derinin kaşıntısından, müziğin bağırtısından ve cinin neden olduğu sarhoşluktan başka bir şeyin bilincinde değildi.
Birden, panik içinde yazmaya başladı, neler karaladığının pek farkında değildi. Küçük, çocuksu el yazısı, sayfa üzerinde dolaşıyor, önce büyük harflerden, sonra noktalardan vazgeçiyordu.
14 Nisan 1948. Dün gece sinemada. Hepsi savaş filmleri, iyi olan birinde, bir gemi dolusu mülteci, Akdeniz'de bir yerlerde bombalandı. Şişman, iriyarı bir adamın, ardında helikopter, yüzmeye çabalayan görüntüsü
izleyicileri pek eğlendirdi, önce adamın yunus balığı gibi debelendiğini, sonra helikopterlerin silâh atış alanı içine girdiğini gördük, sonra delik deşik oldu ve çevresindeki deniz suyu pembeye bayandı ve bedenindeki delikler suyun içeri girmesine izin vermiş gibi ansızın battı. O batarken izleyiciler gülmekten katılıyorlar, sonra bir helikopterin üzerinde uçmakta olduğu, içi çocuk dolu bir kurtarma botu gördük. Önde kucağında üç yaşlarında küçük bir çocukla orta yaşlı bir kadın oturuyordu, Yahudi'ydi belki de, küçük çocuk korkuyla bağırmakta ve kendisini gömmek ister gibi başını annesinin göğüsleri arasına sokmakta, kadın kendisi korkudan mosmor olduğu halde çocuğu avutmaya çalışıyor ve kollan gelen mermilerden koruyabilecekmiş gibi oğlunu sarabildiğince sarıyor, helikopter üzerlerine yirmi kiloluk bir bomba fırlattı, müthiş bir patlama oldu ve bot küçük kıymıklara ayrıldı, sonra bir çocuk kolunun gökyüzüne doğru uçtuğu müthiş bir sahne vardı, burnunda bir kamera bulunan helikopter izlemiş olmalıydı onu, Parti üyelerinin bulunduğu sıralarda alkış koptu, ama sinemanın proleter kısmındaki bir kadın ansızın ayaklarını yere vurmaya ve bunları çocukların önünde göstermeye haklan yok diye bağırmaya başladı, polis onu durdurana dek, bunları çocukların önünde göstermeye haklan yok, hayır gösteremezler çocuklara, ona bir şey yaptıklarını sanmıyorum, kimse proleterlerin söylediklerine kulak asmaz, tipik proleter tepkisi, hiçbir zaman.
Winston yazmayı bıraktı, eline kramp girmişti. Bu saçma-sapan şeyleri niçin yazdığını bilmiyordu. Ama ilginç olan bir şey vardı; bunları yazarken, kafasında bütünüyle farklı bir anı tazelenmişti; öyle ki bu olayı artık yazabilirdi. Şimdi anımsa-mıştı, o olaydan dolayı, ansızın eve dönmeye ve bir günlük tutmaya karar vermişti.
O sabah Bakanlıkta gelişmişti olay, aslında bir bulut arkasında gibiydi, olanlar eğer olay sayılabilecekse...
Saat on bir sularıydı, Winston'ın çalıştığı Arşiv Dairesinde, sandalyeleri odacıklardan çıkarıyorlar ve salonun ortasına yer-
leştiriyorlardı. İki Dakikalık Nefrete hazırlık yapılıyordu. Winston orta sıralardan birinde yerini alırken tanıdığı, ama hiç konuşmamış, beklenmeyen iki kişi odaya girdiler. Bunlardan biri koridorda sürekli karşılaştığı bir kızdı. Adını bilmiyordu, ama Roman Dairesinde çalıştığından haberliydi. Makine yağı bulaşmış ellerine ve taşıdığı ingiliz anahtarına bakılacak olursa, roman yazan makinelerin birinde teknik bir işi vardı. Yirmi yedi yaşlarında, gür saçlı, çilli, seri, atletik hareketleri olan bir kızdı. Tulumunun beline birkaç kez dolanmış, Gençlik Anti-Seks Örgütünün amblemini taşıyan al kuşak, kalçalarının biçimliliğini ortaya çıkaracak denli sıkı sarılmıştı. Winston, ilk gördüğü andan beri ondan hoşlanmamıştı. Nedenini bilmiyordu; kızın üzerindeki o, hokey alanlarının, soğuk duşların, toplu kır yürüyüşlerinin ve genel temiz düşünürlük havasıydı buna neden olan. Winston hiçbir kadından hoşlanmazdı, özellikle genç ve güzel olanlarından. Partinin en gönüllü, kendilerini adamış elemanları hep kadınlardı; özellikle sloganları yutarcasına belleyenler, amatör ispiyoncular, Partiye taparcasına bağlı kişiler, genç olanlarıydı. Ama bu kız, onda, ötekilerden daha tehlikeli biri olduğu izlenimini uyandırıyordu. Bir kez koridorda karşılaştıklarında, kendisine yan gözle çabucak bir bakış fırlatmıştı. İçine işlemişti bu bakış ve ona karabasanlar salmıştı. Kızın, Düşünce Polisi olabileceği olasılığı geçmişti aklından. Doğrusunu söylemek gerekirse, buna pek ihtimal vermiyordu. Yine de, o çevresinde olduğu zamanlar, içinde düşmanlık ve korku karışımı garip bir tedirginlik duyuyordu.
Öteki ise, İç Partiden, O'Brien adında bir adamdı. Wins-ton'ın hakkında en ufak bir bilgisi olmadığı önemli ve gözlerden uzak bir görevi vardı. Siyah tulumuyla İç Parti üyesinin yaklaştığı görülünce, sandalyeler çevresindeki bir küme insanın arasında geçici bir kaynaşma oldu. O'Brien, iri, sağlam yapılı bir adamdı; kalın bir boynu, çirkin, gülünç, yabanıl bir yüzü vardı. Bu korkunç görünüşüne karşın, davranışlarında insanı çeken gizli bir yön vardı. Gözlüklerini burnunun üzerine yerleşti-rişi, nedense çok çekici, çok uygarca bir hareket gibi görünüyordu.
Eğer hâlâ eski koşullar altında düşünülmüş olsaydı, bu hareketi insana, bir 18. yüzyıl soylusunun enfiye kutusunu sunar-
kenki halini anımsatabilirdi. Winston, O'Brien'ı birkaç yıl içinde belki on, on iki kez görmüştü. Ona karşı büyük bir yakınlık duyuyordu; bunun nedeni, yalnızca O'Brien'ın dövüşçü fiziğiyle kentli davranışları arasındaki çelişkinin merakını uyandırması değildi, daha çok bir inançtı bu; bir inanç değildi belki de-O'Brien'ın politik bağlılığının tam olmadığını gösteren bir umuttu. Yüzündeki bir şeyler bunu kesinlikle doğruluyordu. Yüzünden okunan, belki de hoşgörü değil, yalnızca zekâydı. Yine de, ne olursa olsun, tele ekranı atlatabilse ve insan onu yalnız yakalayabilse, konuşabilecek bir insan izlenimi uyandırıyordu. Winston bu kanısını doğrulamak için en küçük bir girişimde bulunmamıştı şimdiye dek, ayrıca bulunmasına da olanak yoktu. O sırada O'Brien kolundaki saate baktı, saat hemen hemen on bir olmuştu. Görünüşüne bakılırsa, İki Dakikalık Nefret son bulana dek Arşiv Dairesinde kalmaya niyetliydi. Winston'm bulunduğu sırada, iki sandalye ötesine oturdu. Winston'm çalıştığı odacığın yanında çalışan, ufak tefek, kum sarısı saçlı kadın aralarında oturuyordu. Koyu saçlı kız tam arkalarında oturmaktaydı.
Az sonra, canavar gibi bir makine yağsız çalışmaya başlamış gibi, odanın sonundaki büyük ekrandan, iğrenç, gıcırtılı bir konuşma odaya yayıldı... İnsanın dişlerini kamaştıran, saçlarını ensesinde diken diken eden bir sesti bu. Nefret başlamıştı.
Her zamanki gibi, halkın düşmanı Emmanuel Goldstein'ın yüzü ekranda belirdi. İzleyiciler arasında, orada burada fısıltılar dolaştı. Kum rengi saçlı, ufak tefek kadın korku ve iğrenme belirten bir ciyaklama sesi çıkardı. Goldstein doğru yoldan sapmış bir haindi. Bir zamanlar (kimse ne kadar zaman önce olduğunu kesin anımsayamıyordu) Partinin önderlerinden biriydi; aşağı yukarı Büyük Biraderin düzeyindeydi; ama sonraları bir karşı devrim hareketine giriştiği için, ölüme mahkûm edilmiş ve sonra gizemli bir biçimde kayıplara karışmıştı. İki Dakikalık Nefret izlenceleri günden güne değişmekteydi, ama hepsinde Goldstein en önemli kişiydi. O, en büyük hain, partinin saflığını kirleten ilk adamdı. Partiye karşı olan, bunu izleyen tüm suçlar, ihanetler, sabotaj eylemleri, karşı doktrinler, sapmalar onun öğretilerinden kaynaklanıyordu. Goldstein hâlâ bir yerlerde yaşıyor ve suikastler tasarlıyordu, iletiyordu; belki de denizaşırı bir
yerde yabancı efendilerinin koruması altındaydı ya da Okyanusya'nın içinde bir yerlerde gizleniyordu-en yaygın söylenti buydu.
Winston'ın göğsü daraldı. Goldstein'ın yüzünü her gördüğünde karışık duygular yüreğini sıkıştırırdı. Bu ince bir Yahudi çehresiydi. Beyaz kabarık saçlarla çevrelenmiş, küçük, keçi sakallı, zeki, ama yine de ince, uzun burnundaki o bunak sersemlikle, küçümsenen bir yüzdü bu. Burnunun ucunda bir çift gözlük vardı. Bu çehre bir koyununkini andırıyordu; sesi de öyle, koyun melemesine benzer bir tondaydı. Goldstein, Partinin doktrinlerine karşı alışılmış, kin dolu, diş bileyici saldırısına başlamıştı. Bu öylesine abartıyla dolu ve rayından çıkmış bir saldırıydı ki, bir çocuk bile onun sahte olduğunu anlayabilirdi, ama tümüyle mantıksız da değildi; insan anlayışı biraz kıt olanların kanacağını düşünerek kaygılanıyordu. Büyük Biradere sövüp sayıyor, Partinin diktatör düzenini açığa vuruyordu. Avrasya ile ivedi barış anlaşması yapılmasını buyuruyor; konuşma özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, toplantı özgürlüğünü, düşünce özgürlüğünü savunuyor, devrime ihanet edildiğini çılgınca haykırıyordu. Bu çok heceli, hızlı söylev, Parti konuşmacılarının alışılagelmiş stilinin abartılı bir taklidi gibiydi, içerdiği yeni dildeki sözcük sayısı, herhangi bir parti üyesinin günlük yaşamda kullanacağı sözcük sayısından çok fazlaydı. Goldstein'ın yapmacıklı sözlerinin gizlediği gerçek hakkında kimsenin bir kuşkusu kalmasın diye, tele ekranda arka plandan, sonu gelmeyen bir Avrasya ordusu geçiyordu; Asyalı yüzlerinde sert bir anlamsızlık taşıyan adamlar birbirlerinin ardı sıra ekranda beliriyor ve kayboluyorlardı; biri öbürünün tıpkısı gibiydi. Asker potinlerinin sıkıcı, düzenli yürüyüş sesleri, Goldstein'ın melemeye benzer sesinin arka fonunu oluşturuyordu.
Odadaki insanların yarısından, dizginlenmesi güç öfke ün-lemeleri yükselmeye başladığında, Nefret henüz otuz saniyesini doldurmamıştı. Ekrandaki, güvenli, koyuna benzer yüzün gerisindeki Avrasya ordusunun ürkünç gücü, giderek katlanılmaz oluyordu; üstelik Goldstein'ın görüntüsü ya da düşüncesi bile, otomatik olarak korku ve öfke yaratmak için yeterliydi. O, Avrasya ya da Doğu Asya'ya karşı duyulan nefretten daha sürekli
bir nefret hedefiydi, çünkü Okyanusya, bu kuvvetlerden biriyle savaş halindeyken diğeriyle genellikle barış ilişkileri içinde olurdu. Ama garip olan bir şey vardı: Goldstein herkes tarafından nefretle karşılandığı, küçümsendiği, her gün binlerce kez platformlarda, tele ekranda, gazetelerde, kitaplarda kuramları yadsındığı, parçalandığı, alaya alındığı, acınacak paçavralar olarak sergilendiği halde, yine de Goldstein etkisinin azaldığı söylenemezdi. Onun tarafından kandırılmaya hazır yeni aptallar her an vardı. Aldıkları emirlerle eylemlerde bulunan casuslar, sabotajcılar, sürekli olarak Düşünce Polisi tarafından açığa çıkarılıyorlardı. Goldstein, büyük bir karanlık ordunun, kendilerini devleti yıkmaya adamış gizli bir suikastçılar örgütünün başıydı. Kardeşlik adıyla anılıyordu örgüt. Ayrıca bir de, el altından orada burada dolaştırılan, yazarının Goldstein olduğu, egemen siyasal doktrinlerin karşıtı olan düşüncelerin özetlendiği müthiş bir kitabın öyküsü kulaktan kulağa dolaşıyordu. Bu kitabın bir adı yoktu. Herkes ona yalnızca kitap diyordu. Tüm bunlar, ancak belli belirsiz söylentiler aracılığıyla öğrenilebiliyordu. Eğer ka-çınabilirlerse, Parti üyeleri ne Kardeşlikten, ne de kitap'tan söz ederlerdi.
İkinci dakikasında Nefret, çılgınlık düzeyine ulaşmıştı. Seyirciler yerlerinden zıplıyor; ekrandan gelen, insanı çıldırtan koyun sesini bastırma çabasıyla, avazları çıktığı kadar bağırıyor-lardı. Kum rengi saçlı, ufak tefek kadının yüzü kıpkırmızı kesilmişti, ağzı, karaya vurmuş bir balığınki gibi açılıp kapanıyordu. O'Brien'ın kocaman yüzü bile kızarmıştı. Sandalyesinde dimdik oturuyor, güçlü göğsü bir dalganın saldırısına karşı koyuyormuş gibi şişiyor, inip kalkıyordu. Winston'm arkasındaki kız 'Domuz! Domuz! Domuz!' diye bağırmaya başlamıştı; ansızın ağır bir yenidil sözlüğü alarak ekrana fırlattı. Sözlük Goldstein'ın burnuna çarptı, geri tepti; ses hâlâ amansızca sürüyordu. Aklının başına geldiği bir an, Winston kendisinin de öbürleri gibi bağırmakta olduğunu, topuklarını sandalyesine şiddetle vurduğunu fark etti. Nefretin en ürkünç yanı, katılma zorunluluğu olmamasına karşın, aksini yapmanın, insanın elinde olmamasıydı. Otuz saniye içinde, herhangi bir zorlayıcı tutuma gerek kalmıyordu. Seyircilerin tümünü, bir elektrik akımı gibi, korkunç bir nefret ve kin taşkınlığı, öldürme, işkence etme,
yüzleri balyozlarla parçalama arzusu dolduruyor, onları istekleri dışında, yüzleri buruşmuş, bağırıp çağıran deliler haline dönüştürüyordu. Ama yine de, duydukları kin soyut bir şeydi, hedefsiz bir duyguydu, bir gaz lambasının alevi gibi, bir nesneden öbürüne kolayca yöneltilebiliyordu. İşte bu nedenle, Wins-ton'ın duyduğu nefret, bir anda Goldstein'a yönelik olmaktan çıktı ve tam tersine nefreti, Büyük Biradere, Partiye, Düşünce Polisine çevrildi; o anda gönlü, ekrandaki yalnız ve alaya alınan, oysa yalanlarla dolu dünyada, gerçeğin aklı başındaki biricik bekçisinin yanındaydı. Ama yine de, bir süre sonra, o da çevresindeki insanlarla bütünleşmiş, artık Goldstein hakkında söylenmiş olanlar, onun için de gerçek olmuştu. Böyle zamanlarda, Büyük Biradere beslediği gizli nefret hayranlığa dönüşüyordu. Büyük Birader, gözünde yüceliyor, Asya'dan gelecek düşman sellerinin karşısında, bir kaya gibi yükselen, yenilmez, korkusuz bir koruyucu oluyordu. Goldstein, bütün yalnızlığına, umarsızlığına ve varlığı hakkındaki tüm kuşkulara karşın, yalnızca sesinin gücüyle bile, uygarlığı yıkabilecek güçte, uğursuz bir büyücü gibi görünüyordu gözüne.
Bazen bilinçli olarak, duyulan nefreti bir başkasına yöneltmek olasıydı. Winston, kâbustan kurtulmak üzere sert bir hareketle, başını yastıktan kaldıran bir insanın çabasıyla, ekrandaki yüze olan nefretini esmer kıza yöneltmeyi başardı. Capcanlı, şahane sanrılar dolaştı kafasında. Onu bir copla döve döve öldürecekti. Çırılçıplak bir kazığa bağlayacak, Aziz Sebastian gibi, oklarla delik deşik edecekti. Irzına geçecek, zevkin doruğunda da boğazını kesecekti. Ondan niçin nefret ettiğini, şimdi her zamankinden daha iyi anlıyordu. Genç, güzel ve cinsiyetsiz olduğu, onunla yatmak istediği ve bunu hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceği, o gel bana sarıl diyen davetkâr incecik belinde, iffetin saldırgan imgesi, o iğrenç kırmızı kemer olduğu için nefret ediyordu ondan.
Nefret şimdi doruk noktasındaydı. Goldstein'ın sesi tam bir koyun melemesine, yüzü bir an için bir koyun yüzüne dönüştü. Sonra koyuna benzer yüzü, durmadan büyüyen, korkunç bir Avrasya askeri oldu; elindeki makinelisi homûrdanıp duruyordu, sanki ekrandan fırlayıverecekmiş gibiydi, öyle ki,
öndeki birkaç sırada oturanlar, irkilerek geriye doğru çekildiler. Ama aynı anda, düşman yüz, herkese derin bir nefes aldırarak, Büyük Biraderinkine dönüştü. Esmer, siyah bıyıklı, güçlü, gizemli, sakin yüz, tüm ekranı doldurmuştu. Kimse, Büyük Biraderin söylediklerini işitmiyordu. Zaten bunlar, savaş anlarında söylenenler gibi, tek tek anlaşılmayan, ancak söylenmiş oldukları için, güven ve cesaret veren sözlerdi. Sonra, Büyük Biraderin yüzü de ortadan kayboldu ve yerine Partinin üç sloganı iri, süssüz harflerle ekranda belirdi.
SAVAŞ BARIŞTIR ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR BİLGİSİZLİK KUVVETTİR
Birkaç saniye için, Büyük Biraderin yüzü hâlâ ekranda duruyormuş gibi geldi. İzleyicilerin gözbebeklerinde bıraktığı etki, o denli canlıydı ki, bir anda silinip gidemezdi. Ufak tefek, kum rengi saçlı kadın, kendisini önündeki sandalyenin üzerine bırakıverdi. Titrek bir sesle, 'Kurtarıcım' gibi birtakım sözler mırıldanarak, kollarını ekrana doğru uzattı. Sonra, elleriyle yüzünü örttü. Belli ki, içinden bir dua okuyordu.
Bu sırada, orada bulunanların tümü, derin, ağır, ritmik bir Şarkıya başladılar: 'B-B!.. B-B!.. B-B!.. tekrar tekrar, çok yavaş, iki B arasında uzun soluklar alarak, söyleniyordu, şarkı ilkelce bir şeyler taşıyordu içinde, ezginin gerisinde, çıplak ayakların yeri dövdüğünü, tamtamların çalındığını duyar gibi oluyordu insan. Bu durum hemen hemen otuz saniye sürdü. Duyguların yoğunlaştığı anlarda sık sık söylenen bir nakarattı bu. Büyük Biraderin bilgeliğine ve görkemine adanan bir ilahiydi, ama daha çok, halkın kendi kendisini ipnoz etmesi, bilinçlerin ritmik bir ses yardımıyla, istemli olarak bastırılmasına yarıyordu. Winston içinin buz kestiğini hissetti. İki Dakikalık Nefretteki taşkınlıklara katılmadan edemezdi, ama bu aşağılık B-B ezgisi, onu her zaman dehşete düşürürdü. Elbette, o da ötekilerle birlikte söylerdi, başka türlüsü olanaksızdı zaten. Duyguları bastırmak, yüz çizgilerini denetim altında tutmak, diğerlerinin yaptıklarına katılmak, içgüdüsel tepkilerdi. Ama bir iki saniye için,
Winston'ın gözlerinin ifadesi, kendisini ele verecek bir hal aldı. Ve işte tam o anda, o önemli olay oldu, eğer olay sayılabilecek-se.
Bir an için, O'Brien'la göz göze geldiler. O'Brien ayağa kalkmış, çıkardığı gözlüklerini tipik hareketiyle, burnunun üstüne yerleştiriyordu. Saniyenin onda biri kadar bir süre göz göze kaldılar; ama Winston'm sezgilerini doğrulayacak kadar uzun bir zaman birimiydi bu, evet anık biliyordu, O'Brien da kendisi gibi düşünüyordu. Bu konuda yanılmış olmadığından emindi. Sanki iki kafa, aynı anda açılmış ve düşünceler gözleri yardımıyla birinden öbürüne geçmişti.
'Seninleyim,' diyordu ona sanki O'Brien. 'Neler hissettiğini çok iyi biliyorum. Karşı koyduğunu, nefretini, tiksinmeni, hepsini biliyorum. Ama kaygılanma, senin yanındayım.' Sonra o zekâ pırıltısı söndü ve O'Brien'in yüzü de ötekilerinki gibi anlaşılamaz oldu.
Hepsi buydu. Winston, aralarında geçenlerin doğruluğundan bile emin değildi. Bu tür olaylardan bir sonuç çıkmazdı. Yalnızca, kendinden başkalarının da, Partiye düşman olduğu inancını ve umudunu içinde canlı tutmasına yarıyorlardı. Belki de büyük yeraltı örgütü hakkındaki söylentiler gerçekti, belki de Kardeşlik örgütü gerçekten vardı! Sonu gelmeyen tutuklamalara, itiraflara, idamlara karşın, yine de Kardeşliğin yalnızca bir efsane olmadığını söylemek olanaksızdı. Kimi günler buna inanıyor, kimi günler inanmıyordu. Ortada bir kanıt yoktu; yalnızca anlamı şüpheli kaçamak bakışlar, rastlantı sonucu duyulan tek tük konuşmalar, tuvalet duvarlarındaki silik karalamalar, iki yabancı karşılaştığında, bir tür tanışma işareti izlenimi uyandıran el hareketleri... Tümü bir tahmindi; bunları kendisi de uydurmuş olabilirdi. O'Brien'a tekrar bakmaksızın, odacığına dönmüştü. Bir an için yakaladıkları teması sürdürmek aklından geçmemişti bile. Durumu idare edebilse bile bu, sanıldığından daha da tehlikeli olabilirdi. Aralarında bir iki saniye kadar süren bir bakış alışverişi olmuştu, hepsi bu kadardı. Ama bu bile, insanın yaşamak zorunda bırakıldığı kilitlenmiş yalnızlığın içinde, hatırı sayılır bir olaydı.
Winston silkinerek daha dik oturdu. Geğirdi. Midesindeki cin ağzına geliyordu.
Gözleri yeniden önündeki sayfaya çevrildi. Çaresiz düşünceler içinde kıvranırken, farkında olmadan bir şeyler yazmış olduğunu gördü. Bu, öncekiler gibi kargacık burgacık bir karalama değildi. Kalemi, yumuşacık kâğıdın üzerinde ihtirasla gezinmiş ve hep büyük harflerle, tekrar tekrar şunları yazmıştı:
KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER
Sayfanın yarısı dolmuştu.
Sancıya benzer bir panik duydu içinde. Ama saçmaydı bu. Birtakım sözleri yazmak en az bir günlük tutma eylemi kadar tehlikeliydi. Bir an için sayfaları yırtıp atmak ve günlük tutma girişimine son vermek istedi.
Ama düşündüğünü yapmadı, çünkü bunun anlamsızlığını biliyordu. İster KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER yazsın, ister yazmasın fark etmiyordu. Günlüğü tutsa da, tutmasa da, yine fark etmiyordu. Düşünce Polisi onu ergeç ele geçirecekti. Eğer tek sözcük yazmamış olsaydı bile, yine de tüm suçları içine alan bir suç işlemişti. Buna Düşünce suçu deniyordu... Düşünce suçu sonsuza dek gizlenebilecek bir suç değildi. Bir süre saklanabilirdiniz, ama yıllar sonra olsa bile, eninde sonunda sizi yakalamalarını engelleyemezdiniz.
Tutuklamalar her zaman gece yapılırdı. Uykudan, ansızın sarsılarak uyanma, omzunuzu dürten kaba bir el, gözlerinize tutulan ışık, yatağınızın çevresinde katı yüzlerden bir halka. Olayların büyük çoğunluğunda, yargılama olmaz, tutuklama gerekçesi gösterilmezdi. İnsanlar geceleri ortadan kayboluverir-lerdi, o kadar. Adları sicillerden silinir, o güne dek tüm yaptıkları kayıtlardan silinir, bir zamanlar var oldukları yadsınır ve sonra unutulurdu. Böyle ortadan kaldırılanlara, yok edilenlere genellikle buharlaştı denirdi.
Winston bir an için çılgınlık nöbetine tutuldu. Acele ve karmakarışık bir yazıyla yazmaya başladı:
Vuracaklar beni umurumda değil ensemden vuracaklar beni umurumda değil kahrolsun büyük birader insanları hep enselerinden vururlar umurumda değil kahrolsun büyük birader.
Arkasına yaslandı, biraz kendinden utanmıştı, kalemini bıraktı. Bir an sonra şiddetle irkildi. Kapı çalınıyordu.
Bu kadar çabuk mu? Bir fare gibi sessizce oturdu. Kimse kapıyı çalan, bir kez denedikten sonra gidebilir, diye düşündü boş bir umutla. Ama kapı tekrar vuruldu. En kötüsü kapıyı açmayı geciktirmekti. Kalbi deli gibi çarpıyordu, ama alışkanlığı nedeniyle yüz ifadesi bir anlam taşımıyordu. Ayağa kalktı. Yavaşça kapıya doğru ilerledi.
2
Elini kapı tokmağına uzatırken, Winston günlüğü masanın üzerinde açık bırakmış olduğunu gördü. Sayfanın tümünde, odanın öbür ucundan okunabilecek kadar büyük harflerle, KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER yazıyordu. Bu pek budalaca bir hareketti, ama kapıldığı paniğe karşın, mürekkep henüz kurumamışken defteri kapatarak, kaymak gibi sayfayı kirletmek istememişti.
Derin bir nefes aldı ve kapıyı açtı. Birden ılık bir rahatlama dalgası yayıldı içine. Kapıyı çalan, soluk yüzlü, kafasında bir tutam saçı kalmış, pısırık görünüşlü bir kadındı.
"Ah, yoldaş!" diye başladı kasvetli, zırıldar gibi bir sesle. "Geldiğinizi duydum. Acaba biraz gelir, mutfak lavabomuza bir göz atabilir misiniz? Tıkanmış da."
Bu, Bayan Parsons'dı, karşı dairedeki komşunun karısı. ('Bayan' sözü Parti tarafından onaylanmıyordu. Herkese 'yoldaş' demek zorunluydu, ama bazı kadınlar için bu içgüdüsel olarak kullanılıyordu.) Otuz yaşlarında olmasına karşın, daha yaşlı görünüyordu. Yüz çizgilerinin arası toz doluydu sanki. Winston, onunla birlikte karşı daireye geçti. Bu amatör onarım işleri günlük angaryalardı. Zafer Konağı, 1930 yıllarında inşa
edilmişti. Daireler çok eskiydi, adeta dökülüyorlardı. Tavan ve duvarların sıvası sürekli parçalanır, keskin soğuklarda, su boruları patlar, ne zaman kar yağsa dam akar, eğer ısıtma sistemi ekonomik önlemlerle tümden kapatılmamışsa, yarım kapasiteyle çalışırdı. Kendi yapabildiklerinizin dışında, tüm onarımlar, bir pencere pervazının onarımını bile iki yıl erteleyen bir komitenin sorumluluğu altındaydı.
"Tom evde yok da," dedi Bayan Parsons belli belirsiz bir sesle.
Parsons'ların dairesi, Winston'ınkinden daha büyük, ama daha kirli ve soğuktu. Her şey hırpalanmış, özellikle darmadağın edilmiş gibiydi, sanki kocaman, vahşi bir hayvan gezinmişti evin içinde. Yürümeye engel olan ıvır zıvır eşyalar, hokey sopaları, boks eldivenleri, patlak bir futbol topu, tersyüz edilmiş, terden sırılsıklam bir şort yerde duruyordu, masanın üstünde bir yığın kirli tabak, uçları kıvrılmış kitaplar vardı. Duvarlara Gençlik ve Casusluk örgütlerinin kızıl sancakları, Büyük Biraderin tam boy bir posteri asılmıştı. Tüm binaya has o kaynamış lahana kokusu burada da eksik değildi, bir de buna ek bir ter kokusu sinmişti her tarafa. İçeri girdiği andan itibaren burnuna doluyordu insanın, sanki evde olmayan birinin ter kokuşuydu bu. Yandaki odada birisi, bir tarak ve bir parça tuvalet kağıdıyla, tele ekrandan yayınlanmakta olan askeri marşa tempo tutmaya çalışıyordu.
"Çocuklar," dedi. Bayan Parsons kapıya doğru yarı tedirginlikle bakarak. "Bugün hiç dışarı çıkmadılar. Tabii bu yüzden."
Tümcelerini yarıda kesmek gibi bir alışkanlığı vardı. Mutfaktaki lavabo, berbat bir koku saçan, kirli yeşil bir sıvıyla ağzına kadar doluydu. Winston diz çöktü, borunun eklem yerini inceledi. Ellerini kullanmaktan hiç hoşlanmazdı, ayrıca öksürmesine neden olduğu için, eğilmekten de nefret ederdi. Bayan Parsons, çaresizlik içinde onu izliyordu.
"Elbette ki, Tom evde olsaydı hemen çaresine bakardı," dedi. "Bu tür işlere bayılır. Elinden her iş gelir Tom'un..."
Parsons, Winston'ın Doğruluk Bakanlığındaki iş arkadaşıydı. Şişman, insanı şaşkına çeviren aktiflikte ve budalaca bir coşkuyla dolu bir adamdı. Partinin sürekliliği, Düşünce Polisinden
çok bu tür kendini adamış, sorgusuz sualsiz her şeyi kabullenen insanlara bağlıydı. Otuz beş yaşında, isteği dışında Gençlik Örgütünden ayrılmış, ondan önce de, yaş sınırlamasını bir yıl aşana dek, Casusluk Örgütünde çalışabilmeyi başarmıştı. Bakanlıkta zekâ gerektirmeyen ikinci sınıf bir görevi vardı. Öte yandan, Spor Komitesinde; toplu gezinti yürüyüşlerini, içten gelme gösterileri, tutumluluk kampanyalarını, gönüllü tüm eylemleri düzenleyen komitelerde yönetici olarak görev alıyordu. Piposunu içerken, övünçle anlattığına göre, son dört yıl boyunca, bir gece bile, dernek merkezine gitmemezlik etmemişti. Yorucu etkinliklerinin bir tür bilinçsiz kanıtı, her şeyi bastıran o ter kokusu, nereye gitse onu izler, hatta o gittikten sonra bile dağılmazdı.
"İngiliz anahtarı var mı?" diye sordu Winston, dirsekteki fındık büyüklüğündeki birikintiyi yoklarken.
"ingiliz anahtarı mı? Bilmem ki. Belki çocuklar." Bayan Parsons anahtarı getirirken, çizme sesleri ve tarakta son bir kez üfleme sesi eşliğinde, çocuklar oturma odasına girdi. Winston suyu akıttı, boruyu tıkamış olan bir topak saçı iğrenerek çıkarttı. Parmaklarını çeşmedeki soğuk suyun altında titizlikle yıkadı ve tekrar öbür odaya döndü.
"Eller yukarı!" diye bağırdı vahşi bir ses. Masanın arkasından yakışıklı, sert görünüşlü, dokuz yaşlarında bir çocuk fırladı. Elindeki oyuncak silâhla Winston'i tehdit ediyor, kendisinden aşağı yukarı iki yaş küçük olan kızkardeşi de, elindeki odun parçasıyla onu taklit ediyordu. Her ikisi de, casusların giysisi olan mavi şort, gri gömlek giymişler, kırmızı boyunbağları takmışlardı. Winston ellerini yukarı kaldırdı, ama bir tedirginlik duyuyordu; oğlanın davranışları çok hiddetli ve senti, oyuna hiç benzemiyordu.
"Sen bir hainsin!" diye bağırdı oğlan, "Sen bir düşünce suç-lususun! Bir Avrasya casususun! Seni öldüreceğim, seni buhar-laştıracağım! Seni tuz madenlerine yollayacağım!"
Birden çevresini sardılar, "Hain!" diye haykırıyorlardı, "Düşünce suçlusu!" Küçük kız, oğlanın her hareketini taklit ediyordu. Yakında büyüyüp insan yiyen erişkin aslanlara dönüşecek yavrular gibi hoplayıp sıçramaları ürkütüyordu insanı. Oğlanın gözlerinde hesaplı bir vahşilik yatıyordu, açıkça bir tekmeleme ve dövme arzusu ve bunu yapabilecek yetide oldu-
ğunun bilincindeydi. "Neyse ki, elindeki silâh gerçek değil," diye geçirdi içinden Winston.
Bayan Parsons'ın gözleri ürkek ürkek Winston'la çocuklar arasında gidip geliyordu. Oturma odası henüz aydınlık olduğundan, Winston kadının yüz çizgilerinin gerçekten, tozla dolmuş olduğunu ayrımsadı. "Ne çok gürültü ediyorlar," dedi Bayan Parsons. "İdam törenine katılamadıkları için düş kırıklığına uğradılar. Kendilerini götürecek vaktim olmadı. Tom da işten geç dönüyor."
"Neden idamı görmeye gitmiyoruz?" diye haykırdı oğlan.
Küçük kız, "İdamı görmek istiyorum! İdamı görmek istiyorum!" diye şarkı söyleyerek, etrafta dönüp duruyordu.
Savaş suçlusu bazı Avrasya askerlerinin, o akşam parkta asılacaklarını anımsadı Winston: Ayda bir kez yinelenen, oldukça tutulan bir gösteriydi bu. Çocuklar görmek için can atarlardı. Winston, Bayan Parsons'dan izin isteyerek ayrıldı. Holde altı adım kadar gitmemişti ki, ensesinde müthiş bir acı duydu. Sanki kızgın bir tel saplanmıştı. Görmek için arkasına döndüğünde Bayan Parsons, sapanını cebine sokuşturan oğlunu içeri çekmeye çalışıyordu.
"Goldstein!" diye seslendi oğlan kapı yüzüne kapanırken. Ama Winston'ın asıl dikkatini çeken, kadının soluk yüzündeki çaresizlik ve korku ifadesiydi. Dairesine döndükten sonra, hızlı adımlarla tele ekranı geçerek yeniden masasının başına oturdu, hâlâ ensesini ovuşturuyordu. Tele ekrandan gelen müzik kesilmişti, onun yerine, sert bir asker sesi zalimce bir zevkle, Faroe Adaları ile İzlanda arasında demirlenmiş olan yeni Yüzen Kalenin silâhlarını sayıyordu.
Zavallı kadın, o çocuklarla, korku içinde yaşıyor olmalı, diye düşündü. Bir iki yıl sonra, gece gündüz ihanetinin belirtilerini yakalamak için onu izleyecekler. O günlerde hemen hemen tüm çocuklar dehşet saçıyorlardı. İşin en kötü tarafı, Casusluk ve buna benzer diğer örgütler yoluyla birer vahşiye çevrilen bu çocukların, Parti baskısına karşı isyan etmek eğilimini kesinlikle göstermemeleriydi. Aksine, Partiye ve onunla ilgili her şeye tapıyorlardı. Şarkılar, törenler, bayraklar, tahta tüfeklerle talimler, sloganlar, Büyük Biradere tapınmalar; bunların tümü onlar için görkemli birer oyundu. Bütün öfkeleri ise, dışarıya, devle-
tin düşmanlarına, yabancılara, hainlere, sabotajcılara ve düşünce suçlularına çevrilmişti. Otuz yaşının üstünde olanlar için, kendi öz çocuklarından korkmak olağan bir durum haline gelmişti. Bu korku yersiz değildi; çünkü Times gazetesinde, sürekli, 'çocuk kahraman' diye anılan, küçük alçakların, duydukları birkaç kuşkulu söz üzerine anne ve babalarını Düşünce Polisine ihbar ettiği haberleri yer almaktaydı.
Sapanla atılan taşın acısı geçmişti. İsteksizce kalemi eline aldı; günlüğe yazacak bir şeyler bulabilir miyim diye düşünürken, birden O'Brien'ı anımsadı.
Yıllarca önce, belki yedi yıl olmuştu, düşünde kendisini karanlık bir odada yürürken görmüştü. O geçerken yan tarafta oturan biri 'Karanlığın var olmadığı yerde buluşacağız,' demişti. Usulca, doğallıkla söylenmiş bir tümceydi bu; bir emir değildi. O sırada durmaksızın yoluna devam etmişti. İşin garip yanı, bu sözler, düşünde onu hiç etkilememişti. Ama daha sonraları, yavaş yavaş, kendisi için bir anlam taşımaya başlamıştı. Düşü O'Brien'ı tanımadan önce mi yoksa sonra mı gördüğünü, sesin ona ait olduğunu ilk kez ne zaman saptadığını anımsayamıyor-du. Ne olursa olsun, kanısının doğruluğuna inanıyordu. Karanlıkta ona seslenen O'Brien'dı.
Winston hiçbir zaman onun, hatta o sabah gözlerinde yakaladığı pırıltıya karşın, dost mu yoksa düşman mı olduğunu kestirememişti. Bunun pek bir önemi yok gibiydi zaten. Aralarında sıcaklık ya da partizanlıktan da öte olan bir iletişim vardı. "Karanlığın var olmadığı yerde buluşacağız," demişti. Winston bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu, ama ergeç bunun gerçekleşeceğinden emindi.
Tele ekrandan gelen ses kesildi. Pürüzsüz, güzel bir ses doldurdu durgun havayı. Sonra ses, kesik kesik sürdürdü konuşmasını:
"Dikkat! Dikkat! Malabar cephesine ilişkin, en son aldığımız haberleri veriyoruz. Kuvvetlerimiz, Güney Hindistan'da görkemli bir zafer kazandılar. Bu başarının savaşın bitimini engelleyeceğini söylemek yanlış olmaz. Şimdi haberler:"
Winston, verilecek kötü haberleri olmalı, diye düşündü. Gerçekten de, bir Avrasya ordusunun tümden ortadan kaldırılışının kanlı bir betimlemesinden, uzun bir ölü ve tutsaklar liste-
sinden sonra, gelecek haftadan itibaren, çikolata tayın miktarının otuz gramdan yirmi grama düşürüleceği açıklandı.
Winston yeniden geğirdi. Cinin etkisi, içinde bir boşluk duygusu bırakarak yitiyordu. Tele ekranda, belki zaferi kutlamak, belki de giden çikolataları unutturmak için, "Okyanusya, her şey senin için," marşı çalınmaya başlanmıştı. Hazır ol konumunda dinlenmesi gerekiyordu, ama oturduğu yerden görülmediği için sorun yoktu.
'Okyanusya, her şey senin için' marşı, yerini hafif müziğe bıraktı. Winston, sırtını tele ekrandan yana dönük tutarak, pencereye doğru yürüdü. Uzaklarda patlayan bir bombanın kuru, titreşimli gürültüsü geldi. O sıralarda, Londra üzerine, haftada ortalama yirmi otuz bomba iniyordu.
Aşağıdaki ucu yırtık afiş, rüzgârdan dolayı sallandıkça İNGSOS yazısı bir görünüp bir kayboluyordu. İngsos. İng-sos'un kutsal ilkeleri. Yenikonuş, çiftdüşün, geçmişin değiştirilebilir olması. Deniz dibinin ormanlarında amaçsızca dolaşıyor-muş gibi, canavarın kendisinin olduğu canavarca bir dünyada yitip gitmiş gibi hissetti kendisini. Yapayalnızdı. Geçmiş ölmüştü, geleceği düşleyebilmek ise olası değildi. Halen yaşamakta olan tek bir insanın bile onun tarafında olduğuna dair ne güvence vardı elinde? Ya da, Partinin egemenliğinin sonsuza dek sürmeyeceğini nasıl bilebilirdi insan? Sanki yanıt onlardaymış gibi, Doğruluk Bakanlığının beyaz duvarında yazılı partinin üç sloganı ilişti gözüne:
SAVAŞ BARIŞTIR ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR BİLGİSİZLİK KUVVETTİR
Cebinden bir yirmi-beş sent çıkardı. İşte onun üzerinde de, küçük, sade harflerle aynı sloganlar yazılıydı, arka yüzde de Büyük Biraderin portresi vardı. Paranın üzerinden bile o gözler insanı izliyordu. Paraların üzerinde, pullarda, kitap kapaklarında, bayraklarda, posterlerde, sigara paketlerinde, her yerde, sizi izleyen gözler ve sizi sarıp sarmalayan bir ses... Uyurken ya da uyanırken, çalışırken ya da yemek yerken, içeride ya da dışarı-
dayken, banyoda ya da yataktayken, fark etmezdi, kaçamazdınız. Kafatasınızın içindeki birkaç santimetreküp dışında, hiçbir şey size ait değildi.
Konum değiştirmiş olan güneş altında şimdi Doğruluk Bakanlığının pencereleri bir kalenin mazgallarını andırmaktaydı. Bu koskoca piramit yapının karşısında Winston'ın cesareti kırıldı. Çok güçlüydü, sarsılmasına olanak yoktu. Bin roket bombası bile yıkamazdı bunu. Yeniden, günlüğü kimin için yazdığı sorusu takıldı kafasına. Gelecek için, geçmiş için, belki de düşsel bir dönem için. Ve yazgısı ölüm değil, yok olma, tümden silinmeydi. Günlüğü sonunda küle, kendisi buhara dönüşecekti. Yazdıklarını yalnızca Düşünce Polisi okuyacak ve sonra yeryüzünden silecekti.
Tele ekranda saat on dördü çaldı. On dakika içinde evden çıkmalıydı. Saat on dört otuzda işte olması gerekiyordu.
Garip, ama saatin vuruşuyla, yiten cesareti geri gelmişti. O, kimsenin duyup öğrenemeyeceği bir gerçeği mırıldanıyordu ve bu sürdükçe, düşünceler sürekliliğini yitirmeyecekti. Önemli olan, sesini duyurmak değildi; aklını koruyarak, insanlığın mirasını sürdürmekti. Yeniden masasına döndü, kalemini mürekkebe batırdı ve yazmaya başladı:
Geleceğe ya da geçmişe, düşüncelerin özgür olduğu, insanların birbirlerinden farklı olduğu, ama yalnız yaşamadığı bir zamana, gerçeğin var olduğu ve yapılmış bir şeyin yok edilemeyeceği bir za-
mana:
Tekdüzelik çağından, yalnızlık çağından, Büyük Birader çağından, çiftdüşün çağından selâmlar!
Artık bir ölüyüm, diye düşündü. İşte şimdi, düşüncelerini biçimlendirmiş ve belirleyici bir adım atmayı başarabilmişti. Her eylemin sonucu, o eylemin içindedir. Yazmayı sürdürdü:
Düşünce suçu ölüm tehlikesi yaratmaz, düşünce suçunun kendisi ölümdür.
Ölü bir adam olduğunu fark ettikten sonra, elinden geldiğince uzun süre yaşamını sürdürebilmenin önemini kavradı.
Sağ elinin iki parmağı mürekkeplenmişti. İşte, insanı ele verebilecek bir ipucu. Bakanlıkta her şeye burnunu sokan biri (büyük bir olasılıkla bir kadın, belki kum sarısı saçlı kadın ya da Roman Dairesindeki siyah saçlı kız,) öğle arasında neden yazdığını, neden eski tip bir kalem kullandığını, ne yazdığını, merak edebilir ve kendisini ilgili makama ihbar edebilirdi. Banyoya girdi, derisini neredeyse zımparalayan koyu kahverengi sabunla ellerini özenle yıkadı.
Günlüğünü çekmeceye yerleştirdi. Saklamayı düşünmek anlamsızdı, ama en azından günlüğünün fark edilip edilmediğini saptayabilirdi. Sayfaların arasına bir saç teli yerleştirmek yeterliydi. Parmağının ucu ile beyazımsı, belirsiz bir toz zerresi alarak, defter açıldığında silinecek bir yere, kapağın köşesine sürdü.
3
Winston düşünde annesini gördü.
Annesi ortadan kaybolduğu sıralarda ya on, ya da on bir yaşlarındaydı. Uzun boylu, etkileyici, ağır hareketleri olan, oldukça sessiz, sarışın bir kadındı, annesi. Babasının ise esmer ve zayıf olduğunu, temiz, koyu renk giysiler giydiğini, (Winston babasının ayakkabılarının ince taban köselelerini hiç unutmuyordu) gözlük taktığını hayâl meyal anımsıyordu. Her ikisi de ellili yıllar sırasında yer alan büyük temizliklerde kaybolmuşlardı.
Düşünde annesi, kollarında kızkardeşi aşağılarda bir yerlerde oturuyordu. Kızkardeşini hiç anımsamıyordu, belleğinde kalan, yalnızca onun zayıf, ufacık, hep sessiz duran, kocaman gözleriyle etrafı izleyen bir bebek olduğuydu. Her ikisi de yukarı, ona doğru bakıyorlardı. Karanlık bir yerdeydiler, bir kuyunun dibi olabilirdi ya da derin bir mezar, ama dipte olmasına karşın, sürekli daha derinlere batan bir yerdeydiler. Karanlık sulara gömülen, batan bir geminin salonundaydılar. İçeride hâlâ hava vardı, onlar kendisini, o da onları görebiliyordu, ama bir süre
sonra yeşil sulara gömülecekler ve tümden kaybolacaklardı. O ise açık havadaydı, ışıklı bir yerdeydi, kardeşi ve annesi ölüme yaklaşırken kendisi yukarıda olduğu için onlar dipteydiler. Bunu biliyordu; onlar da biliyorlardı ve bunu onların yüzünden okuyabiliyordu. Ne gönüllerinde, ne de yüzlerinde, herhangi bir suçlama yoktu; yalnızca, onun yaşaması için ölmeleri gerektiğini biliyorlardı ve bu, kaçınılmaz düzenin parçasıydı.
Neler olduğunu tam anlayamıyordu, ama düşünde anımsadığı tek şey, annesi ve kızkardeşinin yaşamlarını kendisi için gözden çıkarmış oldukları idi. Bu olağan bir düştü, ama bunun yanında, uyanıkkenki düşüncelerinin devamıydı.
Düşünde fark ettiği gerçekler, uyandıktan sonra da, değerini koruyordu. Winston birden, annesinin otuz yıl önceki ölümünün artık rastlanılmayan derecede trajik ve acılı olduğu düşüncesiyle sarsıldı. Trajedi, geçmiş zamanların, sevginin, dostluğun var olduğu ve aile bireylerinin, birbirlerine destek oldukları zamanların bir parçasıydı. Annesinin anısı içini parçalıyordu, çünkü o, kendisini severek ölmüştü ve o henüz bu sevgiye karşılık veremeyecek kadar küçüktü, bencildi. Annesi, kendisini özel ve sarsılmaz bir bağlılık kavramı uğruna feda etmişti. Böyle olaylara artık rastlanmıyordu. Artık, korku, nefret ve acı egemendi her şeye. İçten, duygulu, derin ve anlamlı kederlere yer yoktu. Yüzlerce metre derine doğru, yeşil suyun içine gömülürken, annesinin ve kızkardeşinin gözlerinden okumuştu bunları.
Birden batan güneşin, toprağa altın rengini verdiği bir yaz akşamında, yumuşak bir çimenliğin üzerinde buldu kendini. Karşısındaki görüntü, düşlerinde o kadar sık yer almıştı ki, bunun gerçek olup olmadığını kestiremiyordu. Uyanıkken bile onu dolduran bu yere Altın Ülke adını vermişti. Yer yer tavşanlar tarafından kemirilmiş, tek tük köstebek yuvalarının yer aldığı, ortasından bir keçiyolu geçen eskilere ait bir çimenlikti bu. Karşı taraftaki çitin kenarındaki kara ağaçlar, esen hafif meltemlerle, gür kadın saçı gibi, ağır ağır, bir o yana, bir bu yana sallanıyorlardı. Görünmemesine karşın yakınlarda bir yerlerde olduğunu bildiği, nazlı nazlı akan bir çayın sularında, söğüt ağaçlarının gölgesinde, balıklar yüzüyordu.
Siyah saçlı kız, çayırın öbür yanından ona doğru geliyordu. Sanki tek bir hareketle, elbiselerini yırttı ve kayıtsızca bir kena-
ra fırlattı. Teni beyaz ve pürüzsüzdü, ama içinde hiçbir arzu uyandırmadı, hatta doğru dürüst bakmadı bile. Onu etkileyen, elbiselerini bir kenara fırlatırkenki tavrıydı. Bundaki incelik ve umursamazlıkla, sanki bütün bir kültürü, bütün bir düşünce sistemini yok etmiş; Büyük Birader, Parti ve Düşünce Polisi, kolunun eşsiz bir hareketiyle yeryüzünden silinivermişti. Bu da eski zamanlara ait bir davranıştı. Winston, dudaklarında 'Shakespeare' sözüyle uyandı.
Tele ekrandan gelen kulakları sağır edici düdük sesi, otuz saniye, hiç durmadan sürdü. Saat yedi on beşti, memurların kalkma zamanı gelmişti. Winston, güçlükle yataktan kalktı, çıplaktı. Dış Parti üyeleri, yılda ancak üç bin giyim kuponu alıyorlardı, bir pijama ise altı yüz kupondu. İskemlenin üzerine fırlatılmış fanilasıyla donunu giydi. Beden hareketleri üç dakika içinde bağlayacaktı. Derken, hemen hemen her saban kalktıktan sonra gelen şiddetli bir öksürük nöbetine tutuldu. Nöbet geçtikten sonra, ciğerleri öylesine boşalmıştı ki, ancak sırtüstü uzanıp birkaç dakika derin soluk aldıktan sonra kendine gelebildi. Öksürüğün şiddetinden damarları şişmiş ve varisleri kaşınmaya başlamıştı.
Keskin bir kadın sesi, "Otuzla kırk arasındakiler!" "Otuzla kırk arasındakiler!" "Lütfen yerlerinizi alın. Otuzla kırk arasındakiler!" diye haykırıyordu.
Winston, tele ekranın karşısında hazırol durumuna geçti. Ekranda beden eğitimi giysileri içinde, lastik ayakkabılı, zayıf, ama kaslı, oldukça genç bir kadın belirmişti.
"Kollar bükülüp uzatılacak!" dedi. "Beni izleyin. Bir, iki, üç, dört! Bir, iki, üç, dört! Haydi, yoldaşlar, biraz canlanın! Bir, iki, üç, dört! Bir, iki, üç dört!"
Öksürük nöbetinin acısı, Winston'ın düşünün bıraktığı etkileri tamamen yok edememişti. Beden hareketleriyle hepsi geri geldi. Yüzünde beden hareketleri yaparken takınması gereken ağırbaşlı hoşnutluk ifadesiyle, kollarını robot gibi ileri geri uzatırken, çocukluk günlerine ait karanlık dönemi anımsamaya uğraşıyordu. Olağanüstü güçtü bu! Ellili yılların öncesindeki her şey yitip gidiyordu. Başvurulacak somut kayıtlar olmadığından, kendi yaşamınızın bile kesinliği kalmıyordu. Anımsadığınız ki-
mi önemli olaylar uydurmaydı. Olayların yer aldığı havayı tekrar yakalayamadan onlara ait birtakım ayrıntıları anımsıyordunuz. Arada, bir türlü doldurulamayan büyük boşluklar kalıyordu. O zamanlar her şey bambaşkaydı. Ülkelerin adları ve haritadaki biçimleri bile farklıydı, 1 no'lu Havaüssünün adı, eskiden değişikti, oraya ingiltere ya da Britanya derlerdi. Ama, Londra'nın her zaman Londra olduğundan kuşkusu yoktu.
Winston, ülkesinin savaşta olmadığı bir zamanı pek anım-sayamıyordu, ama çocukluğu sırasında oldukça uzun bir barış dönemi geçirdikleri ortadaydı; çünkü en eski anılarından birisi de, beklemedikleri zamanda bastıran ilk hava saldırışıydı. Galiba bu, Colchester'a atom bombasının atıldığı sıradaydı. Hava saldırısının kendisini anımsayamıyordu, ama babasının elinden sıkı sıkı tutup, dönen bir merdivenden, toprağın iyice derinliklerine doğru indikleri belleğindeydi. Sonunda öylesine yorulmuşlardı ki, sızlanmaya başlamış, bunun üzerine durup dinlenmeleri gerekmişti. Annesi her zamanki gibi ağır ve hülyalı, iyice geriden izliyordu onları. Kucağında küçük kızkardeşi vardı. Belki de taşıdığı yalnızca bir battaniyeydi. Kızkardeşinin o sıralar dünyaya gelip gelmediğini bilemiyordu. Sonunda bir metro istasyonu olduğunu fark ettiği, kalabalık ve gürültülü bir yere varmışlardı.
Taşların üzerinde oturan insanlar vardı, bazıları demir ranzalarda, birbirlerinin tepesinde, sıkışık oturmaktaydılar. Winston, annesi ve babası, kendilerine zemin üzerinde bir yer buldular. Yanlarında yaşlı bir adamla yaşlı bir kadın, ranzanın üzerinde oturuyorlardı. Adamın üzerinde düzgün koyu renk bir elbise, başında bembeyaz saçlarını açıkta bırakacak şekilde geriye itilmiş siyah bir kasket vardı. Yüzü kıpkırmızıydı. Mavi gözleri yaşlarla dolmuştu. Çevreye cin kokusu saçıyordu. Sanki cildinden ter değil cin fışkırıyordu, gözlerinin yaşlarla değil, cin dam-lalarıyla dolu olduğu bile söylenebilirdi. Hafifçe sarhoş olmasına karşın, yine dayanılması güç, gerçek bir üzüntü duyduğu ortadaydı. O çocuk halinde bile, Winston korkunç bir şeyin, bağışlanması ve onarılması olanaksız bir şeylerin olduğunu kavramıştı. Bu adam, olup bitenin gerçek anlamını biliyormuş gibi geldi ona. Yaşlı adamın sevdiği biri, belki de küçük torunu öldürülmüştü. Birkaç dakikada bir yaşlı adam, şöyle diyordu:
"Onlara güvenmemeliydik. Ben söylemiştim, değil mi, hanım? Bütün bunlar, onlara güvendiğimiz için başımıza geldi. Başından beri söyledim, namussuzlara güvenmemeliydik."
Ama güvenmemeleri gereken hangi namussuzlardı, Winston bunu anımsayamıyordu.
O günden bugüne savaş durmaksızın sürmekteydi, ama hep aynı savaş değildi. Çocukluğu sırasında, kimilerini capcanlı anımsadığı, birkaç ay süren sokak kavgaları olmuştu Londra'da. Ama tarihleri izlemek, belli bir zamanda, kimin kime karşı savaştığını söyleyebilmek, olanaksızlaşmıştı. Çünkü eldeki kayıtlar şu andaki ittifaktan başkasına yer vermiyordu. Örneğin, şu anda, 1984 yılında (eğer gerçekten 1984 yılı ise) Okyanusya, Avrasya ile savaşıyordu ve Doğu Asya ile müttefikti. Ne resmen, ne de özel olarak bu üç devletin, daha önce başka bir biçimde kümeleşmiş oldukları kabul edilmiyordu. Aslında, Wins-ton'ın çok iyi bildiği gibi, daha dört yıl önce, Okyanusya, Doğu Asya ile savaşıyordu ve Avrasya ile müttefikti. Ama bu, belleği gerektiği şekilde denetim altına alınmamış olduğu için aklında kalabilmiş ufak bir bilgi kırıntısıydı. Resmen, müttefikler hiç değişmemişti. Okyanusya, Avrasya ile savaş durumundaydı, demek ki, Okyanusya Avrasya ile sürekli savaş durumunda olmuştu. O sıradaki düşman, salt kötülüğü temsil ettiği için, onunla, geçmişte ya da gelecekte bir anlaşma olması düşünülemezdi.
Omuzlarını acı içinde geriye doğru atarken (eller kalçada, beden belden itibaren döndürülerek yapılan bu alıştırma sırt kaslarına iyi geliyordu) belki on bininci kez, 'işin en ürkünç yanı, bütün bunların gerçek olma olasılığı' diye düşündü. Eğer Parti geçmişe el atıp bu ya da şu olay hiçbir zaman olmadı diye-biliyorsa, kuşkusuz bu, işkence ve ölümden çok daha korkunçtu.
Parti, Okyanusya'nın Avrasya ile hiçbir zaman müttefik olmadığını söylüyordu. Oysa, o Winston Smith, henüz dört yıl gibi kısa bir süre önce, Okyanusya ile Avrasya'nın müttefik olduğunu biliyordu. Ama bu bilgi nerede saklıydı? Yalnızca kendi bilincinde, bu bile, bir süre sonra yitip gitmeye mahkûmdu. Eğer Partinin söylediği yalanları herkes onaylıyor, tüm kayıtlar
aynı masalı anlatıyorsa, o halde, yalan tarihe geçiyor ve gerçek oluyordu. "Geçmişi denetleyen," diyordu Parti sloganı, "geleceği de denetler; şu anı denetleyen, geçmişi de denetler." Oysa geçmiş, yapısı gereği değiştirilebilir olmasına karşın hiçbir zaman değiştirilmemişti. Şimdi gerçek olan şeyler, ezelden ebediyete dek gerçek kalacaktı. Basit bir işti bu: Tek gereken şey, belleğinize karşı sonsuz bir zaferler zincirini kazanmanızdı. 'Gerçeğin denetlenmesi' deniyordu buna, yeni dilde 'Çiftdüşün.'
"Rahat!" dedi, ekrandaki kadın biraz daha yumuşak bir sesle.
Winston, kollarını yana sarkıtarak, ciğerlerine hava çekti. Düşünceleri yeniden çiftdüşün dünyasının karanlık dehlizlerine kaydı. Bilmek ve bilmemek, gerçeği görmenize karşı özenle hazırlanmış yalanları söylemek, birbirine karşıt iki kavrama, birbirleriyle çeliştiklerini bile bile inanmak, mantığa karşı mantık kullanmak, ahlâka bağlılığı ileri sürerken onu yadsımak, demokrasinin olanaksız olduğuna inanırken, Partiyi demokrasinin koruyucusu olarak görmek, herhangi bir şeyi, gerektiğinde unutmak ve gerektiğinde yeniden anımsamak ve sonra yeniden unutmak, hepsinden önemlisi, bu işlemi, işlemin kendisine de uygulamak. Asıl incelik şuradaydı: Bilinçli bir şekilde bilinci yok etmek, sonra, yeniden bu bilinçli hareketi unutmak. Çiftdüşün sözcüğünü anlamak bile, çiftdüşünü kullanmayı gerektiriyordu.
Beden eğitimi hocaları, tekrar hazırola geçmelerini istedi. "Şimdi görelim bakalım kim ayaklarına dokunabilecek? Lütfen kalçadan eğilin, yoldaşlar! Bir, iki! Bir, iki!"
Winston, ayaklarından kalçalarına ağrı dalgaları gönderen, çoğunlukla, yine bir öksürük nöbetine tutulmasına neden olan bu hareketten nefret ederdi. Daldığı düşünceler tadını yitirdi. Geçmiş, diye düşündü, yalnız değiştirilmekle kalmadı, yok edildi. Kendi bellediğiniz dışında bir kayıt yokken, en belirgin olayları bile nasıl kanıtlayabilirsiniz? Büyük Birader adını ilk kez ne zaman duyduğunu anımsamaya çalıştı. Altmışlı yıllarda olmalıydı, ama emin olamıyordu. Elbette Parti kayıtlarında, Büyük Birader ilk günlerden bu yana, Devrimin biricik önderi ve koruyucusu olarak gösteriliyordu. Kahramanlıkları geri itile
itile, silindir şapkalı kapitalistlerin Londra caddelerinde, pırıl pırıl kocaman otomobilleriyle ya da yanları camlı atlı arabalarıyla dolaştıkları, düşsel 1940 ve 1930 yıllarına dek ulaşmıştı. Bu efsanenin ne kadarının doğru, ne kadarının uydurma olduğunu bilmek olanaksızdı. Winston, Partinin hangi tarihte ortaya çıktığını bile anımsayamıyordu. 1960 yılından önce, İngsos sözcüğünü hiç duymamıştı, ama eski dildeki biçimi İngiliz Sosyalizmi olabilirdi. Her şey, sisler arasında kayboluyordu. Kimi zaman bir yalanı yakalayabiliyordunuz. Örneğin, Partinin tarih kitaplarında, uçakların Parti tarafından icat edildiği yazıyordu. Oysa o, çocukluğundan bu yana, uçakların var olduğunu biliyordu. Ama hiçbir şeyi kanıtlayamazdınız, çünkü elde tek bir kanıt bile yoktu. Tüm yaşamı boyunca bir kez, tarihsel olayların yalanını ortaya çıkaracak, su götürmez bir kanıt geçmişti eline. O zaman da...
"Smith!" diye haykırdı, tele ekrandan kulakları yırtan o ses. "6079, Smith W. Evet, sen! Lütfen daha çok eğil! İstesen daha iyisini yapabilirsin. Çaba göstermiyorsun. Eğil daha lütfen! Şimdi oldu yoldaş. Şimdi herkes rahata geçsin, beni izleyin."
Winston'ın her yanını sıcak bir ter basmıştı. Yüzündeyse hiçbir anlam yoktu. Dehşete düştüğünü gösterme! Öfkeni belli etme! Gözlerindeki en ufak kıvılcım bile seni ele vermeye yetebilir. Hocanın, oldukça ustalıkla, kollarını başının üzerine kaldırıp sonra eğilmesini ve ayaklarına dokunmasını izledi.
"İşte, yoldaşlar. Böyle yapmanızı istiyorum. Tekrar bakın. Otuz dokuz yaşındayım ve dört çocuğum var. Bakın," yine eğildi. "Görüyorsunuz, dizlerimi bükmüyorum. Eğer isterseniz bunu hepiniz yapabilirsiniz," diye ekledi, doğrulurken. "Kırk beş yaşının altındaki herkes parmaklarının ucuna dokunabilir. Hepimiz ön saflarda çarpışma önceliğini elde edemesek bile, bedenlerimizi sağlam tutabiliriz. Malabar cephesindeki çocuklarımızı düşünün. Yüzen Kalelerdeki denizcilerimizi düşünün. Yeniden deneyin. Daha iyi, yoldaşlar, daha iyi," diye yineliyordu. Ve Winston, büyük bir çaba harcayarak yıllardır ilk kez, dizlerini bükmeden ayak uçlarına dokunma başarısını gösterdi.
4
Tele ekranın yakınlığının bile önleyemediği derin ve bilinçsiz bir iç çekişle, Winston iş gününe başladı; konuşyazı kendine doğru çekti, ağızlığındaki tozlan üfledi ve gözlüğünü taktı. Sonra masanın sağ tarafında, haber ileten basınçlı borudan gelmiş olan dört küçük kâğıt silindiri açıp birleştirdi.
Odacığının duvarında üç delik vardı. Konuşyazın sağında, yazılı haberler için küçük bir basınçlı hava borusu, solda gazeteler için daha kalını, yan duvarda ise, Winston'ın kolunun ulaşabileceği bir uzaklıkta, ağzı tel parmaklıklı bir delik. Bu sonuncusu ise, çöpe atılacak kâğıtlar içindi. Binada, buna benzer daha on binlerce delik vardı. Yalnız odalarda değil, kısa uzaklıklarda, koridorlarda bile. Nedendir bilinmez, bunlara, bellek deliği adı takılmıştı. Bir belgenin yok edilmesi gerektiğinde, yerde bulunan işe yaramaz bir kâğıt görüldüğünde, bunu kaldırıp en yakın bellek deliğine atmak, herkeste bir refleks haline gelmişti. Sıcak hava akımları bu kâğıtları alarak binanın derinliklerinde bir yerlerde bulunan kocaman fırınlara götürürdü.
Winston açtığı dört kâğıda baktı. Her biri, birkaç satırlık, Bakanlık içinde kullanılan, yenidil olmasa da, yenikonuşta pek çok sözcük içeren, kısa bildirilerdi:
Times: 17.3.1984 Win söylevi yanlış özet düzelt
Times: 19.12.1983 üç-y-p 83 yılı son çeyrek tahminleri basım
hatası yeni basımda düzelt
Times: 14.2.1984 Bolbak çikolata yanlış düzelt
Times: 3.12.1983 Win günlük emri çiftartıiyideğil kaynak
yokkişiler tekrar tümyaz kayıt öncesi yüksekdenet
Belli belirsiz bir doygunluk hissi içinde, Winston dördüncü bildiriyi bir kenara ayırdı. Bu, karışık ve sorumluluk isteyen bir görevdi, en son yapılması gerekiyordu. Öbür üç her günlük sorunlardı, ama ikincisi için, birtakım can sıkıcı listeleri araştırmak gerekecekti.
Winston tele ekranda 'geçmiş sayıları' kodladı ve Times'ın gereken sayıları birkaç dakika sonra basınçlı hava tüpünden
odacığına geldi. Aldığı bildiriler, herhangi bir nedenle değiştirilmek ya da resmi deyimiyle, düzeltilmek istenen makale ve haberlerle ilgiliydi. Örneğin, martın 17'sindeki Times'a. göre Büyük Birader, bir önceki günkü söylevinde, Güney Hindistan Cephesinin sakin durumunu koruyacağından, buna karşılık, saldırgan Avrasya kuvvetlerinin, yakın bir tarihte Kuzey Afrika'da çıkarma yapacağından söz etmişti. Oysa, Avrasya kuvvetleri, Güney Afrika'ya çıkarma yapmış, Kuzey Afrika'ya dokun-mamıştı bile. Bu nedenle, Büyük Biraderin söylevini baştan yazmak gerekiyordu. Tahminleri gerçeklere uygun olmalıydı. Öte yandan, Times, 19 Aralıkta, 1983 yılının dördüncü çeyreğinde, ki bu aynı zamanda Dokuzuncu Üç Yıllık Planın da altıncı çeyreğinde oluyordu, çeşitli tüketim maddelerine ait üretim tahminleri yayınlamıştı. Aynı gazetenin bugünkü sayısında, gerçek üretim değerleri yayınlanmıştı. Bunlardan da, tahminlerde büyük yanılgılara düşüldüğü görülüyordu. Winston'm görevi, tahmini değerleri, sonrakilere göre düzeltmekti. Üçüncü bildiriyse, çok basit bir yanlıştı, birkaç dakikada düzeltilebilecekti. Şubat ayı gibi kısa bir zaman önce, Bolluk Bakanlığı, 1984 yılı boyunca çikolata tayınında hiçbir kısıtlama yapılmayacağına-söz vermişti. Oysa Winston'm da bildiği gibi, çikolata tayını hafta sonunda 30 gramdan 20 grama düşürülecekti. Yapılması gereken eski verilen sözün yerine, nisanda bu tayının azaltılabileceği yolunda bir uyarı getirmekti. Winston, her bildirinin gereklerini yerine getirdikten sonra, konuşyazılmış düzeltmeleri Times'ın gerekli sayısına iliştirip basınçlı hava borusuna koyuyor, sonra da yerleşmiş bir alışkanlıkla, bildiriyi ve kendi tuttuğu notlan alevler tarafından yutulmak üzere, bellek deliğine atıyordu.
Bu hava borularının açıldığı dehlizde neler olup bittiğini tam olarak bilmiyordu, ama aşağı yukarı bir şeyleri kestirebili-yordu. Times'm herhangi bir sayısında, gerekli görülen tüm düzeltmeler toplanıp sıraya konulduktan sonra, o sayı yeniden basılıyor ve asıl sayı yok edilip düzeltilmiş olan baskı, arşivlere yerleştiriliyordu. Sürekli düzeltme işlemi, yalnızca gazetelere değil, kitaplara, dergilere, broşürlere, afişlere, filmlere, ses bantlarına, karikatürlere, fotoğraflara, en ufak bir ideolojik anlam taşıma olasılığı olan her türlü belge ve kitaba uygulanırdı. Her gün, her an, geçmiş sürekli yenileniyordu. Böylece, Partinin
tüm tahminlerinin doğruluğu belgelerle kanıtlanabiliyordu. O anın gereksinimleriyle çelişen herhangi bir haber ya da düşüncenin, kayıtlarda kalmasına izin verilmezdi. Bütün tarih, gerektiği zamanlarda silinip yeniden yazılabilen bir yazboz tahtasına dönmüştü. Böylece, herhangi bir yalanlamayı kanıtlamak olasılığı kalmıyordu. Arşiv Dairesinde, Winston'ın çalıştığı bölümden çok daha büyük olan bir başka bölümün görevi, işlevlerini tamamlamış, yok edilmesi gereken kitap, gazete ve başka belgeleri saptayıp toplamaktı. Siyasal yaşamda bir değişiklik ya da Büyük Biraderin yanlış tahminleri yüzünden, kimbilir kaçıncı kez kaleme alınmış Times'ın bir sayısı, ilk tarihini taşıyarak arşivlerde durmaktaydı. Aynı sayıdan bir tane daha yoktu ki onunla çelişsin! Kitaplar da toplanıp sil baştan yazılıyor ve yapılan değişiklik belirtilmeden yeniden yayımlanıyordu. Winston'm aldığı ve iş biter bitmez yok ettiği, yazılı emirlerde, hiçbir zaman, bir sahtekârlığın yapılacağına dair bir cümle bulunmazdı; istenilen, yanlışların, baskı hatalarının ya da yanlış baskıların, doğruluk adına düzeltilmesiydi.
Bolluk Bakanlığının değerlerini düzeltirken yapılanların, aslında sahtekârlık bile olmadığını düşündü. Yapılan iş bir saçmalığın bir başkasıyla yer değiştirmesiydi. Uğraştığımız işlerin çoğunun, gerçek dünyadakilerle bir ilgisi yoktu. İstatistikler ilk şekilleriyle de, uydurulmuş şekilleriyle de düş ürünüydüler, hatta çoğu zaman, sayıları sizin uydurmanız gerekiyordu. Örneğin, Bolluk Bakanlığının o çeyrek için ayakkabı üretimi tahmini 145 milyondu. Gerçekleşen üretim ise, 62 milyon olmuştu. Winston, tahminleri baştan yazarken, sayıyı 57 milyona indirdi, böylece, saptanan hedefin aşıldığı konusundaki her zamanki iddialara pay ayırıyordu. Nasıl olsa, 62 milyon, gerçekten, 57 milyon ya da 145 milyon kadar uzaktı. Hiç ayakkabı üretilmemiş olabilirdi. Kimse ne kadar üretildiğini zaten bilmiyordu, öğrenmek de istemiyordu. Oysa; her üç ayda bir kâğıt üzerinde böyle astronomik ayakkabı üretimi rakamları yayımlanırken, Okyanusya'nın yarısı yalınayak dolaşıyordu. Küçük ya da büyük, kaydedilen her gerçeğin acı sonu buydu. Her şey, bir gölgeler dünyasında solup gidiyor ve sonunda, yılın hangi gününde oldukları bile, kesinliğini yitiriyordu.
Winston salonun karşı tarafına bir göz attı. Karşıdaki oda-cıkta Tillotson adında, ufak tefek, katı görünüşlü bir adam, kucağında katlanmış bir gazete, ağzı konuşyaza yapışmış, harıl harıl çalışmaktaydı. Söylediklerinin, kendisiyle tele ekran arasında bir sır olarak kalmasını ister gibiydi. Başını kaldırdı, gözlerindeki düşmanca bakışın pırıltısı Winston'ın gözlerini yakaladı.
Winston, Tillotson'u pek tanımazdı, görevinin ne olduğunu bilmiyordu. Arşiv Dairesinde çalışanlar, yaptıkları işler hakkında konuşmazlardı. İki sıra halindeki odacıklar sürekli bir kâğıt hışırtısıyla ve konuşyazlar kullanıldığı için mırıltılarla doluydu. Penceresi bulunmayan bu salonda birkaç düzine insan vardı. Winston onları her gün koridorda aceleyle gidip gelirken ya da İki Dakikalık Nefret sırasında gördüğü halde isimlerini bilmezdi. Yanındaki hücredeki kum sarısı saçlı ufak tefek kadının, buharlaştırılan ve dolayısıyla, yaşamadıkları ileri sürülen kişilerin adlarını gazeteden arayıp sildiğini biliyordu. Bir bakıma, kendisine uygun bir görevdi bu, çünkü kocası da iki yıl önce buharlaştırılmıştı. Birkaç odacık ötede, Ampleforth adında yumuşak davranıştı, beceriksiz, sürekli uyuklayan, kulakları tüylerle kaplı bir yaratık oturuyordu, bu adamın uyak düzmek konusunda şaşılası bir yeteneği vardı. Görevi, ideolojik açıdan sakıncalı görülmeye başlanan, ama şu ya da bu nedenle antolojilerde korunan şiirleri değiştirmek, yani 'Kesin Metinleri' hazırlamaktı. Elliye yakın memurun çalıştığı bu salon, Arşiv Dairesinin, karmaşık ve büyük yapısı içinde, bir alt-bölüm, bir hücreydi yalnızca. Ötede, yukarıda, aşağıda, akıl almaz sayıda bir yığın işle uğraşan başka memur kitleleri bulunuyordu. Yazı işleri müdürleri, matbaacılar, düzmece fotoğrafların hazırlanması için zengin bir şekilde donatılmış stüdyolar ve basımevleri vardı. Mühendisleri, yapımcıları ve ses benzetmelerindeki becerileri nedeniyle, özellikle seçilmiş sanatçı kadrosuyla tele ekran programlarının hazırlandığı bölüm vardı. Görevleri, yeniden gözden geçirilmesi gereken kitap ve dergilerin listelerini çıkartmak olan bir memurlar ordusu bulunuyordu. Ayrıca, düzeltilmiş belgelerin toplandığı depolar ve asıllarının yakıldığı büyük fırınlar yer alıyordu. Ve bir yerlerde de, tüm bu çalışmaları yöneten, geçmişin şu parçasının korunması, bu parçasının düzeltilmesi ve
yok edilmesini gerekli kılan, siyasete yön veren isimsiz beyinler vardı.
Arşiv Dairesinin kendisi de, sonuçta Doğruluk Bakanlığının bir parçasından başka bir şey değildi. Bu Bakanlığın asıl görevi, geçmişi yeniden yazmak değil, Okyanusya yurttaşlarının gazetelerini, filmlerini, kitaplarını, tele ekran programlarını, tiyatro oyunlarını, heykellerden sloganlara, lirik şiirlerden bilimsel makalelere, alfabelerden, 'yenidiP sözlüklerine, her çeşit haber, bildiri ya da eğlencesini sağlamaktı. Partinin birtakım gereksinimlerini karşılamak yanında, tüm yaptıklarını ayrıca bir de proleterler için daha düşük düzeyde yinelemek zorundaydı. Upuzun bir şubeler zinciri, proleter yazını, müziği, tiyatrosu ve öteki eğlence biçimleriyle uğraşıyordu. Burada spor, cinayet haberleri ve astrolojiden başka hemen hemen hiçbir şey içermeyen paçavra gazeteler, tahrik edici ucuz romanlar, buram buram cinsellik kokan filmler, duygu sömürüsü yapan ve birtakım makineler tarafından bestelenen şarkılar üretiliyordu. Üstelik bir de, Yenikonuşta adı Pornobölüm olan ve en aşağı cinsten açık saçık yayınlar üreten bir bölüm bulunuyordu. Bunlar, hazırlayanlar dışında, hiçbir parti üyesine gösterilmeden mühürlü paketler içinde dağıtılırlardı.
Winston çalışırken, üç bildiri daha geldi basınçlı hava tüpünden; ama üçü de basit şeylerdi. İki Dakikalık Nefret çalışmasına ara vermeden önce, üçünü de çözdü. Nefret biter bitmez odacığına döndü, raftan Yenikonuş Sözlüğünü aldı, konuş-yazı bir yana itti ve sabahın en önemli işine başladı.
Winston'ın yaşamındaki en büyük zevki işiydi. Çoğu, can sıkıcı, günlük işler olmasına karşın, çok zor ve derin bir matematiksel problem gibi içinde kendinizi mükemmel yitirebilece-ğiniz sahtekârlık örnekleri dolu işler de veriliyordu kendisine. Bunları hazırlarken, İngsos hakkında kendi bilgi birikiminizden ve Partinin söylemek istediklerine dair varsayımlarınızdan başka rehberiniz yoktu. Winston bu tür işlerde başarılı idi. Yenikonuşta yazılan Times'ın başmakalelerinin düzeltilerinin kendisine verildiği olmuştu. Daha önce bir kenara ayırdığı bildiriyi açtı.
Times: 3.12 1983 bb'in günlükemri çiftartıiyideğil kaynak yokkişiler tekrar tümyaz kayıtöncesi yüksekdenet
Eski dilde biçimi şöyle olabilirdi:
Büyük Birader Times'ın 3 Aralık 1983 sayısındaki günlük emriyle ilgili haber son derece yetersiz olup var olmayan kişiler kaynak gösterilmektedir. Tümünü yeniden yazıp, dosyalamaya göndermeden önce yüksek makamlara göster.
Winston bu suçlayıcı makaleyi okudu. Büyük Biraderin o günkü emri YKSM adıyla bilinen ve Yüzen Kalelerdeki denizcilere sigara ve başka malzeme sağlayan bir örgütün başarılı çalışmasına bir övgü niteliğindeydi. Wither Yoldaş adlı, Partinin ileri gelen bir üyesi, özellikle anılmış ve Yüksek Yaraşırlık nişanının ikinci rütbesiyle ödüllendirilmişti.
Üç ay sonra, YKSM ansızın ve hiçbir neden göstermeksizin dağıtılıvermişti. Wither ve iş arkadaşlarının gözden düştükleri ortadaydı, ama bu konudan ne basında ne de tele ekranda söz edilmişti. Siyasal suçluların mahkemeye çıkarılmaları ya da halk önünde suçlanmaları olağan olmadığından, buna şaşmamak gerekti. Suçlarını itiraf edip idam edilen hainlerin ve düşünce suçlularının halk mahkemeleri önünde yargılanmaları ve binlerce insanı temizleyen büyük temizlikler, birer gösteri olup iki, üç yılda bir yer alırdı. Partinin hoşnutsuzluğunu kazanmış kişiler, çoğu zaman, ansızın ortadan yok oluverirler ve bir daha adları duyulmazdı. Bazı durumlarda, öldürülmezlerdi bile. Annesi ve babasını saymazsa, Winston'ın yakından tanıdığı otuz kişi bu şekilde çeşitli zamanlarda, ortadan kaybolmuşlardı.
Winston bir ataçla hafifçe burnunu kaşıdı. Karşı odacıkta, Yoldaş Tillotson konuşyazın üzerine eğilmiş çalışmaya devam ediyordu. Bir an için başını kaldırdı, yine gözlüklerinin düşmanca parıltısı... Winston, "Acaba Yoldaş Tillotson da mı aynı işle meşgul?" diye geçirdi içinden. Neden olmasındı? Böyle ince bir işte, tek bir kişiye güvenilmezdi. Öte yandan bu işi bir komite eline bırakmak, bir dolap çevrildiğini kabul etmek olurdu. Belki de şu anda bir düzine insan, Büyük Biraderin ağzından, birer söylev üzerinde yoğun bir çalışma içindeydi. Sonra, İç Partinin beyin takımının ileri gelenlerinden birisi, şu ya da bu söylev örneğini seçecek, gerekli düzeltmeleri yapacak, başvuru
için gerekli işlemleri yürürlüğe sokacak ve böylece seçilmiş yalan, sürekli kayıtlara geçerek, sonunda bir gerçek olacaktı.
Winston, Withers'ın neden gözden düştüğünü bilmiyordu. Belki rüşvet aldığı, belki de beceriksizliği yüzündendi. Belki de, Büyük Birader fazla sevilmeye başlayan bir astından kurtulmak istemişti. Belki Withers, ya da ona yakın birisinin, geçmişe ait eğilimleri olduğu kuşkusu uyanmıştı. Ya da -en yakın olasılık buydu- temizlikler ve buharlaştırmalar, hükümet yapısının gerekli bir parçası olduğundan bu iş yapılmıştı. Gerçek tek ipucu, 'yokkişiler' sözcüğüydü. Bu Withers'm çoktan öldüğünü göstermekteydi. Birinin tutuklanması, mutlaka öldürüldüğü anlamına gelmezdi. Kimi zaman tutuklular serbest bırakılır ve idam edilmeden önce birkaç yıl serbest dolaşmalarına izin verilirdi. Çok sık olarak, uzun zamandır öldüğüne inanılan bir kişi, bir davada ortaya çıkar, sonsuza kadar kaybolmadan önce, tanıklı-ğıyla yüzlerce insanın başını derde sokardı. Withers ise artık bir yokkişiydi. Yafamıyordu ve daha önce de yaşamamıştı. Winston, Büyük Biraderin söylevini tamamen ters çevirmenin yeterli olmadığına karar verdi. İlk konuyla hiçbir ilgisi olmayan, bütünüyle yeni bir söylev hazırlamak daha uygun olurdu.
Söylevi hainler ve düşünce suçlularının yargılandığı bir konuya çevirmek fazlasıyla açık olacaktı. Cephede yeni bir zafer ya da Dokuzuncu Üç Yıllık Planla ilgili bir başarı ise, kayıtları karıştırmak demekti. O halde, tümüyle hayâl ürünü olan bir haber gerekiyordu. Birden kafasında, sözde olmuş bir çatışmada, sözde kahramanca ölen Yoldaş Ogilvy imgesi canlandı. Bazen Büyük Birader, günlük emirlerini basit bir parti üyesinin anısına ayırır, onun yaşamım ve ölümünü herkese örnek olarak gösterirdi. O gün de, Yoldaş Ogilvy'yi örnek gösterecekti. Evet böyle biri yoktu, ama birkaç satır yazı, bir sahte fotoğraf onu var edebilirdi.
Winston biraz düşündükten sonra, konuşyazı kendine çekti ve Büyük Biraderin çok iyi bildiği konuşma biçimiyle dikte etmeye başladı; askeri ve bilgiççe olan bu biçimi, soru sorup yanıtlama özelliği yüzünden, taklit etmek hiç de zor değildi (bundan ne ders alıyorsunuz yoldaşlar? İngsos'un da başlıca ilkeleri olan şu derslerdir ki... vb).
Üç yaşındayken, Yoldaş Ogilvy, davul, maket helikopter ve makineli tabanca dışında tüm oyuncakları geri çevirirdi. Ku-
raldışı olarak bir yaş erken, Casusluk Örgütüne katılmış, dokuz yaşındayken, örgüt önderi olmuştu. On bir yaşında, kulak misafiri olduğu bir konuşmada suç unsurları olduğu kanısına varınca, amcasını Düşünce Polisine ihbar etmişti. On yedi yaşındayken, Gençlik Anti-Seks Örgütünün bölge başkanı olmuştu. On dokuz yaşındayken, Barış Bakanlığı tarafından onaylanan ve ilk denemesinde bir kerede otuz bir Avrasyalı tutsağı öldüren bir el bombası icat etmişti. Yirmi üç yaşında, eylem sırasında canını yitirmişti. Hint Okyanusu üzerinde yanında önemli bir belge bulunduğu halde uçarken, ardına düşman tepkili uçakları takılmış, o da ağırlık olsun diye boynuna bir makineli tüfek asarak, belgeyle birlikte helikopterden atlamış, kendisini suların derinliğine bırakmıştı. Gıpta edilecek bir son, diye ekliyordu Büyük Birader. Yoldaş Ogilvy'nin yaşantısının masumluğundan ve tek bir amaca bağımlılığından söz etti. Tek bir kötü alışkanlığı yoktu, sigara içmezdi, her gün beden eğitimi salonunda geçirdiği bir saat dışında hiçbir eğlencesi yoktu. Evlilik ve aile sıkıntılarının, göreve yirmi dört saat bağlılıkla uyuşmadığına inandığı için, bekâr kalmaya yemin etmişti. Konuşmalarında İngsos'un ilkeleri dışında bir konu yer almazdı. Yaşamında, Avrasyalı düşmanların yenilmesi, casuslar, sabotajcılar, düşünce suçlularının ve genelde hainlerin yakalanmasından başka bir amacı yoktu.
Winston'ın aklından, Yoldaş Ogilvy'ye Yararlılık Yüksek Nişanı vermek geçti. Ama, bunun kayıtlarda gereksiz karışıklıklar yaratabileceğini düşünerek vazgeçti.
Bir kez daha karşı odadaki rakibine göz attı. İçinden bir ses Tillotson'ın aynı işle uğraşmakta olduğunu söylüyordu. Sonunda kimin yapıtının onaylanacağını öğrenmek olanağı yoktu, ama yine de bunun kendisininki olacağına dair kuvvetli bir inanç vardı içinde. Bir saat önce yarattığı kişi Yoldaş Ogilvy işte şimdi bir gerçek olmuştu. Canlı insanların değil, ölülerin yaratılabilir olduğu düşüncesiyle sarsıldı. Hiçbir zaman varolmamış olan Yoldaş Ogilvy şimdi geçmişte yaşamıştı, bu düzmeceler unutulunca, o da Charlemagne ya da Jül Sezar gibi aynı gerçeklik ve aynı kanıtlarla desteklenerek var olacaktı.
5
Toprağın derinlerindeki, basık tavanlı kantinde, öğle yemeği kuyruğu öne doğru yavaş yavaş ilerliyordu. Oda şimdiden dolmuştu. Gürültülü kulakları sağır edecek düzeydeydi. Tezgâhtaki ızgaradan, et yemeğinin dumanlan tütüyor, bunun ekşi, metalik kokusunu Zafer Cini bile bastıramıyordu. Odanın gerilerdeki bir köşesine duvar oyularak inşa edilmiş olan bardan on sente bir kadeh dolusu cin alınabiliyordu.
"İşte aradığım adam," dedi Winston'ın arkasındaki bir ses.
Arkasına döndü. Bu, Araştırma Dairesinde çalışan arkadaşı Syme idi. Belki de arkadaş uygun bir sözcük değildi. Artık arkadaş yoktu, yoldaşlar vardı. Ama, bazı yoldaşların eşliği, öbürlerinden daha keyifliydi. Syme bir filologdu; bir Yenikonuş uzmanıydı. Yenikonuş Sözlüğünün on birinci baskısını hazırlamakla yükümlü o büyük uzmanlar topluluğunun bir üyesiydi. Winston'dan daha ufak tefekti. Koyu renk saçları, hem hüzünlü hem alaylı bakan, konuşurken karşısındakinin yüzünü araştırı-yormuş kanısı uyandıran kocaman, patlak gözleri vardı.
"Jiletinin olup olmadığını soracaktım," dedi. "Bir tane bile yok," diye yanıtladı Winston, bir çeşit suçluluk duygusuyla. "Her tarafta aradım, ama hiçbir yerde bulunmuyor artık."
Herkes birbirinden jilet isteyip duruyordu. Aslında Winston'm elinde iki tane hiç kullanılmamış jilet vardı. Aylardır bir jilet kıtlığı söz konusuydu. Parti dükkânlarının karşılayamadığı gereksinimler pek çoktu. Bazen düğme, bazen iplik, bazen ayakkabı bağı, şimdi de jilet bulunmuyordu. Ancak 'serbest' piyasadan, uzun aramalar sonunda bir iki tane bulunabiliyordu.
"Altı haftadır aynı jileti kullanıyorum," diye yalan söyledi.
Kuyruk biraz daha ilerledi. Durdukları zaman yüzünü yeniden Syme'a döndü. İkisi de tezgâhın yanındaki yağlı yığından birer tepsi aldılar.
"Tutukluların asılısını görmeye gittin mi, dün?" diye sordu Syme.
"Çalışıyorum," dedi Winston kayıtsızlıkla, "sinemada görürüm, sanıyorum."
"Aslının yerini tutmaz," dedi Syme. Alaycı gözleri, Winston'm yüzünde dolaşıyordu. 'Ben seni bilirim,' der gibiydi gözleri. 'İçini okuyorum. Neden tutukluların idamını görmeye gitmediğini çok iyi biliyorum'. Syme akılcı bir biçimde Partiye bağlıydı, ama içi kin doluydu, zehir saçıyordu. Tatsız bir doyumla, düşman köylere yapılan helikopter saldırılarından, düşünce suçlularının yargılanma ve itiraflarından, Sevgi Bakanlığının bodrumundaki idamlarından söz ederdi. Onunla konuşmak için, onu bu tür konulardan uzaklaştırarak, uzmanlık alanı Ye-nidil konusuna çekmek gerekti.
Winston o kocaman koyu gözlerin araştırıcılığından korunmak için başını çevirdi.
"İyi bir adamdı," dedi Syme, gördüklerini anımsayarak. "Bacakların birbirine bağlanması bence her şeyi bozuyor. Onların havayı tekmelediğini görmek hoşuma gidiyor. Üstelik, sonunda dilleri dışarı sarkıyor -mavi dilleri- gerçekten masmavi. Beni çeken ayrıntılar bunlar."
Beyaz önlüklü işçi, elinde keçesiyle, "Bir sonraki!" diye bağırdı.
Winston ve Syme tepsilerini ızgaranın altından ittiler. Her birinin içine her zamanki öğle yemeği kondu; pembemsi gri renkli et yemeği, bir parça ekmek, bir dilim peynir, bir fincan sütsüz 'Zafer Kahvesi' ve bir sakkarin tableti.
Syme, "Şurada bir masa var, tele ekranın altında," dedi. "Giderken cinlerimizi de alalım."
Cin, sapsız porselen fincanlarla veriliyordu. Kalabalığın içinden güçlükle yol açarak, ellerindeki metal tepsileri köşesinde kusmuğu andıran bir et suyu gölcüğü bulunan bir masaya bıraktılar. Winston, cin fincanını eline aldı, bir an durakladı. Tüm cesaretini toplayarak yağlı bir tadı olan bu sıvıyı yutuver-di. Gözlerinden gelen yaşları silerken, acıkmış olduğunu fark etti. Ete benzer birtakım süngerimsi parçacıkların içinde yüzdüğü sıvıyı kaşıklamaya başladı. Yemekleri bitene dek ikisi de konuşmadı. Winston'm solunda geride bir kişi salonun gürültüsünü bile bastıran ördek vaklamasına benzer bir sesle ara vermeksizin hızlı hızlı konuşmaktaydı. "Sözlük çalışması nasıl gidiyor?" diye sordu Winston, gürültüyü bastırmak için sesini yükselterek.
"Çok yavaş," dedi Syme. "Şu sıra sıfatlardayım, insanı büyülüyor."
Yenikonuştan söz edilmesi, keyfini yerine getirmişti. Tepsisini bir kenara itti, ince ellerinden birine ekmeği, birine peyniri alarak, bağırmak zorunda kalmamak için Winston'a doğru eğildi.
"On birinci baskı değişmez baskı olacak," dedi. "Sözlüğe en son biçimini veriyoruz; kimsenin ondan başkasını konuşmayacağı zaman alacağı biçimi. İş bittiğinde senin gibi kişiler bir dili yenibaştan öğrenmek zorunda kalacaklar. Sizler, görevimizin yeni sözcükler bulup çıkarmak olduğunu düşünüyorsunuz, ama ilgisi yok! Bizler sözcükleri parçalıyoruz, her gün yüzlerce-sini. Dili kuşa çeviriyoruz. On birinci baskı 2050 yılından önce modası geçecek bir tek sözcük içermeyecek."
İştahla ekmeğini ısırdı, birkaç lokma yuttuktan sonra, bilgiççe bir tutkuyla sürdürdü konuşmasını. İnce, esmer yüzü canlanmış, gözlerindeki alaysı anlatımın yerini, düşsellik almıştı.
"Sözcükleri yok etmek çok güzel bir olay. Elbette, asıl bozgun, yüklemeler ve sıfatlarda, ama atılması gereken yüzlerce isim de var. İş yalnız eşanlamlı sözcüklerle bitmiyor, karşıt anlamlılar da var. Bir başka sözcüğün karşıtı olan bir sözcüğün yararı ne olabilir? Her sözcük, zaten karşıtını kendi içinde taşır. Örneğin, 'iyi* gibi bir sözcük varken, 'kötü' sözcüğüne neden gereksinimimiz olsun? 'İyi değil' işimizi daha iyi görür. Çünkü bu, ilk sözcüğün tam tamına karşıtı, ötekiyse değildir. Ya da örneğin, 'iyi'den daha kuvvetli bir sözcüğü ele alalım; harika, olağanüstü ve benzerleri gibi, bir sürü saçmasapan sözcüğe ne gerek var, 'artı iyi' aynı anlamı verir ya da 'çift artı iyi', daha kuvvetli bir sözcük istiyorsak eğer. Bu sözcükleri zaten kullanıyoruz, ama Yenikonuş son biçimini aldığında, iyi ve kötü kavram-ları yalnızca altı sözcükle, gerçekte tek bir sözcükle anlatılacak. Buradaki güzelliği anlayabiliyor musun Winston? Elbetteki tüm bunlar en başından Büyük Biraderin düşüncesiydi," diye ekledi son söz olarak...
Büyük Biraderin adı söylenince, Winston'ın yüzünden düzmece bir coşku dalgası geçti, ama Syme ondaki şevk eksikliğini hemen fark etmişti.
Hüzünlü bir sesle, "Yenikonuşun değerini anlayamıyorsun Winston," dedi. "Yazarken bile, hâlâ eski dilde düşünüyorsun. Arada sırada Times'da yazdıklarını okuyorum. Oldukça iyi yazılar yazmana karşın, hepsi çeviri. Tüm belirsizliklerine ve yararsız anlam gölgelerine karşın, gönlünde eski yatıyor senin. Sözcükleri yok etmenin güzelliğini kavrayamıyorsun. Yenikonuşun dünyada her yıl sözcük hazinesi ufalan tek dil olduğunu bilmiyor muydun?"
Winston elbette ki bunu biliyordu. Konuşmaya cesaret edemeyerek, gülümsedi. Syme kara ekmekten bir parça daha ısırarak, kısa sürede çiğnedi ve yuttu; konuşmasını sürdürdü.
"Yenikonuşun tüm amacının, düşünme sınırlarını daraltmak olduğunu görmüyor musun? Sonunda düşünce suçunu ola-naksızlaştıracağız, çünkü en sonunda, onu anlatacak sözcükler kalmayacak. Gerek duyulan her kavram tüm eşdeğer sözcüklerinden sıyrılarak, anlamı kemikleştirilmiş tek bir sözcükle anlatılacak. Şimdiden on birinci baskıda bu noktaya, az çok ulaştık, ama bu işlem, sen, ben öldükten çok sonra da sürecek. Sözcük sayısı her yıl biraz daha azalacak ve bilincin alanı her yıl biraz daha daralacak. Şimdi bile, düşünce suçu işlemek için ne bir neden, ne bir özür var. Tüm iş, kendini biçimlendirmek ve gerçeği denetleyebilmek. Ama sonunda, buna da gerek kalmayacak. Dil yetkinliğe ulaştığı zaman devrim tamamlanmış olacak. Yenikonuş, İngsos'tur, İngsos da, Yenikonuş," diye ekledi, mistik bir duyumla "Winston, 2050 yılında bizim şu konuşmamızı anlayabilecek tek bir insanın kalmayacağını hiç düşündün mü?"
"Yalnız," diye kaygıyla söze başladı Winston ve sustu.
"Yalnız proleterler olacak," demek gelmişti dilinin ucuna, ama bu sözün politik bağlılığa ters düşeceğini düşündü. Syme onun ne söylemek üzere olduğunu tahmin etmişti.
Umursamaz bir tavırla, "Proleterler insan sayılmaz," dedi. "2050'de -belki de daha önce- eski dil tümüyle yitmiş, geçmişteki tüm yazın dünyası yok edilmiş olacak. Shakespeare, Chaucer, Milton, Byron yalnızca Yenikonuşta var olacaklar, değişmekle kalmayıp eski biçimlerinin tam karşıtına çevrilmiş olacaklar. Parti yazını bile değişecek. Hatta, sloganlar bile değişecek. Özgürlük kavramı ortadan kalkınca, 'özgürlük köleliktir' diye bir slogan nasıl olabilir? Düşünce ortamı, tümüyle değişe-
çek. Daha doğrusu, bugün anladığımız anlamda bir düşünce olmayacak. Partiye bağlılık, düşünmemek, düşünce gereksinimi duymamaktır. Partiye bağlılık, bilinçsizlik demektir."
Winston aniden, derin bir inançla, Syme'ın bugünlerin birinde buharlaştırılacağını düşündü. Gereğinden fazla zekiydi. Olayları açık seçik olarak görüyor ve çok açık konuşuyordu. Parti bu tür insanlardan hoşlanmazdı. Bir gün ortadan kaybolu-verecekti. Böyle olacağı yüzünde yazılıydı.
Winston ekmeğini ve peynirini bitirmişti, kahvesini içmek için sandalyesinde biraz yana döndü. Solundaki masada oturan ördek sesli adam hâlâ konuşmasını sürdürüyordu. Beraberindeki, -sekreteri olabilirdi-, sırtı Winston'a dönük oturan genç kadın, adamı dinliyor ve söylenenleri tümüyle onaylıyordu. Winston'ın kulağına, genç ve aptal bir kadın sesinin söylediği, "Ne kadar haklısınız, ben de sizinle aynı kanıdayım," gibi sözler çalınıyordu. Öteki ses ise, kız konuşurken bile susmuyordu. Winston adamı uzaktan tanıyordu, ama Roman Dairesinde önemli bir görevde çalışmakta olduğu dışında fazla bir şey bilmiyordu. Otuz yaşlarında, (ensesi kalın) ve kocaman (hiç durmadan konuşan) bir ağzı olan biriydi.
Başını biraz geriye atmıştı, oturduğu açı yüzünden, gözlükleri ışığı yansıtıyor ve gözlerinin yerinde Winston, iki boş yuvarlak görüyordu. İşin ürkünç yanı, adamın ağzından çıkan söz selinden, tek bir sözcüğün bile seçilememesiydi. Yalnız bir kez, Winston, "Goldsteincılığın kesin ve tümden yok edilmesi" sözünü duyabildi; madenden dökülmüş bir kalıp gibi ağızdan fırlayan sözler. Geri kalan kısmı, yalnızca bir gürültüydü, vak, vak, vak gibi. Yine de, adamın söylediklerini duymadığınız halde, ne tür bir konuşma olduğunu kolayca kestirebilirdiniz. Goldstein, suçluyor, düşünce suçluları ve sabotajcılara karşı daha etkin önlemler alınmasını istiyor olabilirdi, Avrasya ordusunun vahşetine karşı atıp tutuyor olabilirdi, söyledikleri, Büyük Birader ya da Malabar cephesi kahramanlarını övüyor olabilirdi. Söyledikleri ne olursa olsun, fark etmezdi. Her sözcüğünün, Parti doktrini ve İngsos doğrultusunda olduğundan emin olabilirdiniz. Çenesini açıp kapayan bu gözsüz yüzü izlerken, Winston, bir insanı değil de kuklayı seyrediyormuş gibi garip bir duyguya kapıldı. Konuşan, adamın beyni değil, gırtlağı idi. Ağ-
zından dökülenler sözcüklerdi, ama bu gerçek anlamda bir konuşma değildi; bir ördeğin vaklaması gibi bilinçsiz olarak çıkarılan sesler yığınıydı.
Syme bir süre konuşmadı, elindeki kaşığın sapıyla et suyu birikintisine şekiller çiziyordu. Öteki masadan gelen vaklama sesi, çevredeki uğultuya karşın, kolayca duyulabilecek şiddette sürüyordu.
"Yenikonuşta bir sözcük var," dedi Syme. "Bilmem duydun mu; ördekdil, yani ördek gibi vaklamak. İki karşıt anlamı içinde taşıyan ilginç sözcüklerden biri. Bir rakip için kullandığında bir aşağılama, aynı düşüncede olduğun biri için kullandığında bir övgü oluyor."
Syme'ın buharlaştırılacağı kesin, diye düşündü yeniden, Winston. Syme'ın onu küçümsediğini, beğenmediğini ve hatta bir neden bulduğu an kendini düşünce suçlusu olarak ihbar edebileceğini bildiği halde, bu düşünce onu hüzünlendirdi. Sy-me'da eksik olan birtakım şeyler vardı, sağgörü, kendisini tartışmalardan uzak tutmak, can kurtarıcı bir aptallık. Kurallara bağlı olmadığı söylenemezdi. Yalnızca içtenlikle değil, basit bir Parti üyesinde bile bulunmayan sonsuz bir istek ve geniş bir bilgi hazinesiyle, İngsos'un ilkelerine bağlıydı. Büyük Biraderi taparcasına sever, zaferlerle neşelenir, yanlış yola sapanlardan nefret ederdi. Yine de bir yanlışlık vardı tavrında. Söylenmesi gereksiz şeyler söylerdi. Çok kitap okurdu, sık sık ressam ve müzisyenlerin uğrak yeri olan Kestane Ağacı Kahvesine giderdi. Kestane Ağacı Kahvesine gidilmemesi konusunda yazılı bir kural yoktu, sözlü bir kural bile yoktu, ama orası uğursuz bir yerdi. Partinin gözden düşmüş eski önderleri, temizlenmeden önce burada toplanırlardı. Goldstein'ın bile, yıllar önce burada görüldüğü söylenirdi. Syme'ın geleceğini tahmin etmek kolaydı. Gelgelelim, bütün bunlara karşın, Syme, Winston'ın aklından geçenleri okuyabilse, bir dakika geçirmez, onu Düşünce Polisine ihbar ederdi. Aslında herkesin yapacağı buydu, ama Syme herkesten daha yatkındı buna. Coşku yeterli değildi, kurallara bağlılık bilinçsizlik demekti.
Syme başını kaldırdı, "Bak Parsons geliyor," dedi.
Sesindeki bir şeyler 'şu budala', diye ekler gibiydi. Winston'ın Zafer Konağındaki komşusu Parsons, kalabalıkta kendi-
ne yer açarak, onlara doğru ilerliyordu. Orta boylu, tıknaz, san saçlı, kurbağaya benzer yüzü olan bir adamdı. Henüz otuz beş yaşındaydı, ama karnında ve boynunda kat kat yağ tabakaları belirmeye başlamıştı. Yine de, yürüyüşü çevik ve çocukçaydı. Bütün görüntüsüyle, zamanından önce büyümüş bir çocuğu anımsatıyordu. Sırtındaki resmi tutuma karşın, kendisini Casuslarının kısa mavi pantolonu, gri gömleği ve kırmızı boyunbağı içinde düşlememek olanaksızdı. İnsan Parsons'ı düşününce, aklına yumuk dizler, tombul kollar gelirdi. Parsons fırsat buldukça, açık havada bir yürüyüş ya da başka bir etkinliğe katıldığında kısa pantolon giyerdi gerçekten de. İkisine de şen bir 'merhaba' deyip dayanılmaz bir ter kokusu saçarak, masalarına çöktü. Pembe yüzünü boncuk boncuk ter damlaları sarmıştı. Ondaki bu terleme gücü olağanüstüydü. Dernek merkezinde, onun masa tenisi oynamış olduğunu, raket sapının neminden anlayabilirdiniz. Syme cebinden, üzerine bir dizi sözcük yazılı bir kâğıt parçası çıkarmış, elinde bir mürekkepli kalem çalışıyordu.
"Şuna bak, öğle arasında bile çalışıyor," dedi Parsons, Winston'ı dürterek, "Çalışma şevki diye buna denir. Nedir o yaptığın, ahbap? Bana göre fazlaca beyin işi sanırım. Smith, ahbap, senin neden ardına düştüğümü söyleyeyim. Şu bana vermeyi unuttuğun para için."
"Ne parası?" diye sordu Winston, farkında olmadan cebindeki parayı yoklayarak. Herkesin, maaşının dörtte birini gönüllü işlere ayırması gerekmekteydi, ama bunlar öylesine boldu ki, sayılarını ve ne için verildiklerini akılda tutmak zordu.
"Nefret Haftası için. Biliyorsun bizim evin veznedarı benim. Çok büyük bir çaba gösteriyoruz, olağanüstü bir gösteri düzenleyeceğiz. Zafer Konağı, caddede en fazla bayrak asılı yapı olmazsa, suç bende değil, bilesin! Bana iki dolar vaat etmiştin."
Winston'ın uzattığı buruşuk, kirli iki banknotu Parsons cahillere özgü bir el yazısıyla küçük bir deftere işledi.
"Aklıma gelmişken ahbap," dedi, "benim küçük yaramaz dün sana sapanla taş atmış galiba. İyice bir haşladım, bir daha aynı şeyi yinelerse sapanı elinden alacağımı bile söyledim."
"İdamı görmeye gidemediği için biraz canı sıkkındı galiba."
"Ya! Doğrusu, böyle olmak gerek, değil mi? Afacanlar yaramazlar, ama şevk ve istek dendi mi üstlerine yoktur. Tüm dü-
şündükleri Casusluk ve Savaş, elbette. Benim küçük kız, geçen cumartesi, birliğiyle Berkharmsted tarafında yürüyüşe çıktığında, ne yapmış biliyor musunuz? Birliğinden iki kız daha alarak ayrılmış ve tüm öğleden sonra garip görünüşlü iki adamı izlemişler. Ormanda iki saat kadar peşlerinden gittikten sonra, Amersham'a vardıklarında onları devriyelere teslim etmişler."
"Ama neden?" diye sordu Winston. Parsons gururla sürdürdü konuşmasını: "Benim ufaklık, adamın paraşütle indirilmiş bir casus olduğu kanısına varmış. İşin ilginç tarafı şu, ahbap: Onu kuşkulandıran ne olmuş dersin? Adamın ayağında hiç kimsede görmediği türden ayakkabılar varmış. Bu onun yabancı olduğu olasılığını yükseltiyor. Yedi yaşında bir çocuk için fena sayılmaz değil mi?"
"Peki adama ne olmuş?" diye sordu, Winston.
"Orasını bilemem elbette, ama herhalde-," nişan alır gibi yaptı, patlama yerine de dilini şaklattı.
Syme başını kâğıttan kaldırmaksızın ilgisizce, "İyi," dedi.
"Elbette ki işimizi şansa bırakamayız," diye destekledi, Winston.
"Savaş içinde olduğumuzu unutmamalıyız," dedi Parsons.
Sanki bu sesi desteklermiş gibi, başlarının üstündeki tele ekrandan bir borazan sesi yükseldi. Ama bu kez, yeni bir askeri zafer değildi açıklanan, Bolluk Bakanlığının bir bildirişiydi:
"Yoldaşlar!" diye başladı genç, şevk dolu bir ses, "Dikkat, yoldaşlar! Size verilecek parlak haberlerimiz var. Üretim savaşını kazanmış bulunuyoruz! Tüm tüketim maddeleri konusunda tamamlanmış olan hesaplar şunu gösterdik: yaşam düzeyi geçtiğimiz yıl içinde, yüzde yirmi yükselmiş durumda. Tüm Okyanusya'da bugün içten gelen gösteriler, düzenlenmiş, fabrika ve bürolarından çıkan işçiler, Büyük Biraderin bilinçli önderliğinin bize sunduğu yeni ve mutlu yaşam biçiminden dolayı, kendisine olan gönül borçlarını belirten pankartlarla caddelerde geçit töreni yapmışlardır. Şimdi size bazı değerleri okuyoruz. Besin maddeleri..."
Son zamanlarda Bolluk Bakanlığının pek tuttuğu 'yeni ve mutlu yaşam biçimi' tümcesi birkaç kez yinelendi. Borazan sesiyle dikkati tele ekrana çevrilen Parsons, ağzı açık, ciddiyetle söylenenleri dinliyordu. Okunan değerleri izleyemiyordu, ama
bunların hoşnut edici olduğunun farkındaydı. İçi yanmış tütünle yarısına dek dolu kocaman, pis bir pipo çıkartmıştı. Haftada verilen yüz gram tütünle pipoları ağzına dek doldurmak olanaksızdı. Winston ise, özenle, yatay tuttuğu bir Zafer sigarası içiyordu. Yalnızca dört sigarası kalmıştı. Yeni sigara tayınıysa, ancak ertesi gün verilecekti. Bir an için kulaklarını çevredeki gürültülere tıkayıp, tele ekrandan gelen sesi dinlemeye başladı. Söylendiğine göre, çikolata tayınını haftada yirmi grama çıkardığı için, Büyük Biradere teşekkür gösterileri yapılmıştı. Oysa daha dün, tayını yirmi grama indirmişlerdi, diye geçirdi içinden. Daha üzerinden yirmi dört saat geçmeden, bunu nasıl yutarlar? Evet, yutuyorlardı. Parsons, bir hayvanın aptallığıyla yutuyordu bunu. Yan masadaki gözsüz yaratık, geçen haftaki tayının otuz gram olduğunu ileri sürecek kişileri bulmak, bildirmek ve yok ettirmek için tutkulu, bağnazca, bir coşkuyla yutuyordu. Syme ise çiftdüşünceyi içeren daha karışık bir düzeyde yutuyordu. Öyleyse belleği sağlam tek kişi kendisi miydi?
Uydurma istatistikler tele ekrandan sel gibi akıyordu. Geçen yıla oranla, şimdi daha çok besin maddesi, daha çok giyecek, daha çok ev, mobilya, tencere, daha çok yakıt, daha çok gemi, helikopter, kitap, daha çok bebek vardı. Hastalık, suç ve delilik dışında her şey artmıştı. Yıllar, dakikalar içinde her şey ve herkes büyük bir hızla artmaktaydı. Az önce Syme'ın yaptığı gibi, Winston da kaşığıyla masanın üzerinde yayılan soluk renkli et suyunda şekiller çiziyordu. Yaşamın görünen yanları üzerinde düşündü, kin duyarak. Hep böyle mi olmuştu her şey? Yemeğin tadı hep böyle miydi? Kantine bir göz attı. Duvarları sayısız bedenin sürtünmesiyle kayganlaşmış, alçak tavanlı, hınca hınç insan dolu olan bir salon, dirseklerin birbirine değebile-ceği kadar sık yerleştirilmiş çürük çarık masalar, sandalyeler, yamuk kaşıklar, ezik tepsiler, kaba beyaz fincanlar; tüm yüzeyler yağlı, her çatlak kirli, içerisi cin, kötü kahve, madeni et yemeği ve pis giysilerden çıkan ekşi kokuyla dolu. Midenizde ve cildinizde hep bir tür yakınma vardı, hakkınız olan bir şey elinizden alınmış gibiydi. Şimdikinden çok farklı günler anımsamıyordu. Net olarak anımsayabildiği zamanlarda, besin maddeleri hiçbir zaman yeterli değildi, kimsenin deliksiz bir çorabı ya da iç çamaşırları yoktu, mobilyalar hep kırık dökük, odalar ısı-
tılmamış, metrolar, evler yıkılacak gibiydi, ekmekler kapkaraydı, çay bulunmaz, sigara yetmezdi, kahvenin tadı rezildi. Sentetik cinden başka bol ve ucuz şey yoktu. Ama insanın yüreği huzursuzluk, pislik ve sonu gelmeyen kışlardan, yapış yapış çoraplardan, çalışmayan asansörlerden, soğuk su ve pütürlü sabunlardan, dağılıveren sigaralardan, iğrenç tadı olan yemeklerden dolayı sıkışıyorsa, tüm bunlar insan yaşlandıkça daha da rahatsızlık verici olmakla birlikte, dünyadaki gerçek düzenin bu olmadığını göstermiyor muydu? Bir zamanlar her şeyin farklı olduğu konusunda içinde atalarından kalma bir anı olmasa, şu anda hayatın katlanılmaz olduğunu düşünebilir miydi, acaba?
Yeniden kantine göz attı. Herkes çirkindi, hepsi, üstlerindeki mavi tulumların yerine başka şeyler giyseler bile çirkinliklerinden kurtulamayacaklardı. Salonun öbür ucunda, ufak, bö-ceksi yüzlü bir adam oturmuş, kahve içerken çevresine kuşkulu bakışlar fırlatıyordu. Çevresine bakmasa, Partinin çizdiği ülküsel tiplerin; sarışın, güneşten yanmış, uzun boylu, kaslı delikanlıların, dik göğüslü genç kızların, hayat dolu, sıkıntısız gençlerin gerçekten var olduğunu sanabilir diye geçirdi içinden Winston. Gerçekte, gördüğü kadarıyla, bir no.lu Havaüssünde yaşayan insanların çoğunluğu ufak tefek, esmer, hasta görünüşlü kişilerdi. Bakanlıklar, böceksi adamlarla doluydu. Genç yaşta şişmanlayan, kısa bacaklı, hızlı hızlı, kesik kesik hareket eden çi-pil gözlü, anlamsız yuvarlak yüzlü, tıknaz, bodur adamlar. Partinin yönetimi altında yetişen insan tipi buydu, görünüşe göre.
Bolluk Bakanlığının bildirisi ikinci bir borazan sesiyle son bularak, yerini teneke sesine benzer bir ezgiye bıraktı. Okunan değerlerin bombardımanıyla, belli belirsiz bir coşkuya kapılan Parsons piposunu ağzından çıkardı.
"Bolluk Bakanlığı belli ki bu yıl çok başarılı," dedi. "Bu arada unutmadan sorayım; Smith, bana verebileceğin jiletin yoktur, herhalde?"
"Bir tane bile yok," dedi Winston. "Altı haftadır aynı jileti kullanıyorum."
"Önemi yok. Bir sorayım demiştim, ahbap." "Kusura bakma," dedi Winston.
Bakanlığın bildirisi okunurken susmuş olan arkadaki ses, her zamanki titizliğiyle yeniden başladı. Bilinmeyen bir neden-
le, Winston ansızın Bayan Parsons'ın süpürge gibi saçlarını, kırışıklıklarının arası tozla dolmuş yüzünü anımsadı. Bir yıl sonra çocukları onu ele verecekti. Bayan Parsons buharlaşacaktı. Sy-me buharlaşacaktı. Winston buharlaşacaktı. O'Brien buharlaşa-caktı. Oysa Parsons, hiçbir zaman buharlaşmayacaktı. Ördek gibi vaklayan, gözsüz yaratık hiçbir zaman buharlaşmayacaktı. Bakanlığın labirentimsi koridorlarında koşuşturanlar da buharlaşmayacaktı. Roman Dairesindeki siyah saçlı kız da buharlaş-mayacaktı. İçgüdüsel olarak kimin yaşayacağı, kimin yok edileceğini biliyormuş gibi geldi Winston'a, ama yaşamayı sağlayan olayın ne olduğunu söylemek zordu.
Bir anda daldığı düşten silkinerek uyandı. Yandaki masadaki kız dönmüş ona bakıyordu. Bu, siyah saçlı kızdı. Gözucuyla ona bakıyordu, ama çok dikkatliydi. Gözleri karşılaşır karşılaşmaz, kız başını çevirdi.
Winston'ın sırtından aşağı bir ter boşandı. Bir dehşet dalgası tüm bedeninde dolaştı. Bu biraz sonra kayboldu, ama geride bir huzursuzluk bırakmıştı. Neden ona bakıyordu? Neden onun peşini bırakmıyordu? Ne yazık ki kızın o gelmeden önce de mi o masada oturduğunu, yoksa sonradan mı geldiğini fark etmemişti. Ama yine de, dün İki Dakikalık Nefret sırasında özellikle arkasında oturduğunu biliyordu. Herhalde tüm amacı, Winston'i dinleyip yeterince yüksek sesle bağırıp bağırmadığını denetlemekti.
İlk düşüncesi geri geldi, herhalde bir Düşünce Polisi değildi, ama amatör bir casus olabilirdi. Ve en büyük tehlike de onlardan gelirdi. Onun kendisine ne kadar zamandır baktığını bilmiyordu, beş dakikadır izliyor olabilirdi ve bu zaman içerisinde kendi yüzündeki anlatımı denetleyip denetlemediğinin pek farkında değildi. Bir tele ekran görüş alanı içinde ya da genel bir yerde, düşüncelerini serbest akışına bırakmak hiç doğru değildi. En ufak bir şey; sinirsel bir tik, kederli bir görünüş, kendi kendine bir şeyler mırıldanma huyu, olağandışılık ya da bazı şeylerin gizlendiği kanısını uyandırabilecek her şey sizi ele vermeye yetebilirdi. Yüzünüze uygunsuz bir anlatım vermek, (örneğin bir zafer açıklanırken, şaşkın bir tavır takınmak) ceza gerektirecek bir suç sayılırdı. Yenikonuşta bunun da karşılığı olan bir sözcük vardı; yüzsuçu deniliyordu buna.
Kız yeniden arkasını ona dönmüştü. Belki de kendisini izlemiyordu. İki gündür ona bu kadar yakın oturması bir rastlantı da olabilirdi. Sigarası sönmüştü. Onu büyük bir özenle masasının kenarına yerleştirdi. Eğer içindeki tütünü koruyabilirse, çalışması bittikten sonra kalanı içmeye karar verdi. Yandaki masadaki kişi Düşünce Polisinin adamı olabilirdi. Üç gün sonra Sevgi Bakanlığının derin mahzenlerinden birinde, bulabilirdi kendisini. Ama ne olursa olsun, sigara izmaritleri gereksiz yere savrulmamalıydı. Syme elindeki kâğıdı katlayıp cebine yerleştirdi. Parsons yeniden konuşmaya başlamıştı.
"Sana hiç söz etmiş miydim, ahbap?" dedi, piposunun sapıyla oynayarak. "Benim iki afacan Büyük Biraderin resmine sosis sardığını gördükleri yaşlı bir satıcı kadının eteğini tutuşturmuşlardı. Arkasından gizlice sokulup, kibritle ateşe vermişler. Kadını fena halde yaktıklarına, kuşkum yok. Ne afacanlar değil mi? Ama şevkleri ortada! Casuslar artık benim zamanımdan daha iyi yetiştiriliyorlar. Çocuklara en son ne dağıtmışlar biliyor musunuz? Anahtar deliklerinden dinlemek için kulaklıklar. Benim küçük kız, geçen gece eve bir kulaklık getirdi, oturma odasının kapısında denedik, kulakla duyulanın iki katı şiddetlisini duyabiliyor insan. Elbette bunlar ufak oyuncaklar, ama onları iyi yola yöneltiyor, değil mi?"
O sırada tele ekrandan tiz bir düdük sesi geldi: Görev başı işareti. Üç adam da asansörler başında başlayan itiş kakışa katılmak üzere ayağa fırladı. Winston'm sigarasında kalan tütün yere döküldü.
6
Winston günlüğüne şöyle yazıyordu:
Üç yıl önceydi. Büyük demiryolu istasyonunun yanındaki dar bir yan sokakta, karanlık bir geceydi. Kadın, zayıf bir ışık saçan lâmbanın altında, bir kapı girintisinde duruyordu. Genç yüzü boya içindeydi. Asıl beni çeken de boyaydı, maskeye benzer beyazlığı,
dudakların kırmızılığı. Parti kadınları asla yüzlerini koyamazlar. Caddede kimse yoktu, tele ekran yoktu, iki dolar dedi. Ben...
Bir an için, yazmayı sürdürmek zor geldi. Gözlerini kapattı ve gözlerinin önünden gitmeyen görüntüyü silmek için parmaklarıyla gözkapaklarına bastırdı. Avazı çıktığı kadar bağırarak bir dizi küfür savurmak geliyordu içinden. Ya da kafasını duvara çarpmak, masayı devirmek, mürekkep hokkasını pencereden fırlatmak. Kendisine işkence eden bu anıyı aklından silip atmak için, saldırgan, gürültülü ya da acı verici herhangi bir eylemde bulunmak istiyordu.
En kötü düşmanımız sinir sistemimizdir, diye düşündü. İçinizdeki gerginlik, her an fiziksel bir eylem olarak dışarı vurabilirdi. Birkaç hafta önce sokakta yanından geçtiği adamı düşündü. Özelliği olmayan, Parti üyesi, 35-40 yaşlarında, ince uzun biriydi, elinde bir çanta taşıyordu. Aralarında birkaç metre kalmıştı ki, adamın yüzünün sol yanı bir spazmla kasıldı. Aynı şey birbirlerini geçerken yinelendi. Bir fotoğraf makinesi objektifinin kapanması kadar hızlı bir kasılma, titremeydi, tik olduğu belliydi. O zaman, adamın işi bitik, diye düşünmüştü. En ürkünç şey, bunun, adamcağızın istemi dışında olmasıydı. Tehlikenin bir büyüğü de uykuda konuşmaktı. Bundan korunmak için bir çıkar yol yoktu görüldüğü kadarıyla.
Derin bir nefes alarak yazmayı sürdürdü:
Kadınla kapıdan ve evin avlusundan geçip bodrumda bir mutfağa girdim. Duvara bitişik bir yatak, masanın üzerinde iyice kısılmış bir lâmba vardı. Kadın...
Dişleri kamaşmıştı. Tükürmek istiyordu. Mutfaktaki kadın, ona karısı Katharine'i anımsattı. Winston bir kez evlenmişti. Evliliği sürüyor olabilirdi, bildiği kadarıyla, karısı ölmemişti, yaşıyordu. Bodrum katındaki mutfağın, ağır kokuşmuş havası burnuna gelir gibi oldu; bu, tahtakurusu, pis giysiler ve ucuz parfüm kokusunun birleşimi olan bir kokuydu. Parfüm, adi olmasına karşın yine de kışkırtıcıydı, çünkü Parti üyesi olan hiçbir kadın koku kullanmazdı. Böyle bir şeyi düşünemezdi bile. Yalnızca proleter kadınlar parfüm kullanırdı. Winston'ın kafa-
sında parfümün kokusu, her zaman fuhuş olayıyla birlikte yer alırdı.
O kadınla gidişi, iki yıldan beri uğradığı ilk yanılgısıydı. Fahişelerle ilişki yasaktı. Ama, arasıra kendinize güveninizi toplayıp çiğneyebileceğiniz bir yasaktı bu. Bu işin tehlikeleri vardı, ama bir ölüm kalım sorunu değildi.
Bir fahişeyle yakalanmak, beş yıl zorunlu çalışma kampına gönderilmek demekti. Önceden başka bir suç işlememişseniz, bütün ceza bu kadardı. Suç ânında yakalanmanın önüne geçebildiğiniz sürece oldukça kolay işlenebilir bir suçtu. Kentin yoksul kesimleri, kendilerini satmaya hazır kadınlarla kaynıyordu. Bazılarını, proleterlerin içmesi yasak olan bir şişe cine bile satın alabilirdiniz. Bütünüyle bastırılamayan bazı dürtülere bir tür kapak işlevi gördüğünden, fahişelik üstü kapalı özendiriliyordu. Gizli ve zevksiz olduğu ve küçümsenen bir sınıfın üyesi kadınlar tarafından yüklenildiği sürece, buna pek aldırış eden yoktu. Bağışlanamayan suç, Parti üyeleri arasındaki yakınlaşmalardı. Büyük temizliklerde bu, sürekli açığa vurulan suçlardan biri olmakla birlikte, böyle bir şeyin olabileceğini düşünmek bile güçtü.
Partinin amacı yalnızca, kadınlarla erkeklerin arasında, sonradan denetleyemeyeceği bağların oluşmasının önüne geçmek değildi. Asıl amacı, cinsel ilişkiden zevki kaldırmaktı. Sevgi değil de, ister evlilikte olsun, ister evlilik dışı olsun, cinsellikti tehlikeli kabul edilen. Parti üyeleri arasındaki tüm evliliklerin, bir komite tarafından onaylanması gerekiyordu. Bu komite, ilkelerini açıklamamakla birlikte, eğer çiftlerin birbirlerine fiziksel olarak bağlandıklarını fark ederse bu evliliği onaylamazdı. Evliliğin tek amacı, Partinin hizmetine verilecek çocuklar üretmekti. Cinsel birleşme lavman yapmak gibi iç bulandıran bir işlem olarak düşünülmeliydi. Bu açıkça belirtilmez, ama çocukluğundan başlayarak, her Parti üyesinin içine işlenirdi. Hatta, her iki cins için bekâreti özendiren, Gençlik Anti-Seks Örgütü gibi kuruluşlar vardı. İleride tüm çocuklar yapay döllenmeyle dünyaya getirilecek, özel kuruluşlarda yetiştirilecekti, (Buna Yeni-konuşta yapdöl deniyordu.) Şimdilik, pek ciddiye alınmasa bile, Winston bunun Parti ideolojisine uygun olduğunun farkındaydı. Parti, cinsel içgüdüyü öldürmeye, öldüremediği durumlarda
da bozmaya ya da kirletmeye çalışıyordu. Bunu neden yaptıklarını bilmiyordu, ama böyle olması doğal geliyordu ona. Partinin çabaları, kadınlar arasında oldukça başarılı olmuştu.
Yeniden Katharine'i anımsadı. Ayrı yaşamaya başlayalı 9-10, hemen hemen 11 yıl olmuştu. Garipti, ama onu çok seyrek düşünüyordu. Bazen, evlenmiş olduğunu günlerce unuturdu. Yalnızca 15 ay kadar bir süre birlikte olmuşlardı. Parti boşanmaya izin vermese de, çocuk olmayınca ayrı yaşamaya izin veriyordu. Katharine uzun boylu, sarışın, dimdik, hareketleri insanı büyüleyen bir kızdı. Tanıyıp arkasında hiçbir şey olmadığını anlayıncaya kadar, insanın soylu diyebileceği ince, zarif bir yüzü vardı. Evlenmelerinden kısa bir süre geçtikten sonra belki de onu pek çok insandan daha yakından tanıma olanağını elde ettiği için, onun, hayatında rastladığı en boş, en aptal ve kafasız kişi olduğuna karar vermişti. Kafasında slogan olmayan tek bir düşünce, Parti tarafından verildiği sürece, yutmayacağı tek bir saçmalık yoktu. Yine de, cinsellik denilen şey olmasaydı, onunla yaşamaya katlanabilirdi.
Ona dokunduğu anda ürperiyor, bedeni taş kesiliyordu. Onu kollarının arasına almak, eklemli bir tahta kuklayı kollarının arasına almaktan farksızdı. En garibi, Katharine kendisine sarıldığında, aynı zamanda onu tüm gücüyle geriye ittiği duygusuna kapılmasıydı. Kaslarının sertliği, bu izlenimi uyandırmaya yetiyordu. Orada öylece gözleri kapalı yatar, ne karşı koyar ne de birlikte olurdu, yalnızca boyun eğerdi. Utanç verici bu durum bir süre sonra dayanılmaz oldu, iğrençleşti. Eğer cinsel ilişkide bulunmamayı kararlaştırmış olsalardı, onunla birlikte yaşamaya yine de katlanabilirdi. Ama ne garip ki bunu Katharine kabul etmemiş, eğer ellerinden gelirse bir çocuk üretmeleri gerektiğini söylemişti. Olanaksız olmadığı zamanlar, bu eylem, haftada bir kez düzenli yerine getirilirdi. Hatta Katharine, unutulmaması gereken bir görev olarak o akşam yapacaklarını sabahtan hatırlatırdı. Bu işe iki ad takmıştı: Birincisi, 'bebek yapmak," ikincisi, 'Partiye karşı görevimiz' (Evet gerçekten bu sözü kullanırdı). Çok geçmeden, bu belirli günler geldiğinde Winston'ın içini korku bürümeye başladı. Neyse ki şans eseri bir çocukları olmadı. Sonunda Katharine de denemekten vazgeçti ve kısa bir süre sonra, ayrı yaşamaya başladılar.
Winston hafifçe iç geçirdi ve kalemini alarak yazmaya baş-
ladı:
Kadın kendisini yatağa attı ve hemen hiçbir hazırlık olmadan düşleyebileceğiniz en bayağı ve iğrenç biçimde eteklerini kaldırdı. Ben...
Tahtakurusu ve ucuz parfüm kokusu burun deliklerinde, lâmbanın soluk ışığında odada duruşu gözünün önüne geldi. Gönlünün yenilgisi ve kini, Katharine'in Partinin dondurucu etkisiyle sonsuza dek katılaşmış beyaz bedeninin düşüncesiyle karıştı. Neden böyle oluyordu? Birkaç yılda bir bulduğu o kirli sürtükler yerine neden kendine ait bir kadını olamıyordu? Ama gerçek bir aşk ilişkisini düşlemek bile olanaksızdı. Partideki kadınların tümü birbirinin aynı idi. Dokunulmazlık da, en az Partiye bağlılık kadar, içlerine işlemişti. Erkenden başlayan özenli bir hazırlık dönemiyle, oyunlarla, soğuk su duşlarıyla, okulda, Casusluk Örgütünde, Gençlik Örgütünde kafalarına işlenen saçmalarla, konferanslarla, geçit törenleriyle, sloganlarla, askeri müzikle, tüm doğal duygular içlerinden sökülüp atılıyordu. Aklı ona birtakım kuraldışı durumların olması gerektiğini söylüyordu, ama gönlü buna inanmıyordu. Tüm kadınlar, partinin amaçladığı gibi, ulaşılmazdı. İstediği, sevilmekten çok, ömründe bir kez de olsa bu erdem duvarını yıkmaktı. Cinsel eylem, eğer başarıyla yerine getirilirse, başkaldırmak demekti. Birisini istemek, bir düşünce suçuydu. Karısı olmasına karşın, Katharine'in içinde bir istek uyandırmak bile, onu baştan çıkartmak olurdu.
Öykünün sonunu getirmeliydi. Yazmayı sürdürdü:
Lâmbayı açtım. İlk kez ışık altında gördüm kadını...
Karanlıktan sonra, parafin lâmbanın solgun ışığı parlak görünmüştü gözüne. Kadını ilk kez doğru dürüst görüyordu. Ona doğru bir adım atmış, sonra içi cinsel istekle dolu, dehşet içinde duraklamıştı. Oraya gitmekle göze aldığı tehlikenin bilincindeydi. Dışarı çıkarken nöbetçilerin kendisini yakalamaları büyük olasılıktı, hatta şu anda kendisini dışarıda bekliyor da olabi-
lirlerdi. Eğer bir şey yapmadan dışarı çıkarsa, tehlikeyi göze almanın ne yararı olacaktı...
Yazması gerekti, gizini dökmeliydi. Işık altında ansızın kadının yaşlı olduğunu görmüştü. Yüzü sanki mukavva bir maske gibi yırtılıverecekmiş izlenimi uyandıracak kalınlıkta bir boya tabakasıyla kaplanmıştı. Saçında beyaz teller vardı, ama en berbat yanı, aralık dudaklarının gerisinde kapkaranlık duran ağzıydı. Tek bir dişi bile kalmamıştı.
Karmakarışık bir yazıyla, çabucak yazdı:
Lâmbayı açtım, onu ilk kez ışık altında gördüm, yaşlı bir kadındı. En azından ellisinde vardı. Ama umursamadım ve yapılacak işi yaptım.
Parmaklarını yeniden gözlerinin üstüne bastırdı. En sonunda yazmıştı, işte! Ama fark etmedi. Tedavi işe yaramamıştı. Yüksek sesle küfretme isteği, eskisinden daha da baskındı.;
7
Eğer bir umut varsa, diye yazdı Winston, proleterlerdedir.
Eğer bir umut varsa, proleterlerde olması gerekiyordu, çünkü Partiyi yıkacak güç, ancak Okyanusya nüfusunun yüzde seksen beşini oluşturan, hoşlanmış bu kaynaşan kitlede yaratılabilirdi. Parti içten yıkılamazdı. Düşmanlarının -varsa eğer- bir araya gelmeleri, hatta birbirlerini tanımaları bile olanaksızdı. Eğer efsanevî Kardeşlik varsa -var olabilirdi de- üyelerinin, iki üç kişilikten büyük kümeler halinde toplanmaları düşünülemezdi. Devrim, gözlerde bir bakış, ses vurgusunda bir değişiklik, olsa olsa, fısıldanan bir sözcük demekti. Ama proleterler kendi güçlerinin bilincine varabilirlerse, o zaman gizli bir örgüte bile gerek kalmayacaktı. Yalnızca ayaklanıp sineklerini kovan bir at gibi silkinmeleri yetecekti. Şu an, isteseler Partiyi dar-
madağın edebilirlerdi. Ergeç bunu yapmak akıllarına gelecekti. Ama yine de...
Bir kez, kalabalık bir caddede yürürken, az ilerideki yan sokaklardan birinden kadın sesine benzer seslerle yüzlerce kişinin bağrıştığını işitti. Öfke ve umutsuzluk taşıyan bir haykırıştı, bir çanın titreşmesi gibi uzayıp giden, derin bir A-a-a-ah inil tisiydi. Yüreği oynamıştı. İşte başladı! diye düşünmüştü. Bir isyan! Proleterler sonunda dizginlerinden boşanıyorlar! Ses, açıkta kurulmuş bir pazaryerinden geliyordu. Oraya vardığında, yüzleri, batmakta olan bir gemide tutukluymuşlar gibi hüzünlü, iki üç yüz kişilik kadın kalabalığını gördü. O anda genel umutsuzluk, tek tek kavgalara dönüşmüştü. Tezgâhlardan birisinde, teneke tavalar satılıyordu. Hepsi berbat, çarpık çurpuktu, ama tencere türü şeyleri bulmak çok güçleşmişti. Kaplar bir anda satılıp tükenmişti. Başarılı olan bazı kadınlar, itişip kakışarak, başkalarını dirsekleyerek, tavaları ellerinde, kendilerine yol açmaya çalışırken, bu arada bir düzine kadın da tezgâhın çevresine toplanmış, satıcıyı hak çiğnemekle, bazı kişileri kayırmakla ve malların bir kısmını saklamakla suçluyorlardı. Yeni haykırışlar yükseldi. İki öfkeli kadından saçları dağılmış olanı, tavayı yakalamış, berikinin elinden almaya uğraşıyordu. Bir anda birbirlerine girdiler ve tavanın sapı koptu. Winston olanları tiksintiyle izliyordu. Oysa bir süre önce iki üç yüz gırtlaktan çıkan seste korkunç bir güç sezmişti. Bu insanlar neden önemli sorunlar için de böyle bağırmıyorlardı?
Şöyle yazdı:
Bilinçlen inceye dek başkaldırmayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler.
Bu, diye düşündü, Parti kitaplarından birinden bir alıntı olabilirdi. Parti, elbette, proleterleri zincirlerinden kurtardığını öne sürüyordu. Devrimden önce, kapitalistler tarafından acımasızca ezilmişler, aç bırakılıp kırbaçlanmalardı; kadınlar kömür madenlerinde çalışmaya zorlanmış (doğrusunu söylemek gerekirse, kadınlar hâlâ kömür madenlerinde çalışıyorlardı), çocuklar henüz altı yaşında fabrikalara işçi olarak satılmışlardı. Ama aynı zamanda Parti çiftdüşün ilkelerine bağlı kalarak, birkaç ba-
sit kuralla, proleterlerin hayvanlar gibi baskı altında tutulmaları gereken, aşağılık yaratıklar olduklarını öğretiyordu. Gerçekten onlar hakkında çok az şey bilinirdi, ama çalıştıkları, üredikleri sürece ne yaptıklarının bir önemi yoktu. Proleterler yönetimsiz bırakıldıkları zaman, Arjantin'in ovalarına salınıvermiş sığırlar gibi, doğal buldukları ilkel bir yaşam birimi geliştirmişlerdi. Doğarlar, sokaklarda büyürler, on iki yaşında işe gitmeye başlarlar, kısa bir güzellik ve cinsellik döneminden geçip yirmi yaşında evlenirler, otuz yaşında orta yaşlı olurlar ve ortalama altmış yaşında ölürlerdi. Ağır bir çalışma hayatı, ev ve çocuk sorunu, komşularla ufak tefek tartışmalar, sinema, futbol, bira ve her şeyden önemlisi kumar, akıllarının ufkunu doldururdu. Onları denetlemek zor değildi. Düşünce Polisinin birkaç casusu aralarında dolaşır, yalan dolan söylentiler yayar, tehlikeli olabileceği düşünülen bireyleri saptar ve ortadan kaldırırlardı; ama Partinin ideolojisini kendilerine aşılamak için, hiçbir girişimde bulunmazlardı. Proleterlerin, güçlü siyasal görüşlerinin olması istenmezdi. Onlardan beklenen tek şey, çalışma saatlerinin uzatılması ve yiyecek tayını kısıntılarını kabul etmelerini kolaylaştıracak ilkel bir yurtseverlik duygusuydu. Bazen hoşnutsuzluk duyabiliyorlardı, ama bu hiçbir sonuca götürmüyordu onları, çünkü tutunacakları herhangi bir düşünceleri olmadığından, bu hoşnutsuzlukları ancak ufak tefek, belirli sorunlara yöneliyordu. Büyük sorunların her zaman dikkatlerinden kaçması kaçınılmazdı. Proleterlerin büyük bir kısmının evinde tele ekran bile bulunmazdı. Sivil polis işlerine çok az karışırdı. Londra'da her türlü suç almış yürümüştü; hırsızlar, dolandırıcılar, fahişeler, uyuşturucu madde pazarlayıcıları ve her türlü karanlık işle uğraşanlar, dünya içinde dünya oluşturmuşlardı; ama tüm bunlar proleterlerin kendi bünyelerinde var olduğundan önemsenmiyordu. Ahlâk konularında, dedelerinin kurallarını izlemelerine izin veriliyordu. Partinin cinsel disiplin eğitimi onlara uygulanmıyordu. Rastgele cinsel ilişkiler cezalandırılmıyor, boşanmaya izin veriliyordu. Eğer proleterler herhangi bir gereksinim duymuş olsalardı, ibadete ve dine bile izin verilecekti. Kuşkunun sınırları dışındaydılar. Partinin sloganında belirtildiği gibi: 'Proleterler ve hayvanlar özgürdür.'
Winston eğildi ve dikkatle varis yarasını kaşıdı. Yeniden kaşınmaya başlamıştı. Hep aynı soruya takılıp kalıyordu: Devrimden önce hayat nasıldı? Bunu bilmesine olanak yoktu. Bayan Parsons'dan ödünç almış olduğu, çocuklara okutulan tarih kitabını çıkarttı raftan ve bir bölümü günlüğüne geçirmeye başladı:
Eskiden, şanlı Devrim yapılmadan önce, Londra bugünkü gibi güzel bir kent değildi. Karanlık, pis, kimsenin doğru dürüst yiyecek bir şey bulamadığı, yüzlerce ve binlerce yoksul insanın yalınayak dolaştığı, uyuyacak bir dam altı bile bulamadığı, sefil bir yerdi. Sizler yaşında çocuklar, zalim efendileri için günde on iki saat çalışırlardı. Yavaşlarlarsa kırbaçlanırlar, yalnızca bayat ekmek ve suyla beslenirlerdi. Bu korkunç yoksulluğun ortasında, emirlerinde otuz kadar hizmetçi çalıştıran varlıklıların oturduğu, birkaç güzel, kocaman ev vardı. Bu varlıklı kişilere kapitalist denirdi. Bunlar yan sayfadaki resimde de görüldüğü gibi şişko, iğrenç yüzlü, çirkin adamlardı. Frak denilen siyah giysileri, silindir şapka denen soba borusu gibi garip, parlak şapkaları vardı. Bu, kapitalistlerin üniformasıydı ve başka kimsenin bunu giymesine izin verilmezdi. Dünyadaki her şey kapitalistlerindi, herkes onların kölesiydi. Bütün topraklar, evler, fabrikalar ve para onlarındı. Eğer birisi onlara başkaldırırsa, onu tutuklarlar ya da işine el koyarak açlıktan ölmeye terk ederlerdi. Yoksul biri, bir kapitalistle konuştuğu zaman, onun önünde eğilmek, şapkasını çıkarmak ve ona 'efendim' diye seslenmek zorundaydı. Kapitalistlerin başkanına Kral denirdi ve...
Listenin kalan kısmını biliyordu. Birer çayır kadar geniş kolları olan giysileriyle piskoposlar, süslü kürk mantolarıyla yargıçlar, işkence malzemeleri, hisse senetleri, işçilere çevriltilen değirmen, dokuz kuyruklu kırbaç, sayın belediye başkanının ziyafeti ve Papa'nın ayaklarını öpme töresi. Jus primae noctis, denilen bir başka şey daha vardı, ama bundan, çocuklar için olan bu kitapta söz edilmezdi. Bu, her kapitaliste, fabrikalarından birinde çalışan herhangi bir kadınla yatma hakkını veren bir yasaydı.
Bunların ne kadarının yalan olduğunu nasıl bilebilirdi insan? Sıradan bir insanın şu anda Devrimden önceki zamanlar-
dan daha iyi yaşadığı doğru olabilirdi. Bunun doğru olmadığının tek kanıtı, kemiklerinden gelen sessiz yakınmalar; içinde yaşadığı koşulların katlanılmaz olduğunu ve bir zamanlar her şeyin başka olmuş olması gerektiğini söyleyen o içgüdüsel tepkiydi. Çağdaş hayatın en önemli özelliği, acımasızlığı ya da güvensizliği değil, çıplaklığı, ruhsuzluğu ve bayağılıydı. Çevrenize göz attığınızda gördüğünüz, değil tele ekrandan saçılan yalanlara, Partinin ulaşmaya çabaladığı amaçlara bile benzerlik göstermiyordu. Büyük bölümü, bir Parti üyesi için bile siyasetten uzaktı ve hayat, can sıkıcı görevlerden, metroda yer kapabilmek için itişme ve kakışmalardan, delik çorapların onarılması için uğraşmalardan, bir sakarin tableti için dilenmelerden, bir sigara izmaritini saklamaktan oluşuyordu. Partinin ulaşmaya çalıştığı ülkü, pırıl pırıl, korkunç, kocaman bir şeydi: Dehşet saçan silâhlar, korkunç makinelerle kurulmuş bir çelik ve beton dünyası ve hepsi tam bir birliktelik içinde ilerleyen, aynı şeyleri düşünen, aynı sloganları atan, hiç durmaksızın çalışan, savaşan, yenen, zulmeden, aynı yüzü taşıyan tam üç yüz milyon insan. Oysa gerçek, karnı doyurulmamış bir yığın insanın altı delik ayakkabılarıyla dolaşıp lahana ve çiş kokan, döküntü halindeki on dokuzuncu yüzyıl yapılarında oturduğu soluk, çürüyen kentlerdi. Gözünün önüne Londra geldi; milyonlarca çöp tene-kelik koskocaman, yıkık bir kentin görüntüsü, yüzü çizgilerle dolu, süpürge saçlı, tıkalı bir lavaboyla cebelleşen Bayan Par-sons'ın görüntüsüne karıştı.
Eğilip yeniden ayak bileğini kaşıdı. Gece gündüz, tele ekranlar, insanların bugün daha çok besin, giyecek bulduğunu, daha iyi konutlara, daha iyi eğlence koşullarına kavuştuklarını kanıtlamaya çalışan istatistiklerle kulakları tırmalayıp duruyordu - herkes elli yıl öncesine oranla daha uzun yaşıyor, daha az çalışıyordu, herkes daha sağlıklı, daha güçlü, daha mutlu, daha zeki ve daha iyi eğitilmişti. Bu sözlerin ne yanlışlığı ne de doğruluğu kanıtlanabilirdi. Örneğin Parti, proleterlerin yüzde kırkının okuma yazma bildiğini öne sürüyorlardı: Devrimden önceyse, bu oranın yüzde on beş olduğu söyleniyordu. Parti, çocuk ölümlerinin şu anda binde yüz altmış olduğunu, Devrimden önceyse, bunun üç yüz olduğunu açıklıyordu. Böylece sürüp gidiyordu istatistikler. İki bilinmeyenli tek bir denklem gibiydi
bunlar. Tarih kitaplarındaki her söz, sorgusuz sualsiz onaylanan şeylerin hepsi, birer düş ürünü olabilirlerdi. Kimbilir, jus primae noctis diye bir yasa, kapitalist diye bir yaratık ya da silindir şapka diye hiçbir şey olmamıştı belki de.
Her şey sisler arasında yitip gidiyordu. Geçmiş siliniyor, silindiği unutuluyor, yalan gerçek oluyordu. Yaşamı boyunca yalnız bir kez, olaydan sonra eline bir kanıt geçmişti: Bir yalanın somut, su götürmez kanıtıydı bu. Bunu, elinde otuz saniye kadar tutabilmişti. 1973 yılında, Katharine'den ayrıldığı sıralardaydı. Ama olaya ilişkin gerçek tarih, yedi sekiz yıl önceydi.
Olay, altmışlı yılların ortasında, Devrimin gerçek önderlerinin tümden ortadan kaldırıldıkları büyük temizlikler zamanında başlamıştı. 1970 yılında, Büyük Biraderin kendisinden başka hiçbir önder yaşamıyordu artık. Onun dışındaki herkes, hain ve karşı devrimci olarak sergilenmişti. Goldstein kaçmıştı, kimse nerede saklandığını bilmiyordu. Bazıları ortadan kaybolmuş, çoğu suçlarını halk mahkemelerinde itiraf ettikten sonra asılmıştı. Son zamanlarda yaşayanlar Jones, Aaronson ve Rutherford adlı üç adamdı. Bunlar tutuklandığı zaman yıl 1965 olmalıydı. Çoğunlukla olduğu gibi, bir iki yıl ortadan kaybolmuşlar ve sağ mı ölü mü oldukları kimse tarafından bilinmezken, ansızın kendi kendilerini suçlamak üzere ortaya çıkıver-mişlerdi. Düşmanla anlaşma içinde olduklarını (o tarihlerde düşman Avrasya'ydı)' zimmetlerine para geçirdiklerini, bazı güvenilir Parti üyelerini öldürdüklerini, Devrimden çok önce Büyük Biraderin önderliğine karşı dolaplar çevirdiklerini ve yüzlerce kişinin canına mal olan sabotajlar düzenlediklerini açığa vurmuşlardı. Bütün bu itiraflardan sonra bağışlanarak, Partiye yeniden alınmışlar ve anlamı olmayan birtakım bölümlere atanmışlardı. Her üçü de Times'da. uzun makaleler yazarak pişmanlıklarını belirtmişler, neden doğru yoldan saptıklarını çözümlemişler, yanılgılarını onarmaya söz vermişlerdi.
Serbest bırakılmalarından bir süre sonra, Winston her üçünü de Kestane Ağacı kahvesinde görmüştü. İçi korkuyla karışık bir hayranlık dolu, gözünün ucuyla izlemişti onları. Kendisinden çok yaşlıydılar; eski dünyadan geriye kalmış son andaçlar, Partinin o kahramanlık günlerinden kalan son büyük bireylerdi onlar! Yeraltı savaşımlarının ve iç savaşın görkemini hâlâ üzer-
lerinde taşıyorlardı. O sıralarda olaylar ve tarihler bulanmaya başlamıştı, ama onların adlarını Büyük Birader ortaya çıkmadan çok önceden beri bildiğini hatırlar gibiydi. Ama bunlar, aynı zamanda bir iki yıl içinde yok edilecek yasadışı kişilerdi, düşmandılar. Bir kez Düşünce Polisinin eline düşen, bir daha ondan kurtulamazdı. Üçü de mezara gönderilmeyi bekleyen cesetlerdi.
Çevrelerindeki masalara kimse oturmamıştı. Bu tür insanların yakınlarında bile görülmek pek hayırlı olmazdı. Önlerinde kahvenin özelliği olan, içine karanfilli sakarin konmuş cin bardakları, suskun oturuyorlardı. Aralarında, görünüşüyle Winston'ı en çok etkileyen Rutherford olmuştu. Kendisi, acımasızca karikatürleriyle Devrimden önce ve Devrim sırasında halkı tek görüş altında birleştirmede önemli rol oynamış ünlü bir karikatürcüydü. Şimdi bile Times'da seyrek de olsa karikatürleri yayımlanıyordu. Hepsi de eski anlayışın taklitleriydi; cansız, inandırma gücü düşük karikatürlerdi. Eski konuları yineliyordu: Yoksul semtler, açlıktan ölen çocuklar, sokak çatışmaları, silindir şapkalı kapitalistler, (barikatlarda bile bırakmıyorlardı şapkalarını). Geçmişe dönmek için sonsuz, umutsuz bir çabaydı bunlar. Rutherford şiş, sarkık iri dudaklı, yeleyi andıran yağlı gri saçlı, iri yapılı bir adamdı. Bir zamanlar çok güçlü olmalıydı, ama şimdi iri gövdesi sarkmış, eğrilmiş, yamul-muş, neredeyse bin parçaya dağılmıştı. Tıpkı bir dağın insanın gözleri önünde çöküşünü andırıyordu.
Saat on beşti, kahvenin boş bir saati. Böyle bir saatte neden kahvede bulunduğunu hatırlayamıyordu Winston. Ortalık bomboştu. Tele ekrandan teneke gürültüsüne benzer bir ezgi yayılmaktaydı. Üç adam köşede kıpırtısız oturuyorlar, tek söz söylemiyorlardı. Daha söylenmeden, garson yeni cin bardakları getiriyordu. Yanlarındaki masada bir satranç tahtası oyun için hazırlanmış, ama taşlar yerinden oynatılmamıştı. Yarım dakika kadar süren bir şey oldu tele ekranda. Çalmakta oldukları ezgi değişti; müziğin tonu da değişti. Betimlenmesi güç bir şey katıldı müziğe. Garip, çatlak, alaycı bir notaydı. Winston buna sarı nota adını taktı. Sonra bir ses şarkı söylemeye başladı:
Yayılan kestane ağacının altında Ben seni sattım, sen de beni. Onlar orada yatıyorlar, biz de burada Yayılan kestane ağacının altında...
Üç adamın kılı bile kıpırdamadı. Ama Winston, Ruther-ford'un yıkkın yüzüne baktığında, gözlerinin yaşlarla dolu olduğunu gördü. Ve içi ürpererek -ürpermesinin nedenini bilmemekle birlikte- Aaronson'un da, Rutherford'un da burunlarının kırık olduğunu fark etti.
Kısa bir süre sonra, üçü de yeniden tutuklandılar. Anlaşıldığına göre, serbest bırakıldıkları anda yeniden birtakım düzenlere girişmişlerdi. İkinci sorgulanmalarında, eskilerle birlikte yeni suçlarını da itiraf ettiler. Üçü de idam edilip başlarına gelen, gelecek kuşaklara ders olsun diye Parti kayıtlarına geçirildi. Bu olaydan beş yıl sonra, 1973'te Winston, basınçlı hava borusundan gelen bir belge tomarını açarken, zamanında oraya sıkışıp unutulmuş bir kâğıt parçasına rastladı. Kâğıdı düzelttiği zaman, taşıdığı önemi anladı. Times'ın on yıl önceki bir sayısından alınma, yarısı yırtılmış bir sayfaydı bu. New York'taki bir Parti toplantısındaki delegelerin bir fotoğrafını içeriyordu. Ortada, özellikle Jones, Aaronson ve Rutherford göze çarpmaktaydı. Yanılmış olması olanaksızdı, üstelik resmin altında adları da geçmekteydi.
Önemli nokta şuydu: Her iki sorgulanmada da, üç adam, o tarihte kendilerinin Avrasya topraklarında olduklarını doğrulamışlardı. Kanada'daki gizli bir havaalanından kalkıp Sibirya'ya uçarak, orada Avrasya savaş kuvvetlerinden kişilerle gizli bir görüşme yapmışlar, askeri sırları açıklamışlardı. Winston, yazın tam ortasına geldiği için, tarihi unutmamıştı; itirafların hepsi birçok arşivde kayıtlı olmalıydı zaten. Bundan çıkarılacak bir tek sonuç olabilirdi: İtiraflar yalandı.
Gelgelelim bu kendisi için yeni bir buluş değildi. O zamanlarda bile, Winston, temizliklerde ortadan kaldırılan insanların itiraf ettikleri suçları işlemiş olduklarına inanmıyordu. Ama bu elindeki, somut bir kanıttı: Ansızın yanlış bir tabakada ortaya çıkarak tüm jeolojik varsayımları altüst eden bir fosil gibi, kırılıp dökülmüş olan geçmişten bir parçaydı. Eğer yayımlanıp taşı-
dığı anlam tüm dünyaya anlatılabilse, partiyi darmadağın edebilecek güçteydi.
Çalışmasını sürdürmüştü. Fotoğrafı görüp anlamını kavradıktan sonra üstünü bir kâğıtla örtüvermişti. Neyse ki tomarı açtığında resim tele ekrana göre ters durmaktaydı.
Bloknotunu dizine yerleştirdi ve tele ekrandan iyice uzaklaştırabilmek için, sandalyesini geri itti. Yüzünüze anlamsız bir görünüm vermek zor değildi, hatta soluk alışınızı bile uğraşırsanız denetleyebilirdiniz, ama kalp atışlarınızı denetlemeniz olanak dışıydı, üstelik tele ekran bunları kaydedebilecek kadar hassas bir araçtı. Masanın üstünden esen beklenmedik bir rüzgâr gibi, bir kazanın kendisini ele vereceği korkusu içinde, on dakika kadar bekledi. Ve sonra, üstünü açmaksızın, fotoğrafı öbür çöplerle birlikte bellek deliğinden içeri fırlattı. Bir dakika sonra yanıp kül olacaktı.
Bu olay on, on bir yıl önceydi. Bugün olsaydı, o fotoğrafı atmaz, saklardı. Garip, ama fotoğrafın kendisi ve kanıtladığı olay, şimdi bir anı olmasına karşın, bir zamanlar onu parmakları arasında tutmuş olması, bugün bile kendisini farklı hissetmesine neden oluyordu. Artık var olmayan bu kanıtın bir zamanlar varolmuş olması, acaba Faninin geçmiş üzerindeki denetimini zayıflattı mı, diye düşündü.
Fotoğraf, bugün küller arasından çıkarılmış olsa bile, bir kanıt sayılmayabilirdi. Daha o buluşu yapmadan önce, Okyanusya artık Avrasya ile savaşı kesmişti; o halde bu üç adam, yurtlarını Doğu Asya casuslarına satmış olacaklardı. O günden bugüne, hatırlayamadığı bir yığın suç daha yüklenmişti kendilerine. İtiraflar kuşkusuz, artık asıl tarihlerin ve gerçeklerin bir önemi kalmayıncaya kadar değişmiş ve yeniden yeniden yazılmışlardı. Geçmiş, bir kez değil, sürekli değişmekteydi. Kendisine kâbuslara neden olan şuydu: Bu korkunç düzmecenin nedeni neydi? Anlayamıyordu. Geçmişi değiştirmenin anlık yararları açıkça ortadaydı, ama son hedef gizliydi. Kalemini yeniden aldı ve şöyle yazdı:
NASIL yapıldığını anlıyorum. Ama NEDEN yapıldığını anlamıyorum.
Önceleri de pek çok kez olduğu gibi, acaba deli olan ben miyim diye düşündü. Belki bir deli yalnızca tek kişilik bir azınlıktı. Bir zamanlar, dünyanın güneş çevresinde döndüğüne inanmak bir delilik belirtisi sayılıyordu, bugün ise geçmişin değiştirilemez olduğuna inanmak... Bu inancı besleyen tek kişi kendisi olabilirdi ve eğer inancını kimse paylaşmıyorsa o halde bir deliydi. Ama deli olduğu düşüncesi onu kaygılandırmıyordu. Onu dehşete düşüren, yanılmış olması olasılığıydı.
Çocuklar için yazılmış tarih kitabını aldı. Büyük Biraderin kapaktaki resmine baktı. İnsanı donduran o gözlere baktı. Büyük bir kuvvet üzerinize basınç uyguluyordu sanki; kafatasınızı delip beyninize balyozla vuruyor, inançlarınızı söküp alıyor, sizi beş duyunuza bile inanmamaya zorluyordu. Sonunda, Parti iki kere ikinin beş ettiğini duyuracak ve insan da buna inanmak zorunda kalacaktı. Bu sav eninde sonunda öne sürülecekti, durumlarının mantığı bunu gerektiriyordu. Yalnızca deneyimlerin geçerliliği değil, dış gerçeklerin varlığı bile düşünce sistemle-rince yadsınıyordu. Gerçeğe karşı çıkan öğretilere karşı çıkmanın tek yolu sağduyudan ayrılmamaktı. İnsanı ürküten, başka türlü düşündüğü için öldürülmek değil, onların haklı olabilecekleri olasılığıydı. İki kere ikinin dört ettiğini nereden biliyorduk? Ya da yerçekimi yasasının geçerliliğini? Ya da geçmişin değiştirilemez olduğunu? Eğer geçmiş ve dış dünya yalnızca beynimizde var oluyorsa ve beynin kendisi de denetlenebiliyorsa... Öyleyse bu araştırmanın yararı neydi? Ama hayır! Birden tüm cesaretini topladı, güçlendi. Hiçbir görünür nedeni olmadığı halde O'Brien'ın yüzü kafasında canlanmıştı. Şimdi eskisinden de daha kesin olarak biliyordu. O'Brien onun yanındaydı. O'Brien için tutuyordu günlüğünü. O'Brien'a yazıyordu: Bir sonu olmayan ve kimsenin okuyamayacağı, ama birisi için yazılmış ve bununla biçimlenen bir mektup gibiydi günlük.
Parti, size, gözlerinize ve kulaklarınıza inanmamanızı söylüyordu. Bu onların temel ve en önemli emirleriydi. Kendisine doğru yöneltilmiş muazzam güçleri, herhangi bir Parti üyesiyle bir tartışma durumunda, ne kadar kolaylıkla safdışı kalacağını, onu yanıtlamak şöyle dursun, anlamakta bile güçlük çekeceğini düşününce, içine bir umutsuzluk çöktü. Buna karşın haklı olan oydu, öbürleri yanılıyordu. Aptalca da olsa ortadaki gerçek sa-
vunulmalıydı. Somut dünya yaşıyordu ve yasaları değişmezdi. Taş sert, su ıslaktır, destek almayan cisimler dünyanın merkezine doğru düşerler. Sanki O'Brien'la konuşuyormuş ve önemli bir ilke öne sürüyormuş gibi şöyle yazdı:
Özgürlük iki kere ikinin dört ettiğini söyleyebilmektir. Eğer buna izin verilirse, gerisi kendiliğinden gelir.
8
Geçidin sonunda bir yerlerden, zafer kahvesininkine benzemeyen gerçek bir kahve kokusu ortalığa yayılmaktaydı.
Winston elinde olmaksızın durakladı. Bir iki saniye için yeniden çocukluğunun yarı unutulmuş dünyasına dönmüştü. Birden bir kapı çarptı ve sanki bir sesmiş gibi kahve kokusu ansızın kesiliverdi.
Birkaç kilometre yol yürümüştü, varisi ağrıyordu. Son üç hafta boyunca Dernek Merkezinde kaçırmış olduğu ikinci akşamdı bu. Pek akıllıca bir davranış değildi yaptığı, çünkü Merkeze olan devamlılığınız titizlikle denetlenirdi. Temel ilke, bir Parti üyesinin hiçbir boş vaktinin kalmamasıydı, yatakta olmadığı zamanlarda yalnız kalmamalıydı. Çalışmadığı, yemek yemediği ve uyumadığı zamanlarda genel bir uğraşa katılmalıydı; yalnızlıktan hoşlandığınızı belirten en ufak bir şey yapmak, kendi başına bir yürüyüşe bile çıkmak, tehlikeli olabilirdi. Ye-nikonuşta bunun için de bir sözcük vardı: Özyaşam, bireysellik ve ayrıksılık anlamına geliyordu. Bu akşam, Bakanlıktan ayrıldıktan sonra, nisan havasının yumuşaklığı onu kışkırtmıştı. Gökyüzü o yıl görmediği derecede maviydi. Merkezde uzun yorucu bir akşam; can sıkıcı oyunlar, konuşmalar, cinle uyarılan zorlama söyleşiler, birden katlanılmaz görünmüştü gözüne. Otobüs durağına yaklaştığı sırada, ani bir kararla dönmüş, Londra'nın önce güneyindeki, sonra doğusundaki, sonra kuzeyindeki labirentlere dalmış, bilinmedik caddelerde kaybolmuş, hangi yöne gittiğine aldırmaksızın yürümüştü.
'Eğer bir umut varsa' diye yazmıştı, günlüğünü 'proleterlerdedir'. Gizemli bir gerçeğin ve apaçık bir saçmalığın anlatımı olan bu cümle sürekli kafasındaydı. Bir zamanlar St. Pancras İstasyonunun bulunduğu kesimin doğusunda ve kuzeyinde uzanan soluk, boz renkli bir gecekondu semtinde bulunuyordu. İki yanda, sıçan deliklerine benzer kapıların doğrudan kaldırıma açıldığı küçük, iki katlı evlerin sıralandığı arnavutkaldırımı döşeli bir sokakta yürümekteydi. Yer yer kirli su birikintileri vardı. Karanlık kapı ağızlarında ve yanlardaki aralıklarda insanlar kaynaşıyordu: Dudakları kabaca boyanmış gelişkin kızlar, onları kovalayan delikanlılar, on yıl sonra kızların nasıl olacaklarının göstergesi olan şişman, paytak paytak yürüyen kadınlar, ayaklarını sürüyerek ilerleyen, iki büklüm, yaşlı yaratıklar, kirli su birikintilerinde oynayan, annelerinin bağırmalarıyla kaçışan, sallapati yalınayak çocuklar... Sokağa bakan pencerelerin belki dörtte biri kırıktı ve mukavvalarla kaplanmıştı. İnsanların çoğunun Winston'a aldırdığı yoktu; bazıları çekingen bir merakla süzüyordu onu. Bir kapının önünde kırmızı kollarını önlüklerinin üstünde kavuşturmuş, iri gövdeli iki kadın konuşmaktaydı. Winston onlara doğru yaklaşırken kulağına bazı sözler çalındı:
'"Evet" dedim ona, 'söylemesi kolay, ama sen benim yerimde olsan, sen de benim yaptığımı yapardın! Eleştirmesi kolay,' dedim. 'Gelgelelim, benim basımdaki dertler sende olsaydı,' dedim." Ötekisi '"Haaa..." dedi, 'öyle kardeş. Pek doğru, pek doğru!'"
Cırtlak sesleri ansızın kesiliverdi. Winston yanlarından geçerken kadınlar onu düşman bakışlarla süzdüler. Daha doğrusu, düşmanlık değildi bakışlarındaki, alışılmamış bir hayvan geçerken insanın duyacağı, bir anlık bir tedirginlikti. Partinin mavi tulumlarına, böyle bir sokakta pek sık rastlanmazdı. Belirli bir işiniz olmadıkça, bu tür yerlerde görülmek pek akıllıca bir davranış değildi. Eğer nöbetçilere rastgelirseniz, sizi durdurabilirlerdi. 'Kâğıtlarınızı görebilir miyiz, yoldaş? Burada ne yapıyorsunuz? İşten ne zaman çıktınız? Evinize hep bu yoldan mı gidersiniz?' gibi bir yığın soru. Eve dolambaçlı yoldan gidilmeyecek diye bir kural yoktu, ama bu davranış, Düşünce Polisinin şimşeklerini üzerinize çekmeye yeterdi.
Birden sokak karıştı. Her yandan uyarı sesleri geliyordu. İnsanlar, tavşanlar gibi kapı ağızlarından içeri kaçıyorlardı. Winston'ın biraz önünde genç bir kadın, kapıdan fırlayarak sokakta su birikintisi içinde oynamakta olan çocuğu kaptı, önlüğüne sardı ve yine içeri kaçtı. Bu sırada akordeona benzer siyah giysiler içerisindeki bir adam yan sokaklardan birinden çıkıp Winston'a doğru koştu, heyecanla gökyüzünü göstererek bağırdı: "Gemi! Dikkat ahbap. Tam tepemizde! Çabuk yat!"
'Gemi', nedendir bilinmez, proleterlerin roketlere verdiği addı. Winston, hemen kendini yere attı. Proleterler bu tür uyanlarda bulundukları zaman, çoğunlukla haklı olurlardı. Roketler sesten hızlı gittikleri halde, bir roketin gelmekte olduğunu bir tür içgüdüyle birkaç saniye önceden sezebiliyorlardı. Winston ellerini başının üzerinde kavuşturdu. Asfaltı sarsan bir gürültü duyuldu, sırtına hafif bir şeyler yağdı. Ayağa kalktığında, bunların yakınındaki pencereden düşmüş olan cam kırıkları olduğunu gördü.
Yürümeyi sürdürdü. Bomba caddenin iki yüz metre ötesindeki bir dizi evi yerle bir etmişti. Siyah bir duman bulutu havada asılı duruyordu, onun altında, havayı dolduran sıva tozlarının içinde bir kalabalık oluşmaya başlamıştı bile. İlende, üzerinde kırmızı bir leke bulunan küçük bir sıva yığını kaldırımı örtmekteydi. İyice yaklaştığı zaman, lekenin bileğinden kopmuş bir el olduğunu fark etti. Kanlı bilek dışında, el, alçıdan dökülmüş gibi bembeyazdı.
Eli tekmeyle hendeğe yuvarladı ve sonra kalabalığa karışmamak için, sağdaki bir yan sokağa saptı. Üç dört dakika içinde, bombanın etkilediği alandan çıkmıştı. Öbür caddelerdeki sefil kalabalık sanki hiçbir şey olmamış gibi günlük yaşantısını sürdürmekteydi. Saat sekiz sularıydı ve proleterlerin içki dükkânları (onlara meyhane diyorlardı) şimdiden tıklım tıklım dolmuştu. Sürekli açılıp kapanan pis kapılardan dışarı bir sidik, talaş ve ekşi bira kokusu yayılmaktaydı. Bir bina çıkıntısının oluşturduğu köşede, üç adam birbirine sokulmuştu. Ortadaki-nin elindeki katlanmış bir gazeteyi ötekiler onun omuzlarının üzerinden inceliyorlardı. İyice yaklaşıp yüzlerindeki anlatımı görmeden bile, Winston, davranışlarından, ne derece dalmış olduklarını anlamıştı. Çok ciddi bir haber okudukları belliydi.
Aralarında birkaç adım kalmıştı ki düğme dağıldı. İki adam tartışmaya başladılar. Winston bir ara, dövüşeceklerini sandı.
"Çeneni kapatıp biraz dinle beni. Sana söyleyip duruyorum, on dört aydır sonu yedi ile biten hiçbir numara kazanamadı."
"Elbette ki kazandı."
"Hayır, kazanamadı!.. İki yıldır evde bütün sonuçları biriktiriyorum. Hepsini düzenli sayıyorum. Onun için dinle beni, yediyle biten hiçbir şey kazanmadı!"
"Yedi kazandı. Sana o kahrolası sayıyı bile söyleyebilirim. Dört sıfır yediyle bitiyordu. Şubat ayıydı, şubat ayının ikinci haftası."
"Şubat senin anandır. Sana hepsi bende yazılı diyorum. Sana söylüyorum, hiçbir numara..."
"Sesinizi kesin artık," dedi üçüncü adam.
Piyangodan söz ediyorlardı. Winston otuz metre ilerledikten sonra dönüp baktı. Tartışmaları sürüyordu, yüzleri coşkudan kızarmıştı. Piyango, her hafta dağıttığı muhteşem ikramiyelerle, proleterlerin ciddi ilgisini çeken tek sosyal olaydı. Milyonlarca proleter için, piyango, tek olmasa bile, temel yaşam nedeniydi. O söz konusu olduğu zaman, okuyup yazmasını bile zor beceren insanlar, zor hesaplar yapabiliyor, inanılmaz bir bellek gücü gösterebiliyorlardı. Yalnız piyangoda kazanmayı sağlama yolları göstererek, tahminler satarak geçimlerini sağlayan bir yığın adam vardı. Bolluk Bakanlığının hazırladığı bu piyangoyla Winston'm hiçbir ilgisi yoktu, ama Partideki herkes gibi o da, ikramiyelerin genellikle düşsel olduğunun bilincindeydi. Büyük ikramiyeleri kazananlar düşsel kişilerdi, ancak küçük tutardakiler gerçek kişilere ödeniyordu. Okyanusyanın bölgeleri arasındaki iletişim aksaklıkları nedeniyle bunu gerçekleştirmek hiç de zor değildi.
Ama umut varsa proleterlerdeydi. Buna dayanmak zorundaydı. Sözcüklere döküldüğünde akla yatkındı, ama sokakta yanınızdan geçen insanlara bakınca bunun ancak bir inanç sorunu olduğunu anlıyordunuz. Döndüğü sokak, yokuş aşağı iniyordu. Bu çevreden daha önce geçtiği ve ileride büyük bir caddeyle karşılaşacağı duygusuna kapıldı. İleride bir yerlerden bağırış sesleri geliyordu. Sokak keskin bir dönemeç çizdi, birkaç satıcının
porsumuş sebzeler sattığı çukur bir aralığa inen bir merdivenle son buldu. Winston o zaman nerede bulunduğunu kavradı. Bu aralık, gerçekten de anacaddeye çıkıyordu, ilk dönemeçten sonra, beş dakika bile yürümeden, şimdi günlük olarak kullandığı defteri almış olduğu ıvır zıvır dükkânına geliniyordu. Kalem ucunu ve mürekkebi aldığı kırtasiyeci de hemen yakınındaydı.
Merdivenin başında biraz durakladı. Tam karşıda tozla kaplı camları buzlanmış gibi duran pis bir meyhane vardı. Beyaz bıyıkları çalı gibi dimdik, çok yaşlı, ama çevik bir adam kapıyı iterek içeri girdi. Winston, durmuş bakarken, birden, en az sekseninde olan bu adamın Devrim sırasında ortayaşlı olması gerektiğini düşündü. O ve onun gibiler, yitmiş, eski kapitalist dünyayla olan son bağlardı. Partinin kendi içinde de, görüşleri Devrimden önce gelişmiş kişiler kalmamıştı. Eski kuşaklar ellili ve altmışlı yılların büyük temizliklerinde ortadan kaldırılmışlar, hayatta kalabilenler de, düşünce dünyalarına bir sünger çekmek zorunda bırakılmışlardı. Şimdi yaşamakta olanlar arasından, yüzyılın başlarındaki koşullar hakkında doğru bilgi verebilecek tek kişi varsa o da ancak proleterler arasından olabilirdi. Birden tarih kitabından günlüğüne geçirdiği bölümü hatırladı ve içini çılgınca bir istek kapladı. Meyhaneye girerek o yaşlı adamla söyleşecek, onu sorgulayacaktı. Ona, 'Bana çocukluk hayatından söz et. O zamanlar hayat nasıldı? Durum şimdikinden iyi miydi yoksa kötü müydü?" diye soracaktı.
Acele etmeliydi, yoksa korkmaya başlayabilirdi. Merdivenlerden indi, dar sokağı geçti. Delilikti bu yaptığı aslında. Her zamanki gibi, proleterle konuşulmayacağı, onların meyhanelerine girilmeyeceği konusunda bir yasa yoktu, ama bu davranış gözden kaçmayacak denli olağandışıydı. Eğer nöbetçiler kendisini görürse, fenalık geçirdiğini söyleyebilirdi, ama kendisine inanmayacakları kesindi. Kapıyı itti, yüzüne iğrenç bir ekşi bira kokusu çarptı. O girer girmez seslerin şiddeti yarıya indi. Herkesin, mavi tulumunu süzdüğünün farkındaydı. Odanın öbür ucunda sürmekte olan 'ok' oyununa belki otuz saniye kadar ara verildi. İzlediği yaşlı adam, iri kıyım, şişko, kollan kütük gibi olan genç barmenle tartışmaktaydı. Birkaç kişi de, bardakları ellerinde toplanmışlar, bu sahneyi izliyorlardı.
"Sana adam gibi sorduk, değil mi?" dedi yaşlı adam omuzlarını dikleştirerek, "Bana bir payntlık bardağın olmadığını söylüyorsun, öyle mi?"
Barmen tezgâha dayanarak öne doğru eğildi ve "Paynt da ne demekmiş?" dedi.
"Vay cahil! Bir de kendini barmen sanıyor. Payntın ne demek olduğunu bile bilmiyor! Paynt bir çeyreğin yarısıdır ve bir galonda dön çeyrek vardır. Sana A, B, C'yi de öğretmem gerekecek."
"Hiç duymadım böyle bir şey," dedi barmen kısaca. "Litre, litredir. Burada verdiğimiz bardaklar işte önündeki rafta duruyorlar."
"Ben paynt isterim," diye tutturdu yaşlı adam. "İsteseydin bana bir payntlık bir bira çekiverirdin. Ben gençken bu aptal litreler kullanılmazdı."
"Sen gençken, bizler ağaçların tepelerinde yaşıyorduk," dedi barmen öbür müşterilere bakarak.
Kopan kahkahalarla, Winston'ın yarattığı rahatsızlık kaybolmuş gibiydi. Yaşlı adamın beyaz yüzü kıpkırmızı kesildi. Kendi kendine söylenerek geri döndü ve Winston'a çarptı. Winston, hafifçe kolundan yakaladı.
"Size bir içki ısmarlayabilir miyim?" diye sordu.
"Siz bir centilmensiniz," dedi öteki, omuzlarını yeniden dikleştirerek. Winston'm mavi tulumunu fark etmemiş görünüyordu. "Bir paynt!" diye öfkeyle bağırdı barmene doğru. "Bir paynt bira!"
Barmen tezgâhın altında bir kovada yıkadığı iki bardağa yarımşar litre koyu kahverengi bira doldurdu. Bira proleter meyhanelerindeki tek içkiydi. Proleterlerin cin içmemeleri gerekiyordu, ama cin bulmak onlar için sorun değildi. Ok oyunu eski coşkusuyla sürmeye, barda oturan bir küme adam piyango hakkında konuşmaya başladı. Winston'm varlığı bir an için unutulmuştu. Pencerenin altında, kimse duymadan yaşlı adamla söyleşebileceği bir masa vardı. Tehlikeli bir yerdi, ama hiç olmazsa içeride tele ekran yoktu, içeri girmeden önce buna dikkat etmişti zaten.
"İsteseydi bana bir paynt çekebilirdi," dedi yaşlı adam masaya yerleşirken! "Yarım litre yetmiyor bana. Bir litre de çok fazla geliyor, böbreklerime dokunuyor, fiyat farkı da cabası."
"Gençliğinizden bu yana her şey çok değişmiş olmalı," dedi, Winston adamı konuşturmak için.
İhtiyar adamın solgun mavi gözleri ok tablasından bara, bardan tuvalete çevrildi, sanki değişiklik olması gereken yer o meyhaneymiş gibi...
"Biralar daha iyiydi," dedi sonunda. "Üstelik daha ucuzdu! Ben gençken beyaz biranın bir payntı dört peniydi. Ama savaştan önceydi elbet bu dediklerim."
"Hangi savaştan önce?" diye sordu Winston.
"Büyük savaştan," dedi adam belli belirsiz. Bardağını kaldırdı, tekrar omuzlarını dikleştirdi, "Sağlığına!" dedi.
Zayıf gırtlağı insanı şaşırtan bir hızla aşağı yukarı hareket etti ve bira bitiverdi. Winston bara giderek, iki yarımşar litrelikle geri döndü. Yaşlı adam tam litreliğe karşı önyargısını unutmuşa benziyordu.
Winston, "Benden çok yaşlısınız," dedi. "Ben daha doğmadan, siz yaşını başını almış bir adamdınız herhalde. Devrimden önceki günleri hatırlıyor olmalısınız. Benim yaşımdakiler bu konuda hiçbir şey bilmiyorlar. Öğrendiklerimizin tümü kitaplardan, ama kitaplarda yazılı olanlar doğru olmayabilir. Bu konuda düşüncenizi öğrenmek isterdim. O zamanlar baskı, adaletsizlik ve yoksulluk varmış. Her şey düşünebileceğimizden de kötüymüş. Burada, Londra'da insanların büyük bölümü doğumlarından ölümlerine dek yetersiz besin alıyorlarmış. Yarısından çoğunun ayağında ayakkabı bile yokmuş. Dokuz yaşında okuldan ayrılır, günde on iki saatten çok çalışır, bir odada on kişi uyurlarmış. Bu arada azınlıkta olan ve kapitalist denilen varlıklı ve güçlü bir avuç insan varmış. Tüm mal mülk onların elindeymiş. Otuz hizmetçisi olan koskocaman evlerde yaşarlar, otomobillerle ya da dört atlı faytonlarla gezerler, şampanya içer, silindir şapka giyerlermiş."
Yaşlı adam birden canlandı.
"Silindir şapkalar!" dedi. "Bunu söylemeniz çok ilginç. Aynı şeyi dün de ben düşünmüştüm, neden bilmem. Artık o şapkaları görmez olduk. İyice ortadan kalktılar. Son kez bir silin-
dir şapkayı baldızımın cenazesinde kullanmıştım. Kesin bir tarih veremem, ama elli yıl önce olmalı. Elbette kiralamıştım, anlarsın ya!"
"Önemli olan şapkalar değil," dedi Winston sabırla. "Asıl önemli olan, kapitalistler, onlar ve onların gölgesinde yaşayan hukukçular ve din adamları; yeryüzünün sahipleri onlarmış. Her şey onların yararına işlermiş. Sizler, sıradan insanlar, işçiler, onların kölesiymişsiniz. Size istediklerini yapabilirlermiş. Sizi bir gemiye yükleyip sığır gibi Kanada'ya yollayabilirlermiş. Canları isterse kızlarınızla yatabilirlermiş. Sizi dokuz kuyruklu kırbaç denilen nesneyle dövebilirlermiş. Onlar geçerken şapkanızı çıkarmak zorundaymışsınız. Her kapitalist yanında uşakla-rıyla dolaşırmış..."
"Uşak!" dedi, "uzun zamandır duymadığım bir sözcük. Uşaklar beni eski dönemlere götürüyor. Eskiden birtakım sersemlerin söylevlerini dinlemek için Hyde Parka giderdim. Protestanlar, Katolikler, Yahudiler, Hintliler, hepsi vardı. Adını hatırlayamadığım bir herif konuşurdu. Hepsinin hakkından gelirdi. 'Uşaklar!' derdi. 'Burjuva uşakları! Varlıklı kesimin dalkavukları! Parazitler! Sırtlanlar!' Evet onlara sırtlanlar derdi. İşçi partisinden söz ediyordu elbette."
Winston apayrı şeylerden konuştuklarını fark etmişti.
"Benim öğrenmek istediğim şu," dedi. "O zamanlar daha çok özgürlüğünüz olduğunu söyleyebilir misiniz? Eskiden, varlıklılar, baştaki insanlar..."
İhtiyar, "Lordlar Kamarası," diye karıştı.
"Peki, nasıl isterseniz, Lordlar Kamarası olsun. Siz yoksul, onlarsa varlıklı oldukları için size ikinci sınıf yaratıklarmışsınız gibi davranabilirler miydi? Gerçekten onlara 'efendim' diye seslenmek ve geçerlerken şapkanızı çıkarmak zorunda mıydınız?"
Yaşlı adam derin düşüncelere dalmıştı. Karşılık vermeden önce birasının dörtte birini içti.
"Evet," dedi, "şapkanızı çıkararak selâm vermeniz onları hoşnut kılardı. Onlara saygınızı gösterirdi bu. Buna karşı olduğum halde ben de kaç kez yapmışımdır. Zorunluydu insan..."
"Olağan mıydı -yine tarih kitaplarından aktarıyorum- bu adamların ve uşaklarının sizleri yaya kaldırımından itmeleri olağan mıydı?"
"İçlerinden biri bir kez itmişti beni," dedi yaşlı adam. "Sanki dünmüş gibi belleğimde. Oxford-Cambridge kürek yarışı ge-cesindeydi, -geceleri kürek yarışlarına giderlerdi-, Shaftesburry Avenue'da birisine çarpmıştım. Çok şıktı, beyaz kolalı gömlek, silindir şapka, siyah palto giymişti. Kaldırımda zikzaklar çizerek yürüyordu. Ben de kazana çarpıverdim. 'Önüne baksana,' dedi. 'Kaldırımı satın mı aldığını sanıyorsun?' dedim. 'Dayılan-ma, boynunu kırarım,' dedi. Ben de, 'Sen sarhoşsun, şimdi seni polise vereyim de gör,' dedim. Şimdi inanmazsın, ama elini göğsüme dayayıp hızla itmez mi? Az daha geçen otobüsün altında kalıyordum. O zamanlar gençtim, ona bir tane indirecektim ama..."
Winston'ın içine bir umutsuzluk çöktü. Yaşlı adamın belleği bir sürü ipe sapa gelmez ayrıntıyla doluydu. Ağzından bir tek şey almadan gün boyunca onu sorguya çekebilirdiniz. Parti tarih kayıtları belki bir anlamda doğruydu. Bir kez daha denedi.
"Belki ne demek istediğimi anlamadınız," dedi. "Söylemek istediğim şu: Uzun süredir yaşamaktasınız, ömrünüzün yarısını devrim olmadan önce geçirdiniz. 1925'te bir yetişkindiniz. Hatırladığınız kadarıyla, 1925 yılında yaşantınızın şimdikinden iyi mi yoksa kötü mü olduğunu söyleyebilir misiniz? Eğer seçebil-seydiniz, o zaman mı, yoksa şimdi mi yaşamak isterdiniz?"
İhtiyar adam dalgın dalgın ok tablasına bakıyordu. Birasını öncekinden daha yavaş bitirdi. Konuşmaya başladığında daha hoşgörülü ve felsefi bir havadaydı, sanki bira kendisini olgunlaştırmıştı.
"Ne söylememi beklediğinizi biliyorum," dedi. "Keşke genç olsaydım dememi bekliyorsunuz. Çoğu kişi, onlara sorarsanız genç olmak istediklerini söylerler. Gençken sağlığınız, kuvvetiniz yerindedir. Yaşlandıkça her şey bozulur. Ayaklarım beni mahvediyor, böbreklerim berbat halde. Her gece sekiz on kere kaldırıyor beni. Ama yaşlılığın da yararlan var. Kaygılanacak bir şeyiniz olmuyor; yaş ilerleyince. Kadınlarla işiniz bitiyor, bu büyük bir olay. inanır mısın, otuz yıldır kadın yüzü görmedim ben. Ne de görmek istedim."
Winston sırtını pencereye dayamış oturuyordu. Konuşmayı sürdürmenin bir yararı yoktu. Tam bira almaya giderken, yaşlı adam ayağa kalktı ve ayaklarını sürüyerek odanın sonun-
daki pis kokulu tuvalete doğru yollandı. Fazladan içtiği yarım litre işini bitirmişti anlaşılan. Winston bir iki dakika kadar boş bardağa bakarak oturdu, ayaklarının kendisini yeniden sokağa sürüklediğini anlayamadı bile. 'En çok yirmi yıl sonra,' diye geçirdi içinden, basit, ama çok önemli bir soru olan 'Devrimden önceki yaşantı şimdikinden daha mı iyiydi?' sorusu sonsuza dek yanıtsız kalmaya mahkûm olacaktı. Aslında bu sorunun şimdi bile yanıtı yoktu; eskilerden kalan birkaç kişi, bir dönemi öbürüyle kıyaslayamadığına göre... Milyonlarca gereksiz ayrıntıyı hatırlıyorlardı: Bir iş arkadaşıyla ettikleri kavga, kayıp bir bisiklet pompasını arama, ölüp gitmiş bir kızkardeşin yüzündeki anlatım, yetmiş yıl önce rüzgârlı bir sabah kalkan toz bulutları. Oysa, temel gerçekler görüş alanları dışındaydı. Karıncalar gibiydiler; ancak küçük olayları görebiliyorlardı, büyüklerini görmekten yoksundular. Bellekler işe yaramaz olduğu ve kayıtlar yalanlandığı zaman, Partinin yaşama düzeyini yükselttiği konusundaki savlarını kabul etmek gerekiyordu, çünkü bunları karşılaşılabilecek bir ölçü kalmamıştı ve olmayacaktı da.
O anda, daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Durup çevresine bir göz attı. Birkaç küçük dükkânın, evlerin arasına serpiştirilmiş olduğu dar bir sokaktaydı. Başının üzerinde, bir zamanlar yaldızlı olan, ama şimdi kararmış üç madeni top asılıydı. Burayı tanıyor gibiydi! Elbette! Burası günlük defterini almış olduğu ıvır zıvır dükkânıydı.
Ürperdi. Daha baştan, defteri satın almak bir yanılgıydı. Bir daha bu dükkânın yakınından geçmeyeceğine yemin etmişti. Ama dalınca, ayakları onu kendiliğinden buraya getirmişti. Günlüğüne başlamakla, intihar demek olabilecek bu tür güdülere karşı kendisini korumayı ummuştu. O sırada, saatin yirmi bire yaklaşmasına karşın, dükkânın hâlâ açık olduğu dikkatini çekti. Kaldırımlarda durmaktansa dükkâna girmenin daha az göze batacağı kanısıyla içeri girdi. Sorguya çekilirse, tıraş bıçağı aradığını söylerdi.
Dükkâncı, pek temiz olmayan, ama hoş bir koku saçan gaz lâmbasını yeni yakmıştı. Zayıf, iki büklüm, altmış yaşlarında bir adamdı, burnu uzun, gözleri kalın gözlüklerinin arkasında küçücük, saçı bembeyaz, buna karşılık kaşları gür ve siyahtı. Gözlükleri, yumuşak aceleci davranışları ve sırtındaki eski si-
yah kadife ceket, kendisine bir edebiyatçı, bir müzisyenmiş gibi belirsiz bir entelektüel hava veriyordu. Sesi kısılmış gibi yumuşacıktı, dili, proleterlerin çoğunluğuna oranla daha az bozuktu. "Sizi kaldırımda dururken, tanıdım," dedi. "Siz genç bayanın anı defterini alan bay değil misiniz? Kâğıdı çok iyiydi, kaymak kâğıt denirdi onlara. Elli yıldır bu tür kâğıt yapılmıyor diyebilirim." Gözlüklerinin üstünden Winston'ı süzdü. "Sizin için yapabileceğim bir şey var mı? Yoksa yalnız bir göz atmak mı istediniz?"
"Geçiyordum," dedi Winston, yavaşça, "uğrayayım dedim, özel bir isteğim yok."
Öteki, "Böyle olması iyi," dedi. "Sizi hoşnut edebilecek bir şey yok elimde." Özür dilemek ister gibi yumuşak avuçlarını açtı. "Gördüğünüz gibi, dükkân boş gibi. Aramızda kalsın, ama artık antika ticareti diye bir şey kalmadı. Ne almak isteyen var, ne de elimizde mal. Mobilya, porselen, kristal eşya, hepsi kırılmış dökülmüş durumda. Madeni eşyaların çoğu da eritildi zaten. Bir pirinç şamdan görmeyeli çok uzun zaman geçti."
Aslında, ufak tefek dükkân, rahatsızlık verecek kadar doluydu, ama en ufak değeri olan, tek bir eşya bile yoktu aralarında. Duvarlar boyunca, sayısız tozlu resim çerçevesiyle dolu olduğundan içeride adım atacak yer yoktu. Vitrine tepsiler içinde civatalar, somunlar, demir eşyalar, kırık çakılar, işlemeye niyetleri bile olmayan parlak saatler ve başka bir yığın ıvır zıvır sıralanmıştı. Yalnız köşedeki küçük bir masada sergilenen eşyalar, cilalanmış enfiye kutuları, broşlar ve buna benzer ufak tefek şeyler arasında ilginç bir şey çıkma olasılığı vardı. Winston masaya doğru yönelirken, lâmba ışığında hafifçe parıldayan yuvarlak, cilâlı bir şey çarptı gözüne. Durdu, eline aldı. Bir yanı yuvarlak, bir yanı düz, yarım küre biçiminde ağır bir cam parçasıydı bu. Camın renginde ve biçiminde garip bir yumuşaklık vardı, sanki bir yağmur damlası gibi. Tam ortasında, içinde, kavisli yüzeyin büyüttüğü, bir güle ya da denizyıldızına benzer garip, pembe, kıvrımlı bir nesne vardı.
Winston büyülenmişti sanki. "Bu nedir?" diye sordu. "Mercandır o," dedi yaşlı adam. "Hint Okyanusundan gelmiş olmalı. Camın ortasına yerleştirirlerdi. Yapılalı en azından yüz yıl olmuştur, görünüşüne bakılırsa belki de daha fazla."
"Güzel bir şey," dedi Winston.
"Güzeldir," dedi öteki, değerini bilerek, "Ama bunu değerlendirebilecek pek az insan var günümüzde." Öksürdü, "Eğer satın almak isteseydiniz size dört dolara mal olurdu. Eskiden olsa böyle bir şey en azından sekiz sterlin ederdi, sekiz sterlin de, şimdi ne kadar olduğunu bilemeyeceğim, ama epey paraydı. Ama bugün, bu tür ince antika işleme, tek tük kalmış olmasına karşın kim değer veriyor ki artık?"
Winston hemen dört doları verip sahip olmayı çok istediği bu cam küreyi cebine indirdi. Bunun güzelliğinden çok, farklı bir döneme ait olması etkilemişti onu. Yumuşak, yağmur damlasına benzeyen bu cam parçası şimdiye kadar gördüklerine hiç benzemiyordu. Bir zamanlar kâğıtların üzerine ağırlık olarak kullanılmış olsa bile, artık bir işe yaramaması, çekiciliğini iki kat artırıyordu. Çok ağır olmasına karşın, neyse ki cebinde şişkinlik yapmıyordu. Bunun bir Parti üyesinde bulunması garipti, başını derde bile sokabilirdi. Eski, hatta biraz güzel olan her şey kuşku uyandırırdı. Yaşlı adam dört doları aldıktan sonra gözden kaçmayacak kadar neşelenmişti. Winston onun iki ya da üç doları bile kabul edeceğini düşündü.
"Belki görmek istersiniz, bir oda daha var yukarıda," dedi.
"içinde pek fazla bir şey yok, bir iki parça bir şey. Yukarı çıkacaksak bir lâmba alayım."
İkinci bir lâmba yaktı ve öne düştü. Dik ve aşınmış merdivenlerden çıkıp dar bir holden geçerek, sokağa değil de taş döşeli bir avluya ve bir bacalar ormanına bakan bir odaya geldiler. Winston, eşyaların, sanki oda hâlâ kullanılıyormuş gibi yerleştirilmiş olduğunu fark etti. Yerde bir yolluk, duvarlarda birkaç resim, şöminenin yanında eski bir koltuk vardı. Eski model bir saat, şöminenin yanında tik tak edip duruyordu. Pencerenin altında, odanın hemen hemen dörtte birini kaplayan, üzerinde şiltesi bile olan kocaman bir karyola vardı.
Yaşlı adam özür diler bir tavırla, "Karım ölene kadar burada yaşadık," dedi. "Şimdi mobilyaları tek tek satıyorum. Örneğin şu, güzel maun bir karyoladır, daha doğrusu içindeki tahtakuruları temizlenirse, güzel bir karyola olur. Ama korkarım bu size fazla hantal gelir."
Bütün odayı aydınlatması için, lâmbayı başının üzerinde tutuyordu ve sıcak, kısık ışık altında oda şaşılacak derecede çekici görünüyordu. Tehlikeyi göze alırsa, odayı haftada birkaç dolara kolayca kiralayabilirdi. Bu, olanaksız, çılgınca bir düşünceydi, aklından geçer geçmez unutulması gereken bir şey, ama böyle bir odada, şöminenin yanında, ateşte çaydanlık, ayakları ızgaranın üzerinde, bir koltukta oturmak ne kadar keyifli olurdu. Yapayalnız, güvenli, ne bir gözetleyen, ne bir izleyen olurdu sizi, yalnızca çaydanlığın fokurdaması ve saatin dostça tıkırdaması. Sanki bütün bunları daha önce yaşamış gibi hissetti kendisini.
"Tele ekran yok!" diye mırıldanmaktan kendini alamadı."
"Evet, o tür şeylerden bulundurmayı hiç düşünmedim. Çok pahalı. Nedense hiç de gereksinim duymadım. Bakın şu köşedeki çok güzel bir masadır. Yalnız kanatlarından yararlanmak isterseniz eğer, yeni rezeler takmanız gerekecek."
Başka köşede bir kitaplık vardı ve Winston oraya yanaşmıştı bile. içinde, değersiz bir yığın kitaptan başka bir şey yoktu. Her yerde olduğu gibi, yoksul kesimlerde de, kitapların aranması ve yok edilmesi titizlikle yapılmıştı. Koca Okyanusya'da 1960 yılından önce basılmış bir kitaba rastlamak olanaksızdı. Yaşlı adam, elinde lâmba şöminenin öbür yanına asılmış, gül ağacından çerçevesi olan bir resmin önünde duruyordu.
"Eğer eski baskılar ilginizi çekiyorsa," diye başladı kibarca.
Winston resmi incelemek için oraya yöneldi. Dörtköşe pencereleri ve ön yüzünde küçük bir kulesi olan yumurta biçimli bir yapının çelik kakmasıydı, resim. Çevresindeki parmaklıklar, arkasında da heykele benzer bir şey vardı. Winston bir süre resmi inceledi. Heykeli hatırlamıyordu, ama yine de resim bir şeyler çağrıştırıyordu ona.
"Çerçeve duvara vidalıdır," dedi yaşlı adam, "ama dilerseniz çıkabilirim."
"Bu yapıyı tanıyorum," dedi Winston, sonunda. "Şimdi bir yıkıntı durumunda. Adalet sarayının bulunduğu caddenin ortasında duruyor."
"Doğru, adliyenin dışında. Birkaç yıl önce, bombalanmıştı. Bir zamanlar kiliseydi. Adı St. Clement Danes'di." Sanki saçma
bir şey söylediğinin farkındaymış gibi, gülerek ekledi: "Portakal der, limon der, St. Clement'in çanları."
"O da nedir?" diye sordu Winston.
"Şey... Portakal der, limon der. St. Clement'in çanları, diye ben küçücük bir çocukken söylenen bir tekerleme. Devamını hatırlamıyorum, ama sonu şöyleydi: 'Seni yatağına götürmeye bir mum geliyor, başını kesmeye cellât geliyor.' Bir çeşit danstı bu. Kolları kaldırır altından geçerdik ve tam geçerken, 'başını kesmeye cellât geliyor,' diyerek ve kolları aşağı indirerek, geçenleri yakalardık. Kilise adlarını sayardık, elbette belli başlı olanlarını."
Winston kiliselerin hangi çağa ait olduklarını hatırlamaya çalıştı. Londra'daki yapıların hangi çağa ait olduklarını kestirmek zordu. Büyük ve etkileyici olan ve görünüşte oldukça yeni olan tüm yapıların, devrimden sonra yapıldıkları ileri sürülürdü, daha eski bir tarihe ait yapılırsa ortaçağ denilen bir döneme bağlanırdı. Kapitalizmin egemen olduğu dönemlerdeyse, bir değeri olan hiçbir şey yapılmadığı söylenirdi. Nasıl kitaplardan tarih öğrenilemiyorsa, mimari yapılardan da öğrenilemiyordu. Heykeller, yazıtlar, anıtlar, caddelerin adları, geçmişe ışık tutabilecek ne varsa, hepsinin adları değiştirilmişti.
"Bunun bir kilise olduğunu bilmiyordum," dedi.
"Aslında bunlardan çok var," dedi, yaşlı adam, "şimdi başka amaçlar için kullanıyor olsalar da. Dur bakayım, devamı nasıldı? Tamam! Buldum! 'Portakal der, limon der, St. Clement'in çanları, bana üç farthing borcun var der, St. Martin'in çanları,' diye devam ediyordu, yanılmıyorsam. Bir farthing, küçük bakır bir paraydı, cente benzerdi."
"St. Martin neredeydi?" diye sordu Winston.
"St. Martin mi? Hâlâ ayakta duruyor. Zafer alanındaki resim galerisinin yanında, önünde üçgen bir girişi, büyük sütunları ve geniş merdivenleri olan yapı."
Winston bu yeri çok iyi biliyordu. Propaganda sergileri, roket, kale ve yüzen kale modelleri, düşman hunharlıklarını gösteren balbumu tablolar için kullanılan bir müzeydi.
"Çayırlık içindeki St. Martin derlerdi ona," diye ekledi yaşlı adam. "Gerçi oralarda hiçbir yanda çayırlık olduğunu hatırlamıyorum ya."
Winston resmi satın almadı. Böyle bir şeyle yakalanırsa açıklaması güç olurdu, çerçevesinden çıkarılmadıkça da eve götürülmesi olanaksızdı. Ama orada biraz daha durarak yaşlı adamla çene çaldı. Ve adamın, dükkân vitrininde yazılı olduğu gibi Weeks değil de, Charrington olduğunu öğrendi. Bay Charrington, anlattığı kadarıyla, altmış üç yaşında bir duldu ve otuz yılı aşkın bir süredir bu dükkânı işletiyordu. Bunca zamandır, camın üstünde yazılı adı değiştirmeye niyet etmiş, ama bir türlü olmamış. Winston konuşurken, bir yandan da tekerlemenin belleğinde kalan iki satırını yineleyip duruyordu. 'Portakal der, limon der, St. Clement'in çanları, bana üç farthing borcun var der. St. Martin'in çanları.' Garipti, ama bunları söylerken çanların sesini duyuyormuş gibi oluyordu, yitik bir Londra'nın çanları, unutulmuş ve gizlenmiş, bir yerlerde duruyordu, hâlâ. Bir hayalet kilise çanından ötekine doğru, çaldıklarım duyuyormuş gibiydi. Oysa ömrü boyunca tek bir çan sesi duymamıştı.
Bay Charrington'dan kurtulup merdivenlerden yalnız indi, dışarı çıkmadan önce caddeyi kolaçan ettiğini yaşlı adamın görmesini istememişti. Daha şimdiden, uygun bir süre sonra, örneğin bir ay sonra dükkânı yeniden ziyaret etmeyi kararlaştırmıştı bile. Belki de merkezde bir gece kaytarmaktan tehlikeli değildi bu. Asıl yanılgısı, günlüğü aldıktan sonra, dükkâncının güvenilir olup olmadığını öğrenmeden oraya yeniden gitmek olmuştu. Yine de...
Evet, oraya yeniden gidecekti. İşe yaramaz daha başka güzel şeyler olacaktı. St. Clement'in resmini alacaktı, çerçevesinden çıkaracak ve tulumunun ceketi altında gizleyerek eve götürecekti. Tekerlemenin kalan bölümünü Bay Charrington'ın belleğinden söküp çıkaracaktı. Hatta, yukarı kattaki odayı kiralamak gibi çılgınca bir düşünce, yeniden geçti aklından. Belki beş saniye kadar bir süre için, coşkusu onu dikkatsizleştirdi ve dışarıya göz almaksızın çıktı. Hatta tekerleme için uydurduğu bir ezgiyi mırıldanmaya bile başlamıştı:
'Portakal der, limon der St. Clement'in çanları Bana üç farthing borcun var, diye.,.'
Birden buz kesti. On metre öteden, mavi tulumlar içinde birisi ona doğru geliyordu. Bu, Roman Dairesindeki kızdı, şu siyah saçlı kız. Çevre karanlıktı, ama tanımakta güçlük çekmedi. Kız doğrudan yüzüne baktı ve sonra görmemiş gibi yoluna devam etti.
Birkaç saniye kadar, Winston kıpırdayamayacak kadar felce uğramıştı. Sonra sağa döndü ve yanlış yöne gittiğini fark etmeksizin yavaş yavaş yürümeye başladı. Ne olursa olsun bir sorusuna yanıt bulmuştu. Kızın kendisini gözetlediği kesindi. Kendisini buraya dek izlemiş olmalıydı, çünkü Parti üyelerinin oturduğu kesimden kilometrelerce uzaktaki ıssız, ne olduğu belirsiz semtte karşılaşmaları bir rastlantı olamazdı. Gerçekten bir Düşünce Polisi mi, yoksa işgüzar bir amatör casus mu olduğu önemli değildi. Onun meyhaneye girdiğini de görmüş olmalıydı.
Yürümek için kendisini zorluyordu. Her adım atışta, cebindeki ağır cam küre baldırına çarpıyordu; cebinden çıkarıp atmayı düşündü. En kötüsü karnındaki sancıydı. Birkaç dakika içinde eğer tuvalete gitmezse ölecekmiş gibi bir duygu kapladı içini. Ama buralarda genel tuvaletler bulunmazdı ki. Sonunda geride uyuşuk bir sızı bırakarak geçti kasılması.
Yürüdüğü, çıkmaz bir sokaktı. Winston durdu, birkaç saniye, ne yapacağını bilmeden, orada bekledi, sonra geri dönerek geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Kızla karşılaşalı henüz üç dakika olmuştu, eğer koşarsa ona yetişebilirdi. Onu ıssız bir köşeye kadar izler ve sonra kafasını bir taşla parçalardı. Ya da cebindeki ağır cam parçaslnı kullanırdı bu iş için. Ama hemen bu düşünceden vazgeçti, çünkü herhangi bir fiziksel çaba göstermek düşüncesini bile katlanılmaz buluyordu. Koşacak, bir şey vuracak durumda değildi. Üstelik kız genç ve atikti, kendini rahatça savunabilirdi. Hızla Dernek Merkezine gidip kapanıncaya kadar orada kalarak, tüm gece boyunca orada olduğunu ileri sürmeyi düşündü. Ama bu olanaksızdı. Öldürücü bir uyuşukluğun pençesindeydi. Tek istediği, bir an önce eve varıp şöyle bir oturmak, kendisini toparlamaktı.
Eve döndüğünde, saat yirmi ikiydi. Girişteki lâmbalar yirmi üç otuzda söndürüldü. Mutfağa giderek neredeyse bir kap dolusu cini midesine indirdi. Sonra masasına gitti, oturdu ve
çekmeceden günlüğünü çıkardı. Ama kapağını açmadı bile. Tele ekranda, gıcırtı sesli bir kadının söylediği yurtsever bir marş duyuluyordu. Defterin ebruli kapağına bakarken, bu sesi bilincinden dışarı atabilmek için boş yere uğraşıyordu.
Her zaman gece gelirlerdi sizi almaya. Tutuklamadan önce en doğrusu kendinizi öldürmekti. Kuşkusuz pek çok insan böyle yapmıştı. Ortadan yitmelerin çoğunluğu intiharlar sonucuydu. Ateşli silâhlan, ani etkili kuvvetli zehirleri elde etmek olanaksız olduğundan intihar etmek için korkunç bir cesaret gerekiyordu. Korkunun ve acının biyolojik yararsızlığını düşündü. Fazladan bir çaba göstermek zorunda kaldığınızda, bedeniniz hareketsiz kalıveriyordu. Yeteri derecede hızlı davranmış olsaydı, kızı susturabilirdi. Ama tehlikenin büyüklüğü, eylem gücünü yitirmesine yol açmıştı. Korkulu anlarda, insan düşmana karşı değil, kendine karşı bir savaşım veriyordu gerçekte. Şimdi bile, cin içmiş olmasına karşın, midesindeki uyuşuk ağrı, yerinde düşünebilmesini engelliyordu. Tüm trajik kahramanlık anlarında böyle olur, diye düşündü. Savaş alanında, işkence odasında, batan bir gemide, uğruna savaşılanlar unutulur, çünkü bedeniniz tüm dünyanızı dolduracak kadar büyümüştür; korkudan felce uğramış ya da acıyla feryat ediyor olmasanız bile hayat, açlığa, soğuğa, uykusuzluğa, ekşiyen bir mideye ya da ağrıyan bir dişe karşı verilen savaşımdan başka bir şey değildir artık.
Günlüğünü açtı. bir şeyler yazmalıydı. Ekrandaki kadın yeni bir şarkıya başlamıştı; sesi kırık cam parçaları gibi dolmaktaydı beynine. O'Brien'ı düşünmeye çalıştı, günlüğünü O'Brien'a yazıyordu, ama bunun yerine, Düşünce Polisi kendisini alıp götürdükten sonra olacakları düşünmeye başladı. Onu hemen öldürürlerse bir sorun yoktu. Ölmek kaçınılmaz bir sondu. Ama ölümden önce (kimse bunlardan söz etmezdi, ama herkes bilirdi), bir yığın itiraf evresinden geçmeniz gerekirdi; yerlerde sürünüp size acımaları için yalvarmalar, kırılan kemiklerin çatırtısı, dökülmüş dişler, üzerinde kanlar pıhtılaşmış saçlar. Sonuç değişmeyecek olduktan sonra, tüm bunlara katlanmanın ne gereği vardı? Neden hayatınızdan birkaç günü ya da haftayı kesip atmanız olası değildi? Kimse yakalanmaktan kurtulamazdı, suçlarını itiraf etmekten de. Eğer bir kez düşünce su-
çu işlemişseniz, belirli bir tarihte öleceğiniz kesindi. O halde neden hiçbir şeyi değiştirmeyen bu korku içinize yerleşiyordu?
O'Brien'ın imgesini kafasında canlandırabilmek için biraz daha çaba gösterdi. 'Karanlığın var olmadığı bir yerde buluşacağız,' demişti O'Brien kendisine. Bunun ne demek olduğunu biliyordu ya da bildiğini sanıyordu. Karanlığın var olmadığı yer, gelecekti. Asla göremeyeceğimiz, ama bir gün geleceğini bildiğimiz ve hiç değilse düşsel olarak içinde yaşadığımız bir gün. Tele ekrandaki kulak tırmalayan ses, düşüncelerini sürdürmesini engelledi. Bir sigara aldı ağzına. Tütünün yarısı diline döküldü, ağzı tükürükle atılması güç bir tozla doldu. O'Brien'ınkini silerek Büyük Biraderin görüntüsünü getirdi gözünün önüne. Birkaç gün önce yapmış olduğu gibi, cebinden bir teklik çıkararak baktı. Bu yüz sakin, koruyucu bir anlatımla kendisine dikmişti gözlerini; bu esmer bıyıkların gerisinde ne tür bir gülümseme gizlenmişti? Ağırlık veren o sözler canlandı yeniden kafasında:
SAVAŞ BARIŞTIR ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR BİLGİSİZLİK KUVVETTİR
İKİNCİ BÖLÜM
l
Sabahın geç saatleriydi, Winston, tuvalete girmek için oda-cığından ayrılmıştı.
İyice aydınlatılmış uzun koridorun öbür ucundan birisi, kendisine doğru geliyordu. Siyah saçlı kızdı bu. Onu, ıvır zıvır dükkânının orada gördüğünden bu yana, dört gün geçmişti. Yaklaştığında, kızın sağ kolunun boynuna asılı olduğunu fark etti. Sargı, tutumuyla aynı renkte olduğu için, ilk anda gözüne çarpmamıştı. Roman konularının oluşturulduğu büyük kale-idoskoplardan birine kıstırmış olacaktı elini. Roman Dairesinde çok sık rastlanan kazalardandı bu.
Aralarında belki üç dört metre kalmıştı ki, kız sendeleyerek yüzükoyun yere düştü. Derin bir acıyla bağırdı. İncinmiş kolunun üstüne düşmüş olmalıydı. Winston durdu. Kız dizleri üstünde kalkmıştı. Sararmış yüzünde, dudaklarının kırmızlığı iyice belirginleşmişti. Göz göze geldiklerinde, gözlerinin acıdan çok korkuyla dolu olduğunu gördü Winston.
Garip bir duygu sardı Winston'ın içini. Önünde onu öldürmek isteyen bir düşmanı duruyordu; önündeydi işte; o da canlıydı, acı çeken, belki de bir kemiği kırılmış olan bir insan. Elinde olmaksızın yardım etmek için atılmıştı. Onu yaralı kolunun üstüne düşerken gördüğünde, sanki acısını kendi bedeninde duymuştu.
"Bir yeriniz acıdı mı?" diye sordu.
"Bir şeyim yok, kolum yalnız. Birazdan geçer."
Kız konuşurken heyecanlı görünüyordu, yüzü daha da sararmıştı.
"Bir yeriniz kırılmadı ya?"
"Hayır, birazdan iyileşirim. Biraz canım yandı, o kadar."
Boş olan elini ona uzattı; Winston kalkmasına yardı etti. Rengi yerine gelmişti, çok daha iyi görünüyordu.
"Önemli değil," dedi. "Bileğimi biraz incittim. Sağ ol yoldaş."
Ve sonra gerçekten de bir şey olmamış gibi yoluna devam etti. Tüm olay yarım dakika bile sürmemişti. Olay bir tele ekranın önünde geçmişti, ama insanın duygularını yüzünde belli etmemesi bir içgüdüsel tepki olmuştu, artık. Buna karşın Winston, bir iki saniye kadar, şaşkınlığını gizleyebilmek için oldukça güçlük çekmişti. Kızı kolundan tutup kaldırırken, kız eline bir şey sıkıştırmıştı, küçük, yassı bir şey. Bunu kuşkusuz bilerek yapmıştı. Tuvalete doğru yürürken elindekini cebine aktardı ve parmaklarının ucuyla yokladı: Dört köşe katlanmış bir kâğıttı bu.
Pisuardayken, parmaklarıyla kâğıdı açmayı başardı. İçinde kendisi için yazılmış bir mesaj olduğu belliydi. Tuvaletlerden birine girip hemen mesajı okumak geliyordu içinden. Ama bu korkunç bir çılgınlık olurdu, bunu biliyordu. Tele ekranın sürekli olarak izlediği bir yer varsa, o da tuvaletlerdi.
Yeniden odacığına döndü, oturdu ve elindeki kâğıt parçasını umursamazca masanın üstündeki öbür kâğıtların üzerine attı, gözlüklerini takarak konuşyazı kendisine doğru çekti. "Beş dakika," diyordu kendi kendine, "en azından beş dakika." Kalbi göğsünde deli gibi çarpıyordu. Neyse ki uğraştığı günlük işlerdi; bir yığın değerin yeniden düzenlenmesi olduğu için, fazla dikkat gerektirmiyordu.
Kâğıtta yazılı olanlar kuşkusuz siyasal bir içerik taşıyordu. Düşünebildiği kadarıyla, iki olasılık vardı: Birincisi, ki en büyük olasılık buydu, kız tahmin ettiği gibi, Düşünce Polisinin bir casusu olabilirdi. Ama Düşünce Polisinin bildiri yollamak için neden böyle garip bir yol seçtiğini anlamıyordu, belki de kendilerine göre bir nedenleri vardı. Kâğıtta yazılanlar, bir gözdağı, bir çağrı, intihar etmesi için bir buyruk, bir tuzak olabilirdi. Ama sürekli kafasında dönüp dolaşan ve bastırmaya çalıştığı bir olasılık daha vardı. Bildiri, Düşünce Polisinden değil de gizli bir yeraltı örgütünden de geliyor olabilirdi. Belki de Kardeşlik
diye bir şey vardı! Belki de kız onun bir üyesiydi. Bu düşünce kuşkusuz saçmaydı, ama eline o kâğıdı sıkıştırdığı an, bu düşünce kafasından geçmişti. Daha yakın bir olasılık, ancak birkaç dakika sonra aklına gelmişti. Şimdi bile, mantığı ona bu bildirinin ölüm demek olduğunu söylediği halde, buna hâlâ inanamıyordu ve neden bilinmez, ama boş bir umut vardı içinde. Kalbi hızla çarpıyordu. Değerler listesini konuşyaza mırıldanırken, sesinin titremesine engel olamıyordu.
İşi biten kâğıtları tomar haline getirerek basınçlı hava borusuna attı. Sekiz dakika geçmişti. Gözlüklerini düzeltti, içini çekti ve üstünde o kâğıt parçasının bulunduğu öteki çalışılacak kâğıtları kendisine doğru çekti. Kâğıdı düzeltti. Üzerine büyük, biçimsiz bir el yazısıyla şöyle yazılmıştı:
Seni seviyorum
Birkaç saniye kadar, bu suç unsuru kâğıdı bellek deliğine atamayacak kadar sersemlemişti. Bir şeye aşırı ilgi göstermenin tehlikesini bildiği halde, kâğıdı atmadan önce sözcüklerin gerçekten orada olduğuna iyice inanmak için yeniden okudu.
Sabahın kalan saatlerinde çalışmak çok güç oldu. Dikkatini bir yığın ıvır zıvır iş üzerinde yoğunlaştırmaktan çok, coşkusunu tele ekrandan gizlemek zor geliyordu ona. Karnında bir yangın çıkmış gibiydi. Sıcak, kalabalık ve gürültülü kantindeki yemek, bir işkenceydi. Yemek sırasında biraz yalnız kalmak istemişti, ama ne şanssızlıktır ki, budala Parsons gelip yanına oturdu. Saçtığı ter kokuları, yemek kokularını bile bastırıyordu. Nefret Haftasına hazırlıklarla ilgili bir yığın şey anlattı durdu. Kızının üyesi olduğu Casuslar Örgütünün hazırlamakta olduğu, Büyük Biraderin başının kartondan modeli üzerinde özellikle durdu. İşin en sinir bozucu yanı, türlü gürültü arasında Wins-ton'ın, Parsons'ın söylediklerini güçlükle duyabilmesi ve anlaşılmayan bir yığın cümleyi yinelemesini istemesiydi. Bir aralık, o kız ilişti gözüne. Kız onu görmemiş gibi yaptı ve bir daha ondan yana bakmadı.
Öğleden sonra zaman biraz daha kolay geçti. Masasına döner dönmez, birkaç saatini alacak ve her şeyi unutturacak ince ve güç bir iş geçti eline. Şimdilerde kayıplara karışmış bir Parti
ileri gelenini gözden düşürmek için, iki yıl öncesine ait bazı üretim raporlarını yalanlayacaktı. Winston'ın en iyi becerdiği işti bu; iki saat boyunca, kızı kafasından atabilmeyi başardı. Ve sonra yeniden kızın, içinde karşı konulmaz bir yalnızlık isteği uyandıran hayâli canlandı kafasında. Yalnız kalmadıkça bu yeni gelişmeleri düşünmek olanaksızdı. Bu gece, Dernek Merkezinde olması gereken gecelerden biriydi. Kafeteryada tatsız tuzsuz bir yemek atıştırdıktan sonra, merkeze koştu. Bir 'tartışma grubunun" soytarılığına katıldı, bir-iki set masa tenisi oynadı, birkaç bardak cin devirdi ve yarım saat boyunca 'Satrancın İngsos'la ilgisi' adlı bir konuşmayı dinledi. Can sıkıntısından patlıyordu, ama kaçmayı düşünemezdi. "Seni seviyorum," sözleri, içinde yaşama isteği uyandırmıştı, küçük tehlikelere atılmak aptalca görünmeye başlamıştı. Sürekli olarak düşünmeye koyulması, ancak saat yirmi üçte, eve dönüp yatağa girdikten sonra mümkündür. Karanlıkta sessiz durduğunuz sürece, tele ekran açısından güvencedeydiniz.
Ortada çözülmesi gereken bir sorun vardı. Kızla nasıl bağlantı kurup bir buluşma zamanı saptayabilirdi. Kızın kendisine bir tuzak hazırlıyor olması olasılığını bir yana bırakmıştı. Öyle olmadığını biliyordu, çünkü kızın ona kâğıdı verirken duyduğu coşku ortadaydı. Besbelli derin bir korku duymuştu bunu yaparken. Kızın önerisini geri çevirmeyi düşünmüyordu bile. Henüz beş gece önce, kafasını bir kaldırım taşıyla ezmeyi düşünmüştü, ama bunun bir önemi yoktu artık. Düşünde de görmüş olduğu gibi, onun çıplak, genç bedenini düşündü. Onun da ötekiler gibi olduğunu düşünmüştü, kafasının yalanlar ve kinle, karnının buzla dolu olduğunu... Onu yitirebileceği korkusuyla irkildi, bu genç beyaz beden ondan kayıp gidebilirdi! Kendisini en çok korkutan şey, eğer onunla hemen bağlantı kurmazsa, kızın düşüncesini değiştirebileceğiydi. Ama onunla buluşması, gerçekten çok güç bir işti. Satrançta mat olmuşken taş oynatmaya çalışmak gibi bir şeydi. Ne yana dönerseniz dönün, tele ekran karşınıza dikiliyordu. Kâğıdı aldıktan beş dakika sonra, kızla iletişim kurmanın tüm olası yolları aklından geçmişti, ama şimdi zamanı varken hepsini birer birer, sanki masanın üzerine aletlerini yayarmış gibi gözden geçirdi.
Bu sabahkine benzer bir olayın, yeniden yaşanılamayacağı açıktı. Eğer kız Arşiv Dairesinde çalışıyor olsaydı, işler bir ölçüde daha kolay olabilirdi. Ama ne Roman Dairesinin yapıdaki yerini biliyor, ne de oraya gitmek için aklına bir bahane geliyordu. Nerede yaşadığını ve işten ne zaman çıktığını bilse, onu eve dönerken yakalayabilirdi, ama onu izlemek pek akıllıca olmazdı; bunun için Bakanlığın dışında beklemesi gerekirdi ki, bu durumda da göze çarpmamak olanaksız gibiydi. Postayla mektup gönderemezdi, çünkü mektupların açıldığı artık bir sır bile değildi. Çok az kişi mektup yazar olmuştu. Çok seyrek olarak, bir haber gönderilmek istenirse, bu iş için üzeri basılı bir yığın kâğıt vardı; cümlelerin arasından gerekmeyenleri siliyordunuz. Zaten kızın ne adını ne de adresini biliyordu. Sonunda en güvenilir yerin kantin olduğuna karar verdi. Odanın ortalarında, tele ekrandan uzakta, etrafta yeterli bir gürültü olduğu bir sırada, ona yakın bir masaya oturabilse belki birkaç sözcük konuşabilirdi.
Bundan sonraki bir hafta huzursuz bir düşmüş gibi geçti. Ertesi gün, zil çaldıktan sonra, tam Winston'ın ayrıldığı sırada geldi kantine. Başka bir vardiyaya verilmiş olmalıydı. Birbirlerine bakmaksızın geçtiler. Onu izleyen gün, tam zamanında, ama üç kızla birlikte geldi ve tam bir tele ekranın altına oturdu. Sonra üç boğucu gün boyunca hiç ortalarda görünmedi. Tüm bedeni ve beyni dayanılmaz bir duyarlılık kazanmıştı; bu onu, her davranışında, her ilişkisinde, her seste, dinlediği ya da söylediği her sözde, can çekişir bir duruma sokuyordu. Uyurken bile kızın görüntüsünden kurtulamıyordu. Bugünler süresince günlüğüne el sürmedi. Tek rahatladığı yer işiydi, bazen kendisini on dakika boyunca unutabiliyordu. Kıza ne olduğu hakkında elinde en ufak bir ipucu bile yoktu. Soruşturamazdı da. Buharlaştırılmış olabilirdi; intihar etmiş olabilirdi; ya da Okyanusya'nın bir başka bölgesine gönderilmiş olabilirdi; ama en kötü ve olası olanı, düşüncesini değiştirmiş olması ve artık onu görmek istememesiydi.
Kızı ertesi gün yine gördü. Kolunu askıdan çıkarmış, bileğini plasterlerle sarmıştı. Onu görmek öylesine rahatlatıcı ve sevindiriciydi ki, Winston birkaç saniye sürekli ona bakmaktan kendini alamadı. Ertesi gün kızla az kalsın konuşabiliyordu.
Kantine geldiğinde, onun duvardan uzakta bir masada, yalnız oturduğunu gördü. Saat erkendi, kantin henüz dolmamıştı. Kuyruk yavaş yavaş ilerlerken sıra tam Winston'a gelmişti ki, önlerden birisinin sakarin tabletini almadığını ileri sürmesiyle durakladılar. Winston tepsisini alıp kızın masasına doğru ilerlerken, henüz yanına kimse oturmamıştı. Umursamaz bir tavırla yürürken öteki masalara bakıyormuş gibi yapıyordu. Kız kendinden belki üç metre kadar ötedeydi. İki saniyecik daha yetecekti. Ama bir ses arkasından 'Smith!' diye seslendi. Duymazlıktan geldi. 'Smith' diye, daha güçlü olarak yineledi ses. Yapacak bir şey yoktu. Arkasına döndü. Wilsher adında, pek az tanıdığı sarışın, aptal yüzlü, genç bir adam, gülümseyerek kendisini masasındaki boş yere çağırıyordu. Önerisini geri çevirmek olmazdı. Artık tanındıktan sonra gidip yalnız bir kızın masasına oturamazdı. Bu, dikkat çekerdi. Dostça bir gülümsemeyle Wils-her'in masasına oturdu. O aptal, sarışın yüz, kendisine sırıtarak bakmaktaydı. Winston'ın içinden, baltayla o kafayı ikiye bölmek geldi. Kızın masası birkaç dakika içinde dolmuştu.
Ama kız onun kendisine gelmekte olduğunu görmüş olmalıydı; belki de anlamıştı niyetini. Ertesi gün kantine erken gitmeye çalıştı. Kız gerçekten aynı masada oturmaktaydı ve yine yalnızdı. Kuyrukta Winston'm önünde, ufak tefek, çevik, basık yüzlü ve küçük böceksi gözlü bir adam vardı. Winston, elinde tepsisi, tezgâhtan ayrılırken, adamın kızın masasına yöneldiğini gördü. Gerideki bir masada da boş bir yer vardı, ama adamın rahatına düşkün olduğu belliydi; kuşkusuz boş masayı seçecekti. Winston, kalbi buz kesilmiş, izliyordu adamı. Kızı yalnız yakalamadıkça onunla oturmasının bir anlamı yoktu. Bu sırada, büyük bir şangırtı koptu. Adam yerdeydi, tepsisi elinden düşmüştü; çorbası ve kahvesi çevreye dağılmıştı. Adam Winston'a kızgınlıkla bakarak ayağa fırladı, kendisine çelme taktığından kuşkulandığı belliydi. Ama sorun çözümlenmişti. Winston, beş saniye sonra, kalbi deli gibi çarparak kızın masasına oturmuştu bile.
Kıza bakmadı. Tepsisini boşaltarak hemen yemeğine başladı. Masaya başka birisi gelmeden onunla konuşmalıydı, ama içinde müthiş bir korku vardı. Kızın kendine yaklaştığı o günden bugüne bir hafta geçmişti. Düşüncesini değiştirmiş olabilir-
di, evet, mutlaka düşüncesini değiştirmiş olmalıydı! Böyle bir serüvenin başarıyla son bulmasına olanak yoktu; böyle şeyler gerçek hayatta olmazdı. Winston o sırada, kulakları tüylü ozan Ampleforth'un masalar arasında dolaşarak yer aradığını görmemiş olsaydı, belki hiç konuşamayacaktı. Ampleforth, Wins-ton'a oldukça bağlıydı ve gözüne ilişirse mutlaka onun yanına otururdu. Eyleme geçmek için belki bir iki dakikası vardı. Winston da, kız da, hızlı hızlı yemeklerini yemekteydiler. Yedikleri şey etli kuru fasulye, aslında kuru fasulye çorbasıydı. Winston alçak sesle, fısıldar gibi konuşmaya başladı. İkisi de başlan önlerinde, hızla çorbalarını içerken iki lokma arasında, düz, alçak bir sesle konuşuyorlardı.
"İşten kaçta çıkıyorsun?"
"On sekiz otuz."
"Nerede buluşabiliriz?"
"Zafer Alanında, anıtın yanında."
"Orası tele ekranlarla dolu."
"Çok kalabalık olduğu için önemi yok."
"Herhangi bir işaret?"
"Hayır. Ben bir kalabalığın içinde olmadığım sürece yanıma gelme."
"Saat kaçta?"
"On dokuzda."
"Tamam."
Ampleforth, Winston'i görmedi ve bir başka masaya oturdu. Bundan sonra konuşmadılar. Birbirlerine elden geldiğince az bakarak oturdular. Kız çabucak yemeğini bitirerek kalktı. Winston bir sigara içmek için kaldı.
Winston, kararlaştırdıkları saatten önce Zafer Alanındaydı. Tepesinde Büyük Biraderin güneye, göklere doğru bakan heykelinin bulunduğu görkemli anıtın çevresinde dolaştı. Avrasya füzelerini (birkaç yıl önce bunlar Doğu Asya füzeleriydi) Bir No'lu Havaüssü çatışmasında burada yenmişti. Onun önündeki caddede, Oliver CromwelPin at üstündeki heykeli vardı. Saat yediyi beş geçiyordu, ama kız görünürde yoktu. Yeniden amansız bir korku dalgası sardı Winston'ın içini. Gelmiyordu işte, vazgeçmişti! Yavaş yavaş alanın kuzeyine doğru yürümeye başladı. Çanları bir zamanlar 'Bana üç farthing borcun var,' diye
çalan St. Martin Kilisesini tanımaktan belli belirsiz bir hoşnutluk duydu. Sonra anıtın dibinde asılı bir posteri okuyan ya da okuyormuş gibi yapan kızı gördü. Çevresinde insanlar olmadıkça yaklaşmamalıydı. Sütunun çevresi tele ekran doluydu. Bu arada birtakım bağrışmalar oldu; solda bir yığın ağır araç belirdi. Ansızın alandaki tüm insanlar koşuşmaya başladılar. Kız da aslan heykelinin çevresinden dolaşıp koşuşanlara karıştı. Winston onu izledi. Koşarken, çevredekilerden, bir Avrasyalı tutsak alayının geçmekte olduğunu öğrendi.
Yoğun bir insan kitlesi alanın güney kesimini tıkamıştı bile. Her zaman itişme ve kakışma olan yerlerden uzak durmayı yeğleyen Winston şimdi iterek, dirsek vurarak kalabalığın ortasına daldı. Kızla arasında bir iki metre kalmıştı ki, şişko bir proleterle, karısı olacak aynı azametteki bir kadın, önünü tıkayarak aşılması olanaksız etten bir duvar oluşturdular. Winston üstün bir çabayla yan döndü ve güçlü bir atılımla omzunu ikisinin arasına soktu. İki geniş kalça arasında bir ara karnı patlaya-cakmış gibi olduysa da, kan ter içinde öne geçmeyi başardı. Şimdi kızın yanıbaşındaydı, omuz omuza her ikisi de önlerine bakıyorlardı.
Köşelerinde, ellerinde makineli tüfekleriyle taş yüzlü gardiyanların dimdik durdukları kamyonlar, yavaş yavaş, dizi halinde geçiyorlardı. Kamyonların içi tıkabasa çömelmiş eski, yeşil üniformalı, ufak tefek sarı ırktan adamlarla doluydu. Kamyonların kenarlarından dışarı bakan hüzünlü Moğol yüzleri, hiçbir merak belirtisi taşımıyordu. Arada sırada, kamyonun biri sarsıldığında, kulağa madeni sesler geliyordu. Tutsakların ayaklarına zincir vurulmuştu. Kamyonlar dolusu hüzünlü yüz gelip geçti. Winston onların geçmekte olduğunu biliyor, ama ancak arada sırada yüzlerini fark edebiliyordu. Kızın omzu ve dirseğine kadar kolu Winston'a yaslanmıştı. Neredeyse yanağının sıcaklığını duyabilecek kadar yakınında durmaktaydı. Kız, kantinde yaptığı gibi, duruma hemen el koyarak, aynı düz sesle konuşmaya başladı; dudaklarını hemen hiç oynatmıyor, kamyonların gürültüsü ve bağrışmaların boğduğu bir sesle konuşuyordu.
"Sesimi duyabiliyor musun?"
"Evet."
"Bu pazar öğleden sonra boş musun?"
"Evet."
"Öyleyse iyi dinle. Anlattıklarımı unutmamalısın. Pad-dington İstasyonuna git..."
Winston'i şaşkınlığa düşüren bir disiplinle, ona gideceği yolu tanımladı. Yarım saat süren bir tren yolculuğu, istasyondan sola dönüp iki kilometre yürüyüş, üst tahtası eksik bir kapı, çayırın içinde otlarla kaplı bir keçiyolu, sonra çalılar arasında bir patika, üzeri yosunlu kuru bir ağaç. Kafasının içinde bir harita vardı sanki. En sonunda, "Bunların hepsini hatırlayabilecek misin?" diye sordu, "Evet."
"Önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola dön. Kapının üst tahtası eksik."
"Evet, saat kaçta?"
"On beş. Biraz beklemen gerekebilir. Ben oraya başka bir yoldan geleceğim. Her şeyi hatırlayabilecek misin?"
"Evet."
"O halde çabuk yanımdan uzaklaş."
Ona bunu söylemesi gerekmezdi. Bir süre kalabalığın arasında sıkışıp kaldılar. Kamyonlar geçiyor, herkes ağzı açık onları izliyordu. Önceleri birkaç Parti üyesinden yuhlama sesleri çıkmıştı, ama çok geçmeden bunlar da kesilmişti. Ayaklanmış olan coşku, bir merak sonucuydu. İster Avrasya'dan olsun, ister Doğu Asya'dan, tüm yabancılar birer hayvan türüydüler. Onları ancak tutsak kılığında görürlerdi; o da tam görmek sayılmazdı aslında. Bu tutsakların başlarına neler geldiği bilinmiyordu, yalnız aralarında birkaçı, savaş suçlusu olarak idam edilirdi. Ötekiler ortadan yok olurlardı. Çalışma kamplarına gönderiliyor olmalıydılar. Yuvarlak Moğol yüzlerinin yerini şimdi pis, sakallı ve bitkin Avrupalı yüzleri almıştı. Bazen çıkık elmacık kemikli yüzdeki bir çift göz Winston'ınkilere garip bir ısrarla bakıyor, sonra başka bir yöne çevriliyordu. Alay sonuna yaklaşmaktaydı. Son kamyonda karmakarışık kır saçları olan yaşlı bir adam gördü; hep böyle durmaya alışkınmış gibi bileklerini önünde kavuşturmuştu. Artık kızla Winston'ın birbirlerinden ayrılma zamanları gelmişti. Son anda, kalabalık yollarını tıkamışken, kız elini Winston'ınkine uzattı ve hafifçe sıktı.
Bu durum ancak on saniye kadar sürmüştü, ama Wins-ton'a, elleri uzun süre birbirine kenetlenmiş gibi geldi. Kızın
elini en ince ayrıntılarıyla öğrenmesine yetmişti bu süre. Uzun parmaklar, biçimli tırnaklar, çok çalışmaktan nasır bağlamış bir avuç ve bileğin altındaki yumuşak ten. Artık bu eli gördüğünde tanıyabilirdi. O anda, kızın gözlerinin ne renk olduğunu bilmediğini fark etti. Kahverengi olmalıydılar, ama koyu renk saçlı ve mavi gözlü kişilere bazen rastlanırdı. Başını döndürerek ona bakması korkunç bir çılgınlık olurdu. Elleri birbirine kenetlenmiş, gözleri ileride, kalabalığın ortasında dururlarken, kızın gözleri yerine yaşlı tutsağın hüzün dolu gözleri Winston'a bakıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder